Şampiy10
Magazin
Gündem

AKP’nin kapatılma kararının erken ilanı

Normal olarak beklenen şuydu: Anayasa Mahkemesi, CHP’nin türban düzenlemesiyle ilgili başvurusunu dünkü gibi, esastan kabul edecek, yani düzenlemeyi laikliğe aykırı bularak yok hükmünde sayacak; ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı bu kararı temel alarak AKP’ye kapatma davası açacaktı. Ancak Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya daha Yüce Mahkeme türbanı görüşmeye başlayamadan davayı açınca bütün hesaplar bozuldu.

Başlangıçta “yok hükmü” kararı çıkma olasılığı hep yüksekti. Ancak AKP davasında “üçüncü yol” tartışmalarına paralel olarak Mahkeme’nin türbanda da bir “ara formül” arayışına gideceği yolunda söylentiler Ankara kulislerinde yaygınlaştı. Deniyordu ki “üyelerin çoğu, AKP davası sürerken bu kadar sert ve 367 kararını andıracak şekilde yetkilerinin sınırlarını zorlayacak bir adım atmaktan kaçınacaklardır.”

“Ara formül” ise CHP başvurusunun yorumlu bir şekilde reddedilmesi olarak tarif ediliyordu. Yani Yüce Mahkeme “evet bu düzenlemelere bir itirazımız yok” diye karar alacak, ama gerekçelerinde “bu karar üniversitelerdeki türban yasağının kalktığı anlamına gelmez” diye aslında hiçbir şeyin değişmediğini vurgulayacaktı.

Siyasi sonuçlar

Ama olmadı. Mahkeme’nin 9 üyesi AKP, MHP ve DTP’li milletvekillerinin bu düzenlemeyle laikliğe aykırı hareket ettiklerine karar verdi. Bu kararın rejim için tarihi bir öneme sahip olduğu açıktır. Kararın hukuki boyutunu tartışmayı konunun uzmanlarına bırakarak muhtemel siyasi sonuçlarına bakacak olursak:

1) Türban yasağının çok uzun bir süre için kaldırılma ihtimali kesin bir şekilde rafa kaldırılmış oldu;

2) Her ne kadar denemeyeceğini söylemiş olsa da, AKP’nin siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıracak bazı Anayasa değişikliklerine gitme şansı tamamen elinden alınmış oldu;

3) Mahkeme’nin AKP hakkındaki kararı da büyük ölçüde netleşmiş oldu.

Kimileri Mahkeme’nin türban kararının AKP davasına hiçbir etkisi olmayacağını söylerken kimileri tam tersini iddia ediyordu. Dava açıldığı andan itibaren AKP’nin kapatılma ihtimalini “yüzde 100” olarak gördüğüm için birinci grupta yer alıyordum. Bununla birlikte “yok hükmünde” kararının AKP’nin kapatılmasının “erken ilanı” olacağını söylüyordum.

Muhalefet yargıya havale

Anayasa Mahkemesi türban düzenlemesini iptal etti, yakında muhtemelen AKP’yi de kapatacak ancak Türkiye demokratik bir ülke olma iddiasını koruyacaksa parlamenter sistem devam edecek. Nitekim AKP lideri Erdoğan sürekli olarak “yola devam” edeceklerini söylüyor. Yani parti kapatılsa, o ve bazı arkadaşları yasaklı ilan edilse bile AKP’li milletvekilleri yeni partilerinde yine TBMM’de çoğunluğu oluşturacak, Erdoğan’ın işaret ettiği bir isimin başbakanlığında yine tek başlarına hükümet kuracaklar. Hatta Erdoğan ve diğer yasaklılar ilk fırsatta, bağımsız olarak yine TBMM’ye ve hatta hükümete girebilecekler.

Kısacası nasıl Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı AKP ve Erdoğan’a karşı sahici alternatifler çıkmasına katkıda bulunamadıysa; hatta tam tersine bunu engellediyse dünkü türban ve yarınki AKP kararlarının da benzer siyasi sonuçlara yol açacak olması kuvvetle muhtemeldir.

Bazıları “gerekirse yeni parti de kapatılır” diyeceklerdir. Doğru, bu ülkede parti kapatılmasına çok alıştık. Ancak muhalefet görevini yargı organlarına havale ederek cumhuriyet, laiklik ve demokrasinin korunamadığını da bir an önce görmek gerekiyor.

Son olarak: AKP-MHP türban düzenlemesinin bu yasağı kaldırmasının hiçbir şekilde mümkün olmadığını; böylelikle sorunun çözülmeyip tam tersine daha da derinleşeceğini ve başörtülü öğrencilerin yine hayal kırıklığına uğrayacağını defalarca yazmış biri olarak iktidar partisinin beceriksizlik ve öngörüsüzlüğünün faturasının bir kez daha esas olarak başörtülü öğrencilere ödetiliyor olması çok üzüntü verici.

Yazının devamı...

Kim daha az kim daha çok kaybedecek?

Ne zamandır şu soru soruluyor: AKP’ye karşı kapatma davasının sonucunda kim kazanacak, kim kaybedecek? Eğer AKP’nin kapatılmama ihtimali olsaydı bu soru anlamlı olabilirdi. Zira kapatılmaması durumunda AKP çok ama çok şey kazanmış olacaktı. Öyle ki Başbakan Erdoğan’a yakın bir ismin tabiriyle “AKP’yi en az 10 yıl hiç kimse tutamayacak”tı. Çünkü AKP’ye karşı muhalefet esas olarak laiklik ekseninden yürütülüyor. Yüce Mahkeme’nin AKP’nin “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olma suçlamasını düşürmesi durumunda bütün bu muhalefetin açığa düşeceği ve iktidar partisinin (tabii bu arada lideri Erdoğan’ın) önünde çok geniş bir meşruiyet alanı açılacağı kesindir.
Ne var ki, eldeki veriler ışığında baktığımda AKP’nin kapatılması dışında bir seçeneğin mümkün olmadığını görüyorum. Bununla birlikte AKP’nin kapatılmasını dört gözle bekleyen kişi ve çevrelerin de böylesi bir gelişmeden hiçbir şekilde nasiplenemeyeceklerini ve hatta onların da belli ölçüde kayıplarının olacağını tahmin ediyorum. Kısacası kapatma sonucunda kimse kazanamayacak, herkes kaybedecek.

