Şampiy10
Magazin
Gündem

Ekmeleddin İhsanoğlu izlenimleri

Önceki gün bir düzine gazeteciyle birlikte, İstanbul Taksim’de bir otelde, mütevazı bir toplantı odasında HDP Eşbaşkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş ile sohbet etme imkanı bulduk. Dün de Çırağan Sarayı’nın Balo Salonu’nda bir medya ordusuna seslenen CHP ve MHP’nin çatı adayı Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu canlı dinleme şansım oldu.

Her açıdan birbirlerinden çok farklı olan Demirtaş ile İhsanoğlu’nu kıyaslamanın çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle bugün sadece Prof. İhsanoğlu hakkındaki bazı izlenimlerimi ifade etmek istiyorum. (Demirtaş ile sohbetten izlenimlerimi arzu ederseniz şu bağlantıdan okuyabilirsiniz: http://www.rusencakir.com/CHP-catiyi-MHP-degil-de-HDP-ile-catabilir-miydi/2727 )

Yeni bir ANAP ve Özal mı?

Çırağan’a gitmeden önce sosyal medyadan, İhsanoğlu’nun kampanya sloganının “Ekmek için Ekmeleddin”, logosunun da buğday tarlası şeklindeki Türkiye olduğunu öğrenmiştim. Açıkçası her ikisi de bana “fazla eski” gelmişti. Ancak kampanyada “ekmek” kelimesinin “sevgi ekmek”, “saygı ekmek”, “birlik ekmek” gibi, fiil olarak da kullanılacağını anlayınca bakışım bir ölçüde değişti. Fakat ANAP’ın arılı-petekli amblemini akla getiren buğday tarlası logosu konusunda fikrimin değiştiğini söyleyemem.

Zaten dünkü faaliyetin organizasyonu, İhsanoğlu’nun kişiliği ve üslubu, en önemlisi söyledikleri de büyük ölçüde Turgut Özal’lı ANAP’ı çağrıştırıyordu ki kendisi de konuşmasında, özellikle soruları cevaplandırırken Özal’a sık sık ve hep olumlu referanslar verdi.

Bu noktada içiçe 3 soru sormak isterim:

1) Bugünün Türkiyesi’nde 1980 başlarındaki gibi bir Özal’lı ANAP’a ihtiyaç var mı?

2) Varsa İhsanoğlu bu ihtiyacı karşılayabilir mi?

3) Böyle bir projede CHP neden ve nasıl yer alır, hatta bu projenin ana uygulayıcısı rolünü üstlenir?

CHP oyları cepte mi?

Hatırlanacaktır, Özal hep 1970’lı yıllardaki dört eğilimi birleştirmiş olmaktan söz ederdi. Bu dört eğilim de merkez sağ (AP), milliyetçi sağ (MHP), muhafazakâr sağ (MSP) ve merkez soldu (CHP). Yıllar boyunca ANAP bünyesinde milliyetçilerle muhafazakârların zaman zaman çatışıp zaman zaman liberallere karşı ittifak yaptıklarını görmüş ama solun varlığına pek tanık olmamıştık. Dünkü toplantıda da milliyetçi, muhafazakâr, liberal motif ve söylemler vardı ama görür görmez veya duyar duymaz aklımıza CHP’yi getirecek herhangi bir şeyle şahsen karşılaşmadım.

Şurası muhakkak: CHP yönetimi ve tabanının bu seçimlerde ana ve belki de tek motivasyonu Tayyip Erdoğan’ı Köşk’e çıkarmamak. MHP ile çatı adayı fikri bunu gerçekleştirebilmenin belki de tek yöntemi olarak ortaya çıktı. Prof. İhsanoğlu da bu profile en uygun isim olarak kısa sürede benimsendi.

İhsanoğlu’nun gerek konuşmasında, gerekse sorulara verdiği cevaplarda AKP tabanını, hatta tavanını ürkütmemek, kızdırmamak için son derece özenli davranması, muhafazakâr seçmenden oy almaya yönelik stratejiyle son derece uyumluydu. Ama olayın bir de şu boyutu var: Erdoğan’dan nefret eden CHP’ye meyilli bir seçmenin “Tayyip Bey benim çok eski ve iyi bir dostumdur”, “Seçilirsem istikrarın devamı için AK Parti dahil tüm partilerle elele vereceğim”, “AK Parti’nin aleyhine değilim”, “Bugün bana oy verenler 2015 seçimlerinde pekala AK Parti’ye oy verebilir” diyen bir adaya oy vermesi garanti midir?

Bu sorunun cevabını şahsen bilmiyorum. Galiba bu seçimin kaderini büyük ölçüde, İhsanoğlu’nun kampanyasında CHP’nin fazla geri planda kalmasının ne getirip ne götüreceğinin belirleyecek, öyle anlaşılıyor.

