Şampiy10
Magazin
Gündem

Türkiye bağımsız Kürdistan’a hazır mı?

Her ne kadar bizler konuşmayı kestiysek de (bunda hiç kuşkusuz rehinelerle ilgili yayın yasağı getirilmesinin de rolü var) Irak’ta, ABD Dışişeri Bakanı John Kerry’nin sürpriz ziyaretinin de gösterdiği gibi, çok kritik gelişmeler yaşanıyor.

Kerry önce Bağdat’a gidip Şii Arapların, ardından Erbil’e gidip Kürtlerin temsilcileriyle görüştü. Halbuki Irak’ın geleceğinde, IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) başını çektiği Musul işgalinde ortaya çıktığı gibi Sünni Arapların da söz sahibi olması gerekiyor. Bağdat ile Erbil, Washington’un (ve belki de Tahran’ın) aracılığıyla ne kadar anlaşırlarsa anlaşsınlar, işin içine Musul’u, yani Sünnileri katmadıkları, katamadıkları müddetçe Irak’ı bir arada tutabilmeleri mümkün gözükmüyor.

Kaldı ki Kürtlerin artık birleşik bir Irak istemedikleri, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) sözcülerinin peşpeşe yaptıkları açıklamalardan anlaşılıyor. Aslında ABD’nin Irak’ı işgal edip Saddam Hüseyin rejimini devirdiği andan itibaren Kürtlerin gündeminde bağımsız Kürt devleti var. 2004 sonundan 2007 ortasına kadar gazetecilik yaptığım Washington’da, Irak’ın (üçe) bölünmesi ve bağımsız Kürdistan kurulması fikrinin yönetimde de belli ölçülerde destekçi bulduğunu gözlemiştim. Fakat gerek Ankara’nın, gerek ABD’nin önemli Arap müttefiklerinin itirazları ve bölgesel dengeler nedeniyle Irak’ın bir arada tutulmasının daha iyi olacağı düşünüldü, özellikle Sünnilerin yeni sisteme entegrasyonu için epey uğraşıldı.

Maliki’nin suçu

Dün Başbakan Erdoğan AB ülkelerinin büyükelçilerine Irak’taki krizin ana nedenlerinden biri olarak Başbakan Maliki’nin “şımartılması”nı gösterdi. Son Musul olayının ardından birçok kişi ve çevrenin de benzer bir şekilde Maliki’yi hedef aldıklarını görüyoruz. Bu eleştirilerde haklılık payı olmakla birlikte, ülkeyi kim, nasıl yönetirse yönetsin Irak’ın artık tek parça kalamayacağı gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor. Eğer bu yıllar önce kabullenilmiş olsaydı, El Kaidevari yapıların alabildiğine güçlenmeleri engellenebilir, Kuzey (Kürtler) ve Güney’deki (Şiiler) komşularıyla makul ilişkiler kurabilecek bağımsız bir Sünni devleti kurulabilirdi.

Bu aşamadan sonra IŞİD ve benzeri yapıların fazlasıyla etkisi altındaki Sünnilerin devletinin sürekli bir kriz odağı olması kaçınılmaz. Bunun bir nedeni toprak uyuşmazlığı, bir diğer ve daha önemlisi de ilan ettikleri hilafete Kürdistan’ı da dahil etme ve İslam dışı görülen Şiileri yok etme motivasyonu olacaktır.

Ankara’dan bakınca

Ankara Irak krizinin başından itibaren bu ülkenin birliğini ve toprak bütünlüğünü güçlü bir şekilde savundu. Bağdat rejimiyle alenen sorunlar yaşanmaya başlayınca aynı söylem sürdü ancak gücünü büyük ölçüde yitirdi. Daha çarpıcı olan husus ise, yıllar boyunca bir tür tehdit, hatta yer yer düşman olarak görülen Irak Kürtlerinin dost, hatta bir tür “stratejik ortak” haline gelmiş olmalarıdır. Ekonomik yönü çok kuvvetli olan bu stratejik ilişkilerin Bağdat’ı ayrıca rahatsız ettiğini de biliyoruz.

Ancak bu verili durumdan hareketle Ankara’nın Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan kurulmasına sıcak bakacağı sonucunu çıkartmak doğru olmayabilir. Kuşkusuz gerek KBY ile geliştirilen stratejik ilişkiler, gerekse Türkiye’de Kürt sorununun çözümü yolunda atılan adımlar, yaşanan gelişmeler nedeniyle ciddi ölçülerde yumuşama ve esnemeler oldu ancak Türk kamuoyunun hemen yanıbaşında bağımsız bir Kürt devletinin ilanına kayıtsız kalmasını beklemek yanıltıcı olur.