Kapatma sonrası senaryolar

Neden hiç kazançları olmayacak? Öncelikle AKP’nin kapatılmasını arzulayan kişi ve çevrelerin görülen ve sanılanın ötesinde daha kalabalık olduğunu kabullenmeliyiz. Özellikle “Tabii demokrasilerde parti kapatma olmamalı ama kimse de mevcut hukuki sürece müdahale etmemeli” diyenlerin büyük bir çoğunluğunun AKP’nin kapatılmasını şevkle beklediğini akılda tutmalıyız. Öte yandan dava konusunda sessiz kalan ve hatta “AKP kapatılmamalı” diye resmi demeçler veren bazı dış güçlerin de kapatılmanın kendi çıkarlarına daha uygun olduğuna inandıklarını biliyorum.
Peki AKP kapatılsa bile neden hiçbir kazançları olmayacak? Çünkü bu çevrelerin kapatılma sonrasına yönelik herhangi bir plan veya hazırlıkları görülmüyor. İlk akla gelen ve en muhtemel senaryoya bakalım: Yasak gelmeyen AKP’li milletvekilleri, Erdoğan’ın işaret edeceği bir genel başkanın öncülüğünde yeni bir parti kuracak ve yine tek başına iktidara gelecek. İlk fırsatta Erdoğan ve diğer yasaklılardan bazıları bağımsız milletvekili seçilerek TBMM’ye dönecek; bazıları kabineye de girecek, hatta Erdoğan yeniden başbakan bile olabilecek. Bu arada yeni parti ara ve yerel seçimlerde (belki de erken genel seçimde) yine mağduriyeti ön plana çıkartıp daha fazla oy alacak...

Bu senaryonun detayları hakkında tartışabiliriz ancak kapatma sonrası AKP’nin bölünüp parçalanacağı; AKP’ye ve Erdoğan’a alternatif olabilecek bir parti ve liderin çıkacağı yolunda herhangi bir işaret görmüyoruz. Bu da AKP’lilerin önümüzdeki dönemde de hükümeti ve belediyelerin çoğunu kontrol etmeye devam edecekleri anlamına geliyor. Görüldüğü gibi AKP’nin kapatılmasını arzu edenlerin kısa ve orta vadede bir şeyler kazanabilmeleri pek mümkün görünmüyor. Uzun vadedeyse durumlarının daha da vahim olduğu söylenebilir.
AKP’liler kapatma davası açıldığından beri bunun ekonomiyi nasıl olumsuz etkilediğini ve kapatma olursa işlerin nasıl daha da kötüye gideceğini anlatıp duruyorlar. Onların abarttığı kadar bir durum olmadığını düşünmekle birlikte davanın, zaten son dönemde iyi gitmeyen ekonomiyi daha da kötüleştirdiği ve kötüleştireceği bir gerçek.

Kim ne kadar kaybeder?

Rakiplerinin kazanmayacak, hatta kaybedecek olması AKP’nin de kazanacağı anlamına gelmiyor. Bir kere bunca yılda oluşturdukları AKP kurumsal kimliği (partinin adı, amblemi vs.) buhar olacak. Partinin mal varlığına Hazine el koyacak. Bütün örgütlenmelerin yerine yenilerinin ve üstelik belli oranda yeni isimlerle konulması gerekecek. En önemlisi Erdoğan en azından bir süre için hareketin yasal lideri olamayacak. Bugün bile hükümeti, TBMM Grubu’nu ve parti teşkilatını yönetip kontrol etmekte epey zorlanan Erdoğan’ın perde arkasından bu derece zor işlerin altından kalkmasını beklemek hiç gerçekçi olmaz.
Erdoğan yerine ya Ali Babacan gibi “teknik”, ya da Mehmet Ali Şahin gibi “politik” birini yeni partinin başına atayacaktır ki bu profillerin her biri bir dizi dezavantajı da beraberinde getirecektir. Erdoğan’ın aktif şekilde varolmaması nedeniyle yeni parti içinde iktidar kavgalarının daha yoğun ve daha sert geçeceğini öngörebiliriz. Bu arada partinin kapatılması arifesi veya hemen sonrasında bazı fireler olabilir ve bunların her biri psikolojik olarak taban ve tavanda olumsuz etki yaratacaktır.
Kimsenin kazanmayacağının anlaşıldığı bir durumda taraflar kendi kayıplarını en azda, rakiplerinkini de en çokta tutabilmek için yoğun gayret sarfediyorlar. Örneğin bir AKP kurmayı bana “Bizi kapatırlarsa biz 10 kaybedeceğiz, ama onlar da 90 kaybedecek” demiş ve şöyle devam etmişti: “İşte günlerdir kendilerine bunu anlatıyoruz. Sonunda ikna olacaklar ve parti kapatılmayacak.”

Kendisine iki nedenle katılmıyorum:
1) Herkesin kaybedeceği kesin ama bu “10’a 90” gibi dengesiz bir dağılımla olmaz. Olsa olsa “50’ye 50” olur.
2) Rakamlar ne olursa olsun böyle bir iknanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Ok yaydan çıktı bir kere.
Son söz olarak: Bu dava sonucunda hepimiz, hep birlikte kaybedeceğiz.

Yazının devamı...

