Şeffaf devlet Uludere Roboski’de durdu
AKP ile 10 yıl (3)
AKP iktidarının birinci yılında Vatan Gazetesi için yaptığım yazı dizisi kapsamında kendisiyle söyleşi yaptığım dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, partilerilerinin ve iktidarlarının ana ilkelerini şöyle özetlemişti: “Gayet gerçekçi olduk. Hayalci değiliz, çok gerçekçiyiz. İkincisi, çok rasyonel olduk. Rasyonel hareket etmek çok önemlidir. Üçüncüsü de çok şeffaf olduk. Düşüncelerimizi tartıştık. İnsanlar şimdi görüyor ama biz daha partimizi kurmadan başladık tartışmaya. Her şeyimiz çok açık olduğu için halkımız iki yıl sonra Türkiye’yi nereye götürebileceğimizi öngörebilir. Hatta on sene sonrasını bile görebilir. Bundan daha büyük şeffaflık olur mu? Yaptığımız her şeyi de inanarak yapıyoruz. Bundan daha büyük bir güç olur mu? Diğer taraftan gayet sadeyiz. Elitist, halktan kopuk kişiler değiliz.”
Gerçekçi, rasyonel, şeffaf, samimi ve halkla iç içe... Gül’ün 9 yıl önce AKP için uygun gördüğü sıfatlar hakkında herkes farklı düşünebilir. Bense bugünkü yazımda AKP iktidarının şeffaflık konusunda nasıl bir performans sergilemiş olduğunu mercek altına almak istiyorum.
Çünkü: 1) Son yıllarda “şeffaflık” modern demokrasilerde devletler için bir olmazsa olmaz olarak görülüyor; 2) Ülkemizde demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi devletin ve onun en kritik kurumlarının “devletin bekası”, “ulusal güvenlik”, “devlet sırrı” gibi gerekçelerle şeffaf olmaması, vatandaş denetimine rıza göstermemesidir; 3) Türkiye’de devlet, kendi bekası için toplumun farklı kesimlerini mağdur etmekten çekinmemiş, şeffaflık diye bir derdi olmadığı için de bu konuda inandırıcı açıklamalara gitmeye bile kalkışmamıştır; 4) AKP’yi oluşturan kadroların çoğu, şeffaf olmayan devletin zulmüne maruz kalmış oldukları için ilk günden itibaren şeffaflığı bir ana ilke olarak benimsediklerini ifade ettiler. Bu konuda öncülüğü yapan Gül cumhurbaşkanı olduktan sonra yaptığı önemli konuşmalarda da şeffaflığı ön plana çıkarmayı sürdürdü.
Aynı kırmızı çizgiler
AKP iktidarının ilk yıllarında, AB sürecinin de bir gereği olarak devleti şeffaflaştırma konusunda çok ciddi adımlar attı, reformlar yaptı. 2007 seçimlerinden sonraki dönemde başlatılan Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalarla ordunun geleneksel iktidarları teker teker elinden alındı; bu süreçte, değil topluma, devletin diğer kurumlarına, yasama, yargı ve yürütmeye karşı şeffaf olmaya hiçbir şekilde tenezzül etmemiş olan TSK hakkında her türlü bilgi deşifre oldu, böylelikle ülkenin en büyük tabusuna da nokta konulmuş oldu.
Fakat ordunun siyasetteki etkisi marjinalleştirilmesinden sonra işler değişti. Şöyle ki, sistemin eski sahiplerini tasfiye sürecinde şeffaflığı son derece kullanışlı bir ilke olarak sonuna kadar devreye sokan Başbakan Erdoğan, sistemin mutlak denetimini aldığını düşündüğü, diğer bir deyişle kendi statükosunu oluşturduğu andan itibaren şeffaflık iddiasını geri plana atmaya başladı. Bunu yaparken geçmişteki gibi “ulusal güvenlik”, “devletin bekası”, “güvenlik güçlerini yıpratmama” gibi argümanlara başvurdu.
Bu konuya örnek olarak birçok olay verilebilir fakat AKP iktidarının şeffaflık çizgisinden sapmasının miladının 28 Aralık 2011 günü yaşanan Uludere Roboski faciası olduğu kesindir. Türk F-16 uçaklarının PKK’lı oldukları düşüncesiyle kaçakçılık yapan 34 köylüyü öldürmesinin üzerinden nerdeyse bir yıl geçmek üzere ancak kamuoyu hâlâ bu facianın nasıl gerçekleştiğini, sorumlularının kim olduğunu bilmiyor, bileceğe de benzemiyor.
Bu satırları yazarken yaklaşık 20 yıl öncesine gittim: Süleyman Demirel liderliğindeki DYP, “şeffaf devlet” ve “Kürt realitesini tanıma” vaadiye girdiği 1991 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkmış ve Erdal İnönü liderliğindeki SHP ile koalisyon kurmuştu. Ne var ki birkaç ay sonra Güneydoğu’daki Newroz kutlamalarında kanlı olaylar yaşandı. O tarihte Cumhuriyet Gazetesi’nde muhabirdim ve olayların yaşandığı Nusaybin’e sokulmayan gazeteci grubu içinde yer alıyordum. O günkü izlenimlerime “Şeffaf devlet Nusaybin’de durdu” başlığını uygun görmüştüm. 20 yıl sonra benzer bir başlıkla kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Yarın: Erdoğan sahiden “tek adam” mı?