Şampiy10
Magazin
Gündem

Dönem hassas gündem kritik ziyaretçi önemli

İstanbul’daki Amerikan Başkonsolosluğu’na saldırının hemen ardından gelmiş olması kafaları karıştırmasın, Stephen Hadley’in Ankara ziyareti çok önceden tasarlanmıştı. Diğer bir deyişle, saldırı olduğu için gelmediği kesin, ancak teröristler pekala onun gelişini de hesaba katarak başkonsolosluğu hedef seçmiş olabilirler.

Her ne kadar basın mensuplarına Irak’tan, terörden, PKK’dan bahsetmiş olsa da Hadley’in ziyaretinin asıl amacının, o adını hiç anmadığı “İran” olduğunu biliyoruz. Zira son aylarını yaşayan Bush yönetiminin, Irak’ta belli bir istikrarın yakalandığı andan itibaren Ortadoğu ile ilgili en önemli gündem maddesi İran ve bu ülkenin nükleer programı oldu. Ne zamandır Bush’un önünde iki seçenek var: Anlaşma veya saldırı.

Biliyoruz ki onun gönlünden, ne yapıp edip bir şekilde İran’ı vurmak geçiyor. İsrail yönetimi de bu konuda kendisini teşvik ediyor, “sen vurmayacaksan bırak biz vuralım” demeye getiriyor.

Öte yandan Bush, Cumhuriyetçi aday John McCain’e bir ölçüde (ama tamamen değil) güveniyor fakat Demokrat aday Barrack Obama’nın, başkan seçilmesi durumunda Tahran’a karşı güvercin tavrı takınmasından endişe ediyor. Dolayısıyla, her ne kadar şu günlerde anlaşma rüzgarları eser gözükse de Bush Obama’nın elini ve kolunu şimdiden bağlamak için sürpriz bir şekilde sert adımlar atabilir. Sonuç olarak Bush hangi yolu seçerse seçsin Türkiye’nin rıza, onay ve hatta mümkünse desteğini almak isteyecektir.

Ahmedinecad’ın da zaman kazanarak Bush ile anlaşmaya yanaşmamak ve tecrübesiz yeni başkanla (tercihen Obama ile) masaya oturmak isteyeceğini tahmin edebiliriz.

İki taraf da birbirine muhtaç

Bush ne kadar Türkiye’nin gözünün içine bakıyorsa, AKP hükümeti de aynı ölçüde Washington’a odaklanmış durumda. Hadley’in ne kadar hassas bir dönemde Ankara’ya geldiği ortada: AKP davası sonuçlanmak, Ergenekon davası başlamak üzere ülkedeki kamplaşma giderek genişliyor ve farklı kaynaklardan beslenen terör eylemleri gerginliği iyice tırmandırıyor. AKP hükümeti, hem davayı kazasız belasız atlatmak, hem de Ergenekon’da gidebileceği yere kadar gidebilmek için Batı’nın, en çok da Washington’un desteğine ihtiyacı var.

Dava ilk açıldığında tereddütlü davranan Amerikan yönetimi daha sonra verdiği mesajlarda AKP’nin kapatılmasını hiç arzu etmediğini olabildiğince açık bir şekilde beyan etti. Hadley’in ziyaretinin, raportörün raporunu vermesinden bir gün sonraya denk gelmesinin sembolik anlamı yüksek. Gündemi tamamen farklı da olsa Bush’un en yakın adamının Gül, Erdoğan ve Babacan ile görüşmüş olmasını AKP’ye destek olarak yorumlayacaklar çıkabcaktır.

Ergenekon konusundaysa Washington’un gözle görülmese de aktif bir desteği olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Ergenekon savcılarından biri olduğunu tahmin ettiğimiz bir kaynak, ismini vermeden Sabah Gazetesi’ne İstinye saldırısının “Ergenekon koktuğunu” söyledi ve bu iddiasını gerekçelendirmek için “doğrudan polisi hedef alan saldırı aynı zamanda Ergenekoncuların baş düşmanı olan ABD’nin desteklediklerine ya da ABD’yi destekleyenlere de bir gözdağı niteliğinde” diyebildi.

Öte yandan, Türkiye’nin en tescilli Amerikancılarının başından itibaren soruşturmayı yürüten savcılar, operasyonları yapan polisler ve bütün bunlara siyasi destek sunan AKP hükümetine kayıtsız şartsız destek verdiklerini biliyoruz.

Bu Amerikancı-AKP yol arkadaşlığı, 2002 sonu-2003 başlarındaki ittifak günlerini andırıyor. Bilindiği gibi 1 Mart 2003 günü TBMM tezkereyi kabul etmeyince söz konusu Amerikancılar en ağır suçlamalarla AKP ile yollarını ayırmış ve onun aleyhine yoğun bir lobi faaliyeti yürütmüşlerdi.

