Şampiy10
Magazin
Gündem

İntihar çözüm değil, tam aksine çözümsüzlüktür

Annesini, anneannesini, dayısını ardı ardına kaybeden 27 yaşındaki S. A., büyük bunalım içine girdiğini yazıyor. Birkaç kez ölmeyi düşünmüş ama Allah korkusu, kendisini intihardan alıkoymuş. Ağır depresyon altındaki bu kızımız, böyle psikolojik durumlarda intiharın günah olup olmadığını soruyor. Kendisine cevabım şudur: Başın sağ olsun. Senin durumunda olan birçok insan var. Bu sorunlar, bu sıkıntılar Allah’ın kaderini iyi bilmemekten kaynaklanıyor. Elbette annenizi, anneannenizi ve dayınızı peşpeşe kaybetmek zordur, üzücüdür. Ama şu yeryüzünde ölmeyecek insan var mı? Her insan, her canlı ölecektir. Ancak ölmek yok olmak değil, sadece ruhun beden kafesinden çıkıp özgürlüğe kavuşmasıdır.

Ruh için zaman yoktur

Niçin o kadar fazla üzülüyorsunuz ki? Annenizin ruhu ölmedi, ölen cesedidir. Ruhu sizin yanınızda, siz onun farkında değilsiniz. Allah annenize bir ömür biçmiş. Zamanı gelince ruh emanetini almış. Ruh ölmedi, ölmez. Allah’ın planı, kederi de değişmez. Ne kadar üzülsen gideni geri getiremezsin. Sonunda siz de bir gün, sürenizi tamamlayınca onun bulunduğu yere gideceksiniz. 50 yıl sonra da olsa önemli değil, ruh için zaman yoktur. Allah’ın kaderine inanın. Üzülmeyin, intihar, cinayet işlemektir. Ha başkasını öldürmüşsünüz, ha kendi canınıza kıymışsınız fark etmez.

Sabrın sonu selamettir

İntihar çözüm değil, çözümsüzlüktür. Çünkü sıkıntılardan kurtulayım derken ruhlar âleminde çok daha büyük sıkıntılar içine düşersiniz, azaplar çekersiniz. İntiharla yok olmuyorsunuz ki, ruhunuz yine var ve bu kez Allah’ın huzurunda, Yüce Divan’da suçlu olarak yargılanır. Orada intihar yüzünden çekeceğiniz sıkıntı bu dünyada çektiğiniz sıkıntılara benzemez. Buradaki sıkıntıyla hiç kıyas kabul etmeyecek kadar ağırdır, zordur. Sabret, inşallah ileride evlenirsin, çocukların olur. Hayatın çok tatlı olaylarıyla karşılaşırsın. Sabrın sonu selamettir.

Yazının devamı...

Müta’yı yasaklayan zorlayıcı nedenler

Değerli hocam, yazınızdan, Kuran âyetinin, müta’ya onay verdiğini ama Hz. Peygamberimiz ve Hz. Ömer gerekli ve zorlayıcı etmenlerin ortadan kalkmasıyla ve istismar edilmesiyle müta’yı yasakladığını anladım. Peki hocam nedir bu zorlayıcı nedenler?

CEVAP: Zorunlu haller, insanın normal olarak evlenmesinin güç olduğu durumlar. Yolculuk, savaş, seyahatler gibi. Bu durumlarda kadın erkeğin karşılıklı anlaşmasıyla müt’a yapılabilir. Ama bu süre içinde kadının, başka bir erkekle ilişki kurmaması, süre bitince de 1,5 ay kadar bekledikten sonra ancak başka bir müt’a veya evlilik yapabileceğidir.

