Şampiy10
Magazin
Gündem

Darbe olur mu? Olursa tutar mı?

ERGENEKON soruşturmasının can alıcı sorusu şu: Bir “terör örgütü” mü tasfiye edilmek isteniyor, yoksa muhalif bir siyasi hareket mi? Soruşturmayı destekleyenler “tabii ki terör örgütü” derken, karşı çıkanlarsa ikinci şıkkı işaret ediyor.

Normal hayattaki görünüşleri ne olursa olsun Ergenekoncuların aslında “darbeci birer terörist” olduklarını kanıtlama derdindeki çevreler, doğal olarak bu iş için esas olarak medyayı kullanıyorlar. Sonuçta gazeteciliğin evrensel kuralları ve etik değerlerine fazlasıyla aykırı, 1970-80’lerdeki “komünizm” , 1990’lardaki “bölücülük” ve 28 Şubat sürecindeki “irtica” kampanyalarını hatırlatan bir bombardımana tutulmuş durumdayız. Sonuçta işin “psikolojik harp” boyutunun, ülkenin demokratikleşme ve sivilleşmesi kaygılarının önüne geçmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Dün Sabah Gazetesi “7 Temmuz kaos planı” , Star “7 Temmuz’da kaos planı”, Yeni Şafak “Kanlı plan”, Bugün “İki generalin darbe planı” , Takvim ise “7 Temmuz hesabı” manşetleriyle çıktılar. Ergenekon soruşturmasına kayıtsız şartsız destek veren Zaman ve Taraf gazetelerinin nedense birinci sayfalarında görmedikleri “haber” e göre emekli orgeneraller Şener Eruygur ile Hurşit Tolon’un ev ve ofislerinde ele geçirilen “kozmik belgeler” de, Ergenekoncuların birkaç aşamalı bir dabe hazırlığı içinde olduğu ve startın 7 Temmuz günü 40 ilde birden verileceği saptanmıştı.

Darbe teşvikçileri

Gerçekten böyle “kozmik” belgeler el geçirildi mi? Gerçekten bu belgelerde, sözü edilen “planlar” yer alıyor muydu? Bilmiyoruz, belki sanıklar yargılanmaya başladığında öğreniriz; belik de bu iddialar iddianamelere bile girmez. Ancak şunu tartışabiliriz: Böyle bir plan ne derece gerçekçidir?

Nuray Mert dün Radikal Gazetesi’nde “Kim ne kadar yadırgarsa yadırgasın, ben Türkiye’de bir darbe ihtimalinin, ortamının hemen hiç olmadığını düşünenlerdenim. Aklı darbeye yatan, bu yönde veya benzer karanlık işler adına örgütlenmeye çalışanların varlığı, yaptıkları ve söylediklerinden son derece rahatsız olmam bu kanaatimi değiştirmiyor” diye yazdı.

Mert’in söylediklerini önemsiyorum ama ben darbe ihtimali ve ortamının her zaman olduğunu düşünenlerdenim. Fakat günümüzde darbe girişimcilerinin başarı şansının hiç olmadığına inanıyorum. Bir diğer inancım da şu: Bugün Türkiye’de darbe yapılmasını ve hatta yapmayı isteyen çok kişi var ve bunlar benim gibi düşünmüyor; pekala bir darbenin başarılı olabileceğine inanıyorlar.

Bu noktada bir başka görüşümü de kayda geçirmek istiyorum: Ortada yeter sayıda darbe heveslisi olduğunu, ama bunların hiç şansının bulunmadığını gören bazı kişi ve çevreler, söz ve davranışlarıyla bu odakları darbeye teşvik ediyorlar. Daha açık söyleyecek olursak, AKP hükümeti ve onu şu ya da bu nedenle destekleyen bazı odakların şiddetle ve acilen bir darbe girişimine ihtiyaçları var.

Onların bu aşırı darbe beklentileri, Ergenekon soruşturmasının “darbeye karşı demokrasinin savunulması” olmadığını; bunun Türkiye’de iyice kızışan iktidar mücadelesinin bir yansıması olduğunu bizlere net olarak gösteriyor.

Toplumsal bir hareket

Tekrar baştaki soruya dönecek olursak: Bugün “ulusalcı” hareketin bazı liderleri pekala bazı komplolar içinde, darbe tezgahlıyor olabilirler. Ancak ulusalcıları emekli askerlerden ibaret, “derin devlet” in dümen suyunda, demokrasiyle ve sivillikle hiç alakası olmayan marjinal bir suç örgütü gibi görmek ve göstermeye çalışmak çok yanlış olur. Bugün “ulusalcılık” adını verdiğimiz akım, hem sağdan, hem soldan, hem de yer yer İslamcılıktan beslenen, kendince sağlam ideolojik kökleri olan ve pekala daha da güçlenme potansiyeline sahip bir toplumsal bir harekettir.

Sözlerime 15 ay önceki bir yazımın son paragrafıyla son vermek istiyorum: “Dün iktidarda olanlar, İslami hareketi nasıl küçümseyip sadece karalamakla yetindiyseler, bugünküler de ulusalcılara aynı muameleyi uygun görüyorlar. Dün ’irtica’yı hedef alan stratejiler nasıl çöktüyse, bugün de toplumsal/kültürel olanı ıskalayıp ’çeteler’i hedef alan stratejilerin iflas edeceği açıktır.”

Yazının devamı...

5 soruda Ergenekon Operasyonu

1- Dava ne zaman açılacak?

Soruşturmanın başından Salı sabahına kadarki süre içinde gözaltına alınanlarla ilgili 2500 sayfa olduğu söylenen bir iddianame hazırlandı, bugün-yarın açıklanması bekleniyor. Yani yargılamalar çok yakında başlayacak. Önceki gün gözaltına alınanlar ve bundan sonra alınabilecek olanlarsa ek iddianamelerle ana davayla birleştirilecek. Sonuç olarak çok sanıklı ve hayli uzun sürecek bir dava var önümüzde.

2- Operasyonlar sürecek mi?