Kriz o kadar derin ki söz tükendi

İnsanın aklı almıyor: Bu kadar vahim bir siyasi krizin içinden geçen bir ülkede siyaset nasıl olur da bu kadar dibe vurabilir? Baksanıza Ankara’da yaprak kımıldamıyor. Örneğin Başbakan Erdoğan geçen hafta GAP Eylem Planı için Diyarbakır’a girip TBMM Grubu’nu toplamamıştı. Dün de milletvekilleriyle hafta sonu Kızılcahamam’da olduğu gerekçesiyle Grup toplantısını yine iptal etti. Peki “Kızılcahamam’da ne demişti?” diye sorulacak olursa akılda kalan tek cümle “Durmak yok, yola devam”dı. Dün DTP Genel Başkanı Emine Ayna’nın uçağı rötar yaptığı için bu partinin milletvekilleri de toplanamadı. Bu nedenle parti içindeki “şahinler-güvercinler” çatışmasının hangi aşamaya geldiği yolunda nabız tutma imkanından mahrum kaldık.

CHP lideri Baykal da, Önder Sav’ın savlarının asılsız çıkması nedeniyle eski havasında değildi. Bir de bunlara CHP-Kanaltürk ilişkisi üzerine yeni yayınlanan (veya basına yeni servis edilen) belgeler eklenmişti. Baykal yine de Başbakan Erdoğan’a tehditvari bazı şifreli mesajlar yollamaktan geri kalmadı. CHP Lideri’nin şu ana kadar gündeme gelmemiş bazı yolsuzluk iddialarını ima ettiğini düşünebiliriz, ancak son Sav olayından sonra CHP ve Baykal’ın inandırıcılığı ciddi oranda zayıflamış durumda.

Salı günleri TBMM’de ilk konuşmayı MHP Lideri Bahçeli yapar. Kendisini aylardır izliyorum ve dile getirdiği birçok siyasi görüşe hiç ama hiç katılmasam da konuşmalarına gösterdiği özeni, olaylara sistematik ve analitik yaklaşımını genel olarak takdir ediyorum. Ama dün öncekilerden farklı bir Bahçeli vardı. Daha tutuktu, daha az mesaj verdi. Kuşkusuz bunda, Sav olayında CHP’ye destek vermiş olmalarının burukluğunun da etkisi olmuştur.

Ama esas sorun galiba şu: Türkiye’de artık söz tükendi. Herkes nefeslerini tutmuş Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinin vereceği kararı bekliyor. Kimse konuşmuyor çünkü bundan böyle edilecek sözlerin, atılacak adımların 11 yargıcın kararında etkili olamayacağı kanısı epey yaygın.

Dün AKP kulislerinde birçok milletvekiliyle sohbet etme imkanı buldum. Çok azı pozitifti. Büyük bir çoğunluğu partilerinin kapatılmasının ülkeye getireceği zararları (çoğunlukla ekonomiye vurgu yapıyorlar) sıralayıp Yüce Mahkeme’nin bunları herhalde hesaplayacağı temennilerini dile getirdiler. İçlerinden bir tanesi çok iddialı konuştu: “Eğer kapatma kararı çıkarsa, bu Menderes ve arkadaşlarının idam kararından daha vahim sonuçlara yol açar ve vebali ondan da büyük olur.”

AKP kapatılırsa ne olur? Birçok kez yazdım. Kesinlikle arzu etmiyorum, bunun Türk demokrasisine ve ülkeye zarar vereceğine inanıyorum ama AKP’nin kapatılacağını düşünüyorum. O zaman “peki AKP kapatılırsa ne olur?” sorusu karşımıza çıkıyor. Buna yanıt bulmak için son Sav olayına yakından bakmak işimizi kolaylaştırabilir.

Hatırlayalım: CHP Lideri Deniz Baykal, geçen hafta bugün, tek kelimeyle “tarihi” bir konuşma yaptı. Haber kanallarının canlı yayınladığı bu konuşmada hükümetin, ana muhalefet partisinde kanun dışı dinleme yaptığını ve bu yolla elde ettiği bilgileri yandaş medyaya servis ettiğini söyledi. “İddia etti” demiyorum, çünkü kendinden çok ama çok emindi. Baykal’a inanan medyanın ABD’deki Watergate Skandalı’na benzettiği olayın doğru çıkması durumunda hükümetin epey sarsılacağı kesindi.

Ertesi gün bu konularda uzman bir dostumu aradım ve kendisine Baykal’ın genellikle doğru kabul edilen açıklamalarını sordum. Bana kesin bir şekilde Baykal’ı inandırıcı bulmadığını söyledi ve şu noktaları vurguladı:

1) Daha önce yapılan ve youtube’a yüklenen, bazı subaylar, bir savcı ve eski YÖK Başkanı’nın “ortam dinlemeleri”nin ardında örgütlü bir yapı var. Ama burda aynı şey söz konusu değil.

2) Çünkü Sav’ın valiyle konuşması, öncekilere kıyaslanmayacak ölçüde sıradan.

3) Hükümet gerçekten CHP’yi dinletiyorsa bunu, bu kadar basit bir olayla deşifre etmezdi.

4) Diyelim ki böyle oldu, sızdırma Vakit’e değil, merkezde bir yayın organına yapılırdı.

Uzman dostuma “peki ne olmuş olabilir?” diye sorduğumda, “herhalde Sav, telefonunu açık bırakmış” gibi inanılması güç izahta bulundu. Ben de NTV’de Mirgün Cabas’la yaptığımız “Yazı İşleri” programında, bu olayın hiç de iddia edildiği gibi çıkmayabileceğini ve hal böyle olursa, dinleme konusundaki bütün vahim iddiaların da karambole gidebileceğini söyledim. Bunun böyle olduğunun anlaşılması için de bir hafta bile geçmedi. CHP’nin böylesine hassas bir konuda sergilediği acelecilik, acemilik ve sorumsuzluk ortada. AKP kapatılırsa MHP, DTP ve diğer partilerin oyları ne olur, bilmem ama, CHP’nin böylesi bir gelişmeden hiçbir şekilde istifade edemeyeceğini düşünüyorum.