Bu uygulama Şîîler arasında geçerlidir, Sünnî ekoller kabul etmiyorlar. Bunun sebebi de Hz. Ömer’in yasaklamasıdır. Ama siz anlaştığınız kadınla nikâh kıyarken herhangi bir süre zikretmeden dini nikâh kıyılabilir, sonra karşılıklı anlaşma ile ayrılmak da mümkündür. Fakat genel uygulaması din kurallarına uymaz. Bu mesele sizinle Allah arasında bir şeydir. İnsanlara karşı değil, Allah’a karşı sorumlusunuz. Ancak kimsenin hak ve hukukuna ve kimsenin namusuna tecavüz etmemeğe özen göstermeniz gerekir.


Kısır kadının kocası başkasıyla evlenebilir mi?

Yazdığı uzun yazıda, hastalığından dolayı kendisinin çocuğu olmadığı için eşinin, çocuk sahibi olmak, “babalık duygusunu tatmak benim de hakkım” diyerek başka bir kızla evlendiğini belirten hanımefendi dinin buna nasıl olur verdiğini yana yakıla soruyor.

CEVAP: Elbette bir kadının, kocasını başka bir kadınla paylaşması çok zordur. Ama kardeşim kocanızın çocuk sahibi olma hakkını da kabullenmek gerekir. Buna razı değilseniz, kusur sizde olduğuna göre ayrılırsınız, hayatı kendinize zindan etmenize ne gerek var? Ama dini durumu soruyorsanız din buna müsaade ediyor. Daha 70-80 yıl önce toplumumuzda iki evlilik, üç evlilik vardı. Güneydoğu’da bu, hâlâ uygulanıyor. Ama bazı kadınlar buna razı olurken bazıları olmuyor. Olmayan ayrılır.

Tabii Medeni Hukuk buna olur vermez. Kişilerin özel hallerine de müdahale etmez. İkinci evliliği yasal nikâh saymasa da bu yolla olan çocuklara, babasının adıyla kimlik verir. Çocuğu olmamış olan birinci eş ya bu duruma razı olur, birlikte yaşar. Ya da ayrılır. Hiçbir şeyi tavsiye de etmiyorum, sadece vakıayı anlatıyor ve dini hükmünü belirtiyorum.

Yazının devamı...

Tanrı kelimesini kullanmak günah mı?

Şair olduğunu, zaman zaman şiirlerinde ‘Tanrı’ kelimesini kullandığı için kimileri tarafından eleştirildiğini, ‘Tanrı’ kelimesini kullanmanın günah olduğunu söylediklerini belirten M. rumuzlu okurum, “gerçekten Allah için Tanrı ismini kullanmak günah mıdır?” diye soruyor.

CEVAP: ‘Allah’ anlamında kullanılan Türkçe ‘Tanrı’ sözcüğü, Arapça’daki ‘İlâh’ kelimesinin karşılığıdır. İlâh sözcüğü Allah için de, putlar için de kullanılır. Yani İlâh deyince evrenin sahibi Allah da kastedilmiş olabilir, herhangi bir put da kullananın niyeti ne ise ona göre değer kazanır. Tanrı da öyle, kullananın niyetine bağlıdır. Her millet, evrenin yaratanını ifade için bir kelime kullanmıştır. İranlılar Allah için ‘Hodâ’, İngilizler ‘God’, Almanlar ‘Got’ derler. Türkler de O’nun için Tanrı adını kullanmışlardır.

Aşırı insanlara bir türlü aklım ermiyor. Neden Türkçe’ye bu kadar soğukturlar? 1905 civarında vefat etmiş bulunan büyük Mürşid Harputlu Hacı Ömer Baba, Dîvânının başında şöyle diyor:

“Et tevbe cürme iptidâ

Sana gele bûy-i Hudâ

Olma huzurundan cüda

Gelmez mi gör feyz-i Hudâ”

Anlamı: Önce suçtan tevbe et ki sana Hudâ (Tanrı) kokusu gelsin. Sakın O’nun huzurundan ayrılma da bak bakalım Hudâ’nın feyzi gelmez mi sana?