Öte yandan, Abdullah Öcalan’ın uzun süredir geliştirdiği ulus devlet eleştirilerini göz önüne alacak olursak, Kürtlerin de bağımsız Kürdistan’a bazı rezervlerinin olabileceğini düşünmemiz gerekir. Yine de bunların çok fazla öne çıkmayacağı, tam terine Irak’taki bağımsız bir Kürt devletinin Türkiye’de de Kürtler arasında bağımsız devlet yanlılarının etkisini artıracağı da muhakkaktır.

Türkiye’den ne tür tepkiler gelirse gelsin, bunların etkisi ne olursa olsun, Irak’ın bölünmesi ve buna bağlı olarak bağımsız bir Kürt devleti mukadder. Türkiye’nin gecikmeden bu gerçeği kabullenmesi, zihnini ve enerjisini, bu olguyu geciktirmek yerine ondan istifade etmeye hasretmesi herkes için çok iyi olacaktır.

Yazının devamı...

Erdoğan’dan sonra AKP: Gül hâlâ gündemde

Cumhurbaşkanlığı seçimleri için AKP adayı olarak sadece iki ihtimal var: Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan. İbre net bir şekilde Erdoğan’dan yana. Kimin aday olacağını da son tahlilde Erdoğan’ın kendisi belirleyecek. Buna rağmen AKP lideri, partisinin adayını (muhtemelen kendi adaylığını) açıklamayı, Gül’ün telkinlerine de itibar etmeyip, sürekli erteliyor.

Bu gecikme hakkında birçok yorum ve spekülasyon yapılıyor. Bana göre bunun esas nedeni, kendisinin Köşk’e çıkması halinde partisinin başına kimin geçeceği konusunun belirsizliğini sürdürmesi. Bu o kadar hayati bir konu ki, çok düşük bir ihtimal olmakla birlikte Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmaktan bile vazgeçebilir.

Olayların gidişi

İlk bakışta AKP liderinin bu konuda çok rahat olduğu söylenebilir. Çünkü:

a) Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi halinde başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemine geçişi zorlaması, anayasayı değiştirtmesi mümkün olmazsa fiilen bunu dayatması bekleniyor.

b) Bunun yegane yolu, bizzat dile getirdiği “partili cumhurbaşkanı” formülünü dayatmak.

c) Bunun için hükümet ve partinin başında kendisine itirazsız tabi olacak isimler olması gerekiyor.

d) Eşbaşkanlık formülünü de bu bağlamda ortaya attığı düşünülüyor.

e) Ne var ki kendisinin Köşk’e çıkması durumunda AKP’nin başına geçmesi beklenen Abdullah Gül onun kafasındaki profile uymuyordu.

f) Erdoğan’ın Gül varken başka birisini AKP genel başkanlığına uygun görmesi partide rahatsızlıklara neden olabilirdi.

g) Fakat Gül, Köşk için bir daha aday olmaması durumunda, varolan koşullarda siyasete dönmeyi düşünmediğini net bir şekilde açıkladı.

h) Normal şartlarda Gül’ün bu çıkışının Erdoğan’ın elini alabildiğine güçlendirmesi beklenirdi...

Arınç’ın hamlesi

Ama öyle olmadı. Olmadığını Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı, onun yerine de Gül’ün de parti genel başkanı ve başbakan olması dışındaki formüllere (ve bunun için çalışanlara) sert bir şekilde meydan okumasıyla net olarak gördük. Başbakan’ın başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın, Yeni Şafak’ta “Yasin Doğan” müstearıyla, her ne kadar adını vermese de Arınç’ın argümanlarına net ve sert cevaplar vermesi de parti içindeki rekabetin boyutlarını gözler önüne serdi.

Arınç 7 yıl önce de, Ahmet Necdet Sezer’in yerini alması beklenen Erdoğan’ın adaylıktan vazgeçip “düşük profilli” aday arayışına girmesi üzerine ona “O halde ya Abdullah Gül ya da benim aday olmam gerekir” diyerek siyasetin akışını değiştirmişti. Bugünkü çıkışının en büyük farkı, kendisinin kesinlikle başbakanlık beklentisi olmadığını vurgulaması oldu.

Davutoğlu seçeneği

Gül’ün “ben yokum” diye özetlenebilecek çıkışının ardından AKP içinde Erdoğan sonrası parti başkanlığı ve başbakanlık için birçok kişinin adı konuşulmaya başlandı ve özellikle Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan daha fazla söz edildi. Nitekim Başbakan Erdoğan’ın dünkü konuşmasında da onu işaret ettiği yolunda değerlendirmeler yapıldı.

