Bu iktidar savaşı kolay kolay bitmez
.
Türkiye ne zamandır çok ciddi ve sert bir iktidar mücadelesine tanık oluyor. Hatta bunun “mücadele” olmaktan çıkıp bir “savaş” halini aldığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat taraflardan hiçbiri yaşananların bir mücadele, çatışma ve tabii ki savaş olarak tanımlanmasından asla memnun değil: Bir taraf “demokrasiyi inşa etmek” ; karşı taraf “cumhuriyeti korumak” iddiasında.
Bu iddialarda belli haklılık payları olabilir fakat esas olup biteni şöyle tasvir edebiliriz: Türkiye her bakımdan çok büyük bir dönüşüm yaşıyor ve geleneksel iktidar ilişkileri buna bağlı olarak altüst oluyor. Sancıların kaynağında, eski iktidar sahiplerinin etki ve mevkilerini korumak için direnmeleri; buna karşılık yeni güç sahiplerininse iktidarı bunu eskilerle paylaşmaya yanaşmamalrı yatıyor.
Bizi kategorize etmeyin
Her iki taraftakiler de bu “yüce” davalarına gölge düşürebilecek her türlü yorum ve değerlendirmeye şiddetle karşı çıkıyor, bunları yapanları son günlerin gözde terimleriyle “cuntacı” veya “yandaş” olarak kategorize ediyor, kısacası “düşman” olarak görüyorlar. Dolayısıyla her iki tarafın da George W. Bush’un dünyayı iyice felakete sürükleyen o meşhur “ya bizdensin ya onlardan” dayatmasına başvurduğunu, arada kimsenin kalmasına tahammül edemediğini söyleyebiliriz.
Zira bu savaşın sonucunu kendilerinin değil bunu seyredenlerin, daha doğrusu onların tercihlerinin belirleyeceğinin bilincindeler. Fakat çok aceleleri var çünkü bu savaşın uzaması halinde kimsenin kazanamayacak olmasından, hatta geriye kazanılacak bir iktidar kalmamasından ürküyorlar. Toplumun kararını bir an önce vermesinin yegane yolununsa “seyirci” konumundan sıyrılıp bu savaşa girmesi olduğuna inanıyorlar. Bu yüzden her iki taraf da en çok, “bu aslında sizin savaşınız değil” diye seslenip toplumu “aktif ve bilinçli bir tarafsızlık”a davet edenlere kızıyor, hatta onlardan nefret ediyorlar.
Her ikisi de ihlal
Önümüzde çok büyük ve sürekli değişmekte olan bir resim var ve her iki taraf da bize bunun sadece işlerine gelen bölümlerini gösterip diğerlerini gizlemeye çalışıyor. Son Erzincan-Erzurum geriliminden kronolojik bir örnek verelim:
* Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, tutuklanmadan önceki süreçte yürüttüğü İsmail Ağa Cemaati soruşturması nedeniyle başta dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek olmak üzere hükümetten defalarca baskı gördüğünü dile getirdi. Yargı bağımsızlığına yönelik bu saldırı iddialarına karşı hükümet tatmin edici açıklamalar yapmadı, yapamadı. Zaten Cihaner’in şikayeti medyanın küçük bir bölümünde yer bulabilmişti.
* Daha sonra Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal, Cihaner’i gözaltına aldı. Daha bunun şokunu atlatamadan Şanal’ın yetkileri HSYK tarafından elinden alındı. Bu da yargı bağımsızlığına aykırı bir durumdu, fakat bu sefer roller değişmişti. Dün hükümetin müdahalesine sessiz kalanlar HSYK’ya karşı kaplan kesildiler; dün hükümete köpürenlerse HSYK’nın ardında durdular.
Toplumun çaresizliği
Bu örnek bize tek başına, esas kavganın “yargı bağımsızlığı”, “hukuk devleti”, “cumhuriyet” ya da “demokrasi” için olmadığını gösteriyor. Tarafların herbiri kendine demokrat, kendine cumhuriyetçi, kendisine yakın gördüğü savcı ve yargıcı sevip uzak gördüğünden nefret ediyor.
Peki bu kısır döngü kırılabilir mi? Kırılırsa nasıl kırılır? Açıkçası ümitli olmak pek mümkün değil. Yürütme yargı ile kavgalı; yargı ayrıca kendi içinde kavgalı; yasamanın, yani iktidarla muhalefet partilerinin durumu da malum. Bu arada TSK faktörünü de akılda tutmak şart.
Taraflardan biri pes etmedikçe veya savaşan taraflar aralarında belli bir mutabakata varmadıkça toplumun yalnızlık ve çaresizliği aratarak süreceğe benziyor.