Yazının devamı...

Hilafet ilanını hafife almanın muhtemel zararları

23 Şubat 1998 günü, Londra’da Arapça yayımlanan El Kudüs el Arabi gazetesinde Şeyh Usame bin Muhammed bin Ladin, Mısır Cihad örgütü lideri Ayman el Zevahiri, Mısır İslami Cemaat örgütü lideri Ebu Yasir Rifa’i Ahmed Taha, Pakistan Cemiyet-ül Ulema yöneticisi Şeyh Mir Hamza ve Bangladeş Cihad Hareketi lideri Fazlul Rahman’ın, “Dünya İslâm Cephesi” adı altında kaleme almış oldukları fetva yayımlandı ve şöyle denildi:

“El Aksa Camii ve Mekke’yi işgalden kurtarmak ve ordularını İslâm topraklarından söküp atmak için, -ister sivil, ister asker olsunlar- Amerikalıları ve onların müttefiklerini, hangi ülkede mümkünse orada öldürmek, her Müslüman için farzdır.

Biz Allah’ın rızasıyla, Allah’a inanan ve onun tarafından ödüllendirilmek isteyen her Müslümanı, ele geçirdikleri her yerde ve her zaman Amerikalıları öldürmeye ve paralarına el koymaya çağırıyoruz. Aynı zamanda Müslüman alimleri, liderleri, gençleri ve askerleri, ABD şeytanının ordularına ve şeytanın işbirlikçilerine saldırılar düzenlemeye; bunların arkalarındaki güçleri ortaya çıkarmaya ve onlara unutamayacakları bir ders vermeye çağırıyoruz.”

Rolex muhabbeti

Çok kişi bu tehdidi ciddiye almadı, “ateş olsalar cürümleri kadar yer yakarlar” diye düşündü. Ama çok kötü yanıldılar. Çünkü o fetvayı verenler sahiden ateş oldular ve cürümlerinin çok ama çok ötesinde yer yaktılar. El Kaide’nin o fetvadan bu yana dünyanın dört bir tarafında neler yaptığının listesini çıkartmaya gerek yok, tek başına 11 Eylül 2001 saldırıları bile olayın ciddiyetini göstermeye yeterli.

Bu hatırlatmaya ihtiyaç duymamın nedeni, hemen yanıbaşımızda ilan edilen “İslam Devleti” ve “Hilafet” konusunda yaşanan umursamazlık. Yine bir sürü komplo teorisinin ya da Ebubekir Bağdadi/”Halife” İbrahim’in (ki bir iddiaya göre Musul’da Cuma hutbesini veren kişi onun atadığı Musul Valisi Ebubekir Hatuni’ymiş) kolundaki Rolex saatinin muhabbeti yapılarak işin özü atlanıyor, daha doğrusu atlanmak isteniyor.

Yerel isyanlara küresel aşı

Peki işin özü nedir? İşin özüne bakacak olursak birkaç olgunun içiçe geçmiş olduğunu görüyoruz. Bunları kronolojik olarak sıralamaya çalışalım:

1) Irak ve Suriye’deki Sünni Araplar kendilerini dışlanmış, dahası mazlum olarak görüyor ve ülkelerindeki yönetimleri devirmek istiyorlar.

2) Onların bu isyanları, kimi bölgesel ve küresel güçler tarafından, farklı stratejik hesaplarla destekleniyor.

3) Kısa süre içinde tıkanan bu kendiliğinden isyanlar hemen El Kaide ve türevi İslamcı yapılanmaların kontrolü altına girdi.

4) Bu isyanların bölgesel ve küresel sponsorları da bu durumdan çok fazla rahatsız olmadılar.

5) İsyanların sadece yerel unsurlarla başarıya ulaşması mümkün olmadığı için dünyanın dört bir tarafından gönüllüler uluslarötesi şebekeler aracılığıyla Irak ve Suriye’ye taşındı.

6) Böylece bu yerel isyanlara ciddi bir küresel aşı yapılmış oldu ve bunun sonucunda IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) örneğinde görüldüğü gibi yeni tür bölgesel yapılanmalar ortaya çıktı.

7) Son derece karmaşık bu jeostratejik ortamda IŞİD devlet kurduğunu ilan edip liderlerini de halife olarak sunabildi.

Bu olayın burda kalmayacağı ve bölgeyi, dolayısıyla zaten bir şekilde bu işlere bulaşmış olan Türkiye’yi daha fazla istikrarsızlaştıracağı açıktır. IŞİD, yeni adıyla İD’in (İslam Devleti) kalıcı olamayacağı kesin ama onun tüm bölgeye taşımış olduğu katı, acımasız İslam yorumunun, mezhep çatışmasının, vahşetin kalıcı olacağı da muhakkak.