Bu konuda spekülasyon yapmaya gerek yok. Fakat şunu hatırlatmakta yarar var: Bütün yıpranma paylarına rağmen Arınç’ın hâlâ AKP içinde belli bir özgül ağırlığı bulunuyor ve onun Gül’ün adını alenen zikretmesi, parti içinde Erdoğan sonrası maceraya atılmak istemeyenlerin sayısının yüksekliğine işaret ediyor.

Anlaşıldığı kadarıyla, yaptığı açıklamaya rağmen Gül’ün siyasete dönme seçeneği hâlâ masada. Kuşkusuz son kararı yine Erdoğan verecek ama Gül’ün ondan evvel davranıp söz konusu açıklamayı yaparak inisiyatif kazanmış olduğu da muhakkak.

Yazının devamı...

Balyoz Gülen cemaatinin başın(d)a patladı

Anayasa Mahkemesi’nin Balyoz kararının içiçe geçmiş iki siyasi sonucu söz konusu:

Balyoz Gülen cemaatinin başına patlıyor, yani Balyoz Davası’ndaki tüm haksızlık, usulsüzlük ve hukuksuzlukların tek sorumlusu olarak Cemaat gösteriliyor.

Balyoz Gülen cemaatinin başında patlıyor, yani kısa süre öncesine kadar Cemaat’in gücüne güç katmış olan Balyoz Davası, bundan böyle onun gücünün iyice azalmasına vesile olacağa benziyor.

Bermuda şeytan üçgeni

Sırayla gidelim. Hafızlarımızı fazla zorlamaya gerek yok. 4.5 yıl önce, 20 Ocak 2010 günü Taraf Gazetesi’nin manşetiyle start verilmiş, aynı yıl Haziran ayında ilk duruşma yapılmış, iki yıl sonra Eylül ayının sonlarına doğru mahkeme 365 sanıktan 325’ine ağırlaştırılmış müebbet cezası vermişti.

Türkiye gibi adaletin yavaş işlediği bir ülke için şaşırtıcı derecede hızlı sonuçlanmış bir davaydı Balyoz. Çünkü Ergenekon Davası’nda ilk kez kendini göstermiş olan emniyet-yargı-medya üçgeni bu sefer daha etkili bir şekilde devreye girmişti. İçine aldığı kişi ve kurumları hızla itibarsızlaştıran ve onlara bu dünyada cehennemi yaşan bu “Bermuda şeytan üçgeni” hiç tartışmasız Fethullah Gülen cemaatinin ürünüydü. Önce Cemaat’in emniyet içindeki bağlantıları deliller topluyor, bulamadıkları zaman deliller üretiyor; sonra bunları medyadaki uzantılarına servis ediyor; medyanın bunları haberleştirmesinin ardından (daha baştan her şeyden haberdar olan) savcılar harekete geçiyor; savcıların talimatıyla polis operasyon yapıyor; nihayet zanlıların büyük kısmı, “güvenilir” yargıçların nöbetlerinde tutuklanıyordu.

Yollar ayrılınca

Ama bu anlattığımız haliyle senaryo eksik kalır: Cemaat bütün bu süreci siyasi iktidarın bilgi, onay, hatta teşvikiyle yürüttü. Öyle ki, hükümetin, bir aşamadan sonra rahatsızlığını alenen dile getirmesi üzerine bu operasyon dalgalarının bir süre daha sürüp bittiğine tanık olduk.

Öte yandan, gerek Ergenekon, gerek Balyoz süreçlerinde Cemaat sadece hükümetten değil, başta iktidar partisinin tabanı olmak üzere farklı toplumsal kesimlerden, içerde ve dışarda bazı güç odaklarından büyük destek ve takdir aldı. Fakat 17 Aralık 2013 gününde alenileştiği gibi bu ittifak uzun süre önce dağılmış durumda. Başbakan Erdoğan Cemaat’i bir suç, casusluk, hatta bir şekilde terör şebekesi olarak tanımlamaya başlayınca, doğal olarak ona destek verenlerin Ergenekon, Balyoz gibi davalara bakışı da büyük ölçüde değişti. Buna bağlı olarak AYM kararına ciddi bir itiraz dile getirilmiyor, fatura tamamen Cemaat’e yıkılmak isteniyor ve “çok safmışız” veya “aptal gibi kendimiz kullandırmışız” gibi bir yerden sonra hiçbir anlamı olmayan günah çıkartmalarla sorumlulukların üstü örtülmeye çalışılıyor. Ve şu ana kadar yaşananlara bakıldığında, garip bir şekilde bu üslup pekala iş görüyor.

