Türkiye’nin El Kaide ile imtihanı
.
On yıl önce bugün, İstanbul’da, iki eylemci, eş zamanlı olarak iki ayrı sinagoga bomba yüklü araçlarla intihar saldırıları gerçekleştirdi. Beş gün sonra yine İstanbul’da, yine eş zamanlı olarak bir İngiliz bankasıyla İngiltere Başkonsolosluğu’na iki intihar eylemcisi yine bomba yüklü araçlarla girdi. Böylelikle 15 ve 20 Kasım 2003 günleri Türkiye’nin El Kaide ile tanışmasının miladı olarak kayıtlara geçti.
Önümüzde şöyle bir soru var:
Aradan geçen 10 yıl içinde Türkiye El Kaide’ye karşı nasıl bir sınav verdi?
Bu soruya iç açıcı bir cevap verebileceğimizi düşünmüyorum. Çünkü toplumsal açıdan baktığımızda, öncelikle El Kaide olgusunu anlamaya yönelik herhangi ciddi bir çabaya tanık olmadık. Bunun yerine büyük ölçüde komplo teorilerine itibar edildi. Sonuçta Türkiye toplumu bu terör saldırılarını bir an önce unutmak istedi ve unuttu.
On yıl boyunca El Kaide konusunda devletin de benzer bir tutum içinde olduğunu gördük. Bir yandan, düzenli operasyonlarla bu uluslarötesi şebekenin yeni eylemler düzenlemesi, diğer yandan Türkiye’yi “transit ülke“ olarak kullanması istendi. Ancak El Kaide olgusuna karşı toplumsal bir duyarlılık yaratma konusunda devletin herhangi bir ciddi çabasına tanık olmadık. Öte yandan, her ne kadar bazı çok önemli yöneticileri yakalanmış (ve bunlardan bazıları ABD’ye teslim edilmiş) olsa da El Kaide’nin Türkiye’yi, özellikle Irak’a geçişlerde kullanmasının mutlak manada engellenebildiği de söylenemez.
İçimizdeki El Kaide
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, BM Genel Kurulu için bulunduğu New York’ta sık sık Suriye’deki El Kaide varlığı ve Ankara’nın bu konudaki tutumu hakkında sorulara muhatap oldu. Bu şaşırtıcı değildi çünkü El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan silahlı grupların gerek Esad yanlılarına, gerekse Kürtler başta olmak üzere rakip gruplara yönelik vahşet sınırlarını aşan şiddeti Baas rejiminin zulmünü bile gölgeler hâle gelmişti. Üstelik El Kaidecilerin lojistik anlamda Türkiye’yi kullandıkları yolundaki iddiaların ardı arkası kesilmiyordu. Nitekim benzer sorularla son Avrupa gezisinde Başbakan Erdoğan da karşılaştı. Ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da uluslararası kamuoyunda El Kaide konusunda Türkiye söz konusu olduğunda algıların gerçeğin önüne geçtiğini kabullenmek durumunda kaldı.
Algı ya da gerçek: Türkiye’nin ne yapıp edip, bir an önce adının El Kaide ile birlikte anılmasının önüne geçmesi gerekiyor.
Mezhepçiliğe son
Ancak bunun tek yolunun El Kaidecilere gittiği varsayılan bazı askeri malzemelere el koymak ya da kimi şüphelileri gözaltına almak olduğunu düşünenler yanılırlar. Her şeyden önce sürekli ertelenen El Kaide ve onun savunuculuğunu yaptığı görüşlerle yüzleşmek şart. Örneğin Irak’ı bir “cihad alanı“ olarak kabul ettikleri andan itibaren El Kaide yöneticileri, o zamana kadar üstünü örtmüş oldukları mezhepçiliklerini, daha doğrusu Şiiliğe yönelik düşmanlıklarını öne çıkarttılar. Bunun Suriye’deki iç savaşla birlikte zirveye ulaştığını hep birlikte gözlüyoruz. Dolayısıyla El Kaide ile mücadelenin önde gelen adımlarından biri kesinlikle mezhepçi politikalardan uzak durmak olmalıdır.
Ankara uzun bir süre Orta Doğu’da mezheplerüstü bir strateji izliyordu. Ne var ki Suriye’deki çatışmalarla birlikte Suudi Arabistan’ın başını çektiği Sünni Bloku’na doğru bir yöneliş yaşandı. Bereket Washington’un Tahran ile ilişkilerini yumuşatmasına paralel olarak Türkiye de başlangıçtaki pozisyonuna dönme kararı aldı. Davutoğlu’nun son Irak ziyareti bunun ilk ciddi (ve olumlu) adımıdır. Ardından İran ile karşılıklı ziyaretlerin olması bekleniyor ki zararın neresinden dönülse kârdır diyelim.
El Kaide demişken, başta Suriye olmak üzere, dünyanın dört bir tarafında bu şebekeyle ilişkili bir şekilde gönüllü olarak savaşan çok sayıda Türkiyeli var. Daha önceki bir yazımızda (http://www.rusencakir.com/Eve-donus/2079) ortaya attığımız şu soru son derece hayati: Bunların içinden bazıları ülkelerine dönmek isterse (ki muhtemelen çoğu dönecektir) Türkiye’de ne yapacaklar?