Toplumsal ve siyasal hareketlerde hormonlu büyüme sorunu
.
Refah Partisi’nin (RP) ilk büyük patlamasını yaptığı 1994 yerel seçimlerinden kısa bir süre sonra Mardin’den Diyarbakır’a dönüyordum. Arabada iki yerel RP yöneticisi bana eşlik ediyordu. Bunlardan biri sosyalist soldan, diğeri de ülkücü hareketten Milli Görüş’e katılmıştı. İçlerinden soldan geleninin şu sözleri RP’yi anlamamda bana epey yararlı olmuştu: “Parti olarak çok hızlı büyüyoruz ve bu beni çok ürkütüyor!”
Onun bu sözlerinden geniş ölçüde esinlenerek RP’nin o dönemdeki büyümesine “hormonlu” sıfatını uygun bulmuştum ve “Nasıl hormonlu bir domates normalden daha büyük ama daha tatsızsa RP de giderek büyüyor ama başlangıçtaki özünden uzaklaşıyor” türünde cümleler kuruyordum.
Ülke çapında parti tabanında büyük bir coşku ve heyecan yaşarken Güneydoğulu o RP yöneticisinin kaygıya sürüklenmesinin ardında muhakkak soldan gelmesi etkili olmuştu. Çünkü 1970 ortalarından itibaren çok büyük bir ivme yakalamış olan Türk solu, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte çok büyük bir darbe yemiş, güçlü bir direniş gösterememiş ve o andan itibaren de bir daha kendini toparlayamamıştı.
Zaten bizim o sohbetimizin üzerinden çok da fazla zaman geçmeden RP de benzer bir akıbete uğradı. Yerel seçimlerin ardından genel seçimlerden de birinci parti çıkan, hatta DYP ile koalisyon hükümeti kuran RP, 28 Şubat sürecinde yaşanan post-modern darbeye karşı koyamadı: RP kapatıldı, Erbakan başta olmak üzere birçok lidere siyaset yasağı getirildi...
Verenler almaya başlayınca
Tarihin değişik zamanlarında, dünyanın değişik yerlerinde toplumsal ve siyasi hareketlerin en güçlü göründükleri anların aslında en hassas, en kırılgan anları olabildiğine dair sayısız örnek verebiliriz. “Peki neden böyle oluyor?” sorusu üzerine sayfalarca, hatta ciltlerce yazıp çizmek mümkün. Ama bir gazete yazısında olabildiğince özlü konuşmamız gerektiği için kendimce bu soruya hızlı bir cevap vermek isterim: Toplumsal ve siyasal hareketlerin büyük çoğunluğu belli idealler etrafında bir araya gelmiş ve kendini adayan insanlar tarafından başlatılır. Ama güçlenip büyüdükçe bu hareketlere, başlangıç ideallerine aynı kendini adamışlıkla yaklaşmayan çok sayıda insan da katılır. Süreç içinde idealler geri planda kalır ve hareketin daha da güçlenip büyüyerek varlığını sürdürmesi temel amaç haline gelir. Özetle söyleyecek olursak başlangıçta bir hareketi “kendilerinden verenler” var ederken, zaman içinde o hareket “kendileri için alanlar”ın egemenliği altına girer. Başlangıçtaki fedakâr insanların bir bölümü de bu furyaya katılır, hatta bazen başını çekerken, küçük bir bölümü de büyük bir hayal kırıklığıyla küsüp köşesine çekilir.
Kısır döngüden nasıl çıkılır
Peki bu bir kısır döngü müdür? Büyüyen her hareketin özünden kopması, asli ilkelerine yabancılaşması ve kendi varkalmasını her şeyin önüne koyması kaçınılmaz bir durum mudur? Galiba öyle. Yine de bu kısır döngüyü bir nebze kırabilmede şu üç ilkenin yardımcı olabileceğini düşünüyorum: 1) Şeffaflık; 2) Sivillik; 3) Demokrasi.
Eğer bir hareket şeffaf değilse, kendince “haklı” gerekçelerle kapılarını toplumun diğer kesimlerine açmıyorsa, ne kadar büyürse büyüsün kendi kurdunu da içinde büyütür. Çünkü şeffaf olmayan bir hareket hep vehimlerle, paranoyayla yol alır. Hareket içindeki insanlar bir yerden sonra birbirlerinden de kuşku duymaya başlarlar. İşin ilginç yanı, bir hareket dış sızmalardan ne kadar çok korkarsa, “dış odaklar”ın ona sızması o kadar kolay olur. Türkiye’deki birçok silahlı sol örgütün, PKK’nın ve Hizbullah’ın öyküleri bunun kanıtıdır.
Sivilliktense, esas olarak söz konusu hareketin kendine muhatap olarak devleti (ya da devletleri) değil toplumu alması gerektiğini kastediyorum. Halbuki birçok hareket, belli bir güce eriştikten sonra ya devleti ele geçirmeyi kafasına koyuyor ya da siyasi iktidarı elinde tutan (ya da ele geçirmek isteyen) güçlerle pazarlıklara girişip kendine pastadan pay kapmanın derdine düşüyor.
Demokrasi kavramını ortaya ataraksa, hareketin kendi üyelerini ne derece özgür bıraktığını sorgulamak istiyorum. Bildiğimiz gibi iddialı toplumsal ve siyasal hareketlerin büyük kısmı “karizmatik” (veya öyle olduklarını sanan) liderler tarafından yönetiliyor. O hareket ne kadar büyüyüp güçlenirse liderin güç ve etkisi de o kadar artıyor, aşağıdakiler ona (ve onun yakın çevresine) daha fazla bağımlı hale geliyorlar.
Ve bir gün geliyor, hiç beklenmedik bir anda bu saadet zinciri kopuveriyor!
Herhalde bugün bu yazıyı neden yazdığımı sormayacaksınız!