Zaten arandığını bildiğimiz isimler var, yani operasyon fiilen sürüyor. Ayrıca yeni isimlerin de soruşturma kapsamında gözaltına alınması kuvvetle muhtemel. Bazı emekli askerler, işadamı ve gazetecilerin de soruşturmaya dahil edileceği yolunda beklentiler var. Davanın yakında başlayacak olması operasyonların biteceği anlamına gelmiyor. Daha çok operasyon düzenlenebilir ve ek iddianamelerle bunlar ana davaya bağlanabilir. Operasyonlar konusunda en çok iki nokta merak ediliyor: 1) Halen aktif görev yapan bürokratlara (özellikle askerlere) da uzanılacak mı? 2) Ergenekon’da nereye kadar gidilecek? Diğer bir deyişle, soruşturmayla ilgili yayınlarda hep sözü edilen “Bir Numara” da gözaltına alınacak mı?

3- Kim bu “Bir Numara”?

Şamil Tayyar, Zihni Çakır gibi gazeteciler Ergenekon üzerine kaleme aldıkları kitapta Ergenekon denen yapılanmanın en tepesine “Bir Numara” adı verilen bir kişinin bulunduğunu; bunun kim olduğunu bildiklerini belirttiler, ama adını söylemekten kaçındılar. Medyada konuyla ilgili çıkan diğer yazılar da göz önüne alındığında, muhtemelen orgeneral rütbesiyle emekli olmuş bir kişiden söz edildiği anlaşılıyor. Kimileri bu kişinin baş harflerini verdi; kimileri kimin olduğu değil de olmadığını ifşa etti; nihayet eski bir Genelkurmay Başkanı, bir köşe yazarına yazılı açıklama yollayarak kendisinin “Bir Numara” olmadığını söyledi. Bu spekülasyonlara alet olmamak için isim vermek istemiyoruz ancak dün Yeni Şafak Gazetesi’nin bir haberinin başlığının “Adım adım Bir Numara’ya” ve Radikal’deyse “Hedef Bir Numara mı?” olması bu konunun önümüzdeki günlerde sık sık karşımıza çıkacağını gösteriyor.

4- Genelkurmay’ın haberi var mıydı?

Operasyonun hemen ardından NTV’de yaptığım değerlendirmelerde zamanlamanın birçok spekülasyonu da beraberinde getirdiğini, örneğin kısa süre önce gerçekleşen Erdoğan-Başbuğ görüşmesinde bu konunun konuşulmuş olabileceğini ileri sürdüm. Yakında emekli olmuş iki orgeneralin gözaltına alınmasının belli bir siyasi zemin gerektirdiğini, dolayısıyla TSK’nın bilgilendirilmesinin anlaşılır bir şey olduğunu düşünüyordum. Dün hem Org. Başbuğ, hem de Başbakanlık bu akıl yürütmenin doğru olmadığını açıkladılar. Org. Başbuğ “Bu komplo teorisini yapanların hepsinin kötü niyetli olduğunu düşünmek istemiyorum” dedi ki, diğerlerini bilmem ama şahsen ben “bağcı dövmek” değil üzüm yemek isteyenlerdenim. Bu iki tekzibin ardından, “bu operasyonun askerden habersiz yapılması ne kadar önemli ve anlamlı?” sorusuyla karşılaşıyoruz ki bunun cevabı kesinlikle “çok” olacaktır.

5- Operasyonlar ne zaman biter?

Çok köklü ve karmaşık bir olgu söz konusu. Ergenekon denen olgu bir “terör örgütü” olarak lanse ediliyor ancak bunun belli bir toplumsal desteğe sahip olan “ulusalcı” adı verilen siyasi akımla çok derin bağları da var. Yani bir “terör örgütü” mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarına en sert muhalefet yürüten bir blok tasfiye mi edilmek isteniyor; çok net değil. Bu nedenle soruşturmanın bitmesi esas olarak siyasi bir karar sonucu mümkün olabilecektir. Bu noktada Ergenekon soruşturmasının esas amacının ne olduğu üzerine kafa yormamız gerekiyor. Soruşturmayı AKP’nin kapatılma davasının bir rövanşı olarak görmek işi hafife almak olur. AKP hükümetinin soruşturmayı tırmandırarak, kendisini kapattırmak isteyen güçlere gözdağı verdiği yolundaki yorumlar da pek inandırıcı değil. En azından, Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinin gözaltılara bakıp karar vereceklerini ileri sürmek çok büyük saygısızlık olur.

Yaşananları, bazılarının yaptığı gibi “darbecilere karşı demokrasinin korunması mücadelesi” olarak görmek ve göstermek de tek başına yeterli olamıyor. Çünkü bunun çok daha ötesinde bir iktidar savaşı yaşanıyor Türkiye’de. Ne ülkenin yönetiminde yıllarca etkili olmuş kurum ve kişiler yerlerini devretmeye; ne de yeni gelenler iktidarı eskilerle paylaşmaya yanaşmak istemiyorlar. Her iki gücün de ayrı ayrı, içerde toplumsal, dışarıdaysa stratejik ortakları veya destekçileri var. Ve ortada hiçbir barış, hatta ateşkes ışığı gözükmüyor.

Sonuç olarak Org. Başbuğ’un dünkü sözlerine atıfta bulunmak isabetli olabilir: “Türkiye olarak zor günler yaşıyoruz. Hepimiz sağduyulu, soğukkanlı, daha dikkatli ve sorumlu davranmak mecburiyetindeyiz ve zorundayız.”

Yazının devamı...

Bu dava neyi çözecek?

Bugün Başsavcı Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi’nin karşısına çıkıyor ve AKP’nin neden kapatılması gerektiğine inandığını bir kez daha anlatacak; Perşembe günü de AKP temsilcileri yine Mahkeme üyelerine sözlü savunmalarını yapacaklar. Ardından raportör raporunu hazırlamaya koyulacak ve nihayet, rapor hazır olduktan sonra Mahkeme Başkanı kapatma davasının karar oturumu için gün verecek.

Görüldüğü gibi artık davanın sonuna geldik. Olağanüstü gelişmeler olmazsa Temmuz sonu, Ağustos’un ilk yarısına kadar hem AKP’nin, hem de Erdoğan, Gül, Arınç başta olmak üzere bu hareketin önde gelen birçok isminin geleceği belli olacak.