Şimdi bu büyük insan, Farsça olan Hudâ kelimesini rahatlıkla kullanıyor. Ve bu dizeleri herkes gönül huzuru ile hattâ göz yaşlarıyla okuyor. Peki Farsça Hudâ sözcüğünü kullanmaktan ötürü kimse rahatsızlık duymaz da neden Türkçe ‘Tanrı’ kelimesinin günah olduğunu söylerler?

Kim demiş günah diye? Bir şeyin günah olması için dinde haram olması gerekir. Kur’ân’da veya Hadiste Tanrı kelimesini kullanmak haramdır, günahtır diye bir şey yok. Siz o tür sözlere hiç değer vermeyin. Bir zamanlar ezan da Türkçe’ye çevrilmiş ve “Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrıdan başka yoktur tapacak” cümlesi “Eşhedu en lâilâhe illallah” cümlesinin çevirisi olarak yıllarca okunmuştur. Bu çeviriyi yapanlar da o zamanın Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki âlimlerdir. Bunlar hep günah mı işlemişlerdi? Delilsiz olarak din hakkında konuşmak Allah’a iftira olur. İftira ise işte asıl günah odur!

Yazının devamı...

Başkasının malını izinsiz almak hangi durumda haramdır?

Devlete ait bir bahçeden kopardığı birkaç şeftalinin sorumluluğunu düşünen M. Ç. rumuzlu hassas bir okurum, mektubunda özetle belirttiğine göre, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin Menemen çiftliğinde staj yaptığı sırada çiftliğin meyve bahçesinden bir miktar izinsiz şeftali almış. Sonra Y. N. Öztürk’ün kitabında, Peygamberimiz zamanında kamu malından ayakkabı çalan sahabînin namazını Peygamberimiz kıldırmayıp, “o mü’min bile olamaz!” dediğini okumuş. Yine o kitapta okuduğuna göre, bir savaşta şehit olan kişi için arkadaşları, “Şehit oldu” demişler de Peygamberimiz “Hayır o cehennemliktir. Çünkü o, kamu malından çalmıştı” demiş.

Bunları duyunca çok korkan okurum, bir ara izinsiz, gizlice aldığı şeftalilerin parasını götürüp müdüre vermeyi ve bu paranın çiftlik giderlerine harcanmasını söylemesini düşünmüş ama artık orada staj yapılmadığı için bir yetkili yokmuş parayı ödeyecek bir muhatap bulamamış. Vaktiyle yaptığı hatanın günahından nasıl kurtulacağını soruyor.

CEVAP: Yaşar Hoca’nın kitabındaki o rivayetler, insanları günahtan uzak tutma amacıyla ortaya atılmış sözlerdir. Hz. Peygamber’in savaşta şehîd olan bir kimsenin, aslında kimsenin bilmediği bir kusurunu âleme duyurması ve onun cenaze namazını kıldırmaması, kendisinin “Âlemlere rahmet” sıfatına ve herkesçe bilinen kibarlığına, zarafetine uymaz.

Bu hassas okurumun durumuna gelince: Kurân’a göre hırsızlığın cezası ağırdır. Ancak bu cezanın uygulanması için malın kapalı, kilitli bir yerden çalınması ve çalınan malın kıymetinin de en az bir savaş kalkanının parasal değerine eşit veya üstünde olması gerekir. Ayrıca çalan kimsenin, malı çaldığı alana girme müsaadesinin de olmaması şarttır. Bu durumda, okurumun o bahçede görevli iken aldığı birkaç şeftali kendisine haram değildir.

Fıkıh kitaplarındaki hüküm şöyledir: “Şehirlerde ağaçların altına dökülen meyveler, açık olarak herkesin faydasına bırakılmış ise yenilebilir değilse yenilmez. Ağaç üzerinde bulunan meyveler, bol olur da yenmesi sahiplerine ağır gelmezse yenilebilir. O meyvelerden bir miktar alınıp orada yenebilir fakat toplanıp başka bir yere götürülmesi caiz değildir.” (Ömer Nasuhi Bilme, Büyük İslam İlmihali,

s. 470 El-İhtiyâr: 3/32-33)

Yazının devamı...

