Başörtülülerden “herkese özgürlük” bildirisi
.
Cumhurbaşkanı Gül’ün türbanla ilgili Anayasa değişikliklerini jet hızıyla onaylamak yerine titiz bir incelemeye tabi tutma ve itirazı olan kesimleri samimiyetle dinleme ihtimalinin yüksek olduğunu ileri sürdüğüm dünkü yazım epey tepki topladı. “Türban krizinde çıkış hâlâ mümkün” başlığını attığım yazımı “Yoksa çok mu hayal kuruyorum?” diye bitirmiştim. Çok sayıda okur, benimkinin “hayalden de öte” olduğunu beyan etti.
Dün de yazdım: Gül’ün değişiklikleri veto edeceğini pek sanmıyorum, ama onaylamakla birlikte bir çıkış bulmak için gayret sarf edeceğini tahmin ediyorum. Bu söylediklerimin “içerden” bilgi sahibi olmakla bir ilgisi yok. Geçen Aralık ayı başında Gül bu ülkedeki iç siyasi krizin çözümüne katkıda bulunmak için Pakistan’a gitti; ben de başından itibaren geziyi izledim. Orada normal olanı yaptı, yani krizin tüm taraflarıyla, iktidar ve tüm muhalif liderlerle teker teker görüştü. Ne çıktığı tartışılır, ama bir şeyleri denedi.
Dün Pakistan’da “toplumsal mutabakat” arayan Gül eğer bugün “Meclis’te yeterli çoğunluk oluşmuştur. Bu da ’toplumsal mutabakat’anlamına gelir” derse yanılır. Hem kendisinden “herkesin cumhurbaşkanı” olmasını bekleyenleri hayal kırıklığına uğratır, hem de bu krizi bir fırsata çevirme fırsatını tepmiş olur. Yani Gül’ün Pakistan’da yaptığını yapması, en azından tarafları uzlaştırmayı denemesi çok isabetli olacaktır.
Bizi kim barıştıracak?
Dün bir grup gazeteci olarak Türk diplomasisinin önde gelen iki ismiyle uzun bir dış politika sohbeti yaptığımızda da hep aklıma türban tartışmaları geldi. Irak ağırlıklı buluşmada Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika’ya kadar uzanıldı. Ankara’nın Irak’ta Türkmen azınlığın haklarını korumak için neler yaptığını, Sünni direniş gruplarını nasıl yakından takip ettiğini öğrendik. Ayrıca Filistin, Lübnan, Kosova ve Sudan gibi ciddi çatışmaların yaşandığı bölgelerdeki arabuluculuk girişimlerini tartıştık. Sonunda dayanamayıp, bu bölgelerde ihtilaf çözme yolunda gösterilen sabırlı, özenli ve en önemlisi çoğulcu yaklaşımın neden son türban tartışmasında gösterilmediğini sordum? Bürokratlardan ziyade AKP-MHP düzenlemesini onaylayan bir meslektaşım “ama burada bir taraf uzlaşmaya hiçbir şekilde yaklaşmıyor ki!” şeklinde bir savunma yaptı.
Gerçekten insaf. Bu sorun çok karmaşık ve çetin bir hal almış olabilir ama bir Filistin, Lübnan, Kosova ya da Darfur’dan daha çözümsüz olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? İsrail ve ABD’yi ısrarla, Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah gerçeklerini tanımaya davet eden bir hükümet niye kendi ülkesindeki bir CHP (ve Baykal) olgusuyla ve onun temsil ettiği zihniyetle istikrarlı bir ilişki kuramaz?
“Gerçek sorun yasakçı zihniyet”
Son günlerde şu sorunun cevabını özellikle arıyorum: Başörtüsü yasağına başından itibaren karşı olan bazı liberal ve solcu aydınların zamanlama ve yöntem konusundaki itirazlarına niye kulak kabartılmıyor?
Bazıları, türban düzenlemesini değil de itirazcıların niyet ve samimiyetlerini sorguluyorlar. “Zaten çoğu, nasılsa sorun çözülmez diye yasağa karşıymış gibi yapıyorlardı. İş ciddiye binince yan çizmeye başladılar” şeklindeki sözler sanki bir kopuşun işareti. Daha ileri gidip bugüne kadar birçok demokrasi sınavından layıkıyla çıkmış bu aydınları “Kemalizme göz kırpmak”la bile itham edebiliyorlar.
İtirazcılar, türbanın diğer özgürlüklerle birlikte bir paket halinde gündeme getirilmiş olmasını istediler ki bu da hükümet çizgisini onaylayanlarca “sudan bir bahane” olarak görüldü. Ama herkes aynı kanıda değil. Özellikle bir grup başörtülü kadın, “Gerçek sorunumuz insanların hayatlarına, görünüşlerine, sözlerine, düşüncelerine müdahale edebilme hakkını kendinde gören yasakçı zihniyettir” diyerek yeni bir imza kampanyası başlattılar.
“Söz konusu özgürlükse hiçbir şey teferruat değildir” başlığıyla açılan imza metninde “Başını örttüğü için ayrımcılığa uğrayan kadınlar olarak tüm samimiyetimizle açıklıyoruz ki; üniversitelere başımızı örterek girmekle mutlu olmayacağız. Ta ki” deniyor ve bir dizi talep sıralanıyor:
* Kürtlerin ve ötekileştirilenlerin kendilerini bu ülkenin asli unsuru hissetmesi için gereken hukuki ve psikolojik ortam oluşturulmadan,
* Acımasızca işlenen cinayetlerin gerçek sorumlularına ulaşılmadan,
* 301 davalarını bitirecek düzenleme yapılmadan,
* Azınlık vakıflarının üzerinde pişkince oturanların rahatı bozulmadan,
* Alevilerin ibadetini kültürel aktivite, ibadet evlerini de kültür merkezi olarak görmekte ısrar etmekten vazgeçilmeden,
* Üniversitelerden sudan sebeplerle atılan arkadaşlarımız geri dönmeden,
* Yasakçı zihniyet bize ne zaman, nerelerde ve nasıl örtüneceğimizi dayatmaktan vazgeçmeden,
* Üniversitelerin bilimsel özgürlüğünün önündeki en büyük engel YÖK kaldırılmadan...
Hz. Muhammed’in “Gökler ve yer adaletle ayakta durur” hadisiyle sonlanan bu metnin tartışmayı “beyaz çarşaf, küçük beyin” kısırlığından daha verimli ve özgürlükçü bir alana taşıyacağını düşünüyorum.