Her ne kadar “demokrasilerde parti kapatma olmamalı”, “AKP kapatılmamalı” şeklindeki görüşler baskın gözükse de davanın açılmasını sevinçle karşılayan ve AKP’nin kapatılmasını dört gözle bekleyenlerin sayısının hayli yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişi ve çevrelerin, bazı samimi ortamlarda kimi zaman benzer, kimi zaman farklı hesaplar peşinde olduklarını söyleyebiliriz. İşte AKP’nin kapatılmasını umanların bazı beklentileri ve bunların gerçekleşme şansları:

1) “AKP kapatılırsa laiklik güçlenir”
Basit bir mantıkla, AKP’nin güçlenmesinin doğrudan laikliğin zayıf düşmesi anlamına geldiğini düşünen çok kişi var ve bunlar yine aynı basit mantıktan hareketle bu partinin kapatılmasının laikliği güçlendireceğini umuyorlar. Halbuki iktidar partisinin kapatılması tam ters bir etki yaratabilir, örneğin, normal şartlarda laiklikle çok fazla sorunu olmayan bazı AKP seçmenleri, laik cumhuriyet ve onun bazı kurumlarıyla aralarındaki mesafeyi bilinçli olarak açabilirler.

2) “AKP kapatılırsa dağılır”
FP’nin kapatılmasından sonra yenilikçilerin Erbakan çizgisinden ayrılıp AKP’yi kurmaları gibi, bu sefer de bir bölünme bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacağa benziyorlar. Çünkü parti içinde, FP’deki yenilikçiler gibi güçlü bir akım, fraksiyon yok; olacağa da benzemiyor. Kuşkusuz trenden atlayanlar veya siyaseti bırakanlar çıkabilir ancak bütün bunlar AKP’nin yerine kurulacak partinin tek başına hükümet kurmasına engel olamaz. AKP’nin bölünme ihtimalinin çok az olmasının temel nedeni, ortada ciddi anlamda bir alternatifin olmaması.
3) “AKP’nin yerine kurulacak partinin oyları düşer” İki görüş çarpışıyor: “Türk seçmeni mağduru sever” diyenlere göre AKP’nin devamcısı olacak partinin ilk seçimlerde yüzde 50’yi aşacağı kesindir. “Türk seçmeni güçlüye oy verir” diyenler de, seçmenin, sistem tarafından cezalandırılmış olan AKP’nin devamına oy vermeye çekineceğini düşünüyorlar. Aslında her iki görüş sahiplerinin de haklı olduğu noktalar var. Örneğin 1999 erken genel seçimlerinde FP’nin oylarının düşmesi “mağdur kaybeder” teorisini; 27 Nisan e-muhtırasından sonra AKP’nin 22 Temmuz 2007’de oy patlaması yapması da “mağdur kazanır” teorisini doğrulamıştı. Bu sefer hangi görüşün etkili olacağını kestirmek gerçekten çok güç, ancak 1999 seçimleri öncesi yükselişteki bir Ecevit’in DSP’si ile Bahçeli’nin MHP’sinin olduğunu; bugünse muhalefetin fazlasıyla pasif olduğunu göz önüne alırsak, “AKP’den kaçacak seçmen nereye yönelecek?” diye zor bir soruyla karşı karşıya kalırız.

4) “Bu davayla Erdoğan’ın siyasi hayatı biter”
Normal şartlarda AKP kapatılsa ve Erdoğan’a yasak gelse bile, hem bu hareketin, hem de Erdoğan’ın, belki de daha güçlenerek, yollarına devam edeceklerini söyleyebiliriz. Kuşkusuz hem yeni kurulacak partinin, hem de Erdoğan’ın önüne yeni engeller çıkarılmak istenecektir. Örneğin bir yolunun bulunup Erdoğan’ın bağımsız olarak milletvekili seçilmesinin de engellenmesini, onun en az beş yıl aktif siyasetten mutlak anlamıyla men edilmesini arzulayanların sayısı hayli fazla. Böyle bir durumda AKP’nin devamı olacak partinin işinin iyice zorlaşacağı açıktır. Ancak hem yeni kurulacak olan partinin içinde, hem de muhalefet bünyesinde kendisine gerçek anlamda alternatifler ortaya çıkmadan, Erdoğan’ın siyasetten tasfiyesi söz konusu olamaz.

Sonuç olarak, davanın bitmesiyle Türkiye’deki siyasi belirsizlik ve kriz ortamından çıkmak mümkün olmayacak. Hatta varolan krizin daha da derinleşeceğini ve uzun bir zamana yayılarak iyice kronikleşeceğini öngörebiliriz.

Yazının devamı...

Laiklik artık yurttaşlık hakkı olmuştur

Bir yanda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP aleyhine açtığı davanın iddianamesi ve esas hakkındaki mütalaası; bunların karşısındaysa AKP’nin ön savunma (ki kendileri “cevap” demeyi tercih ediyor) ve esas hakkındaki savunması. Birkaç gündür, Türkiye’nin yakın geleceğini birinci derecede etkileyecekleri kesin olan bu belgeleri inceliyor ve kendi kendime “ben bu kavganın neresindeyim?” diye soruyorum. Keşke “hiçbir yerinde” diyebilseydim, ama cevabım “tam ortasında.”

Aslında İslami hareketler üzerine araştırma yapmaya başladığım 1985 yılından beri bu “tam ortasında” olma halini yaşıyorum. Bir yandan gazeteci olarak ülkedeki İslam/laiklik/demokrasi ilişkileri tartışmalarının “tam ortasına” düşmüş durumdayım. Öte yandan bu konuda birbirlerine zıt pozisyonlara sahip (ki ilginçtir üslup ve yöntemleri birbirlerine çok benzer) kampların “tam ortasında” yer alıyorum. “Üçüncü yol” olarak tanımlanabilecek bu pozisyon, dışardan bakıldığında “işin kolayına kaçmak” gibi görülebilir, ancak bunca zamandır yaşadıklarım, Türkiye’de arada kalanların canının çıktığını bana net şekilde gösterdi. Sonuçta ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamıyor; her iki kamp tarafından “istenmeyen kişi” olarak damgalanıyorsunuz.