Kısacası durumu şöyle özetleyebiliriz: İD’in var kalabilmesi çok zor, ama onun tam anlamıyla yok edilmesi çok daha zor. O yok edilemediği müddetçe bölgede (dolayısıyla Türkiye’de) istikrara kavuşmak da imkansız olacaktır.

Yazının devamı...

IŞİD: Hem bölgesel, hem küresel; hem El Kaide, hem Taliban

Musul’u ele geçirerek tüm dikkatleri üzerine çekmiş olan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti-yeni adıyla İD, yani sadece İslam Devleti) Haziran ayı sonunda Irak ve Suriye’den bazı bölgeleri kapsayan bir hilafet devleti kurduğunu, liderleri Ebubekir el Bağdadi’nin halife olduğunu ve tüm dünya Müslümanlarının ona biat etmesi gerektiğinin açıkladı.

İD’in denetimindeki sosyal medya hesaplarından, dünyanın dört bir tarafından, bazı radikal İslami grupları temsil ettikleri iddia edilen, genellikle yüzleri kapalı bazı kişilerin biat haberleri veriliyor ancak bu davete ciddi manada icabet edilmediğini biliyoruz.

El Kaide tedirgin

Zaten genel olarak baktığımızda bu hilafet ilanının ne uluslararası, ne de özel olarak İslami kamuoyunda çok fazla yankı bulmadığını görüyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla geçici bir durumun söz konusu olduğu, çok geçmeden, küresel güçlerin bölge aktörlerini de yanına alarak İD’i tasfiye edeceği düşünülüyor. Tabii böyle bir manevranın başarılabilmesi için Irak ve Suriye’de Sünni toplulukların bir başka şekilde taleplerinin yerine getirilmesi gerekiyor ki bunun nasıl becerilebileceği bir muamma.

İD’in adımlarını en yakından ve kaygıyla takip etmede birinci sırayı El Kaide merkezi alıyor. Örneğin hilafet ilanına ilk andan itibaren “küresel cihada karşı darbe girişimi” olarak karşı çıkıldı. Ebubekir el Bağdadi’nin bir zamanlar Amerikalılar tarafından tutuklanmış olması ve salıverildiği 2004 Aralık ayından bu yana herhangi bir görüntüsünün ortaya çıkmamasından hareketle hilafet ilanının ardında gerçekte kimin olduğunun bilinmediği vurgulanarak bir şaibe yaratılmak istendi.

Gerçek adı İbrahim Avvad İbrahim Ali Muhammed el Bedri olan, ilahiyat doktorası yapmış olduğu söylenen Ebubekir el Bağdadi’nin geçtiğimiz Cuma günü Musul’da bir camide hutbe verip namaz kıldırmasının ve bunun son derece profesyonelce yapılmış kayıtlarının youtube üzerinden dolaşıma sokulmasını bu tür söylentileri bertaraf etme niyetiyle açıklayabiliriz.

Yeni Taliban mı?

Uzun zamandır IŞİD/İD’in El Kaide ile ilgi ve ilişkisi tartışılıyor. Cuma hutbesinde siyah cübbesi ve siyah sarığıyla el Bağdadi, ne Usame bin Ladin, ne de onun yerini alan Eymen el Zavahiri’ye benziyor. Onlardan çok, Suriye’de sık sık çatıştıkları Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrallah’ı andırdığı yorumları yapılıyor. (Yeminli bir Şiilik düşmanı için hiç de hoş bir benzetme olmadığı muhakkak.)

Tabii bir de, ne zamandır ortalıkta gözükmeyen Afganistan’da Taliban’ın eski emiri Molla Muhammed Ömer var. Taliban konusunda en yetkin isim olan Pakistanlı gazeteci Ahmed Raşid, hilafet ilanından sonra kaleme aldığı bir yorumda İD’i El Kaide’ye benzetmenin doğru olmadığını, Irak ve Suriye’de yeni bir Taliban rejiminin temellerinin atıldığını ileri sürdü; tabii İD’in Taliban ve El Kaide’nin çok ötesinde ve acımasız bir Şii düşmanı olduğunun altını çizmeyi ihmal etmedi. (http://www.nybooks.com/blogs/nyrblog/2014/jul/02/iraqs-new-taliban/ )

El Kaide’nin en büyük açmazı taraftarlarına elle tutulur kazanımlar sunamamasıydı, İD ise onlara bir İslam devleti, hatta daha fazlasını hilafeti sunarak bir adım öne geçmiş görünüyor. Ama İD’in ve El Bağdadi’nin en büyük hülyalarının, Irak ve Suriye’deki bu devleti sağlama aldıktan sonra (belki de bu sürece paralel olarak) küresel cihadın liderliğini ele geçirmek olduğu aşikâr. Dolayısıyla İD’i, ne El Kaide ne Taliban, hem El Kaide hem Taliban olarak görmek daha makul olabilir.