Özetle: Baykal’ın yerinde olsam AKP’nin kapatılmaması için elimden geleni yapardım.

Yazının devamı...

Hem GAP Eylem Planı hem yerel seçimler için start verdi

Başbakan yardımcıları dahil 12 bakan, 50’yi aşkın milletvekili, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu dahil onlarca meslek odası yöneticisi, valiler, yüksek mülki amirler, belediye başkanları, hemen hemen her gazete ve yayın kuruluşundan temsilciler ve vatandaşlar... Tümümüz dün Diyarbakır Ziya Gökalp Spor Salonu’nda tam 100 dakika boyunca Başbakan Erdoğan’ı dinledik. Konuşması bitince, toplantı da, yaygın deyişle “hükümetin büyük Güneydoğu çıkartması” da bitti.

“Nasıl buldun?” diye soran AKP’lileri “geçen seçimlerde İstasyon Meydanı’ndaki miting gibi” diye cevapladım. Yer yer Salı günleri TBMM’de yapılan grup toplantılarını çağrıştırdığını da ekledim. Bunun üzerine “başka ne olabilirdi ki!” diyenler oldu. Onlara da “En azından GAP Eylem Planı’nın gerçek sahibi olan Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, ayrıca bir bölge milletvekili ve bir meslek kuruluşu temsilcisi de konuşabilirdi” dedim. “Güneydoğu’nun makus kaderi”ni kırmayı hedefleyen, “bölge için bir milat” olacağı ilan edilen bir planın, farklı kişilerin katkıda bulunacağı, bir tür forumla kamuoyuna duyurulmasını beklediğimi söylediğimde bir bölge milletvekili, “o tartışmalar aylardır en geniş katılımla yapıldı zaten. Bu plan da onların ışığında hazırlandı” şeklinde bir açıklama yaptı. Herhalde söyledikleri doğrudur. Ancak ilan edildiğinde büyük heyecan yaratan dünkü faaliyetin Erdoğan’la başlayıp Erdoğan’la bitmesini yadırgamayı sürdürüyorum.

Hangi Erdoğan?

Peki Erdoğan 100 dakika boyunca nasıldı, ne anlattı? Bu sorunun cevabını, konuşmasının en son bölümünden hareketle vermeye çalışayım. AKP lideri, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in, “bir başbakan gibi değil bir parti lideri olarak davet ediyor” gerekçesiyle toplantıya gelmemesinden rahatsızlık duyduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Benim iki sıfatım var: Hem AK Parti’nin Genel Başkanıyım, hem de herkesin Başbakanıyım.” Dün Başbakan Erdoğan’ın daha baskın çıkmasını bekliyordum, tam tersi oldu, sık sık AKP lideri Erdoğan’ı dinledik. Yani konuşmasında GAP Eylem Planı’ndan ziyade genel olarak hükümetin icraatı ve Güneydoğu sorunuyla ilgili siyasi değerlendirmeler öne çıktı.

Neden böyle olduğunu kestirebiliriz. Ne zamandır AKP GAP’a yeniden hız vermeyi dillendiriyor, DTP’liler de buna karşılık olarak “sorun sadece ekonomik değil, kültürel, siyasi boyutları gizlenemez” diye itiraz ediyorlar. Anlaşılan Erdoğan dün “Kürt sorununun üstünü ekonomik paket söylemiyle örtüyor” demesinler diye siyasi mesajlar vermeye özen gösterdi. Son yıllarda Güneydoğu’da yapmış olduğu konuşmaların çoğunu izleyen, dolayısıyla AKP liderinin Kürt sorunu hakkında istikrarlı ve tutarlı bir çizgi izlediğini bilen biri olarak kendisinde herhangi bir sapma görmedim. Peki bu bölge halkının aklını ve gönlünü kazanmada yeterli mi? Emin değilim. Çünkü Erdoğan Kürt sorununun kalıcı çözümü konusunda somut, makul ve ikna edici öneriler getirmiyor, belki de getiremiyor. Dün de geçmişin bazı reformlarına atıfta bulunmaya ek olarak TRT’nin bir kanalının tamamen bölge dillerine tahsis edileceğini söylemekten başka bir vaatte bulunamadı ki bunu da zaten aylar önce ilan etmişti.

Buraya kadar yazdıklarımdan GAP Eylem Planı’nı küçümsediğim sanılmasın. Tam tersine çok önemsiyorum. Çünkü bölgede görüştüğüm ve değerlendirmelerine güvendiğim çok sayıda kişi, bu sefer, değişik iktidarlar tarafından açılan ve her biri fos çıkan “ekonomik paket”lerden farklı bir olayın söz konusu olduğuna inanıyorlar. Ancak onlar da Başbakan’ın dünkü sunumunun kendilerinde hayal kırıklığı yarattığını belirtiyorlar.

O zaman şu soruyu sorabiliriz? AKP lideri neden elindeki bu denli cazip malzemeyi öne çıkartmak yerine daha önce de sık sık dinlediğimiz türden bir konuşma yaptı? Bu soruyu cevaplarken iki noktanın altını çizmek şart:

1) AKP’lilerin kapatma davasına karşı kullandıkları argümanların başında “Biz gidersek Güneydoğu DTP’ye kalır” uyarısı geliyor. Yani Erdoğan bölgenin en etkili siyasi gücü olduğu iddiasında ısrarlı olmak zorunda.

2) Erdoğan uzun zamandır Diyarbakır ve ek olarak Batman belediyelerini kazanmak istiyor. 22 Temmuz’un hemen ardından bunu alenen ilan etmiş olması DTP’lilerle fazladan gerginlik konusu olmuştu.