AKP davasına dönecek olursak: İktidar partisi hakkında kapatma davası açılmasını yadırgadım ve Başsavcı’nın iddianamesi ve mütalaasının bu partiyi kapatmaya kesinlikle yeterli olmadıklarına inanıyorum. Olayın hukuki yönlerini ele almak benim işim değil, ancak Yalçınkaya’nın laiklik, din-siyaset ilişkileri, cumhuriyet ve demokrasi gibi temel konulardaki perspektif ve yorumlarının çoktan zaman aşımına uğramış olduklarına inanıyorum. Yalçınkaya’nın “demokratik laiklik” gibi isabetli bir kavram karşısında düştüğü infiali; Büyük Ortadoğu Projesi ve “ılımlı İslam” stratejilerine atfettiği abartılı önemi anlamakta zorlanıyorum.
AKP’nin her iki savunma metnini, Başsavcı’nın iddialarının yanında daha özenli, dikkatli ve “çağdaş” bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama AKP’liler de Türkiye’deki sorunun özünü ya anlamıyorlar, ya anlamak istemiyorlar ya da anlamış olmalarına rağmen işlerine gelmediği için olayları saptırıyorlar.
Örneğin dün VATAN’ın isabetli bir şekilde manşete çıkardığı laikliğin bir yaşam biçimi olup olmadığı tartışmasında her iki tarafın pozisyonu da şaşırtıcı. Başsavcı laikliği en ideal ve hatta tek yaşam biçimi olarak empoze etmeye çalışması ne kadar yanlışsa, AKP’nin laikliği sadece devletin dinler ve felsefi inançlara karşı eşit mesafede olmaya indirgemesi de o kadar eksik.

AKP’nin son savunmasında, “İnsan hakları literatüründe ‘laiklik hakkı’ diye bir kavram yoktur. Tıpkı ‘demokrasi hakkı’ya da ‘kuvvetler ayrılığı hakkı’ gibi kavramların olmadığı gibi. Laiklik, baştan beri vurguladığımız gibi devletin sahip olması gereken bir niteliktir” deniyor. İlk bakışta doğru gibi görünen bu saptamanın da artık çağdışı kaldığını rahatlıkla ileri sürebiliriz. Örneğin geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nden siyasetbilimci Prof. Hakan Yılmaz ile, ilk kez kendisi tarafından dile getirilen “laiklik ombudsmanlığı” önerisi üzerine VATAN’da bir röportaj yapmıştım. Prof. Yılmaz daha AKP’nin son savunması ortada yokken, sözlerine “AKP’liler ’laiklik devlete aittir’derken haklılar” diye başlamış ve şöyle devam etmişti: “Ancak Türkiye’de son yıllarda laiklik devlete ait bir özellik olmaktan bir yurttaşlık hakkı olmaya başladı.”
Prof. Yılmaz “bir yurttaşlık hakkı olarak laiklik” önermesini şöyle gerekçelendirmişti: “Çünkü bazı kamu görevlilerinin, ki bunlar yerel yöneticiler veya merkezi yönetimin memurları olabilir, ellerindeki kamu gücünü kullanırken veya bir kamusal hizmeti sunarken ‘bu hizmet karşılığında senden bazı dinsel normlara uymanı isterim’ veya ‘sana sunmakta olduğum kamu hizmetini eğer bazı dinsel normlara uymazsan çekerim’ dedikleri ileri sürülüyor. Bu uygulamalara bazen ‘mahalle baskısı’ deniyor. Sonuçta insanların bir dine inanmama veya bazı dinsel normlara uymama özgürlüklerinin kamu gücü tarafından kısıtlandığı yolunda şikayetler var. Buradan da laikliğin yukarıdan aşağıya indiğini ve bir devlet kuralı olmanın ötesinde bir yurttaşlık hakkı haline geldiğini anlıyoruz.”
Prof. Yılmaz Türkiye’de devletin insanlara dinsel norm dayatmasıyla baş etmenin bir yolu olmadığını, bunun kanunlarda yer almadığını söyleyip, şöyle diyor: “Örneğin belediyeye ait bir işletmede dinsel nedenlerle alkollü içki satılmaması bir dayatmadır ve bunu kovuşturacak hiçbir adli merci yoktur. Örneğin bir öğretmen dindar öğrencileri ‘daha makbul’ görüp onlara daha iyi not verir ve başına bir şey gelmez.”
Özetle: Laikliğin bir yurttaşlık hakkı olduğu kabul edilmeden sorunlarımızla yüzleşmemiz ve bunları çözmemiz imkansıza benziyor.

Yazının devamı...

Çamuroğlu ‘şimdilik’ trende

Erdoğan’ın danışmanlığından istifa eden Reha Çamuroğlu, “AKP’de kalıyorum” dedi. Çamuroğlu, Alevi açılımının rafa kaldırılmasından rahatsız

“AKP treninden kim neden iner?” başlıklı yazımın daha mürekkebi kurumadan, dün sabah Hürriyet’te Şükrü Küçükşahin’in köşesinden AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu’nun, Genel Başkan Danışmanlığı görevinden istifa etmiş olduğunu öğrendim. Alevi kimliğiyle öne çıkan Çamuroğlu’nun 22 Temmuz seçimleri öncesi AKP’ye transferi epey sansasyon yaratmıştı. Nitekim Çamuroğlu, Başbakan Erdoğan ve partisinin önde gelenlerini Muharrem ayında bazı Alevi şahsiyetlerle bir iftarda bir araya getirerek “AKP’nin Alevi açılımı” na da öncülük etmişti.

Açılım yerine engelleme

Çamuroğlu’nun bu açılımın tıkanması nedeniyle istifa ettiği açıktı. Ancak en çok merak edilen Çamuroğlu’nun AKP treninden atlayan ilk isim olup olmadığıydı. Örneğin Küçükşahin de, AKP liderinin Salı günü milletvekillerine “Bu trenden inen bir daha binemez” demiş olmasını ima edip haklı olarak yazısını şöyle bitirmişti: “Erdoğan, gruptaki mesajını Çamuroğlu ve onun gibi tutum alabilecek bazı isimlere yönelik mi verdi bilemiyorum; ama sonucu merakla bekleyeceğiz.”



