Diktatör diye diye...
.
Salı akşamı Avusturya’nın başkenti Viyana’da, Halk Kütüphanesi’nin salonunda düzenlenen toplantıda, son bir yılda yaşanan Gezi direnişi, 17 Aralık süreci, 30 Mart yerel seçimleri gibi kritik olaylardan hareketle Türkiye’de siyasi hayatı tartıştık. Tabii ki izleyicilerden gelen ilk sorulardan biri "Başbakan Erdoğan diktatör mü?" oldu.
Bu soruyu bekliyordum çünkü içerde ve dışarda AKP iktidarını eleştirenlerin ciddi bir bölümü, bir süredir Erdoğan’ı diktatör olarak tasvir ediyorlar. O da her vesileyle kendisine diktatör denildiğini hatırlatıp öyle olmadığını göstermeye yönelik açıklamalar yapıyor.
Bu tutumu onun diktatör olarak tanımlanmaktan çok da fazla şikayetçi olmadığını (en azından bana) düşündürtüyor. Çünkü bir siyasi lideri diktatör olarak tanımladığınızda ona epey bir güç atfetmiş ve onun her geçen gün varolan gücünü daha da artırdığını söylemiş oluyorsunuz. Halbuki Erdoğan için tam tersi bir durumun söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle ona diktatör sıfatının yakıştırılır olduğu şu son bir yılda Erdoğan gücüne güç katmıyor, güç kaybının önüne geçmeye, varolan gücünü korumaya çalışıyor ve bunu yaparken de çok ama çok zorlanıyor.
Gezi şoku
Erdoğan’ın iktidarının, sanıldığının aksine kırılgan olduğu tam bir yıl önce Gezi direnişiyle ortaya çıktı. Örgütsüz ve kendiliğinden küçük çaplı bir çevre hareketi olarak başlayan Gezi Parkı protestosu, siyasi iktidarın, daha doğrusu Erdoğan’ın aşırı özgüveni, çoğulculuğa yönelik antipatisi, toplumsal hareketleri küçümsemesi ve tabii insanların bir noktadan sonra korku duvarını aşmasıyla küresel anlamda ses getiren bir direnişe dönüştü. Bunun sonucunda 11 yıllık AKP iktidarının Kürt sorunu dışında bir toplumsal hareketlilik nedeniyle istikrarsızlığa savruluşuna ilk kez tanık olduk.
Gezicilerin böyle açık seçik bir amacı var mıydı, tartışılır ama Başbakan’ın yakın çevresinin Gezi’yi bastırma stratejilerinin hedefini "Erdoğan’ı yedirmemek" olarak belirlemeleri hiç de yanlış değildi.
Gezi’yi ne AKP, ne de muhalefet partileri tam olarak kavrayamadılar. Bunun da etkisiyle hareket belli bir süre sonra söndü ama Gezi ruhu, siyasi iktidarın kâbusu oldu ve hâlâ öyle.
17 Aralık şoku
Yaklaşık 6 ay sonra patlak veren yolsuzluk/rüşvet soruşturması ise hükümet ve Erdoğan için ikinci büyük şok oldu. Fethullah Gülen cemaatinin yürüttüğü, açık ya da örtülü bir şekilde belirgin bir dış desteğe sahip olan ve Erdoğan’ı tasfiyeyi hedeflediği ayan beyan belli olan 17 Aralık sürecinde de siyasi iktidar ve Başbakan epey güç kaybetti.
Her ne kadar 30 Mart yerel seçimlerinde Cemaat, AKP’yi yüzde 40’ın altına düşürme hedefine ulaşamamış ve iktidar partisi belirgin bir başarı elde etmiş olsa da bu savaş bitmişe benzemiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde, hele hükümet Cemaat’e karşı ciddi bir operasyon başlatırsa tekrar 30 Mart öncesi günlere dönebiliriz. Bu da bize, Gezi ruhuna ek olarak Cemaat’in de AKP ve Erdoğan için bir tür kâbus olduğunu düşündürtüyor.
Muhaliflerine minnettar
Tekrar diktatörlük bahsine dönecek olursak: Erdoğan uzun bir süredir Türkiye’nin en güçlü siyasetçisi. İktidarı olabildiğince kendi elinde toplamak istiyor ve kendisine yönelik her türlü denetimden rahatsız olduğunu gizlemiyor. Fakat çok istese bile mutlak anlamda güçlü değil. Olabilecek gibi de gözükmüyor. Hatta tam tersine gücünün aşındığına tanık oluyor ve bunun önüne geçemiyor.
Bu anlamda kendisinin güçsüz değil de güçlü yönlerini öne çıkaran muhaliflerine herhalde minnettardır.