Sonuç olarak AKP liderinin dün Diyarbakır’da sadece GAP Eylem Planı’nın değil önümüzdeki yerel seçimlerin de startını verdiğini söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

MHP AKP’ye komplo mu kuruyor?

Geçen yıl Ağustos ayının sonlarında dört gün Ankara’da kalmış ve izlenimlerimi 1 Eylül günü “MHP’nin soluğu AKP’nin ensesinde” başlıklı yazıda kaleme almıştım. Burada AKP’nin birçok kurmayının sohbetlerimizde sözü kısa sürede MHP ve Bahçeli’ye getirip, bu partinin izlediği stratejiden takdirle ama aynı zamanda endişeyle söz ettiklerini belirtmiş ve bunlardan birinin şu sözlerini aktarmıştım: “MHP çok iyi gidiyor. Anlaşılan işimiz çok zor.” Bir başkasıysa “Şaşırtıcı bir şekilde başarılılar, daha şimdiden bizden birkaç puan kazanmış olabilirler” demişti.

Aradan daha bir yıl geçmeden AKP’lilerin ve bu partiye yakın isimlerin MHP’den ciddi olarak kaygılandıklarını ve hatta ondan korktuklarını görüyoruz. Bu noktada MHP’nin türban konusunda AKP’ye vermiş olduğu desteğin dönüm noktası olduğu açıktır.

Şöyle ki, başlangıçta AKP çevreleri MHP’nin açık kartıyla mest oldular ve gerçek anlamda “toplumsal mutabakat” aramaları gerektiği uyarılarına kulak tıkadılar. AKP ile MHP’nin, DTP desteği de alan Anayasa değişikliklerinin akıbeti ortada. Üstelik bu adımın AKP’ye açılan kapatma davasının temel tetikleyicisi olduğu da çoğunluk tarafından kabul ediliyor.

Bölükbaşı’nın suçu

İşte bu noktada bazı AKP’liler “MHP bizi tuzağa düşürdü” diye itiraf bile edebiliyorlar. Bir de sorumlu bulmuşlar: Diplomat kökenli MHP Ankara Milletvekili Deniz Bölükbaşı. Kanıtları da Balçiçek Pamir’in 8 Mayıs günü Habertürk’te yazdıkları. Pamir’e göre Bölükbaşı bir gece sofrasında ağzından “MHP’nin türban çıkışı tamamen benim fikrim. Olaylar güzel gelişti. Parti kapanacak! Zaten amacım partinin kapatılmasıydı” diye kaçırmış. Bu iddiaları Bölükbaşı’ya sormuştum, o da bana hemen Pamir’in söz konusu yazısını çıkartıp, en baştaki “Ankara dedikodusu”nu göstermişti: “AKP kapatılırsa Başbakan Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için bağımsız aday olacak mı?” Ardından bana şu soruyu yöneltti: “Böyle bir şey yazan birinin inandırıcılığı olabilir mi Allah aşkına?”

AKP’liler Bölükbaşı ile birlikte, milletvekili olmayan eski bir yüksek bürokratın da MHP lideri Bahçeli’nin iktidar partisine karşı stratejisini belirlediğini kulislerde fısıldıyorlar. Yakında bu isim etrafında üretilmiş komplo teorilerini de AKP yanlısı bir gazetede görürsek şaşırmayalım.

“Dönüm noktası türban” dedim ancak AKP’de MHP’ye yönelik kızgınlığın açıklanamayan esas nedeni Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Çünkü Erdoğan’ın Gül’ün yerine Vecdi Gönül gibi “sorun çıkartmayacak” bir ismi düşündüğü, Bahçeli’nin “oturumlara katılacağız” açıklamasıyla bu planı bozmuş olduğu artık netleşmiş sayılır. Dolayısıyla Erdoğan’a yakın isimler “başımıza ne geliyorsa Gül’ün Çankaya’ya çıkması yüzünden” diye düşünüyor ve bu nedenle MHP’ye kızıyorlar.

Komplo olsa ne olur?

MHP hakkında komplo teorileri üreten AKP’lilerin hatalarını şöyle sıralayabiliriz:

1) Bahçeli’yi danışmanlarının her dediğini yapan biri olarak tasvir edip onun gücünü ve liderlik kapasitesini görmezden geliyorlar;

2) “Devletin bekası” kaygısının, MHP’nin illa devletin bazı kurumlarıyla gizli kapaklı ilişkiler yürüttüğü anlamına gelmeyeceğini anlamıyorlar;

3) Seçimden bu yana geçen sürede MHP’nin oldukça istikrarlı bir çizgi izlediğini, yalpayan tarafınsa AKP olduğunu görmüyorlar veya görmek istemiyorlar.

Kaldı ki, MHP’nin AKP’ye karşı komplolar tezgahladığını varsaysak bile burada eleştirilecek biri varsa, o da bütün güç ve imkanlarına rağmen bu komploları kavrayamayan ve “tuzağa düşen” AKP’dir.

Son olarak, AKP çevrelerinde hakim olan bu yaklaşım nedeniyle Cumhurbaşkanı Gül’ün, Bahçeli’nin önerisine tereddütle yaklaşacağını kestirebiliriz. En azından kendisine “sakın tuzağa gelmeyin” diye yoğun uyarılar yapıldığı anlaşılıyor.

Yazının devamı...

Sihirli formül 6’ya 5 mi?

Dün sabah Ankara yolunda Başbakan Erdoğan’a yakın olduğunu bildiğim bir isimle ayaküstü sohbetimizde konu tabii ki hemen kapatma davasına geldi. Fikrimi sorduğunda “Şu an itibariyle kesinlikle kapatılacak gibi gözüküyor, ancak karar anına kadar çok şey değişebilir” cevabını verdim. O da ilk izlenimin bu olduğunu kabul etmekle birlikte sözlerini şöyle sürdürdü: “Yine de Mahkeme’den nitelikli çoğunluk çıkmama ihtimalini yabana atma derim.”