Bir not: Afganistan’da Taliban bünyesinde sadece Afganlılar, El Kaide’deyse yabancı gönüllüler vardı ve koordineli hareket ediyorlardı. Bugün İD bünyesinde hem yerel unsurlar (Irak ve Suriyeliler), hem yabancı gönüllüler bir arada. Yani İD bölgesel ile küresel bir tür koalisyonu.

Son söz: İD’in küresel anlamda İslamcı çevrelerde giderek artan popülaritesinden rahatsız olan El Kaide merkezinin, bunun önünü kesmek için, ne zamandır başvurmadığı türden ses getirici küresel eylemlere yönelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Yazının devamı...

Ankara bağımsız Kürdistan’dan artık neden korkmuyor?

Birçokları gibi ben de, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgal etmesiyle birlikte kuzeyde ortaya çıkan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (KBY) aslında bağımsız Kürdistan’ın ilk merhalesi olduğunu düşünüyordum. IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti-yeni adıyla sadece İD, yani İslam Devleti) Musul hamlesiyle birlikte yaşanan altüst oluşun Kürtlerde zaten varolan bağımsız devlet fikrini iyice alevlendirmiş durumda. Öyle ki 2014 yılı tamamlanmadan bağımsız Kürdistan devletiyle komşu olabiliriz.

İlginçtir, yakın bir zamana kadar Irak’ta Kürtlerin bağımsızlık ilanına ilk karşı çıkacak güç olarak Türkiye telaffuz edilirdi. Buna bağlı olarak yıllarca, Washington’un Ankara’yı bağımsız Kürdistan’a ikna etmek için açık veya örtük bir şekilde çabaladığı iddia edilirdi. Geldiğimiz noktada Ankara, Erbil’de bağımsızlık ilan edildiği takdirde tavır alacak merkezlerin en alt sıralarında yer alıyor. Bunun bir “Amerikan projesi” olduğunu sanmıyorum. Irak Kürtleriyle başta petrol anlaşmaları olmak üzere yoğun ekonomik ilişkiler de son derece önemli olmakla birlikte bu noktaya varılmasında belirleyici olmamıştır.

Öcalan’ın rolü

Ankara’nın “bağımsız Kürdistan”dan eskisi kadar rahatsız olmamasının, hatta yer yer bunu teşvik eder pozisyonlar bile alabilmesinin ardında yatan esas neden Türkiye’de Kürtler arasında bağımsız bir devlet kurma fikrinin şaşırtıcı derecede az taraftar bulmasıdır. Kürt siyasi hareketinin (KSH) bu kadar güçlü olmasına rağmen ayrı devlet fikrinin makbul olmamasının izahını da Abdullah Öcalan’da ve onun özellikle İmralı’ya hapsedildikten sonra geliştirdiği fikirlerde aramamız gerekiyor.

Hatırlıyorum, başlangıçta Öcalan’ın “ulus-devlet” fikrine eleştirel yaklaşımları bir tür takiyye olarak görülüp fazla ciddiye alınmamıştı. Fakat onun ısrarla pozisyonunu koruması, Türkiye Kürtleri için “demokratik özerklik”, bölgedeki tüm Kürtler içinse “demokratik konfederalizm” önermelerini geliştirmesiyle birlikte KSH’nin tabanında bağımsızlıkçı fikirler hızla marjinalleşti.

Öcalan bu düşünsel dönüşümü yaşamasaydı KSH bugünkü gücüne ulaşabilir miydi, bunu bilmemiz mümkün değil. Fakat eğer Öcalan ve ona paralel olarak KSH bağımsızlıkçı bir çizgide kalsaydı, Ankara’nın Irak’ta bağımsız bir Kürdistan kurulmasını engellemek için elinden geleni yapacağını kestirmek güç olmazdı.

Bundan sonra...

Gerek nüfus, gerek toplumsal, ekonomik ve kültürel düzey bakımından Kürtler için en önemli ülke hiç tartışmasız Türkiye’dir. Bu nedenle Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının ardından Türkiye’de Kürtlerin şimdiki gibi herhangi bir statüye sahip olmadan devam etmelerini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Kaldı ki, daha önce de ifade ettiğim gibi, bağımsız Kürdistan’ın kurulması, doğal olarak Türkiye’de Kürtler arasında ayrı devlet fikrinin yeniden yeşermesine de mutlaka sebep olacaktır.

Eğer Türkiye’nin bölünmesi istenmiyorsa çözüm süreci, Kürtlerin razı olacağı bir statüyü mümkün kılacak bir şekilde hızlı bir şekilde sonuçlandırılmalı; bütün bunlar yapılırken Irak, Suriye, hatta İran Kürtleri de muhakkak hesaba katılmalıdır.