Çamuroğlu ile yirmi yılı aşkın bir tanışıklık ve dostluğumuz var. Dolayısıyla hemen kendisini arayıp sorunun cevabını birinci elden almak istedim. Uzun aramalar sonrası kendisine ulaştığımda kısa bir açıklama yaptı: “Danışmanlıktan ayrılmamla ilgili yazılanlar doğru. Fakat trenden iniyor filan değilim. AK Parti’de kalıyorum.”

Reha ile öğleden sonra daha uzun bir telefon konuşması yaptık. Anlattıklarını aktarmadan önce edindiğim izlenimi söyleyeyim: Reha trenden inmemiş, bu yolculuğu sürdürmek istiyor, bu uğurda elinden geleni yapmaya kararlı, ancak elinden fazla bir şey gelemeyeceğini ve bir aşamada bu yolculuğu yarım bırakacağını tahmin ediyorum.

Öncelikle Reha’nın AKP’nin “Alevi açılımı” konusunda artık hiçbir beklentisinin kalmadığını vurgulamak lazım. Şöyle diyor: “Üzerimde sadece Alevilik misyonu kalmasını istemezdim. Ama oldu. Başlangıçta önemli bir çıkış da yaptık, fakat zamanla bu misyonda hiçbir ilerleme, gelişme kaydedemedik.” Reha, Sivas’taki eski Madımak Oteli’nin kebapçı olmaktan çıkarılması gibi “kozmetik düzenlemeler” e bile bir dizi engel çıkartıldığından, öte yandan parti, hükümet ve bürokrasiden (Örneğin Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, AKP Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek ve İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı’nın bazı söylem ve davranışları) açılım aleyhine sürekli çatlak sesler çıkmasından şikayet ediyor.

Reha’ya “Niye Erdoğan’ın danışmanlığını bıraktın? Kalsan o kişilerle daha iyi mücadele edemez miydin?” diye sorduğumda “Sayın Başbakan’la bu konuları defalarca konuştum. Ama bir sonuç alamayacağımı gördüm” cevabı verdi.

Çamuroğlu “Alevi açılım” ın daha baştan engellenmek istendiğini, Başbakan Erdoğan’ın pek çok muhalefete göğüs gererek iftara geldiğini, ama arkasını getiremediğini belirtiyor. Ona göre açılım muhalifleri inisiyatifi ele aldı ve iktidar partisi sanki hiç böyle bir adım atmamış gibi bir duruma gelindi.

Ya giderse?

Çamuroğlu’nun çıkışı neden önemli diye sorulacak olursa hızla birkaç gerekçe sıralayabiliriz:

* Her ne kadar Aleviler bölük pörçük olsa da Çamuroğlu’nun Aleviler arasında belli bir yeri ve güçlü ilişkileri var. Bu noktada onun varlığı AKP’nin “merkez partisi” imajına hayli katkı sağlıyor;

* Çamuroğlu gibi isimlerin varlığı, AKP’nin takiyye yaptığı, bir gün şeriat düzeni getirmek istediği iddialarına iyi bir cevap oluşturuyor;

* Alevi açılımı, türban düzenlemesiyle birlikte yeniden alevlenen “AKP sadece kendi tabanının taleplerini dinliyor” suçlamalarını pekala savuşturabilirdi;

* AKP’nin kapatılmasının tek başına bu hareketi durduramayacağını, hatta belki de daha da güçlendireceğini düşünen bazı çevreler bu partiyi bölme hesapları yapıyorlar. AKP yönetimi de ayrılmalardan endişe duyduğunu gizlemiyor. Bu nedenle Çamuroğlu gibi belli bir popülaritesi olan bir ismin ayrılması AKP’yi sarsacaktır.

Uzun yolculuk

Çamuroğlu, istifasının kapatma davasıyla örtüşmesinden rahatsız. “Benimki kesinlikle statükocu bir çıkış değil” diye vurguluyor. “Alevi açılımı” nı ara vermeksizin her ortamda savunduğunu, zamanlamayı kendisinin belirlemediğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Bazı arkadaşlarım ’Hele şu kapatma sorununu bir atlatalım’diyor. Ben de onlara tam da kapatma davası sürerken çok güzel bir açılım yapıp TRT’nin bir kanalında sürekli olarak Kürtçe yayın yapılmasını yasalaştırdığımızı hatırlatıyorum ve ’Neden Alevi açılımını erteleyelim ki!’ diye soruyorum.”

Reha ile sohbetimde, tam Alevilere yönelik açılım beklenirken türban düzenlemesinin gündeme gelmesine şaşırıp şüphelendiğini; hükümetin 1 Mayıs konusundaki tutumundan da memnun olmadığını öğrendim.

Peki bütün bunlar onun AKP’den kopması için yeterli olur mu? Emin değilim, ancak Reha’nın radikal soldan Aleviciliğe, oradan DYP Genel Başkan Yardımcılığı’na geçmiş olduğunu bildiğim için gerekli gördüğü anda trenden inmeye çekinmeyeceğini düşünüyorum.

Son bİr not: Çamuroğlu’nun AKP serüveni 22 Temmuz seçimleri öncesi başlamamıştı. Partinin kuruluş hazırlıklarında yer alan (ve kısa sürede terk eden) Meral Akşener’in girişimiyle AKP’nin kurucuları arasında yer alacaktı. Fakat son dakikada onun da bilmediği bir şeyler oldu ve bu gerçekleşmedi.

İKİ OLAYDAN RAHATSIZ

Çamuroğlu, İstanbul Müftüsü’nün cemevlerini “Aleviler tarafından bazı kültürel etkinliklerin yapıldığı yer” olarak tanımlamasından ve Karakoçan Kaymakamı’nın “Alevilerin devlete bakışını biliyorsunuz” sözünden rahatsız oldu.



Ruşen Çakır

Yazının devamı...

AKP treninden kim neden iner?

