Déjà vu-2
.
Hatırlayanlar olacaktır, Nisan ayının başında “Déjà vu” (okunuşu dejavü) başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Son günlerde yaşananlar nedeniyle bugün ikinci kez aynı başlıklı bir yazıyla karşınızdayım.
Önce “déjà vu”nün ne anlama geldiğini hatırlayalım: Hani öyle anlar vardır ki, sanki tıpatıp aynısını daha önce yaşamış olduğunuzu düşünür veya hissedersiniz; işte bu hali tanımlamak için dünya çapında yaygın olarak bu Fransızca kavram kullanılır. Dilimize tam çevirisini “daha önce görmüş olma” şeklinde yapabiliriz.
O yazının ana teması bazı kanaat önderlerinin Suriye krizinde Türkiye’nin müdahalesini savunmaları ve bunu yaparken daha önce Irak krizine müdahil olmamızı savunurken ileri sürdükleri tez ve arümanların benzerlerini devreye sokmalarıydı.
Bugünkü yazımızın konusuysa Kürt sorunu ve BDP’nin (veya bazı BDP milletvekillerinin) geleceği. Başbakan Erdoğan’ın Şemdinli’de PKK militanlarıyla kucaklaşan BDP’liler hakkında gereğinin yapılması için yargıyla konuştuklarını, kendilerinin de TBMM’de harekete geçeceklerini açıklaması bir yanıyla şaşırtıcı, bir yanıyla da değildi.
Şaşırtıcı değil çünkü...
Şaşırtıcı değildi çünkü bir süredir bazı BDP milletvekillerinin Meclis dışına (ve bunun ardından muhtemelen hapse) atılmasına yönelik yoğun bir kampanya sürüyor ve iktidar partisi de bir şekilde bunun içinde yer alıyor, bunu teşvik ediyor ve önünü açıyor.
Şaşırtıcı değildi çünkü birkaç kez BDP’yi muhatap alma konusunda girişimde bulunan hükümet bu partinin esas adres olarak İmralı ve Kandil’i göstermesi üzerine öfkeyle karışık hayal kırıklığına uğramıştı. Erdoğan, son olarak Bağımsız Milletvekili Leyla Zana’yı devreye sokarak bir alan açmaya çalıştı ancak bu girişimden de hem kendisinin Zana’ya elini güçlendirecek kozlar vermemesi, hem de Kürt hareketinin yasal ve yasadışı ayaklarının direnç göstermesi nedeniyle sonuç çıkmadı. Kısacası AKP’nin bir süredir BDP’den herhangi bir beklentisinin kalmadığını, Şemdinli kucaklaşmasının da onlar için bardağın taşması anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Şaşırtıcı çünkü...
Başbakan’ın sözleri aynı zamanda son derece şaşırtıcıydı çünkü Kürt hareketinin Meclis’teki temsilcilerinin önce dokunulmazlıklarını kaldırıp ardından hapse yollamanın hiçbir yaraya merhem olmayacağını en iyi bilenler herhalde Erdoğan ve onun kurmaylarıdır. Öyle olmasa, yıllarca hapis yatan eski DEP milletvekillerini tahliyelerinden sonra en üst düzeyde kabul etmezler ve bunlardan Leyla Zana’ya çözüm için bir tür arabuluculuk atfetmezlerdi.
Zamanda yolculuk
Tabii ki hiçbirimizin (en azından şimdilik) bir zaman makinesine binip ileriye ya da geriye doğru yolculuk yapması mümkün değil. Bununla birlikte, madem son günlerde ülke olarak bundan 20 yıl öncesini yaşar hale geldik şöyle bir hayal kuralım ve kendimizi 2 Mart 1994 gününe, TBMM bahçesine ışınlayalım. DEP Milletvekili Orhan Doğan’ın sakallı bir sivil polis tarafından ensesinden bastırılarak zorla otomobile bindirildiğini görüyoruz. Tabii o andan günümüze kadar yaşananlar da bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiyor. Ne yapardık? Ne yapardınız? Polisleri alkışlar mıydınız, yoksa onları “yanlış yapıyorsunuz” diye uyarır mıydınız?
Tamam, polisler eninde sonunda devlet memuru. O zaman soruyu şöyle değiştirelim: O günün birkaç gün öncesine dönebilseniz ve dönemin başbakanı Tansu Çiller’le konuşma imkanı bulsanız kendisine ne derdiniz? “Helal olsun, bu millet sizi unutmayacak” mı, yoksa “Bu yolun sonu yok” mu?
Yeni “déjà vu”ler yaşamak istemiyorsak olabildiğince serinkanlı olmamız, dünkü konuşmasının bir yerinde Başbakan’ın dediği gibi “öfkeye kapılarak terör örgütünü sevindirmemek” şart.
Tabii BDP’lileri Meclis’ten atmanın en fazla PKK’nın hoşuna gideceğini unutmamak da.