Bundan sonrası

AYM kararının Cemaat üzerinde balyoz etkisi yaratacak olması bahsine gelecek olursak: Yakın zamana kadar kabaca iki görüş çarpışıyordu: Her taşın altında darbe aramak ile her taşın altında Cemaat aramak.

Dünün galibi hiç tartışmasız, tasfiye etmek istediklerini darbeci diye yaftalayan hükümet, Cemaat ve onların müttefikleriydi. Ama yollar ayrıldıktan sonra işler değişti. Arkasında siyasi iradenin desteği olmadığında Cemaat’in gücünün bir sınırı olduğu anlaşıldı. Gelinen noktada, yani bugün her taşın altında Cemaat aramak (ve tabii ki bulmak) geçer akçe. Yani dünün galiplerinden Cemaat yalnızlaştıkça kaybetmeye başladı.

AYM kararının bu kaybı daha da artıracağı muhakkak zira Cemaat’in artık kimseyi kolay kolay “darbecilerle mücadele ediyorum” diye yanına çekebilmesi artık mümkün gözükmüyor. Dün mağdur ettiklerinin, ellerinde kalan güçlerini Cemaat’e karşı seferber etmeleri, hele “paralel yapı”ya karşı mücadelesinde Erdoğan’a destek olmaları halinde Cemaat’in kayıpları artacaktır.

Mezardakiler kalkıp oy kullanınca...

Fethullah Gülen 12 Eylül 2010 referandumu öncesinde şunları söylemişti: “ Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkân olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda ‘EVET’ oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da.. ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır.”

Gülen’in siyasetüstü konumunu riske atarak coşkuyla destek olduğu referandumda kabul edilen AYM’ne kişisel başvuru hakkının 4 yıl sonra kendisini ve cemaatini epey zor durumda bırakacak sonuçlara yol açmış olmasını “demokrasinin cilvesi” olarak gören de çıkacaktır, “takdir-i ilahi” yorumu yapan da...

Yazının devamı...

İhsanoğlu’nun çatı adayı olması AKP’yi niçin tedirgin etti?

İlk telaffuz edildiği andan itibaren “çatı adayı” önermesini yanlış bulduğumu söyledim ve itirazlarımı iki yazıda (http://rusencakir.com/Bu-adayi-nereden-bulmuslar-yerine-Bu-adayi-da-nereden-bulmuslar-denirse/2660 ve http://rusencakir.com/Cati-aday-onerisine-9-itiraz/2661 ) ifade ettim. Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP ile MHP’nin ortak çatı adayı olarak ilan edilmesinin argümanlarımı boşa çıkardığını düşünmüyorum. Bununla birlikte iktidar partisi çevrelerinden gelen ve tedirginlikle karışık saşkınlıklarını açık eden ilk tepkiler, muhalefetin Prof. İhsanoğlu tercihini yabana atmamamız gerektiğini bize gösteriyor.

Acaba Prof. İhsanoğlu’nun adaylığı siyasi iktidarı neden tedirgin etmiş olabilir? Onun adaylığının hükümet çevreleri için sürpriz olduğunu yazan Yeni Şafak Gazetesi Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi yine de hızlıca sonuca varmaktan geri kalmamış: “Ekmeleddin İhsanoğlu bir proje.”

Ona göre Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını önlemeyi, o olmazsa 2015 genel seçimlerine hazırlanmayı amaçlayan “Beykoz Konakları’nın bir projesi” söz konusu.

Benzer tespitleri, aynı gazetede “Yasin Doğan” müstearıyla yazan, Erdoğan’ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan da yapmış. Ama onun yazısındaki şu cümle bence daha önemli: “Esad ve Sisi destekçiliği, İhvan karşıtlığı gibi hususiyetler, uluslararası düzeyde bir ‘proje’ ortaya konduğunu da gösteriyor.”

Kimin projesi?

Öncelikle, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Genel Sekreterliği sırasındaki tavırları nedeniyle İhsanoğlu’nu, Esad ve Sisi destekçisi olarak suçlamanın abartılı olduğunu vurgulamalıyız. Olsa olsa AKP hükümeti kadar radikal bir karşı çıkış sergilememiştir ki bunun da kişisel tercihinden ziyade büyük ölçüde İİT’ye egemen olan Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin tavırlarından kaynaklandığını düşünebiliriz. Kaldı ki bugün varılan noktada gerek Mısır, gerek Suriye krizlerinde İhsanoğlu’nun savunuculuğunu yaptığı serinkanlı yaklaşım haklı çıktı. Nitekim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de seçildikten sonra Sisi’yi kutladı.