Devlet uyanık olsa hırsızlar cirit atamaz!

Bir okurum, tanık olduğu, olağan hale gelen araba hırsızlığı olayını anlatıyor ve sonunda da bunlara kimin dur diyeceğini soruyor: “Hocam, her akşam mümkün olduğunca babamla teravih namazına gidiyoruz. Sokağımızda her akşam, namaz saatlerine rastgelen saatlerde 2 ile 4 izbandut, arabaların kelebek camını kırıp, bagajlardan değerli eşya varsa çalıyorlar. Bu akşam namaza gitmeden yine gördük bunları. Bağdat Caddesi’nde Divan Pastanesi sokağında yaşanıyor bu olaylar. Kaç insanın arabası her akşam kırıldı, kapıcılar görüp bir şey diyemiyor, korkuyor. Ben de bugün adamları gözümle gördüm, ben de biraz ürktüm. Tek başıma hesaplarını sorabileceğim insanlar değil maalesef. Bu akşam camiye giderken polis imdat’a telefon açtık, yeri tarif ettik, sivil polis gönderin, yakalayın dedik. Namazdan sonraki tablo maalesef aynı idi. Yine bir arabanın kelebek camı kırılmış, arka koltuk öne itilmiş, sonra arka cam hepten kırılarak muhtemelen değerli eşyalar çalınmış.

Camide artık bu tablodan etkilenen insanlar için dua etmeye başladım. Ama size de sormadan edemeyeceğim.

Ne olacak şimdi? Kim dur diyecek bu sokak çetelerine? Saygılar, CEM

CEVAP: Bu sorunun yanıtı şu fıkrada gizlidir sanırım: “Bir ticaret kervanı yolda yorgun düşünce akşamleyin bir yerde mola vermiş ve geceyi orada uyuyarak geçirmişler. Sabahleyin uyandıklarında kervanın soyulduğunu, eşyalarının götürüldüğünü görmüşler. Gitmişler kentin valisine şikâyet etmişler. O zaman valiler paşa rütbesi taşırlardı. ‘Paşa hazretleri, biz geceleyin uyumuştuk. Uyandığımızda gördük ki hırsızlar her şeyimizi çalıp götürmüşler.’

Vali de: ‘Siz niçin uyudunuz’ diye çıkışmış.

Demişler ki:

Biz valimizin uyanık olduğunu sanmıştık, onun için endişesiz uyuduk. Ama bilseydik ki vali paşamız uyuyor, biz uyumazdık.”

Bunlara dur diyecek olan şahıslar değil elbette, devlettir, devletin güvenlik güçleridir. İşte onlar yeterince uyanık olsalar bu hırsızlar bu kadar fütursuzca ortalıkta cirit atamazlar.

Yazının devamı...

Bu yıl fitre en az 6 YTL

Bayram sabahının girmesiyle, hali vakti yerinde olan kimselere fıtır sadakası, yani fitre vermek gerekli olur. Fitrenin miktarı, bu yıl itibariyle en az 6 YTL’dir. Aile reisi kendisinin, sorumluluk yaşına gelmemiş çocuklarının ve hanımının fitresini verir. Özellikle gerçek muhtaçları bulup onlara vermeli, onların bir parça olsun dertlerini hafifletmeye çalışmalıdır. Fitreyi verirken “Al bu benim fitremdir” gibi karşıdakinin onurunu kıracak sözler söylemeye gerek yoktur. Allah insanın ne niyetle verdiğini bilir. Söze gerek yok. İçte taşınan düşünce önemlidir.

