Kürt sorununun kalbi “dil sorunu”
.
Türkiye’de “bütün sorunların anası”nın Kürt sorunu olduğu yolunda belli bir asgari müşterek olduğunu söyleyebiliriz. Hükümetin, birçok riskine rağmen “Kürt açılımı”na yönelmesinin ardında da esas olarak bu olgu yatıyordu. Diğer bir deyişle AKP’liler, ülkenin diğer sorunlarını çözmek için ne kadar gayret sarf ederlerse etsinler, Kürt sorununa dokunmadıkları müddetçe pek bir başarı kaydedemeyeceklerini kavradıkları andan itibaren bu açılım için kolları sıvadılar.
“Peki Kürt sorununun ‘anası’, belki daha uygun tabirle ‘kalbi’ nedir?” diye sorulacak olursa, hiç tereddütsüz, “dil sorunu” cevabını veririm. Açılımın ilanından sonra gerek devlette, gerekse Kürt siyasi hareketinin farklı kademelerinde görev üstlenmiş çok sayıda kişiyle görüştüm. Tartışmalar ne zaman “dil sorunu”na gelse bariz bir tıkanma yaşanıyordu. Özellikle devleti yönetenlerin “dil sorunu”ndan hayli ürktüklerini, bunu çözüme kavuşturabilecek herhangi bir formüle sahip olmadıklarını, dolayısıyla bu konunun olabildiğince ötelenmesini tercih ettiklerini ve bunun için çaba harcadıklarını gözlemledim. Ama görüyoruz ki bu çabalar bir işe yaramadı ve BDP’liler dil sorununu, “ikidillilik” ya da “çokdillilik” gibi kavramlar etrafında ülkenin gündemine, galiba bir daha çıkmayacak bir şekilde soktular.
Somut adım atılmayınca
Öncelikle “dil sorunu”nun neden beklenenden erken gündeme geldiğini ele almakta yarar var. Burada birinci derecede sorumluluğun hükümette olduğu kanısındayım. Açılımı ilan edip Kürt sorununun çözümünü arzulayan kesimlerde belli bir heyecan yaratan hükümet, özellikle Habur olayından sonra açık bir şekilde frene bastı ve somut herhangi bir adım atmadı. Buna bir de KCK operasyonları eklenince, Kürt hareketinde “aldatıldık, bizi tasfiye etmek istiyorlar” algısı öne çıkmaya başladı. Nitekim ilk ciddi “dil sorunu” KCK davasının başlamasıyla yaşandı. Sanıkların Kürtçe savunma yapma talebini mahkeme heyetinin inanılmaz bir gerekçeyle reddetmesi üzerine Kürt hareketi beklenmedik bir koz ele geçirmiş oldu.
Şunu söylemeye çalışıyorum: Eğer hükümet “açılım”ı ciddi bir şekilde ileriye doğru yürütseydi, KCK operasyonlarıyla onlarca, hatta yüzlerce Kürt siyasetçisi hapislere doldurulmasaydı bu krizi bugün ve bu şiddette yaşamazdık. Çok geçmeden muhakkak bu konu gündemimize gelirdi fakat o ana kadar yaşanmış olumlu gelişmeler sayesinde Türkiye bu sorunu serinkanlı bir şekilde ve tüm tarafların belli ölçülerde mutabık kalacağı bir formül etrafında çözebilirdi.
Elverişsiz atmosfer
Bugünkü atmosferin, bu son derece hassas ve kırılgan sorunu özgür ve pozitif bir şekilde tartışmaya elvermediği ayan beyan ortada. Baksanıza TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in, peş peşe soyadına uygun açıklamalar yapmasının şaşkınlığını atlatamadan Genelkurmay Başkanlığı’nın yazılı açıklamasıyla karşılaştık. Kuşkusuz TSK’nın açıklamalarının etkisi eskisiyle kıyaslanamayacak kadar az, bununla birlikte Org. Işık Koşaner’in göreve gelmesiyle kamuoyunun karşısına çıkmamayı tercih eden TSK’nın “dil sorunu” söz konusu olduğunda sessiz kalmaması anlamlıdır.
Hükümetin BDP’nin ikidillilik dayatmasına karşı ne yapacağını henüz net olarak bilmiyoruz fakat bundan son derece rahatsız olduğunu kestirmemiz zor değil. Bu bakımdan Cumhurbaşkanı Gül’ün dün dile getirdiği ve herkesi “daha dikkatli ve daha sorumlu” davranmaya davet etme şeklinde özetlenebilecek yaklaşımın hükümet tarafından da paylaşıldığını düşünebiliriz. Ancak Kürt siyasi hareketinin, karşılığında bir şey almadan bu türden “itidal” çağrılarına pek itibar etmesi beklenemez.
Sonuç olarak “dil sorunu”nun her geçen gün daha da büyüyeceğini ve ortamın iyice gerileceğini düşünmemiz için çok sayıda neden mevcut.