Doğruluğu-yanlışlığı bir yana, İhsanoğlu’nun, Selvi’nin yazdığı gibi, ülke içindeki bazı çıkar gruplarının ortak projesi olmasının AKP’yi tedirgin edeceğini hiç sanmam, hatta tam tersi bile söylenebilir. Bana göre ilk andan itibaren tanık olduğumuz tedirginliğin ana nedeni, İhsanoğlu’nun milliyetçi-muhafazakâr sağcı camiadaki itibarından ziyade onun uluslararası alandaki ilişkileri.

Batı karşıtlığı yarışı

Akdoğan’ın sözünü ettiği gibi bir “uluslararası proje” belki vardır, ama çok da önemli değil. Esas önemli olan, muhalefetin, ama özellikle CHP’nin küresel sisteme karşı rezervlerinden arınma ve onunla arasındaki mesafeye kapatma yoluna gitmesidir. Ana muhalefet partisinin bu strateji değişikliği 30 Mart yerel seçimleri öncesi başladı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Washington gezisini bu bağlamda değerlendirmek ve Fethullah Gülen cemaatinin bu sürece dahil olmasını da ayrıca kayda geçrimek gerekir.

İlk bakışta CHP’nin “dış”a açılmasının AKP’ye yarayacağı, Erdoğan’ın ülkedeki yaygın Batı aleyhtarlığını kışkırtarak oylarını artıracağı düşünülebilir. Ancak şu noktalara özel olarak dikkat çekmek istiyorum:

1) AKP’nin iktidara gelmesinde ve daha önemlisi orada kalmasında küresel sistemle kurmuş olduğu ilişkinin azımsanmayacak bir katkısı oldu.

2) AKP küresel güçlerle görüş ayrılığına düştüğü zamanlarda ciddi sıkıntılar yaşadı.

3) AKP’nin bu sıkıntıları az hasarla atlatmasının önde gelen nedenlerinden biri muhalefet partilerinin küresel güçlere yakınlaşma arayışına girmemesidir. Özellikle Deniz Baykal dönemi CHP’si birçok konuda AKP’den daha fazla Batı karşıtı pozisyonlar alabildi.

4) Bir süredir küresel güçler AKP’nin yerine alternatifler arıyor, pek bulamadıkları için de “Erdoğansız AKP” ihtimallerini zorluyorlar.

Kılıçdaroğlu’nun da bir müddet Baykal çizgisini takip ettiğini ama sonuç alamayacağını anlayınca direksiyonu dışarıya doğru kırmaya başladığını düşünüyorum. İhsanoğlu sayesinde CHP’nin cumhurbaşkanlığı seçiminden galip çıkması hiç de kolay değil. Bununla birlikte, sadece Batı değil, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri nezdinde de belli bir prestiji olan İhsanoğlu’nun adaylığı CHP’nin bu “dışa açılma” stratejisinde bir sıçramaya işaret ediyor. Eğer CHP bu stratejide ısrar ederse AKP’yi tedirgin etmeyi sürdürecektir.

Tabii bu stratejinin CHP’de iç kavgalara, hatta kopmalara yol açma ihtimali de hayli yüksek fakat anlaşılan Kılıçdaroğlu bir kâr/zarar hesabı yapıp İhsanoğlu’nda karar kılmış. Bakalım hesapları tutacak mı?

Yazının devamı...

Ne Mursi, ne Sisi: Ekmeleddin İhsanoğlu

Akşam Gazetesi dünkü nüshasının çatısından, Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP ile MHP’nin ortak cumhurbaşkanı adayı olarak açıklanmasını “Çatıda Sisi var” başlığıyla, dalga geçerek duyurdu. Kasıt açık: Mısır’da General Abdülfettah el Sisi komutasındaki ordunun Müslüman Kardeşler’den Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi devirmesine, o tarihte İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Genel Sekreteri olan İhsanoğlu’nun sessiz kalmasını hatırlatarak muhafazakâr seçmenin ona yönelmesinin önünü almak. (Hatırlanacaktır, zamanında Başbakan Erdoğan ve iktidar partisinin bazı sözcüleri İhsanoğlu bu nedenle eleştirmiş, ama İİT’nin arkasındaki esas güç olan ve darbeyi alenen destekleyen Suudi Arabistan ve diğer Körfez yöneticilerine dokunmamışlardı.)

İktidara yakın çevreler kendisine Sisi muamelesi yaparken, muhalefet kanadı içinde özellikle laikliğe duyarlı çevrelerde, İhsanoğlu’nu zıt bir şekilde Mursi gibi bir İslamcı görenlerin seslerinin gür çıktığına tanık olduk.