Kur’ân’ımız bize yetîme yoksula karşılıksız bakmayı, onları şefkatle himaye etmeyi, insanlığın mutlaka ulaşması gereken bir hedef olarak göstermektedir:

“Fakat o, sarp yokuşa atılamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek. Yahut açlık gününde doyurmaktır: Akrabâ olan yetîmi. Yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu.” (Beled Suresi: 11-15)

Kur’ân, yapılan iyiliğin karşılık beklemeden yapılmasını öğütlemektedir: “Yoksula, yetîme ve esîre sevdikleri yemeği yedirirler: ‘Biz size sırf Allâh rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz’.” (Dehr Suresi: 8-9)

İhtiyaç içinde yoksul, buruk, ezilmiş insanların gönlünü yapmak Allah’ı memnun eder. Zayıfı himaye etmek, Müslüman’ın şiârıdır. Özellikle yetîme bakmak onu himaye etmek, kimsesiz çocukları koruyup kollamak çok sevap olan işlerdendir. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Yetîme bakanla ben, cennette şu ikisi gibiyiz” diyerek işaret parmağıyla orta parmağını göstermiş, yetîme bakanın, cennette kendisiyle bu iki parmak gibi yan yana olacağını bildirmiştir. Başka bir hadîslerinde de “Müslümanların evlerinin en hayırlısı, içinde yetîme iyilik edilen evdir. Ve Müslümanların evlerinin en kötüsü de içinde yetîme kötülük edilen evdir” buyurmuşlardır. Peygamberimizin şu buyruklarını her zaman hatırda tutmalıyız:

“Bir yetîmi, ihtiyacı kalmayıncaya dek barındıran kimseye cennet vacibolur.”,

“Kalbinin yumuşamasını, muradına ermeni ister misin? Öyle ise yetîme acı, onun başını okşa, yediğinden ona da yedir. Kalbin yumuşar, muradına erersin!” (Kenzu’l-ummâl: 3/168-171)



Yazının devamı...

Gün barışma günüdür

Şimdi bayramdır. Küslerin barışma, kırgınlıkların, düşmanlıkların dostluğa çevrilme zamanıdır. Birbirini seven, dayanışma içinde olan insanları Allah da sever, onları başarılı kılar. Ama birbirinin kuyusunu kazan insanlar huzur bulamazlar. Kendileri de eştikleri kuyuya düşerler. “Kardeşine kuyu kazan kimse, kazdığı kuyunun içine düşer.”

Yüce Allah: “Topluca Allâh’ın ipine yapışın, ayrılmayın!...” (Âl-i İmran:103) buyuruyor.

Bu kavgalar, dalaşmalar enerjimizi tüketiyor, huzuru bozuyor, ülke ekonomisini vuruyor. İşte Kur’ân’ın uyarısı: “Allah’a ve Elçisine itâ’at edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız, devletiniz gider (zayıflarsınız). Sabredin, çünkü Allâh sabredenlerle beraberdir.” (Enfal: 46)

Müslüman, özü sözü bir olan, toplumsal kurallara uyan, Allah’a, kullara, devlete borcunu ödeyen, kimsenin hakkını yemeyen, bencil olmayan, nefsi için istediğini başkaları için de isteyen, nefsi için uygun görmediğini başkaları için de uygun görmeyen insandır. Dinin özü, temeli doğruluktur. Kendi canı pahasına da olsa doğruluk! İslâm’ın beş şartı var, denilir ama doğruluğun en temel şart olduğu unutulur. Biz namazlarımızın her rek’atında Allah’tan bizi doğru yola iletmesini diliyoruz: “Bizi doğru yola ilet!”

Kur’ân, doğruluğun, Allah’a imanın ayrılmaz bir gereği olduğunu vurgular: Allah’a inanıp doğru olanların üstüne meleklerin inip onları cennetle ve cennet nimetleriyle müjdelediğini belirtir (Fussilet: 30).