Son olarak, Turgut Özal zamanından beri dile getirilen ve bugünlerde yine epey revaçta olan “Türkiye bölgede Kürtlerin hamisi olmalı” önermesini soğukkanlı bir şekilde sorgulamamız şart. Yeni tarz sömürgeci bir üslupla dile getirilen bu önermenin hiç de eşitlikçi olmadığını, kaldı ki gerçekleşmesinin de imkansız olduğunu düşünüyorum.

“Türklerin Kürtlere abilik/ablalık” yapması yerine Türkiye’deki Kürtlerin diğer ülke Kürtleriyle eşit temelde kardeşlik bağlarını güçlendirmelerini önermek çok mu zor?

Yazının devamı...

Gül’ün adı yok, kendisi var

Çok az kişi dikkat çekti ancak Başbakan Erdoğan’ın AKP’nin cumhurbaşkanı adayı olduğunun ilan edildiği törenin en ilginç yönlerinden biri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün adının anılmamasıydı. Hatta cumhurbaşkanlığı makamı bir tür “vesayetin son kalesi” olarak tarif edildi ve 10 Ağustos 2014’ten ısrarla vesayetin sonlandırılacağı tarih olarak söz edildi. Bu sırada Gül’ün bir istisna olduğu vurgulanabilirdi, yapılmadı. Bu herhalde gözden kaçmış, unutulmuş bir husus değildir.

Kendisinin, “Bu şartlar altında siyaset yapmayı düşünmüyorum” şeklindeki açıklamasını ve Erdoğan’a yakın bazı siyasetçiler ve köşe yazarlarının ondan bahsederken kullandıkları üslubu göz önüne alırsak Köşk seçimleriyle birlikte Gül’ün emekliye ayrılmasa bile kenara çekileceğini düşünebiliriz. Ama galiba öyle değil. AKP içinde Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması halinde direksiyonun başına Gül’ün geçmesini isteyenlerin sayısının tahminlerin ötesinde olduğu söyleniyor. Bu noktada, şartlar ne kadar elverişli olursa olsun Erdoğan’ın Köşk’ten parti ve hükümeti tam anlamıyla kontrol etmesinin mümkün olamayacağı ve bu yüzden AKP’nin 2015 ve sonrasındaki seçimlerde başarısız sonuçlar alabileceği kaygısı ön plana çıkmış gözüküyor.

Aralık kapı

Erdoğan’dan sonra Gül AKP’ye döner ve partinin başına geçer mi? Bunun için önce Erdoğan’ın bu yönde bir tercih yapması, Gül’ü siyasete dönmeye ikna etmek için onun yakındığı şartları değiştirmesi gerekiyor. Erdoğan’ın ilk tercihinin Gül olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Gül’ün, Erdoğan’ın fiilen başkanlık sistemine geçmesine imkan sağlayacak “düşük profilli” bir parti başkanı ve başbakan olmasını beklemek gerçekçi olmayacaktır.

Gül’ün AKP genel başkanı ve başbakan olması ve Erdoğan’ın Salı günü dile getirdiği şekilde bir cumhurbaşkanı olmaya kalkışması halinde mutlaka kriz(ler) çıkar. Ve bu hem ikisini, hem de AKP’yi ciddi olarak yaralar. Sanıyorum Gül bu kaçınılmaz gerilimi öngördüğü için “ben yokum” şeklinde özetlenebilecek açıklamayı yaptı ve Erdoğan’ın elini bir ölçüde rahatlattı.

Bu yazdıklarımdan doğal olarak Gül’ün yakın dönemde AKP’nin başına geçmesinin imkansız olduğu sonucu çıkıyor. Yine de aralık bir kapı var: Eğer 10 Ağustos’ta Erdoğan umduğunun altında bir oy alırsa, ikinci tur sonuçları ne olursa olsun, kendisinden sonra AKP’yi güçlü isimlere bırakmayı düşünecek kadar pragmatist bir siyasetçidir ve böyle bir durumda ilk akla gelecek isim de kuşkusuz Gül olacaktır.

Öcalan-Demirtaş örneği

Aslında bütün güçlü liderlerin benzer ikilemlerle karşı karşıya kaldıklarına tanık oluyoruz. Benzer bir olay Kürt siyasi hareketinde yaşandı. Abdullah Öcalan’ın KSH içindeki otoritesinin şu ya da bu şekilde gölgelenmesine tahammülü olmadığını yakın geçmişten (ilk akla gelen örnek Leyla Zana) biliyoruz. Bu nedenle Öcalan’ın HDP’nin Köşk adayı olarak, son dönemde yıldızı iyice parlayan Selahattin Demirtaş’a onay verip vermeyeceği merka konusu olmuştu, ama bir sorun çıkmadı.