Sağcı aydınların son örneği

Babası sürgün olduğu için Mısır’da doğan ve Türkiye’ye ilk kez 27 yaşında geldiği için Mısırlı bazı kişilere benzetilmesi bir yere kadar anlaşılabilir ancak İhsanoğlu’nun Sisi ve/veya Mursi’ye benzetilmesi haksızlık olur. Hele siyasi rakiplerinin onu itibarsızlaştırmak için ortamlara göre bu iki zıt benzetmeden uygun olanını kullanmaya kalkmasıysa tek kelimeyle ayıp olur.

Prof. İhsanoğlu’nu belli ölçülerde tanıyorum ve onun İslamcı olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Benim gözümde o, bir zamanlar Türk siyasetinde epey etkili olan, fakat Milli Görüş partilerinin (RP, FP, AKP) öne çıkmasıyla, bir müddet onlarla birlikte hareket edip daha sonra sahne gerisine çekilmek zorunda kalan milliyetçi-muhafazakâr aydın tipolojisinin (ki Türk-İslam sentezi bu kişiler tarafından geliştirilmişti) son örneklerinden biri. Geçmişte bu sağcı

aydın grubu tarafından epey hırpalanmış ve şeytanileştirilmiş olan CHP’nin yıllar sonra o profile yakın birini bir tür kurtarıcı olarak sahiplenmesi kuşku yok ki kaderin bir cilvesi.

İhsanoğlu’nun şansı

İhsanoğlu’nun artıları ve eksileri üzerine çok şey söylendi, daha da söylenecek. Sanıyorum en büyük dezavantajı Türkiye’de fazla tanınmıyor olması. Bu açıdan bakıldığında, onunla birçok açıdan benzer özelliklere sahip olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç daha isabetli bir tercih olabilirdi. Üstelik Kılıç, İhsanoğlu gibi “ aristokrat” değil de daha çok “halk adamı” izlenimi veriyor.

MHP seçmeninin İhsanoğlu’na antipatik bakmasını gerektirecek pek bir şey söz konusu değil. Buna karşılık CHP adayına oy vermeyi düşünmekle birlikte siyasi nedenlerle İhsanoğlu’na sıcak bakmayanlar olacaktır. Eğer HDP, adı sıkça geçen Selahattin Demirtaş’ı veya onun gibi güçlü bir ismi aday gösterirse, ilk turda bu tür seçmenin bir bölümünün oylarını alabilir. Bu arada, ikinci turda BDP/HDP oylarını kazanma potansiyelinin fazla olmaması da İhsanoğlu’nun ciddi bir handikapı olduğunun altını çizelim. CHP örgütünün bir kısmının kampanyaya yeterince önem vermeme ihtimali de İhsanoğlu’nu zorlayabilir.

Bununla birlikte ilk anda dile getirilen “ CHP ve MHP Köşk’ü Erdoğan’a hediye etti” tespitlerinin fazlasıyla abartılı ve acımasız olduğu da ortada. Örneğin Prof. Nilüfer Göle’nin “İhsanoğlu’nun adaylığı Türkiye’nin çıtasını yükseltti. Kontratak yerine kontrast stratejisi” yorumu yapmış olması dikkat çekici. Nitekim AKP çevrelerinden gelen ilk tepkilerde de belli bir özgüven eksikliği, şaşkınlık ve kararsızlık dikkat çekici.

Güle güle Ayşe Hanım

Ayşe Şasa kelimenin gerçek anlamıyla bir entelektüel, çok iyi bir insandı. “ Temiz kalpli” tanımı sanki onun için bulunmuştu. Kendisiyle tanışmış, sohbet edip dertleşmiş olma imkanına sahip olduğum için çok mutluyum. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun. Türkiye’nin başı sağolsun.

Yazının devamı...

Masada El Kaide var!

2005 yılı Ağustos ayında, foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile Pakistan’a gittik. Amacımız 7 Temmuz günü Londra’da patlayan bombaların izini sürmekti. İlk görüştüğümüz kişilerden biri, 1981yılından beri bu ülkede yaşayan Filistin asıllı gazeteci Cemal İsmail idi. El Kaide yöneticileriyle birçok kez röportaj yapmış olan İsmail’in şu sözleri beni epey şaşırtmıştı: “Batı El Kaide ile veya onun destekçileriyle masaya oturmak zorunda kalacak.”

Şüphesiz geçen süre zarfında, dünyanın birçok köşesinde, farklı Batılı devletler şu ya da bu düzeyde El Kaide veya onun destekçileriyle bazı sorunlar hakkında görüşüp pazarlık etmişlerdir. Ama bunların hiçbirinin “masaya oturma” tanımını hak ettiği söylenemez. Ne var ki Musul’da yaşananlarla birlikte işin rengi değişiyor ve İsmail’in öngörüsü gerçekleşiyor gibi.