AKP lideri Erdoğan’ın önceki gün partisinin milletvekillerine kapalı oturumda yaptığı “trenden inmeyin” uyarısı önümüzdeki dönemin esas sorusunun “AKP kapatılacak mı?” değil de, “Kapatılmadan hemen önce ve sonra AKP’den kopanlar olur mu?” hatta daha da ileri giderek “AKP bölünür mü?” olduğunu açık ve net olarak bizlere gösterdi. Şöyle ki büyük bir heyecanla AKP’nin kapatılmasını ve Erdoğan başta olmak üzere çok sayıda partilinin siyasi yasaklı ilan edilmesini büyük bir heyecanla bekleyen çevreler tek başına bunların AKP trenini yoldan alıkoyamayacağını çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla kapatmanın hemen ardından trende büyük bir kargaşa, hatta mümkünse kavga çıkmasını ve bu arbedenin neticesinde AKP treninin yoldan çıkmasını; en azından hızının azalmasını hayal ediyorlar. Erdoğan’ın “inenler bir daha binemez” uyarısı da AKP yönetiminin bu tür gelişmeleri öngörüp endişelendiklerini kanıtlıyor. Yazın TBMM’nin tatile çıkarılmayacak olmasında milletvekillerini sıkı takip ve denetim altına alma, diğer bir deyişle rakiplerin (ve de düşmanların) kıta sahanlığının dışında tutma kaygısının da etkili olduğunu söyleyebiliriz.

AKP treninden kimlerin inebileceğini tartışmaya geçmeden önce bir ayrımı netleştirmek gerekiyor. Erdoğan “trenden düşenler” ile “trenden inenler”i ayırmış ve ikinci grubun bir daha binme şansı olmayacağını söylemiş. AKP lideri “trenden düşenler”den, şu ya da bu nedenle bu hareketi terk edip evlerine, işlerine güçlerine dönecek olanları kastediyor olmalı. Bunlara belli bir anlayış gösterebileceğini çıkartabiliriz. Ancak “trenden inenler” derken, bir başka trene (siyasi partiye) binmek için hareketi terk edecek olanları kastettiği açıktır. Bunlara, hele daha ileri gidip AKP’yi parçalayarak yeni bir parti kurmaya kalkışacaklara karşı acımasız olacağını rahatlıkla tahmin edebiliriz.

Peki kimler AKP treninden inebilir. Seçeneklere teker teker bakalım:

1) Merkez sağdan gelenler:

Değişik dönemlerde ANAP, DYP gibi partilerde siyaset yapmış çok sayıda kişi bugün AKP saflarında. Hatta kimisi Meclis Başkanı, kimisi başbakan yardımcısı, bakan veya komisyon başkanı. Bu grupta yer alan isimlerin son rejim krizinden bir ölçüde rahatsız olduklarını ve sistemin diğer güçleriyle kavgadan hazzetmediklerini biliyoruz. Bununla birlikte, bazı bireysel ayrılmalar olsa bile grup halinde bir kopuş söz konusu olmaz. Çünkü ne binebilecekleri bir başka tren var, ne de bu yolda ümitvar bir hazırlık. Öte yandan AKP sonrası kurulacak partinin daha da merkeze yanaşmak zorunda kalacağını varsayıp ilerde daha önemli pozisyonlara gelmeyi umuyor olmalılar.

2) Merkez soldan gelenler:

Merkez sağ kökenliler için söylediklerimiz büyük ölçüde bu gruba da uyarlanabilir. Tek fark, Ertuğrul Günay’ın etrafında küçük bir grubun bulunması ve bunların birlikte kopmalarının teorik olarak mümkün olması. Ancak CHP, DSP ve SHP’nin durumları göz önüne alınırsa onların da çalacakları bir başka kapı yok denebilir. Ve yine sol kökenliler de herhalde AKP sonrası dönemde yeni partide daha da güçleneceklerini düşünüyorlardır.

3) Ülkücü kökenliler:

AKP içinde sayıları çok fazla olmasa da ülkücü geçmişe sahip milletvekilleri var ve son olarak Vahit Erdem örneğinde olduğu gibi bunların bazıları rahatsız; üstelik şikayetlerini alenen dillendirmekten de geri durmuyorlar. MHP’nin Meclis’te sandalye sayısına ters orantılı bir biçimde etkili olduğunu göz önüne alırsak, bu partinin AKP’nin çözülmesi durumunda epey kârlı çıkacağını görebiliriz.

4) Milli Görüş kökenliler:

Son seçimler öncesi Erdoğan Milli Görüş’ten çok sayıda yol arkadaşını listelere almamış, yerlerine az sayıda Milli Görüşçü koymuştu. Kapatma davasıyla birlikte trenden indirilmiş olan eski AKP’li vekillerin hareketlendiklerini yeni arayışlara girdiklerini görüyoruz. Sanılanın aksine bu kişiler Saadet Partisi ile yeniden birleşmeyi düşünmüyor, İslamcılıkla hiç alakası olmayan bazı kişi ve çevrelerle yeni oluşumlar için çalışıyorlar. İşte bu eski isimler, AKP’nin kapatılması durumunda tasfiye sırasının kendilerine geleceği iddiasıyla partide kalan Milli Görüş kökenlilerin aklını çelmek isteyebilirler. Sonuç olarak, eğer AKP’den kopmalar olacaksa, RP-FP’den gelme isimlerin sayısı sanılandan fazla olabilir.

5) Siyasete AKP’de atılanlar:

AKP’nin bugünkü Meclis grubunda aktif siyasete ilk olarak AKP’den atılmış olanların sayısı hayli yüksek. Kuşkusuz bunların içinde İslamcı/muhafazakâr bir geçmişe sahip eski bürokrat/teknokratların oranı daha fazla. Ancak ne sağda ne solda olarak tanımlanamayacak, kelimenin gerçek anlamıyla “merkez siyasetçisi” profiline uyan yabana atılmayacak sayıda isim var ki en büyük kopuş bu öbekten gelebilir.

