Hükümet olmaktan devlet olmaya terfi edince...
.
Dün Galatasaray Üniversitesi’nde, Burak Cop’un öğrencileriyle Milli Görüş hareketi üzerine bir ders yaptık. İlk kez 10 yaşında ayak bastığım ve geceli-gündüzlü bir öğrenim yılını geçirdiğim o binayı 41 yıl sonra bu şekilde yeniden ziyaret etmek güzel bir duygu. İşte bu yazıyı o derste anlattıklarımdan, siyaset bilimi öğrencilerinin yönelttiği sorular ve ortaya koydukları yorumlardan hareketle kaleme alıyorum.
Derste, 1969 yılında “Bağımsızlar Hareketi” ile yola konulan Milli Görüş’ün inişli-çıkışlı tarihinin dönüm noktalarını ele aldığımızda şu gerçekle bir kez daha karşılaştık: Türkiye’nin ilk ciddi bağımsız İslamcı partisinin kaderini büyük ölçüde egemen güçler belirlemiş: 1) Daha yolun başında Milli Nizam Partisi’nin kapatılması; 2) Necmettin Erbakan’ın MNP’nin yerine kurulan Milli Selamet Partisi’nin başına geçmesine icazet verilmesi; 3) 12 Eylül’le birlikte aynı MSP’nin, Erbakan dâhil üst düzey yöneticilerinin tutuklanması; 4) 12 Eylül sonrası kurulan Refah Partisi’nin tam istim üzerindeyken kapatılıp Erbakan dâhil birçok yöneticisine siyaset yasağı getirilmesi; 5) Kolu kanadı kırık Fazilet Partisi’nin bile varlığına tahammül edilememesi...
Mecburi ittifak
Bütün bunlar ülkemizdeki, “derin devlet” diye adlandırılan yapının, Milli Görüş’ü dar bir alana hapsetmek istediğinin, sınırları zorlayıp kabına sığamadığındaysa ona çok ağır baskılar uyguladığının kanıtları. Ama AKP bu kısır döngüyü kırmayı becerdi. Bunu da “ulusal” sisteme karşı “uluslararası” sistemin desteğini alarak gerçekleştirdi. Kuşkusuz bu pek de kolay olmadı. Ancak uluslararası güç odakları, DSP-MHP-ANAP koalisyonunun çökmesiyle birlikte çok önem verdikleri Türkiye’yi Milli Görüş’ün yenilikçi kuşağının yönetmesine fazla itiraz etmediler. Bunun birkaç nedeni vardı. Öncelikle ortada başka bir alternatif yoktu. İkincisi, AKP, “derin devlet”ten gelebilecek tehditlere karşı uluslararası sisteme normalin üzerine bağımlı olacaktı. Üçüncüsü Türkiye’de ordu, Washington merkezli sisteme rakip güç odaklarıyla ilişkiler geliştirmeye niyetleniyordu.
Sonuçta her iki tarafın da bütünüyle içine sindiremediği, ama bir bakıma mecbur olduğu bir ittifaka ya da daha hafif deyişle işbirliğine tanık olduk. Özellikle AB sürecine paralel olarak üst üste yapılan reformlar döneminde bu işbirliği ve uyum zirveye çıktı. Öyle ki TSK içinde AKP’ye karşı darbe planları yapan generallerin hevesleri de, arkalarında Batı desteği olmayacağını anladıkları için kursaklarında kaldı.
Normale dönüş
27 Nisan e-muhtırası, Temmuz 2007 genel seçimleri, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması ve Ergenekon-Balyoz vb. davalarıyla birlikte siyasi iktidar, Fethullah Gülen cemaatinin de aktif ve hayati desteğiyle askeri vesayeti büyük ölçüde sonlandırdı ve “derin devlet”i tasfiye etti. Kısacası AKP hükümet olmaktan devlet olmaya terfi etti. İçerideki tehditlerden kurtulmuş olmanın sağladığı güç ve özgüvenle, artık eskisi kadar mecbur olmadığını düşündüğü uluslararası sistemle ilişkilerini yeniden gözden geçirmeye başladı.
İşte ne zamandır bu yeni dönemle birlikte gündeme gelen paradigma değişimini ve doğurduğu sorun ve çatışmaları takip ediyoruz. İlk krizin “one minute” ve Mavi Marmara nedeniyle İsrail’le yaşanmış olması tesadüf olmasa gerek. Fethullah Gülen’in de, hükümetin uluslararası sistemden bağımsızlaşma yolunda attığı ilk ciddi adımlardan olan Mavi Marmara olayında, yapılanları eleştirmesi, üstelik bunu Wall Street Journal üzerinden yapması da herhalde tesadüf değildir.
Son olarak Hakan Fidan’a yönelik Batı basınında başlatılan karalama kampanyasının faturasının en azından bir bölümünün, hükümete yakın bazı isimler tarafından yine Gülen cemaatine kesilmek istenmesini; Başbakan’ın da bu kampanyaların miladı olarak Oslo sürecini, diğer bir deyişle 7 Şubat 2012 günü patlak veren MİT krizini işaret etmesini de bu bağlamda değerlendirebiliriz.
Tartışmayı, işin içine Suriye, Irak, İran, Mısır ve Filistin’i de dâhil ederek yarın sürdürmek üzere.