Memnuniyet kuyruğu

İlk andaki şokun ardından Musul’un Bağdat’ın denetiminden çıkmasından memnun olanların sayı ve özgül ağırlıklarının bundan rahatsız olanlardan fazla olduğu görülüyor. Öncelikle, Maliki yönetiminden haklı olarak rahatsız olan Sünni Arapların gelişmelerden memnun oldukları ortada. Bağdat ile aralarında çok sayıda sorun bulunan Kürtler de fazla şikayetçi değil: Musul krizini bir fırsata çevirip başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bazı bölgelerde hakimiyetlerini pekiştirdiler ve zaten hep gündemde olan “bağımsız Kürdistan”ı gecikmeden ilan etmeyi düşünüyorlar.

Bölgede İran’ın nüfuzunu artırmasından endişe eden Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler de, Bağdat’ın kayıplarının Tahran’ın hanesine eksi olarak yazıldığının farkındalar. Hatta Irak’taki yeni durumun Suriye’deki dengeleri yeniden muhalefetin lehine değiştirebileceğini de umuyor olabilirler. Şu ana kadarki tepkilerden, daha doğrusu tepkisizlikten Ankara’nın da bir panik havasında olmadığı, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun tabiriyle Irak’ta kaotik bir durum endişesi taşımadığı anlaşılıyor.

El Kaide’nin üstünü örtme gayretleri

Bu gidişle Irak’ın Şii Araplar, Sünni Araplar ve Kürtler arasında paylaştırılması için yeni bir masa kurulacağa ve bunun baş köşesinde olmasa bile bir yerinde, Sünnileri temsil edenler arasında El Kaide de yer alacağa benziyor.

Tabii ki kimse bunu alenen telaffuz etmeye yanaşmıyor. Tam tersine bu olgunun üstü şu iki argümanla örtülmek isteniyor:

1) “IŞİD’in El Kaide ile ilgisi yok”: Daha önceki yazılarımızda da değindik, IŞİD’in El Kaide’nin merkezi yöneticileriyle ihtilafa düşüp yolunu ayırmış olması, onu El Kaide hattından çıkartmıyor. Hatta gerek Irak, gerek Suriye’deki icraatına baktığımızda, sivillere yönelik acımasız tavırları, Şii düşmanlığı gibi açılardan IŞİD’in bildiğimiz El Kaide’den daha katı olduğunu görüyoruz.

2) “Bu sadece IŞİD’in değil tüm Sünnilerin isyanı”: Doğru, ama inisiyatifin IŞİD’de olduğu da açık. Öte yandan İslami öğeleri kullansın ya da kullanmasınlar, diğer gruplar bundan sonra ne yapacaklarını bilmezken, IŞİD, adı üstünde, bir devlet inşa etme, hatta etmiş olduğu iddiasında. Üstelik bu devlet kendini Irak topraklarıyla sınırlı görmüyor, tüm Doğu Akdeniz’i hedefliyor. Nitekim Suriye’nin bazı bölgelerinde de bu “devlet” bir süredir varlık gösteriyor.

Büyük gaflet

Çok özneli bir gaflete tanık oluyoruz. Hızla birkaç not düşelim:

1) Sünni Araplar kendi devletlerine kavuşsalar bile huzura kavuşamayabilirler. IŞİD’in empoze edeceği yaşam biçimi toplumun tümü tarafından kabulü mümkün görünmüyor. IŞİD ve diğer gruplar arasındaki iktidar mücadeleleri yeni tür bir iç savaşa yol açabilir.

2) Hemen yanıbaşında bir “İslam devleti” ilan edilmesi muhtemel Kürdistan devleti için, kendi bünyesindeki İslamcı potansiyel nedeniyle, önde gelen stratejik tehdit olacaktır.

3) Usame bin Ladin’in en büyük hayallerinden biri Suudi Arabistan’daki rejimi devirmekti. İran’ı dengelemek için, bin Ladin’in takipçilerinin önünü açan Körfez ülkeleri kısa süre içinde düşmanlarının düşmanının hiç de dost değil, tam tersine düşman olduğunu görebilirler.

4) Benzer bir şey Türkiye için de geçerli. El Kaide’nin en büyük açmazı, hedeflerinin gerçekleşemeyecek kadar iddialı olmasıydı. Eğer Irak ve Suriye’de, bin Ladin’in takipçileri bir şekilde devletleşip kurumsallaşırlarsa, daha önce yazdığımız gibi gözlerini muhakkak, “esas büyük lokma”ya, (http://rusencakir.com/El-Kaide-icin-esas-buyuk-lokma-Turkiye/2689) yani Türkiye’ye dikeceklerdir.