Herhalde Öcalan, HDP’nin Demirtaş’la birlikte alabileceği en yüksek oyu alabileceğini birçok kişi gibi öngörmüş ve bu yüksek oy oranının devletle oturduğu müzakere masasında elini daha da kuvvetlendireceğini kavramış olmalı.

Son bir not: Sık sık Türkiye’de iktidar mücadelesinin üç ana odağının AKP hükümeti (Erdoğan), KSH (Öcalan) ve Cemaat (Fethullah Gülen) olduğunun altını çiziyorum. Bu üç hareketin de lider eksenli olduğu muhakkak. Ama her üç hareket de, liderlerin otoritelerini, kontrollü bir şekilde olsa da, başkalarıyla paylaşmasıyla ileriye doğru geliştiklerine tanık oluyoruz.

Bu açıdan bakıldığında Gülen cemaatinin AKP ve KSH’nin hayli gerisinde kaldığı aşikâr. Bunun en başta gelen nedeni, bana göre, Gülen’in Cemaat içinde sivrilme potansiyeline sahip olanları teşvik etmemesi, buna niyetlenenlerin önünü açmaması ve hatta bazılarını dışlamasıdır.

Yazının devamı...

Erdoğan’ın stratejisi: Cemaat’i karşısına, Kürtleri yanına almak

Gazeteciler, köşe yazarları seçimlerden önce tercihlerini açıkça beyan edebilirler, etmeliler mi? Tartışmalı bir konu. Amerikan basınında sadece gazeteciler değil bazı gazetelerin de tercih yapıp bunu ilan ettiklerini biliyoruz. Buna karşılık “tarafsızlık” ilkesine ortodoks bir şekilde sarılıp olabildiğince nötr yazma eğiliminin ki kendimi bu gruba koyuyorum- hâlâ egemen olduğu görülüyor. (Aslına bakılırsa taraf tutmanın alabildiğine alenileştiği ve “tarafsızlık”ın nerdeyse bir suç olarak gösterilir olduğu ülkemizde bu tartışma biraz lüks kaçabilir. Neyse!)

Zaman Gazetesi yazarı Şahin Alpay ülkemizde seçimler öncesi tercihini gecikmeksizin, sakin ve gayet medeni bir şekilde açıklayan az sayıda isimden biri. Daha önce Ekmeleddin İhsanoğlu’na desteğini açıklamış olan Alpay yakın zamanda Diyarbakır’a gitmiş ve Kürt oylarının büyük ölçüde Başbakan Erdoğan’a gideceği düşüncesine varmış ve şöyle yazmış: “Evet, çok büyük bir sürpriz olmazsa, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçileceği anlaşılıyor. Bu durumda belki Erdoğan’ın ikinci turda açık ara seçilmesindense, ilk turda az farkla seçilmesi evla olacak.” (http://www.zaman.com.tr/sahin-alpay/kurtler-niye-erdogani-sececek_2227917.html)

İlk tur mu, ikinci tur mu?

Bu akıl yürütmeyi, ilkin Erdoğan karşıtlığı üzerine bina edildiği için doğru bulmuyorum. İkinci olarak, Alpay’ın aksine Erdoğan’ın, ne kadar az farkla olursa olsun, ilk turda seçilmeyi hedeflediğini düşünüyorum. Bunu başarırsa başkanlık sistemi arzusunu gerçekleştirmesinin meşru zeminine kavuştuğuna daha fazla inanacaktır. Ve dün Vatan’da Hüseyin Yayman’ın yazdığının aksine, Erdoğan’ın ilk turda seçilmesinin çok zor olduğu kanısındayım.

Bu görüşümün önde gelen dayanağı HDP’nin beklendiği gibi Eşbaşkan Selahattin Demirtaş’ı Köşk için aday göstermesidir. Çünkü Demirtaş günümüzde sadece Kürt siyasi hareketinin (KSH) değil genel olarak Türkiye’deki siyasetin parlayan yıldızlarından biri. Onun adaylığıyla KSH, yüzde 10 barajı gibi bir dert de olmayacağı için, belki de ilk kez gerçek oy potansiyelini sandıkta ölçme imkanına kavuşmuş oluyor. Normal olarak CHP’ye oy vermeyi düşünen sola yatkın bazı seçmenlerin de İhsanoğlu’na tepki nedeniyle en azından ilk turda oy vermesi halinde Demirtaş pekala parlak bir sonuç alabilir.