Rivâyete göre İbrâhîm ibn Edhem çölde dolaşırken karşısına çıkan bir asker kendisine:

- Umrân (kent) nerede? diye sormuş. Ve vurup İbrâhîm’in başını yaralamış. Geçip giderken ona, vurduğu kimsenin Horasan zâhidi İbrahim ibn Edhem olduğunu söylemişler. Gelip özür dilemiş. İbrahim ona:

- Sen bana vururken ben Allah’tan sana cennet vermesini diledim, demiş.

- Neden? diye sormuş asker.

- Çünkü o yaptığından ötürü bana sevâp verileceğini anladım. O işten benim payım hayır iken, senin payının şer olmasını istemedim, demiş.

Ebû Hüreyre’nin rivâyetine göre Allah’ın Elçisi (s.a.v.), müşriklere bedduâ etmesini söyleyenlere: “Ben lânetçi olarak değil, rahmet olarak gönderildim” buyurmuştur (Müslim, Birr: 87).

Şimdi bayramdır. Küslerin barışma, kırgınlıkların, düşmanlıkların dostluğa çevrilme zamanıdır. Birbirini seven, dayanışma içinde olan insanları Allah da sever, onları başarılı kılar.

Yazının devamı...

Bayramınız mübarek olsun

Allah’a binlerce hamdolsun bir Ramazan ayını daha geride bıraktık, sağlık içinde bayrama ulaştık. Bayramlar dostluk günüdür, barış ve huzur günüdür. İslâm barış dinidir. Müslüman, kendisiyle barışık olan, çevresine barış götüren insandır. Dünya bir darboğazdan geçiyor. Ekonomik kriz dünyayı sarıyor. Bu darboğazdan en az zararla çıkabilmek için topyekün barış içinde olmalıyız. Ülkeyi yönetenlerin topluma örnek olmaları gerekir. Maalesef Ramazan ayı, milletin seçtiği insanların birbirleriyle kavgaları, karşılıklı suçlamaları ile geçti. Tabii onların kavgaları milleti etkiliyor. Ne lüzum var bu kavgalara, suçlamalara, birbirinin ipliğini pazara çıkarmaya? Dinimiz bize insanların gizlisini araştırıp yaymayı değil, dostluğu, barışı, dedikodudan uzak durmayı emrediyor.

Artık geçen geçti, derhal kavgayı, birbirimizle uğraşmayı bırakıp sevgi ile birbirimize yaklaşmaya çalışalım. Ölçüyü kaçırmayalım. Kur’ân bize kötülüğe dahi iyilikle karşılık vermeyi öğütlüyor: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O zaman bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dosttur.” (Fussilet: 34)

Kötülüğe karşı iyilik...

Kur’ân daima ölçülü davranmayı, kırıp dökmemeyi, kötülüğe dahi iyilikle karşılık vermeyi öğütler. İşte bu davranıştır ki insanlar arasındaki buzları eritir, gönüller arasına sevgi tohumları eker. Aşırılık, “Ben üste çıkayım, ben galip geleyim!” düşüncesi insanları birbirinden uzaklaştırır. Ama sevgi ile yaklaşım, gönülden gönüle köprü kurar. Kur’ân bize ölçülü davranmayı emreder ve düşman bildiklerinin dahi bir gün dost olabileceğini hesaba katmayı öğütler: “Belki de Allâh sizinle, düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar.” (Mümtehine: 7)

Hadis olarak da aktarılan Hz. Alî’nin şu sözü ne kadar anlamlıdır: “Ahbib habîbeke hevnen mâ fe asâ en yekûne bağîdake yevmen mâ Ve abğid bağîdake hevnen mâ fe asâ en yekûne habîbeke yevmen mâ”

“Sevdiğini ölçülü sev, bir gün düşmanın olabilir sevmediğine de ölçülü buğzet, bir gün dostun olabilir.” (Tirmizi, Birr: 60) denilmiştir. Yani birisiyle takışırken birgün yüz yüze bakacağımızı hesabetmeliyiz.

DEVAMI YARIN

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.