Bugünden baktığımızda MHP istisna, mevcut siyasi partilerin AKP’den büyük parça koparma ihtimali yok. Abdüllatif Şener, Turhan Çömez gibi isimler de AKP’nin içerisinden yeni bir oluşum çıkarabilecek güç ve etkiye sahip değiller. Özetle, AKP kapatılsa da, trenin aynen yola devam edeceğini varsayabiliriz. Ancak yolcuları sopayla tehdit ya da havuçla teşvik edenler çok olacaktır. Dolayısıyla Erdoğan’ın da milletvekillerine havuç-sopa yöntemiyle sesleniyor olmasını anlayışla karşılamak gerekir.

Yazının devamı...

Ne boyun eğiyor ne mücadele ediyor

AKP lideri Erdoğan’ın kapatma davasıyla içine girdiğimiz kriz sürecinde nasıl bir strateji izleyeceği tartışlırken genellikle RP lideri Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat sürecinde izlediği tavır referans alınıyor. Erdoğan’ın, sistemin diğer güçlerine karşı taviziz bir mücadele vermesini isteyenler (ki bunlara “vur kurtul”cular diyebiliriz) Erbakan’ı hep “kötü örnek” olarak gösteriyorlar. Milli Görüş liderinin sisteme teslim olduğunu, buna rağmen partisini ve kendi siyasi geleceğini kurtaramadığını söylüyorlar. Buna karşılık “ver kurtul”cular olarak tanımlayabileceğimiz bir kesimse, Erbakan’ın savaşmamasının herkesin hayrına olduğunu, sonuçta AKP’nin de Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının ürünü olduğunu ileri sürüyorlar. Yani hem “şeriatın kestiği parmak acımaz” deyip hem de “her işte bir hayır vardır” demeye getiriyorlar.

Erdoğan ile Erbakan kıyaslaması yapmaya geçmeden önce Erbakan’a haksızlık yapıldığını belirtmem gerekiyor. Milli Görüş liderinin 28 Şubat sürecindeki tavrını bir yazımda “ne boyun eğdi, ne direndi” cümlesiyle özetlemiştim. Yani Erbakan’ın “teslim olduğu”ndan hareketle yapılan değerlendirmeler baştan yanlış. Yaşayan siyasetçiler arasında “devletin bekası”nı her şeyin önüne koyan isimlerden biri olan Erbakan sırf iktidarını kaybetmemek uğruna gözünü karatacak biri olmadı. Ama aynı Erbakan’ın bazı güç odaklarının demokrasi dışı tezgahlarına ve ayak oyunlarına biat ettiği ve edebileceği de asla söylenemez. Özetle Erbakan “teslim olmuş” olsaydı bugün aktif siyasette de olurdu ve AKP’nin altındaki halıyı çekmek için aynı odaklarla işbirliği yapardı.

Erdoğan’ın son krizdeki tavrını bir yanıyla eski liderininkine benzetebiliriz: O da asla teslim olmuyor, boyun eğmiyor. Ama Erdoğan Erbakan’ın aksine hiç alttan almıyor; sorunların ve krizlerin adını koyuyor; bütün bunları kamusal alana taşıyor ve direniyor. 27 Nisan’dan, kapatma davasının açılmasından, Yargıtay bildirisinden ve nihayet türban kararından sonra hep dik bir AKP ve Erdoğan gördük. AKP’liler bunu “Diklenmeden dik duruş”

Olarak tanımlıyorlar. Halbuki Erbakan sanki hiçbir sorun yokmuş gibi davranır, kapalı kapılar ardında, örneğin askerlerin gönlünü kazanmaya çalışırdı.

Erdoğan hep bir direnç gösteriyor ama asla bir adım ileri gitmemeye de dikkat ediyor. Dava açıldığından beri yapılan gerekirse referanduma gidip partileri kapatmayı zorlaştıracak şekilde Anayasa’yı değiştirme; savunma vermeme; Anayasa Mahkemesi’nin yapı ve yetkilerini değiştirme; sine-i millete dönme; erken seçime gitme; türban kararını tanımama gibi radikal önerilere hiç itibar etmedi; edeceğe de benzemiyor.

Erdoğan’ın dünkü TBMM Grup konuşmasına bakalım: AKP lideri, TBMM’nin hiçbir vesayeti kabul etmeyeceğini söyleyerek giriş yaptı; ardından Anayasa Mahkemesi’nin yetkisini nasıl aştığını uzun uzun anlattı ve nihayet yasama ve yürütme gibi yargının da bir şekilde denetlenmesi gerektiğini söyledi ve orada durdu.

Öyle acı bir fren yaptı ki bir kez daha “vur kurtul”cuların heveslerini kursaklarında bıraktı. Tabii bu arada Başbakan’ın hiçbir şey olmamış gibi davranmasını bikliyin “ver kurtul”cuların da hayal kırıklığına uğradığı kesindir.

Dur kurtul

Bir gazeteci olarak Erdoğan’ın dünkü konuşmasından çok fazla bir şey beklemiyordum. Somut bir şeyler söylemesinin mümkün olmadığını, ama nasıl bir üslup kullanacağının önemli olduğunu söylüyordum. Sonuçta tahminimden daha yumuşak bir Erdoğan’la karşılaştım. Hep bir ayağı frendeydi. Bununla birlikte, aşından beri “ver kurtul” ile “vur kurtul” arasında üçüncü bir yol olduğuna, olması gerektiğine inanan bir vatandaş olarak AKP liderinin beni şaşırtmasını ve krizden çıkış için bir kapı aralamasını umuyordum. Dün benim gibi “dur kurtul”cuların da hayal kırıklığına uğradığını düşünüyorum. Çünkü krizden çıkmanın yegane yolunun AKP-CHP, dolayısıyla Erdoğan-Baykal diyaloğu ve herkese hayal gibi gelecek ama, mutabakatı olduğuna inanıyorum. Ama dün Başbakan sıkıştığı anda CHP ve Baykal’a yüklenerek zaten çok zor görünen bu seçeneği rafa kaldırdı. Parti grubunu ondan sonra toplayan Baykal da hemen kendisine laf yetiştirerek bu illallah dedirten kavgayı iyice tırmandırdı.Bu gidişle AKP hakkında ne karar verilirse verilsin Türkiye rejim krizinden çıkamayacağa benziyor. 2008’i çoktan kaybetmiş durumdayız ama korkarım 2009’u da benzer bir akıbet bekliyor.