Eğer HDP şu ya da bu gerekçeyle düşük profilli bir aday (ki adı bir kere telaffuz edildikten sonra Demirtaş dışındaki tüm isimler böyle algılanabilirdi) göstermiş olsaydı, HDP tabanından Erdoğan’a yöneliş beklenebilirdi. HDP seçmeninin sandığa ilgi göstermemesinin de esas olarak Erdoğan’ın lehine olacağını tahmin edebiliriz ki Demirtaş’ın ilk iki aday arasına girememesi halinde seçmenlerinin ciddi bir kısmı ikinci turda oy kullanmayabilir.

Cemaat’le savaş

Dün Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olduktan sonra yaptığı ilk konuşmanın dili, son dönemde sıkça gördüğümüz gibi açık bir şekilde dini/İslamiydi; özellikle giriş ve sonuç bölümleri. Siyasi açıdan baktığımızda “herkesin cumhurbaşkanı olma” iddiası dikkat çekmekle birlikte önceki balkon konuşmalarının akıbeti bilindiğinde bunun fazla heyecan verici olmadığı açıktı. Nitekim bir süre sonra “Paralel devlet yapılanmasına asla müsamaha göstermeyeceğiz. Ülkemizin bağımsızlığını hedef alan bu maşa örgütle en üst düzeyde mücadele etmeye devam edecek ve bu mücadeleden zerre kadar taviz vermeyeceğiz. Bu kirli yapıyı hukuk içinde tamamıyla ve hızlıca tasfiye edeceğiz” diyerek Fethullah Gülen cemaatini kapsama alanı dışında tutacağını ilan etmiş oldu.

Kürt hareketiyle barış

Erdoğan’ın, Köşk’e çıkarsa “paralel yapı” ile mücadeleyi daha da tırmandıracağını söylemesine denk önemde diğer açıklaması da şuydu: “Cumhurbaşkanlığımızda da çözüm sürecinin sekteye uğramasına asla müsaade etmeyiz, edemeyiz. Türkiye’nin çözümden, barıştan ve kardeşlikten başka hiçbir seçeneği yoktur.”

Bunda şaşıracak bir şey yok çünkü Çankaya yarışında belirleyici gücün HDP seçmeni olduğu çok net ve Alpay’ın yukarıda sözünü ettiğimiz “Kürtler niye Erdoğan’ı seçecek?” başlıklı yazısında da belirttiği gibi İhsanoğlu’nun bu kesimden oy alabilmesi çok zor gözüküyor.

O zaman geriye Gülen cemaati kalıyor. Acaba Cemaat 30 Mart’ta yapamadığını bu sefer yapıp Çankaya seçimlerinde Erdoğan’ı yenmeyi başarabilir, diğer bir deyişle İhsanoğlu’nun kazanmasını mümkün kılabilir mi?

Çok ama çok zor olduğu muhakkak ama Erdoğan’ın bu seçimden de galip çıkması halinde, çoktan baş düşman ilan etmiş olduğu Cemaat’i çok daha kötü günlerin beklediği muhakkak. Bu yüzden Cemaat’in Erdoğan’ın seçilmemesi için elinden geleni yapması beklenir.

Tabii Erdoğan’ın dün konuşmasını yaptığı sıralarda Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin twitter’dan “Oyum Erdoğan’a” açıklaması yaptığını da not düşelim.

Yazının devamı...

IŞİD’e karşı El Kaide’den medet ummak...

El Kaide’yi El Kaide yapan asıl noktanın, başta ABD’deki 11 Eylül 2001 saldırıları olmak üzere, dünyanın dört bir tarafında, Suudi Arabistan, Yemen, Endonezya, Türkiye, İngiltere, İspanya, Fas gibi birbirinden farklı yerlerde Batılı hedeflere yönelik intihar saldırıları olduğunu biliyoruz. Ancak El Kaide’nin “küresel cihat” stratejisi, ne kadar çok ses getiren eylemler düzenlenirse düzenlensin, küresel bir İslam devrimi söz konusu olamayacağı için baştan tıkanmaya mahkumdu.

Bu tıkanıklığın aşılması için de “küresel cihat”ın yerel ve bölgesel cihatlarla harmanlanması gündeme geldi. Bu açıdan Irak’ın özel bir yeri vardır. ABD’nin işgaliyle birlikte Irak El Kaide yönetimi tarafından Afganistan’ın bile yerini alabilecek yeni bir cihat alanı olarak görüldü. Bunda Ürdün asıllı Ebu Musab el Zerkavi’nin El Kaide’ye katılmasının rolü de önemliydi. Fakat Amerikan yönetiminin geliştirdiği stratejiler başarılı olup Zerkavi de öldürülünce, yapılmış olan bütün yatırımlara rağmen Irak’ın El Kaide’yi geliştirmediği, tam tersine etkisinin azalmasına yol açtığı ortaya çıktı.