Kastettiği Yüce Mahkeme’nin kararının 6’ya 5 AKP aleyhine çıkmasıydı. Bu sonuçla AKP “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olarak tescil edilmiş olacak, ancak bir siyasi partinin kapatılması için oyların en az 7’ye 4 dağılması gerektiği için iktidar partisi kapatılmayacaktı.

Açık söyleyeyim muhatabımın sözlerinin önemini bir müddet kavrayamadım. Sağolsun Hürriyet’ten meslektaşım ve dostum Faruk Bildirici, dün TBMM bahçesinden yaptığımız NTV’nin Yazı İşleri programının canlı yayını sırasında “Köksal Toptan ‘üçüncü yol’ önerisiyle bu ‘6’ya 5’ formülünü kastediyor olsa gerek” deyince uyandım.

TBMM Başkanı Toptan’a haksızlık etmek istemem. O bir ara yol önermiş ama şunları da eklemişti: “Ben bir yol biliyor da bunu kendi kafamda saklıyor değilim. Belki bu tartışmanın sonunda hukuki imkânsızlık da karşımıza çıkar, bilmiyorum. Türkiye, çok önemli bir karar sürecinde. Bu nedenle böyle bir imkân varsa, herkesin ‘oh’ diyebileceği, rahatlayabileceği bir imkân varsa ve Türkiye bunu aramazsa yazık olur. Arar bulamazsa mesele yok.”

Dolayısıyla Toptan’ın “Ben, entelektüeller, anayasa hukukçuları, siyaset bilimcileri tartışsın diye bir öneri geliştirdim. Ben somut ‘şu yapılsın’ demiyorum. Bunu Türkiye tartışsın diyorum” sözlerinden cesaret alarak “6’ya 5”in pekala o “üçüncü yol” olabileceğini ileri sürebiliriz. Bu arada 1 Mart 2003 günü TBMM’de çoğunluğun tezkere için evet oyu verdiğini, ancak yeterli çoğunluğun oluşmaması nedeniyle tezkerenin geçmediğini akıllarda tutmak yararlı olabilir. Yani Meclis tezkereye evet demiş ama aynı zamanda reddetmişti.

Kılıç da mı üçüncü yolcu

“6’ya 5” formülünün mümkün olup olmadığını tartışmaya geçmeden önce, adı yine “üçüncü yol” ile birlikte anılan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can’a söylediklerine değinmek isabetli olur. Öncelikle şu hususun altını çizelim: Kapatma davasıyla birlikte Türkiye çok derin bir siyasi kriz içine girdi. İlk günlerdeki öfkeli tepkilerin ardından siyasetçi sınıfı ya hiçbir açılım sağlamayan cümleleri tekrarladılar ya da sessiz kaldılar. Bu noktada başından itibaren, sistemli bir şekilde bu davanın ülkeye getirdiği ve getirebileceği zararların altını çizen MHP Lideri Bahçeli’yi istisna olarak görebiliriz. Tabii bir de adlarını açıklamayıp gündemi sarsan açıklamalar yapan bazı AKP’li bakanları.

Siyasetçiler sustu ama hukukçular alışılmadık ölçüde konuşmaya başladılar. Bildiğim kadarıyla Haşim Kılıç, Yekta Güngör Özden’den sonra en çok konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı. Vekili Osman Paksüt de “dinlinme iddiaları” nedeniyle olsa da hep manşetlerde. Üye Sacit Adalı da Kanal D’ye konuştu. Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Referans’tan Nuray Başaran’la yaptığı “off-the-record” (yazılmamak kaydıyla) görüşmenin akıbeti ortada. Yargıtay ve Danıştay Başkanları ve üst düzey isimlerini saymıyorum ama listeye Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muharrem Aydın’ı da mutlaka eklemek lazım. Yanlış anlaşılmasın, konuşmalarına itirazım yok. Tam tersine bizi epey aydınlatıyorlar, ancak başta AKP’liler olmak üzere siyasetçilerin bu kadar ölgün olmalarını anlayabilmek zor.

Kılıç Can’a tam üç kez “İnanın çıkacak karar ne olursa olsun, göreceksiniz hem demokrasimiz hem laikliğimiz hem de hukukumuz, bu süreçten çok daha güçlenmiş olarak çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim, temenni değil” demiş. Birçokları Kılıç’ın sözleriyle “üçüncü yol” arayışlarını bağlantılandırdı. Olabilir. Burdan kalkarak kafasında “6’ya 5” formülü olduğu yolunda spekülasyon bile yapabiliriz.

Yüce Mahkeme’den ne karar çıkacağı üzerine çok fazla spekülasyon yapmak doğru olmaz. “Her şey mümkün” diyerek Kılıç’ın karardan sonra ülkenin her alanda güçleneceği öngörüsüne hiçbir şekilde katılmadığımı belirtmek istiyorum. Bugüne kadar siyasi süreçlere dışarıdan hiçbir müdahalenin olumlu sonuçlara yol açmış olduğuna inanmıyorum. Ne 27 Mayıs, ne 12 Mart, ne 12 Eylül, ne 28 Şubat, ne de 27 Nisan.

AKP kapatılsa da, kapatılmasa da mevcut siyasi krizin derinleşerek süreceği kesin. Temennimiz bu badireyi “en az zarar”la atlatmak olabilir.

Yazının devamı...

AKP’nin önündeki 6 seçenek 45 günde nasıl 3’e düştü!

