Sadi Baba ve Hacı Efraim
.
1997 yılı Eylül ayları sonlarında, yani 28 Şubat sürecinin etkilerini yeni yeni hissettirmeye başladığı günlerde Elazığ’a gittim. Les Annales de l’Autre Islam (Öteki İslâmın Günlüğü) adlı Fransız dergisinin, Joyce Blau ve Martin van Bruinessen tarafından hazırlanacak olan “Kürtlerde İslâm” özel sayısında yayımlanacak bir makale için şehirdeki İslami cemaatlerin çoğunun temsilcileriyle yüz yüze görüşmeler yaptım. Bu makale Fransa’dan sonra Türkiye’de de, Birikim’in Mart 1998 sayısında “Elazığ örneği: Türk-Kürt sınırında İslâmÓ hayat” başlığıyla da yayınlandı. (Arzu edenler şu bağlantıdan yazıya ulaşabilirler: http://www.rusencakir.com/Elazig-ornegi-Turk-Kurt-sinirinda-IslamÓ-hayat/286 )
Elazığ’da birkaç gün içinde kimi tarikat şeyhi, kimi bir cemaatin yerel sorumlusu, kimi vakıf ve dernek yöneticisi çok sayıda İslami şahsiyetle tanıştım, sohbet ettim, tartıştım ama bunlardan en çok ikisi bende iz bıraktı: Sadi Baba (Özen) ile Hacı Efraim (Yıldırım).
İkisiyle de o günden sonra herhangi bir temasım olmadı. Ama birkaç gün önce tesadüfen Sadi Baba’nın geçen yıl, 11 Şubat günü, uzun bir hastalığın ardından 74 yaşında, tabii ki Elazığ’da vefat ettiğini öğrendim. Bu acı haberi doğrulatmak için aradığım Sadi Baba’nın tanıdıklarına Hacı Efraim’i sordum ve onun da 2008 yılında, 63 yaşında hayata veda ettiği bilgisini aldım.
Gelenek yıkan şeyh
Sadi Baba Elazığ’da sayıca epey fazla olan Kadiri şeyhlerindendi. Dedesi ve babası da şeyhmiş ama o “ben gelenekleri sürdürmüyorum, gelenekleri yıkmaya çalışıyorum” diyordu. Gerçekten de öyle yapıyordu. Dergahına “Dar’ül Hazen” (Hüzün Evi) adını vermişti. Şeyhdi ama çok sert ve tutarlı bir şekilde ülkemizdeki tasavvuf anlayışını ve mevcut tarikat yapılarını eleştiriyordu. Mesela “Elazığ’da 30-40 kadar Kadiri şeyhi vardır. Ben de dahil kimse kimseye gitmez. Ben de dahil hiçbirimiz Kuranın potasında erimiş değiliz. Biz yeni yeni Kuran okuyoruz” diyordu.
İlk karşılaştığımızda “Ne işin var Elazığ’da?” diye sormuş, “Ne yapalım ekmek parası” dediğimde, “Sen şeyhmisin! Sen yazarsın, ulvi bir iş yapıyorsun. Ekmek parası için şeyhler dolaşır” diye beni azarlamıştı.
Sadi Baba’nın en övündüğü hususlardan biri müridlerine kitap okutturmasıydı. Hatta bir ara kendisi de kitapçılık yapmış. Tabii ki yazmış da. Onun imzalayıp verdiği “Emir Muaviye Sahabe mi?” adlı kitabını muhakkak arayıp bulmam lazım.
İmanla tebessüm
Hacı Efraim de tasavvuf ehliydi ama şeyh değildi. Elazığ’da Kadirilere kıyasla sayıca az olan Nakşibendiliğin İskender Paşa dergahına bağlıydı. Tanıştığımızda cemaate bağlı Hakyol Vakfı’nın temsilciliğini yapıyordu. Ama aynı zamanda sadık bir Refahçıydı. “Ama” diyorum çünkü bir süre önce İskender Paşa Dergahı şeyhi Prof. Mahmut Esad Coşan, Necmettin Erbakan ile anlaşmazlığa düşmüş ve Refah Partisi ile kelimenin geçek anlamıyla yollarını ayırmıştı. Fakat bazı müridleri şeyhlerinin telkinine itibar etmeyip parti ile değil tarikatla ilişkilerini koparmış veya en alt seviyeye indirmişti. Hacı Efraim ise üçüncü ve zor bir yolu tercih etmişti: Hem parti, hem dergah. Bunu nasıl başardığını sorduğumda cevabı kendisinin de bilmediğini, epey zorlandığını söylemişti. Kibilir belki ilerki dönemde birini seçmek zorunda kalmıştır.
Hacı Efraim gübre ticareti yapıyordu. Ama kendini yetiştirmiş, kültürel konulara yakın ilgi duyan, en önemlisi, geleneksel cemaatlerde pek de raslanmayan eleştirel bir yaklaşıma ve entelektüel kaygılara sahip bir kişiydi. Örneğin Elazığ’ı şöyle tasvir ediyordu: “Burada tarikat çok, ama ilme dayalı olan yok. Tarikata meyil çok, ama ortada bir mihrak, bir cazibe merkezi, bir şahsı manevi, bir mürşid yok. Bu yüzden herkes herkese teslim olabiliyor.”
Hacı Efraim’le tanıştığımda, onun, işi, şehri, dergahı, partisi kendisine dar gelen bir kişi olduğu fikrine kapıldım, hatta bunu dolaylı bir şekilde kendisine de söyledim ama tabii ki beni onaylamadı.
Oğlu Hacı Efraim’in bazı notlarını kitaplaştırdıklarını söyledi ve bana babasının çok sevdiği bir cümleyi aktardı: “Ne mutlu o kimseye ki görünen bu alemden görünmeyen öteki aleme imanla tebessüm eder.”
Hem Sadi Baba’da, hem Hacı Efraim’de o tebessümün bulunduğuna şahidim.