Zevahiri ile yeni dönem

Usame bin Ladin’in 2011 yılının Mayıs ayının başına öldürülmesinden sonra zaten krizde olan El Kaide’yi nasıl bir geleceğin beklediği merak konusu oldu. Beklendiği gibi bin Ladin’in yerini Mısırlı doktor Eymen el Zevahiri aldı ve o da beklendiği gibi küresel cihadı geri plana itip yerel, mümkün olduğu ölçüde de bölgesel cihatları öne çıkardı. Muhakkak birçok nedeni vardır ama bana göre Zevahiri’nin bu tercihinde, kendisinin yıllarca Mısır’da rejime karşı savaşmış olması belirleyici olmuştur. Usame bin Ladin ise “cihad”ı ilk olarak kendi ülkesinde değil de uzaklarda, Afganistan’da yaşamış olduğu için uluslarötesi/küresel perspektiflere daha yatkındı.

Yeni dönemde El Kaide’nin Afrika’ya özel önem verdiğini ve zaten ayakta durmakta zorlanan devletleri tehdit ettiğini gördük. Başta Afganistan ve Pakistan olmak üzere Asya’da etkili olmayan devam eden El Kaide’nin önünün iyice açılması Suriye’deki iç savaşla mümkün oldu. Beşar Esad rejimini Özgür Suriye Ordusu ile devirmenin mümkün olmadığını hemen anlayan Suriye muhalefetinin uluslararası destekçileri El Kaide ile bir şekilde bağlantılı yapıların burada kök salmasının zeminini birçok yönüyle hazırladılar. Suriye’deki elverişli ortam El Kaide’nin Irak’taki krizini aşmasına da yardımcı oldu.

IŞİD’in El Kaide’den kopması

Daha önceki bazı yazılarımda, El Kaide’nin küresel olanı tamamen iptal edip yerel ve bölgesel cihatlara yoğunlaşmasının kendi geleceği için iyi olmayacağını ileri sürmüştüm. Hâlâ aynı görüşteyim. Suriye’de, Irak’ta, özel olarak da Musul’da yaşananların da beni tekzip ettiğini sanmıyorum. Öncelikle şunu hatırlayalım: Irak ve Suriye’de inisiyatifi büyük ölçüde elinde tutan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) bir süredir El Kaide merkezinden kopmuş durumda, hatta El Kaide’nin Suriye’deki temsilcisi Nusra Cephesi ile sık sık çatışıyor.

Bu olay bize, yerel ve bölgesel cihatları önceliyor olmasının El Kaide’nin bunları tamamen denetim altında tutacağı anlamına gelmediğini gösteriyor. Eğer Zevahiri, aynı zamanda El Kaide’nin adını küresel planda hep gündemde tutacak faaliyetler yürütebilmiş olsaydı örneğin Irak ve Suriye’de de direksiyonun başında olabilirdi. Ama IŞİD yöneticileri bir aşamadan sonra “savaşan biziz, yöneten de biz olmalıyız” demiş ve muhtemelen Afganistan veya Pakistan’ın dağlarında yaşayan El Kaide yöneticileriyle yollarını ayırmış olmalılar.

Ya yeniden anlaşırlarsa?

Şu günlerde Musul nedeniyle İslam dünyasında IŞİD’in popülaritesi yükselirken El Kaide’nin düşüyor. Bu arada garip olaylar da yaşanıyor: İslamcı gençlerin hızla IŞİD’e yöneldiği Ürdün’de hükümet, El Kaide’ye yakın iki din adamını, El Makdisi ve Ebu Katada’yı tahliye etti, zira bu iki isim de IŞİD’i sert bir şekilde eleştiriyorlar. Dün “radikal” olduğu düşünülen İslamcılara karşı “ılımlı” görülen İslamcılar destekleniyordu. Bugünse “en radikal” görünenlere (mesela IŞİD) karşı onların yanında “ılımlı” kaçan radikallerden medet umulabiliyor.

Dünkü yol da yanlıştı, bugünkü de. Her şey bir yana, bugün birbirleriyle çatışan bu iki yapı, yani IŞİD ile El Kaide merkezi, aralarındaki sorunları aşıp güçlerini birleştirebilirler. Çünkü eninde sonunda IŞİD de El Kaide perspektifine sahip, ondan doğmuş bir örgüt.

Bu noktada ciddi bir pürüz var: Dün IŞİD adını sadece İslam Devleti olarak değiştirdi ve lideri Ebubekir el Bağdadi de halifeliğini ilan etti. El Kaide yönetiminin bu devleti tanıyıp el Bağdadi’ye biat etmesi kuşkusuz beklenemez. Ancak, örneğin IŞİD’in Irak ve buna bağlı olarak Suriye’deki gücünü kırmak için uluslararası bir koalisyon oluşturulursa, El Kaide bunda yer alanlara küresel alanda saldırılar yöneltebilir, bu da iki grup arasındaki mesafeyi hızla kapatabilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.