Misyonerlik karalamalarının gerçek amacı
.
Prof. Türkan Saylan başta olmak üzere eğitim alanında gönüllü faaliyet gösteren bazı isimlere ve kurumluşlara reva görülen muamelenin Ergenekon soruşturmasına ciddi bir şekilde gölge düşürmesinin ardından, bu işin sorumluluları, hatalarını kabul edip özür dileyecekleri yerde konuyu saptırmaya çalışıyorlar. Bu kapsamda ÇYDD ve ÇEV’in Hıristiyan misyonerliği yaptıkları ve Prof. Saylan’ın annesinin Hıristiyan olduğu iddiaları özellikle dikkati çekiyor. Aslında normal demokratik bir ülkede bu tür suçlamaların, yapanlardan başka kimseye zarar vermemesi gerekir, fakat burası Türkiye ve atılan çamurların izleri kalabiliyor. Bu nedenle misyonerlik iddiaları etrafında yapılan spekülasyonları irdelemekte fayda var.
İlk olarak ülkemizde misyonerliğin neredeyse cumhuriyetin kurulmasından beri çok hassas bir konu olageldiğini hatırlayalım. İlginç olan, uzun bir süre misyonerlik, dindarlar değil de laikliğe duyarlı oldukları bilinen devlet kurumları, örneğin TSK tarafından “öncelikli tehdit” olarak algılandı. İslami cemaatlerin misyonerlik faaliyetlerinden ciddi olarak rahatsız olmaları 1980 ortalarından itibaren başlamıştır ve bunun esas nedeni aynı kitleye (gençler, öğrenciler, yoksullar) seslenmeleri, yani rekabet içinde olmalarıdır. Yine son yıllara bakacak olursak misyonerliği en fazla dillerine dolayanların “resmi ideoloji” ye ve milliyetçiliğe daha yakın kesimler olduğunu; buna bağlı olarak “ulusalcı” hareketin de misyonerliği hedefine almış olduğunu görürüz.
Bir dizi tutarsızlık
İşte bu olgular, Prof. Saylan ve arkadaşlarına yöneltilen misyonerlik suçlamalarının ne kadar tutarsız olduğunu kanıtlıyor. Şöyle ki, siz bir yandan, büyük ölçüde haklı argümanlarla Trabzon’da rahip Santoro’nun, Malatya’da misyonerlerin ve İstanbul’da Hrant Dink’in öldürülmelerini Ergenekon ile irtibatlandırmaya çalışacaksınız, diğer yandan daha başından “Ergenekoncu” ilan etmiş olduğunuz bazı isimlere yönelik kamuoyu ilgisini dağıtmak için onların “gizli Hıristiyan” ve hatta “misyoner” olduklarını söyleyeceksiniz. Bir diğer tutarsızlık da, misyonerlik senaryolarını piyasaya süren odakların yıllardır “dinlerarası diyalog” ve “hoşgörü” nün şampiyonluğunu yapıyor olmalarıdır. Fethullah Gülen cemaatinin Türkiye’de ve dünyanın farklı yerlerinde düzenledikleri birçok toplantıyı izleme şansım oldu. Bunların hiçbirinde “evet sizinle diyalog kurarız ancak misyonerlik yapmanıza asla izin veremeyiz” dediklerine hiç şahit olmadım. Bir de şu var: Fethullah Gülen’in Papa II. Jean Paul ile buluşması kadar Hıristiyanlığı Türk halkı nezdinde meşrulaştıran herhangi bir olay olmuş mudur şu son yıllarda?
Hemen ardından üçüncü bir tutarsızlıktan bahsetmek şart. Gülen cemaatinin faaliyetleri, bugün birçok objektif araştırmacı tarafından bir tür “İslam misyonerliği” olarak tanımlanıyor; örneğin sık sık Katolik bir misyoner şebekesi olan Opus Dei ile arasında paralellikler kuruluyor. Zira Gülen hareketi sadece Müslüman topluluklarda değil, Asya, Afrika ve hatta Latin Amerika’da okullar inşa ediyor.
Son olarak, Prof. Saylan ve arkadaşlarına “misyoner” yaftası yapıştırmaya çalışanların çoğunun Türkiye’nin AB üyeliğine destek veriyor olmalarındaki garipliğin altını çizmek şart. “Avrupalılık” ile “misyoner avcılığı” nı bağdaştırabilmek o kadar kolay olmasa gerek.
Misyonerlik suç değil
Bundan birkaç yıl önce bir polis müdürü ilginç bir olay anlatmıştı. Bir ilçede Hıristiyan misyonerlerin faaliyetlerinden rahatsız olan bir mülki amir bu kişilerin içeri alınmaları için ısrar ediyormuş. Fakat kanunlarımızda misyonerlik suç olmadığı için polisler ne yapacaklarını şaşırmışlar. Sonunda misyonerleri, dağıttıkları kitapçıklarda bandrol olmadığı için gözaltına almış, bu gözdağının ardından serbest bırakmışlar. İnsan düşünmeden edemiyor: Prof. Saylan ve arkadaşları aleyhine yayın yapanlar misyonerliğin suç olmadığını bilmiyor olabilirler mi?
Bu sorunun ardından “bu tür yayınların tam tersi etki yaratacağını nasıl hesaplayamazlar!” şeklinde tepkiler de gelebilir. Nitekim son olayların ardından Prof. Saylan bir “kahraman” haline geldi; ÇYDD ve ÇEV gibi kuruluşlara yardımların arttığı söylendi. Bütün bunlara rağmen bu karalamaların, onları tezgahlayanların lehine sonuçlar yarattığını düşünüyorum. Bu kampanyaların esas olarak kentli orta sınıfları hedef aldığını düşünenler yanılır. Ana amaç Anadolu’nun yoksul ve muhafazakâr ailelerinin, çocuklarını ÇYDD, ÇEV gibi kuruluşlara gönül rahatlığıyla teslim etmelerinin önüne geçmek olduğunu sanıyorum. Bu bağlamda Prof. Saylan’ın, annesinin Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçtiğini kanıtlamak için didinmesini yanlış bulmamak lazım.
Hatırlayalım: Abdullah Gül de “velev ki...” diye başlayan bir cümle kurmak yerine soyunda kesinlikle Ermenilik olmadığının altını ısrarla çizmeye özen göstermişti. Gül Türkiye’nin milliyetçi-muhafazakâr kesimlerinin algı ve zihniyet kalıplarını çok iyi bildiği için böyle yapmıştı. Anlaşılan Prof. Saylan da epey dolaştığı Anadolu’nun ruhunu çok iyi okumuş ve “kara propagandacılar” a hiçbir konuda açık vermemek için çabalıyor. İyi de ediyor.
Yıllardır göremesem de dostluk bağımı hep koruduğum Abdullah Baykal’ı kaybettik. Bu temiz insanı hep sevgiyle anacağız.