Son bir not: Erdoğan eskiden CHP’ye ek olarak “bir kısım medya”ya da yüklenirdi. Ne zamandır bu huyundan vazgeçmişe benziyor.

Yazının devamı...

Beş soruda bundan sonra ne olabilir?

1 Gerekçeli karardan ne çıkabilir?

Cemil Çiçek ve Haşim Kılıç ayrı ayrı, Mahkeme’nin türbanla ilgili gerekçeli kararını beklemenin gerektiğini belirttiler. Burada muhtemelen, AKP’nin MHP ve DTP destekli Anayasa değişikliğini yaparken Meclis oturumlarında türban yasağı üzerine yapılan tartışmalar; TBMM Anayasa Komisyonu’nun düzenlemeyle ilgili raporunda aynı yasaktan söz edilmesi ve nihayet düzenlemenin gerekçesinde yine yasağın temel alınmış olmasına atıfta bulunulacaktır. Gerekçede türban yasağını kaldırmanın imkansız olduğunu gözler önüne serecek açıklamalar olabileceği gibi, sürpriz bir şekilde yasağın hangi şartlarda kalkabileceğine dair bazı ipuçları da bulunabilir.

2 AKP türban kararına karşı ne yapar?

Çok sert karşı çıkar. Ancak sözlü itiraz ve protestoların ötesine fiilen bir tavır geliştirebilmesi mümkün görünmüyor. Parti içinde “sine-i millete dönelim”, “partiyi kendimiz feshedelim”, “erken seçime gidelim” gibi öneriler dile getirenler çıkabilir ancak bunların her biri mantık dışı ve hiçbirinin gerçekleşebilme şansı yok. Gerçekleşse bile bunlardan AKP’nin bir yarar elde etmesi mümkün gözükmüyor. Örneğin, diyelim ki TBMM Eylül ayında erken genel seçim kararı almış olsun. Ağustos ayında Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatırsa ne olacak? Veya Eylül’de AKP oylarını da artırarak yine tek başına iktidara gelsin. Bu, Mahkeme’nin AKP’yi daha sonra kapatmasına herhangi bir şekilde engel teşkil etmez.

3 Kapatma davası ne zaman sonuçlanır?

AKP davanın bir an önce sonuçlanmasını ve öncelikle Mart 2009 yerel seçimlerine, ardından muhtemel ara veya erken genel seçime hazırlanabilmek için zaman kazanmayı umuyor. Davanın şu ana kadarki temposuna bakılırsa Ağustos’a kalmadan davanın sonuçlanabileceğini görüyoruz. Yani AKP bir hafta içinde son savunmasını verir, Mahkeme Başsavcı ve AKP’yi gecikmeden duruşmaya çağırır ve yine fazla uzatmadan karar için toplanırsa yaz sonunu bulmayabiliriz. Ancak Başsavcı her an ek iddianame sunarak bu süreyi uzatabilir; Mahkeme üyelerinden bazıları şu ya da bu nedenle bu hızlı tempoya ayak uydurmayabilirler... Mahkeme üyelerinin yaz tatili kullanmak isteyebileceklerini de hesaba katarsak karar için Eylül ayı veya sonrasını düşünmek daha makul olabilir.

4 Kapatma davası nasıl sonuçlanır?

Dava açıldığı andan itibaren AKP’nin kapatılma ihtimalini “yüzde 100” olarak görüyorum. Bununla birlikte AKP’nin bazı akıllı manevralarla bu ihtimali azaltabileceğini de hep kabul ettim. Ne var ki şu ana kadar AKP içinde bulunduğu açmazdan çıkmasına yardımcı olabilecek adımlar atamadı. Üstelik yargı hep AKP’nin üstüne üstüne gitti. Mahkemenin 9 üyesinin türban düzenlemesini “yok hükmünde” sayması AKP’nin varkalma şansının kesinlikle kalmadığının kanıtıdır. Bu arada “türban düzenlemesi iptal edildiğine göre AKP’yi kapatmanın da gereği kalmadı” şeklindeki bir argümanın hızla yaygınlaştığı görülüyor. Önceki günkü kararı alan Mahkeme üyelerinin hukuki ya da siyasi gerekçelerle böyle bir yola gidebileceklerini hiçbir şekilde aklım almıyor. Hatta tam tersine türban kararının ardından aynı sertlikte bir kapatma kararı çıkmasının da mümkün olduğunu düşünüyorum. Örneğin kararda veya gerekçesinde Erdoğan ve arkadaşlarının bağımsız milletvekili adayı bile olamayacaklarına dair bazı ibareler yer alabilir.

5 AKP bölünür mü?

AKP’nin kapatılmasını dört gözle bekleyenlere “peki yeniden daha güçlü gelmelerini nasıl engelleyeceksiniz? Karşısına ne koyacaksınız?” diye sorduğunuzda hemen “Yerel seçimden kısa süre önce kapatılırsa AKP’nin devamı belediyelerin çoğunu kaybeder. Zaten Erdoğan bir daha aday filan da olamaz. Zaten dava biraz uzasın AKP’de bölünmeler başlar” gibi bazı beklentileri olduğunu görüyorsunuz. İlk ikisi hakkında bir şey söyleyemem, ama AKP’nin bölünüp dağılmasının bugün itibariyle bir hayal olduğunu söyleyebilirim. Şu ana kadar çıkan bir-iki çatlak ses dışında AKP içinde bir panik havası yaşandığını gözlemlemedim. “Asla olmaz” denemez tabii ki ancak Erdoğan çizgisini terk edeceklerin yönelebilecekleri başka bir siyasi hareket ufukta gözükmüyor. Bununla birlikte bir dostumun “illa başka bir partiye gitmelerine gerek yok, pekala evlerine dönebilirler” şeklindeki öngörüsünü önemsiyorum. Eğer AKP milletvekilleri üzerine bazı iktidar odakları güçlü bir baskı uygularsa böylesi kopuşlar söz konusu olabilir. Yine de bunların AKP’nin kapatılması durumunda kurulacak olan partiyi tek başına iktidara gelmekten alıkoyabileceğini sanmıyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.