Kürt’ün Kürt’e propagandası
.
Hafta sonu Diyarbakır’da toplanan “Kürt Sorununda Birlik ve Çözüme Doğru” çalıştayının Hatip Dicle tarafından okunan sonuç bildirgesinde “Kürtleri muhatap almayan, bu çerçevede Abdullah Öcalan, PKK, DTP, diğer siyasal parti ve demokratik örgütleri sürecin dışında tutan yaklaşım gerçek çözüm üretemez” denilmiş.
Gerçekten devletin Kürt sorununun çözüm sürecinde kimleri nasıl “muhatap” alması gerektiği ciddi bir tartışma ve son günlerde bu yoğun bir şekilde yürütülüyor. Her ne kadar kimileri aksini düşünse de devletin Öcalan’ı ve PKK’yı doğrudan ya da dolaylı olarak muhatap almayacağı ortada.
DTP konusundaysa devletin zirvesinde farklı yaklaşımlar mevcut: Başbakan Erdoğan DTP’lilere hâlâ randevu bile vermezken, Cumhurbaşkanı Gül kendilerini kabul ediyor (Çin gezisinin heyetine DTP’li Selahattin Demirtaş’ı da dahil etti), Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ ise bu partinin adını bile anmıyor.
PKK ve Öcalan’ın tamamen, DTP’ninse bir ölçüde devre dışı bırakılıyor olması, bildirgede dile getirildiği gibi devletin çözüm sürecinde Kürtleri muhatap almadığı anlamına gelir mi? Sanmıyorum. Öncelikle, her ne kadar son yerel seçimlerde bölgede hayal kırıklığı yaşamış olsa da iktidar partisi Kürtlerden ciddi bir oy desteğine sahip; hatta Batı’ya yerleşmiş Kürt kökenli seçmenlerin öncelikli tercihinin DTP değil AKP olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yine AKP içinde, Kürt kökenli çok sayıda milletvekili, bakan ve yönetici de yer alıyor ve bunlardan bazıları, Erdoğan’ı kızdıracak ölçüde, çözüm sürecinde aktif olmaya çalışıyor.
Kürt hareketi kimi muhatap alıyor?
Kuşkusuz devletin “Kürt açılımı”na Kürtlerin daha fazla ve daha aktif olarak katılması çok iyi olur. Ancak bu noktadaki eksikliklerin önde gelen nedenlerinden biri, devletin geleneksel refleksleriyse bir diğeri de Kürtleri temsil etme iddiasındaki kişi ve çevrelerin tutumları. Son dönemde Kürt hareketinin yasal ve yasadışı sözcüleri tarafından yapılan açıklamalar, verilen röportajlara baktığımızda, epey sancılı ve çetin geçeceği anlaşılan Kürt sorununu çözüm sürecini kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı olmak yerine zorlaştırıcı ve geciktirici öğeleri öne çıkarttıklarını gözlüyoruz. (Bu noktada Erdoğan’ın siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan’ın önceki ve geçen Pazar günlerinde Star Gazetesi’nin “Açık Görüş” ekinde yayınlanan iki yazısı ve orada yaptığı “sorumlu davranma” ve “makulu arama” çağrılarının son derece değerli olduğunu vurgulamak isterim.)
Sorunun kalıcı çözümü için devletin Kürtleri muhatap alması kadar, Kürt hareketinin temsilcilerinin toplumun kendilerine şüpheyle bakan kesimlerine seslenmesi ve onları ikna etmeye çalışmaları gerekir. Fakat “devlet Kürtleri muhatap almıyor” diye şikayet edenler, ağızlarını açtıklarında ya sadece devleti ya da sadece kendi tabanlarını muhatap alıyorlar. Murat Karayılan’ın Milliyet’ten Hasan Cemal’e verdiği röportaj buna çarpıcı bir örnekti. PKK’yı fiilen yöneten Karayılan yeni ve Türk kamuoyunu bir ölçüde rahatlatacak hiç ama hiç bir şey söylemedi ve “en kötü durumlara hazırlıklıyız” diyerek şantaj yapmayı sürdürdü. Fakat Karayılan’ın sözleri bir kısım kanaat önderi tarafından PKK’nın çözüm için hazır olduğu şeklinde yorumlandı.
Kazananı olmayan bir savaş
İşte bu türden “dış destekler” ve pohpohlamalardan da cesaret alan Kürt hareketinin yasal ve yasadışı temsilcileri, devletin sorunu kalıcı bir şekilde çözme kararlılığını, “savaşı kaybetmiş olması”na yoruyorlar. Halbuki devletin geleneksel Kürt politikasının iflas etmiş olması onun yenildiği anlamına gelmez. Varsayalım ki devlet yenilmiş olsun, bu durumda bile PKK çizgisinin kazanmış olduğu asla söylenemez.
Kürt sorununun çözüm sürecine, “devlet kaybetti, PKK kazandı” gibi aslı olmayan bir değerlendirme kadar hiçbir şeyin zarar verebileceğini sanmıyorum. Nitekim, bazı “liberaller” tarafından empoze edilmeye çalışılan bu değerlendirmeye Öcalan’ın da pek itibar etmediğini, ama hareketin birçok temsilcisinin bunun etkisinde kaldığını görüyoruz.
Kürt sorununun kalıcı bir çözümü için devletin eski politikalarından tam olarak arınması kadar, Kürt hareketinin “zafer kazanmış” gibi davranmaktan ve Türk kamuoyunun kaygı ve beklentilerini umursamamaktan vazgeçmesi de gerekiyor. Aksi takdirde, savaşın kazananı olamayanlar inşa edilmekte olan barışın da kaybedeni olmaya mahkumdurlar.