Yazının devamı...

PKK neden IŞİD ile savaşmaya talip?

Yazının başlığına bakıp “Zaten Suriye’de, Rojava denilen bölgede savaşıyorlar” diyenler olacaktır. Doğru, Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin askeri kolu olarak görülen YPG bir süredir Rojava’da, IŞİD (Irak Şam İslam Devleti), Nusra Cephesi gibi El Kaide ile bağlantılı veya onun türevi örgütlerle kıran kırana savaşıyor. Bu savaşta YPG’nin her açıdan en büyük destekçisinin PKK olduğu da malum. Bununla birlikte şu ana kadar PKK’nın doğrudan El Kaide ile bir şekilde irtibatlandırılabilecek gruplarla çatıştığını pek duymadık, ama yakında Irak’ta bunun yaşanma ihtimali var. Çünkü IŞİD’in Musul’u almasının hemen ardından KCK tarafından “Gerilla güçlerimiz Peşmerge güçleriyle birlikte aktif bir biçimde savaşmaya hazırdır” diye açıklama yapıldı ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne (IKBY) destek söz verildi.

PKK beklemede


Öncelikle bu ihtimalin şu aşamada çok yüksek olmadığının altını çizelim. Zira Musul’u alarak tüm dikkatlerini üzerinde toplayan IŞİD’in, şu aşamada cepheyi fazla genişletmek istemeyip Kürtlerle karşı karşıya gelmekten kaçınması ve enerjisini Bağdat rejimiyle, yani ülkede çoğunluğu oluşturan Şii Araplarla savaşmaya odaklaması bekleniyor.

Öte yandan IKBY’nin de çok zorunlu olmadığı müddetçe bu savaşa dahil olmak istemediği, bunun yerine, yaşanan kaostan yararlanıp, Kerkük başta olmak üzere ihtilaflı bölgelerde hakimiyetini güçlendirme yoluna gittiği biliniyor. Dolayısıyla PKK’nın şu aşamada Irak’taki savaşa dahil olması söz konusu değil.

Ama çok geçmeden şu ya da bu nedenle IŞİD ile Irak Kürtler arasında da çatışma çıkabilir. Çünkü:

1) IŞİD’in “hilafet devleti” kurmayı düşündüğü toprakların bazılarında Kürtlerle karşı karşıya gelebilir.

2) IŞİD ve diğer El Kaide çizgisindeki örgütlerde çok sayıda Kürt militan da var. Bunlar belli bir özgüvene ulaştıktan sonra Irak’ın kuzeyini de hilafetin içine katmak isteyebilirler.

3) IKBY, hemen yanıbaşındaki radikal İslamcı bir oluşumun, Kürdistan’da zaten belli bir gücü olan İslami hareketi daha da güçlendirmesinden endişe duyarak, “en iyi savunma saldırıdır” mantığıyla IŞİD’e savaş ilan edebilir.

4) IKBY, bugüne kadar destek olmadığı, tam tersine önüne engel çıkardığı PYD/YPG’ye destek vererek El Kaide ile savaşın merkezini Suriye’ye kaydırmak isteyebilir.

PKK’nın muhtemel stratejisi

Bugün El Kaide ve benzeri örgütlerin saflarında Irak ve Suriye’de savaşan gönüllüler arasında Türkiye’den giden çok sayıda Kürt genci de var. Dolayısıyla El Kaide doğrudan PKK’nın da sorunu. Eğer El Kaide bu iki ülkede belli bir güce ulaşırsa daha sonra Türkiye’de PKK’nın karşısına çıkabilir ve ona, muhtemelen bugünkü Hizbullah’dan daha fazla sıkıntı yaşatır.

Fakat PKK’nın IŞİD’e karşı savaşmaya talip olmasının esas nedenleri başka:

1) Özellikle Batı’nın bir numaralı düşmanı olan El Kaide ile savaşarak kendisine uluslararası bir meşruiyet, hatta prestij kazanmak;

2) Asla ihmal edilmemesi gereken bir bölgesel güç olduğunu göstermek;

3) IKBY ile ilişkilerini rehabilite etmek;

4) Çözüm süreci bağlamında Ankara ile masaya daha güçlü oturmak.

5) Bu süreçte Rojava’da PYD/YPG’nin elini güçlendirmek.

PKK birinci Körfez Savaşı ve Irak’ın işgalinden büyük ölçüde kârlı ve güçlenerek çıktı. Suriye ve Irak’taki yaşanan krizlerden de benzer şekilde istifade etmek isteyen örgütün önü bugün itibariyle büyük ölçüde açık görünüyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.