Düne bakmaktan yarını unuttuk
.
Son Çankaya zirvesindeki açıklamanın iki kilit cümlesi var: 1) Gündemdeki meselelerin anayasal düzen ve kanunlarımız çerçevesinde çözüme kavuşturulacağından vatandaşlarımızın emin olmaları;
2) Bu süreçte kurumlarımızın yıpranmaması için herkesin sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerektiği...
Bu iki cümle de temenni bildiriminden öteye gitmiyor. Çünkü devlet içinde yaşanan kriz ve kamplaşma birebir olmasa da, topluma da ciddi bir biçimde sirayet etmiş durumda. Bu yüzden mevcut sorunların anayasal düzen ve kanunlar çerçevesinde çözüleceğine toplumun bir bölümü inansa bile diğeri tam tersini düşünüyor.
Kurumların yıpranması meselesine gelecek olursak; saatler süren farklı zirvelerden sonra ya hiçbir şey söylenmemesi ya da alabildiğine kısa açıklamalarla yetinilmesi, devletin kurumları arasında ciddi bir çatışma olduğu duygusunu iyice kuvvetlendiriyor. Bu soruna toplumsal temelde baktığımızda yine farklı tutumlar görüyoruz: Bir yanda çatışan kurumlardan birine iyice angaje olmuş ve bu çatışmayı sivil alana da taşımak isteyen toplumsal kesimler, diğer yanda bu çatışmadan rahatsız olup bir an önce bitmesini dileyen ama bunun nasıl olabileceğini bilmeyenler.
Geçmişe bakış
Son günlerin en gözde sorusu hiç kuşkusuz “Neler oluyor?” Aslında olan çok açık ve net: AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım ayından sonra onu devirmek için TSK bünyesinde farklı farklı darbe planları yapıldığı iddia ediliyor ve bu planlara dahil oldukları öne sürülen, kimisi hâl’a görev yapan, çoğuysa emekli üst rütbeli çok sayıda subay gözaltına alınıyor, bazıları da tutuklanıyor. Görüldüğü gibi tartışmaların temelinde “geçmişle hesaplaşma” var. Kimileri geçmişin geçmişte kaldığını, bu iddialar doğru olsa bile planların şu ya da bu nedenle zaten hayata geçmediğini, dolayısıyla TSK’nın üzerine bu derece gitmenin haksız ve yanlış bir tutum olduğunda ısrarcı.
Buna karşılık, hayata geçirilemese bile darbe planları yapmanın suç olduğunu, iddiaların sonuna kadar gidilmesi gerektiğini, bu soruşturmaların, benzer hevesleri olanlara ciddi bir ders olacağını ve demokrasinin bu sayede güçlenip gelişeceğini savunuyorlar.
Hedef belirsizliği
Gerçekten hayata geçirememiş olsalar da, eğer birileri askeri darbe planları yapmış ve TSK’nın (dolayısıyla hepimizin) imkanlarını bunun için seferber etmişlerse, adli makamlar, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin bunların takipçisi olmalıdır. Anayasa ve yasalar değişmediği sürece bunu yapmamaları suç teşkil eder.
Dolayısıyla, dünkü zirveden çıkan “herkesi sorumluluk bilinciyle hareket etme” çağrısından, adli makamların Balyoz operasyonuna son vermesi çağrısı veya benzeri anlamlar çıkarmaya çalışmak yanlış olacaktır.
Fakat eğer Türkiye, geçmişte demokrasiye karşı işlenmiş suçlara karşı ne yapılacağı konusunda genel bir tartışma başlatır ve buna bağlı olarak yeni bir konsensüs oluşursa (ve buna bağlı olarak yeni yasal ve anayasal düzenlemeler yapılırsa) işin rengi değişebilir. Ama devletin farklı kurumları ve toplumun farklı kesimleri, kendi aralarında hiçbir şeyi doğru dürüst konuşmayıp, konuşamayıp bütün yükü adli makanların sırtına yükleyemezler; bu çok büyük bir haksızlık olur.
Son bir nokta: Türkiye ne zamandır “dün” ü konuşuyor; “yarın” a pek bakamıyor ve bu yüzden “bugün” bir kâbus gibi yaşanıyor. Bu nedenle yeni bir toplumsal mutabakat oluşabilmesi için, “dün” e nasıl bakılması gerektiği kadar, hatta ondan daha fazla, “yarın” konusunda bazı ortak noktalar, hedefler bulmak, geliştirmek gerekiyor. Bir zamanlar AB üyeliği belli bir motivasyon sağlayabiliyordu, ne zamandır gündemden düştü. Yakın zamandaysa “demokratik açılım” toplumun bazı kesimlerinde belli bir heyecan yaratmıştı, o da söneli çok oldu. Bunların yerini alabilecek herhangi bir hedef de ufukta gözükmüyor.