AKP’ye açılan kapatma davasından kısa süre sonra, 3 Nisan günü “AKP’yi bekleyen altı gelecek alternatifi” başlıklı bir analiz kaleme almıştım. Aradan geçen bir buçuk ay içinde alternatiflerin sayısı altıdan üç buçuğa düştü ama iktidar partisinin, dolayısıyla Türkiye’nin geleceği hâlâ belirsiz

Öncelikle devre dışı kalan 3 seçeneğe göz atalım:
1) AKP MHP ile anlaşır, Anayasa’yı değiştirir ve kapatılmaktan kurtulur:

Türban konusunda “kandırıldığını” düşünen MHP bu kez AKP ile birlikte hareket etmedi. MHP’liler “AKP en iyisi CHP’yi ikna etsin” diyerek aradan çekildiler.

2) AKP CHP ile anlaşır, Anayasa’yı değiştirir ve kapatılmaktan kurtulur:

AKP’liler CHP ile pazarlığın imkansız olduğunu düşündüler. Yine de Erdoğan bir ara CHP ile diyalog kapılarını azcık araladı, fakat Baykal anında kapıyı suratına çarptı.

3) AKP tek başına Anayasa’yı değiştirir, referanduma gider, kazanır ve kapatılmaktan kurtulur:

AKP’lilerin önemli bir bölümü yegane seçeneğin referandum olduğunu düşünüyorlardı. Ancak bazı milletvekillerinin itirazları nedeniyle referandum için gerekli olan 330 oya ulaşmada sorun yaşanma ihtimali ortaya çıktı. Daha önemlisi Baykal’ın “Anayasa değişikliklerinin referanduma sunulması laikliğin oylanması olur” çıkışı üzerine AKP’nin bazı “akil adamları” Erdoğan’ı bu maceradan vazgeçirdi.

Kalan seçenekler

Evet ne zamandan beri AKP’nin önünde 3,5 seçenek bulunuyor. Bunları ele alacak olursak:

1) AKP Anayasa değişikliğine gitmez, savunmasını yapar ve aklanır:

Normal şartlarda mükemmel bir savunmayla bu iddianamede dile getirilen iddiaların çoğunu geçersiz kılmak pekala mümkün olurdu. Ancak mahkemenin daha önceki 367 kararı nedeniyle AKP’liler hiç ama hiç umutlu değiller. Çünkü beraat etmeleri halinde partilerinin iyice güçleneceğini ve sistemin de buna asla yanaşmayacağını düşünüyorlar.

2) AKP Anayasa değişikliğine gitmez, savunmasını yapar ve Hazine yardımının kesilmesi cezasına çarptırılır:

AKP’liler son günlerde, kapatma yerine Hazine yardımının kesilmesi formülünün öne çıktığını ileri sürüyorlar. Onlara göre: “Türkiye AKP’nin kapatılmasının sonuçlarına katlanamaz. Sadece Güneydoğu’nun sistem yanlısı tutulabilmesi için AKP’ye ihtiyaç var. Öte yandan AKP’nin kapatılmaması da sistemin intiharı anlamına gelir. Bu nedenle en makul yol, Hazine yardımı cezası olur.” Gerçekten de mahkeme böylece hem AKP’yi cezalandırmış, hem de Türkiye’yi daha derin bir krizin içine çekmemiş olur. Fakat başından beri böyle bir ara cezanın çıkması çok düşük bir ihtimaldi, arada geçen iki ayda AKP “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olmadığını kanıtlama yolunda üstün bir gayret sergilemedi; sergilediyse bile bu çabalar toplum ve devlette AKP’ye kuşkuyla bakan çevreler tarafından açık şekilde takdir edilmedi.

3) AKP Anayasa değişikliğine gitmez, savunmasını yapar ve kapatılır:

Bu Anayasa ve Anayasa Mahkemesi’nin bu yapısıyla, bu iddianameyle AKP’nin kapatılıp Erdoğan başta olmak üzere çok sayıda partilinin yasaklı olması başından itibaren en güçlü ihtimaldi, hâlâ öyle. En yukarıdan en aşağıya kadar AKP’lilerin ezici çoğunluğunun da aynı kanıda olduğunu, en son Reuters’in yaptığı haber de gösterdi. Zaten AKP çevreleri ne zamandır kapatma sonrasına, yani “post-AKP dönemi”ne hazırlanıyor. Şu ana kadar ağır basan senaryoya göre, eğer böyle bir gelişme yaşanırsa, yasaklı olmayan AKP’liler ya daha önce kurulmuş veya davadan sonra kurulacak bir partiye geçecek, yeniden TBMM’de çoğunluğu oluşturacak ve yeniden hükümeti kuracaklar. Erdoğan ve diğer milletvekillerinden yasaklı olacaklar da ilk seçimlerde (ara seçim de olabilir) bağımsız olarak seçilip Meclis’e dönebilecekler. Bunlardan bazıları kabinede bile yer alabilir; başbakan olup olamayacaklarıysa tartışmalı. Ancak bu yeni parti de daha kurulduğu andan itibaren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın sıkı denetimi altında, her an bir kapatma davası açılacakmış gibi yoluna devam etmek zorunda kalır.

3,5) Anayasa Mahkemesi, varolan Anayasa ile AKP’nin kapatılması gerektiğini söyler ama Anayasa’nın AB’nin “Venedik Kriterleri” ne düzenlenmesi gerektiğinden hareketle böyle bir ceza vermez:

“Buçuk” diyoruz çünkü, bunu ilk kez dile getiren TBMM Başkanı Köksal Toptan yoğun tepkiler nedeniyle bu önerisine sahip çıkmaktan vazgeçti. AKP’nin resmen tepki vermediği ama medyada AKP yanlısı duruş sergileyen bazıları tarafından “üçüncü yol” olarak tanımlanıp sahip çıkılan bu seçeneğin gerçekleşme ihtimali galiba hiç yok. “Üçüncü yol” keşke tartışılabilseydi. Ama “Aslında parti kapatmalara karşıyım, ama hukuki süreç bir kere başladı, müdahale etmeyelim” diyen ve büyük bir heyecanla AKP’nin kapatılmasını bekleyenler baskın çıktı.




