Büyüyen tehlike: Ayrımcılık
.
Oğlum Ali Deniz’e, hayattaki en kötü şeylerin başında ayrımcılığın geldiğini anlatmaya çalışıyorum, özellikle de ırk ayrımcılığının, daha açık söylemek gerekirse ırkçılığın. İlkokulun iki senesini ABD’de, Afrika ve Latin Amerika kökenli öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir devlet okulunda okumuş olduğu için Ali Deniz çokkültürlülüğe alışık ve bundan hoşlanıyor. Fakat insanlar arasında renk ayrımının olmadığı kendi ülkesinde ırk ayrımcılığının nasıl olabileceğini tam olarak kavrayabildiği söylenemez. Ne var ki ayrımcılık ve dolayısıyla ırkçılık ülkemizde o kadar sıradanlaşıyor ve yaygınlaşıyor ki yakında ilkokullara bile sıçrayabilir; hatta çoktan sıçramış bile olabilir. Çünkü olmadık ortamlarda, beklenmedik kişilerden öyle ayrımcı-ırkçı değerlendirmeler, hakaretler işitiyorum ki endişelenmemek mümkün değil.
Son 25 yılda hep bir Türk-Kürt çatışması çıkması endişesiyle yaşadık. Küçük çaplı birkaç olay sayılmazsa korktuğumuz başımıza gelmedi fakat bu durumdan hareketle ülkemizdeki farklı etnik kökenlerdeki yurttaşlarımızın daha barışçı ve kardeşçe yaşadıklarını söylemek de doğru olmayacaktır. Açıkçası çatışma çıkmadı çıkmamasına ama çok kişi tepki ve öfkesini genellikle içine attı ve biriktirdi. İşte hükümetin Kürt açılımıyla birlikte, toplumun bir bölümünde birikmiş olan bu öfkenin sokağa taşması gibi tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız.
Geçmişten bugüne
Türkiye’de ayrımcılık temelli çatışmalar daha önce de, esas olarak mezhep ayrılığı bahanesiyle yaşanmıştı: 1980 öncesi Alevilere yönelik katliamlar ve 1993’deki Sıvas katliamı ilk akla gelenler. Mezhep ayrımcılığıyla etnik ayrımcılığın benzeştikleri ve ayrıştıkları birçok nokta var kuşkusuz, ancak günümüzde riskin daha yüksek olmasının başlıca nedeni, ayrımcılığın bir “taşra olgusu” olmaktan çıkıp kentlileşmesi. Son dönemde Kürtlere yönelik ayrımcılığın büyükkentlerde, alt ve üst orta sınıflarda alıp başını gittiği gözleniyoruz ki bu kesimlerin ırkçılığı daha az kriminal öğeler içerse bile ülkemizdeki birarada yaşama kültür ve pratiğini daha kötü etkileyebilir.
Bir örnek verelim: İnternet ortamında düzenli aralıklarla, Türkiyeli veya Iraklı bazı Kürt şahsiyetlerin şu ya da bu şirketi satın aldığı, bunlardan kesinlikle alışveriş yapılmaması gerektiği yolunda çağrılar dolaştırılıyor. Geçmişte benzer çağrıları kimileri “irticai şirketler”, kimileri de “siyonist şirketler” diye yapmışlardı, hâlâ yapıyor olabilirler. Bu çağrılara bakıp kimi şirketlerin batacağını söyleyeck değiliz, fakat sırf sahibi Kürt diye bir şirketten alışveriş yapılmamasını istemenin olağan karşılanması durumunda bir felakete doğru koştuğumuz anlaşılacaktır.
Münferit de olsa
Buradan önce Bursa, ardından Gaziantep’te Diyarbakırspor’a reva görülen muameleye gelelim. Stadlarda “Kahrolsun PKK” veya “PKK dışarı” diye slogan atılmasının ayrımcılık-ırkçılık olduğunu söylediğinizde o kentli orta sınıflar size “Nereden çıkarıyorsunuz? Asıl ırkçı sizsiniz! Bütün Kürtler PKK’lı demeye getiriyorsunuz” diye üste çıkmaya çalışıyorlar. Eğer bir seyirci grubu diğer maçlarda değil de sadece Diyarbakırspor maçında o sloganları atıyorlarsa “ayrımcı” olarak damgalanmayı hak eder. Sırf bu damgadan kurtulmak için başka maçlarda da aynı sloanları atarlarsa kimseyi de inandıramazlar.
Başbakan Erdoğan’ın hem Bursa, hem Gaziantep’te yaşananları ayrı ayrı, çok açık ve net ifadelerle kınaması, toplumu ayrımcılığa ve provokasyonlara karşı uyarması son derece isabetlidir. Bu noktada Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasında “tabii ki bu olaylar münferittir, bütün Gaziantep’e mal edilemez” sözleri üzerinde biraz durmak gerekiyor. Kuşkusuz her iki şehirde de açılımı sabote etmek isteyen bazı kişi ve odakların provokasyonları olmuş olabilir, ancak tek tek insanların “münferit” tavırlarını da hiç yabana atmamak lazım. Zira bunlar pekala birbirlerini tetikleyebilir ve ülke genelini kuşatabilir.