Yazının devamı...

DTP-PKK ilişkisinin yararları ve zararları

Önceki gün TBMM’de, DTP Grup Başkanı Ahmet Türk’ün partili milletvekillerine yaptığı konuşmayı dinledikten sonra kendi kendime “Bu konuşmayı on yıl önce de yapmış olabilirdi, on yıl sonra da yapabilir” dedim. Daha sonra bir-iki DTP’li milletvekiline bu görüşümü dile getirdiğimde hiç de itiraz etmediler.
Ne dedi Türk konuşmasında? DTP heyeti olarak kısa süre önce Kuzey Irak’ta yaptıkları temaslar hakkında bilgi vermesi dışında hep şu aynı kavramlar ekseninde konuştu: Barış, kardeşlik, diyalog, çözüm...
Kimileri DTP’lilerin bu kavramların içini iyice boşalttıklarını ileri sürüyor, ben o kadar acımasız değilim. Milletvekillerinin çoğunun samimi olarak Kürt sorununa barışçı ve kalıcı bir çözüm istediklerini biliyorum. Ama hiçbir yeni, elle tutulur, makul ve uygulanabilir öneri getirmeden, somut açılım yapmadan “barış istiyoruz” dediğinizde süregiden çatışmayı daha da kızıştırmaktan başka bir şey yapmamış oluyorsunuz.

PKK ipoteği

Bu tıkanıklığın temel nedeni DTP’nin Kandil (PKK) ve İmralı (Öcalan) ipoteğinden bir türlü kurtulamıyor olmaları. Aslında bu sadece DTP’nin sorunu değil. Faruk Bildirici’nin kaleme aldığı “Yemin Gecesi” adlı Leyla Zana biyografisini okuduğunuzda bu organik ilişki ve bağlantının ta HEP’ten, yani 1990 başlarından beri varolduğunu görürsünüz. Yine aynı kitapta yasal Kürt siyasetçilerin bazen baskı sonucu, bazen de gönüllü olarak PKK’nın onay ve desteğini aradıklarını; değişik zamanlarda kurulan partilerde PKK’nın her zaman “siyasi komiserler” bulundurduğunu da görürsünüz. Örneğin Bildirici kitapta, bir grup milletvekilinin Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’le görüştüklerini; çıktıktan hemen sonra Zana’nın diğerlerinden ayrılıp büyük bir heyecanla bulduğu ilk telefon kulübesinden Bekaa ya da şam’daki Öcalan’ı aradığını anlatıyor.

PKK ile bu sistematik ilişki dün birçok partinin başını yaktı, bugün de DTP’yi yakacağa benziyor. DTP’liler ise sürekli olarak PKK ile aynı zeminde siyaset yaptıklarını, bunun aslında bir şans, fırsat olduğunu söylüyorlar. Nitekim DTP’nin PKK ile varolan ilişkisini “olumlu” bulanlar da var. Ben onlardan değilim.
Evet bugün DTP’nin, yarın onun yerini alacak olan partinin, Başbakan Erdoğan gibilerin temenni ettiği ve dayattığı gibi PKK’yı terörist ilan edip dışlamalarını beklemek gerçekçi olmaz. Böyle bir adım onların intiharı olur, kaldı ki PKK’yı terörist görmedikleri de belli.
Buna karşılık DTP’lilerin çoğunun PKK’yı eleştirmekten bile çekinmeleri, hatta korkmaları asla kabul edilemez.
Söylemeye çalıştığım şu: PKK’yı yöneten isimler yıllarını dağlarda, yasadışı koşullarda geçirdiler. Olaylara hep tekyanlı baktılar. İsteseler de ne Türkiye, ne de dünyadaki gelişmeleri doğru okumaları mümkün değil. Bu yüzden sık sık hata yapıyorlar, hem de çok vahim hatalar. DTP’liler sürekli boyun eğmek, onların çizdiği yola riayet etmek yerine PKK yöneticilerini sistemli bir şekilde eleştirebilseler, belki o zaman Kürt sorununun barışçı çözümü yolunda ciddi adımlar atılır.
Dağlıca’da kaçırılan askerlerin iadesinin görüntülerini hatırlayın. Üçüncü sınıf bir film sahnesiydi sanki. Başrollerde PKK’lılar vardı. DTP’li milletvekilleri birer figürandı. Sonuçta kamuoyunun büyük bir kısmı, askerleri teslim aldılar diye milletvekillerine sempati duymadı, tam tersine öfkeleri arttı.

Kapatılırsa ne olur?

Şimdi DTP’nin önünde bir kapatma davası var. Kapatılacağına kesin gözüyle bakılıyor ve DTP’li olmayıp da bu olasılıktan rahatsız olan pek kimse yok. Örneğin, kendi partisi de kapatılma tehdidi altında olan Erdoğan bile DTP’lilere selam vermeyip, ellerini sıkmayarak “taviz vermez devlet adamı” olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Halbuki bundan önceki Kürt partilerinin kapatılması nasıl hiçbir şeyi çözmediyse DTP’yi kapatmak da hiçbir işe yaramayacak. Hatta şiddeti temel alan siyasetlerin önü daha fazla açılmış olacak.
Sonuç olarak, DTP’nin kapatılmasının hiçbir şekilde yararlı olmayacağına inanıyorum. Kapatılmaması halinde DTP’nin ne şekilde yararlı olacağı sorulacak olursa da, açıkçası çok ümit verebilecek durumda değilim. Zira PKK ve Öcalan ipoteğinden kurtulmaları nerdeyse imkansız. Yine de demokrasi için DTP’nin yaşaması şart.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.