Türkiye karışmaz

Tarihin tekerrür edeceğini sanmıyorum. Her şeyden önce Washington ve onun çıkarlarını burada savunanlar, 1 Mart deneyiminden sonra, AKP’nin İran’a askeri bir müdahaleye hiçbir şekilde destek vermesinin söz konusu olamayacağını çok iyi öğrenmiş olmalılar. Zaten hükümet de Hadley’in ziyaretinin ertesi günü İran Dışişleri Bakanı Manuçher Muttaki’yi ağırlayarak tarafsızlık politikasının altını bir kez daha kalın bir şekilde çiziyor.

Sonuç olarak Türkiye, İran ile ABD’nin arasını bir şekilde bulabilirse -ki pek ihtimal vermiyorum- müthiş bir şey olur. Şimdilik ABD ile İran arasında herhangi birini tercih etmeyeceğini bilmemizin verdiği gönül rahatlığıyla yetinebiliriz.

Yazının devamı...

Kapatılma ihtimalinin azaldığını sanmıyorum

Mark Parris, Washington’daki bir toplantıda “bir ay öncesine oranla kapatmanın önüne geçecek bir çözümün ortaya çıkması olasılığını daha yüksek” gördüğünü söylemiş. Aynı görüşte değilim. Ancak bu ihtimal hesabını tartışmak şart. Zira bu davanın Türkiye’nin kaderinde çok ama çok büyük etkisi olacağı kesin ve yakın bir zamanda (bana göre Parris’in söylediğinden daha önce de, mesela Ağustos başına kadar da olabilir) sonuçlanacağı da anlaşılıyor.

Parris’in sözlerini önemsemek lazım çünkü kendisi Türkiye’yi Washington’dan izleyen “sivil” Amerikalılar arasında sözlerine en fazla değer ve dikkat verilmesi gereken isimlerden biridir. Öncelikle çok deneyimli bir diplomattır. 30 yıllık kariyerinin son büyük halkası Ankara Büyükelçiliği’ydi. 28 Şubat sürecini bizzat yerinde yaşayan Parris, Türk devletinin karmaşık yapısını, Türk dış politikasını, iş dünyasını iyi bilir çok kritik yerlerde görev yapan kişilere ulaşma imkanına sahiptir.

Tembel de değildir. Örneğin kendisiyle son bir buçuk ayda İstanbul’da iki kez karşılaştım: Haziran başında TÜSİAD ile Brookings Enstitüsü’nün düzenlediği “Amerikan seçimleri ve Türkiye” başlıklı toplantıda ve geçen hafta, Amerikan Başkonsolosluğu’na saldırının ertesi günü Atlantik Konseyi’nin Sabancı Üniversitesi ile gerçekleştirdiği “Türkiye ve Ortadoğu” başlıklı çalıştayda.

Bir dönem İsrail politikalarına yakınlığıyla bilinen Washington Enstitüsü’nde görev üstlenen ve nedense fazla ön plana çıkmayan Parris, 2006 sonunda Demokrat Parti’ye yakın Brookings Enstitüsü’ne geçince Türkiye üzerine bir dizi toplantı düzenledi. Bunların her birine hükümete yakın kişileri çağırmaya çok özen gösterdi ve bu süreçte AKP ile ilişkilerini daha da geliştirdi. Kapatma davasına başından beri eleştirel yaklaştı, hatta Amerikan yönetimini pasif kalmakla suçladı, ama AKP dışı devlet kurumlarıyla arasını bozmamaya da dikkat etti.

Borsacılar da aynı kanıda

Parris’in sözlerini önemsememin bir diğer nedeni, benzer analiz ve tahminlerin uluslararası para piyasalarında da son günlerde fazlasıyla yapılıyor olması. Batı merkezli finans kuruluşlarından heyetler son günlerde Ankara ve İstanbul’da mekik dokuyor ve peş peşe raporlar yayınlıyorlar. Başlangıçta AKP’nin kapatılma ihtimalini nerdeyse “yüzde 100” görür ve AKP ve Erdoğan sonrası dönem için spekülasyonlar yaparlarken, bir haftadır kapatılmama ihtimalinin arttığını dile getiriyorlar.

Kimlerle, hangi ortamlarda görüştüklerini belirtmedikleri için (bu durum Parris için de geçerli) bu sonuca nasıl vardıklarını tam olarak anlayamıyorsunuz. Zaten pek gerekçe de belirtmiyorlar. Bununla birlikte, “AKP ve Erdoğan’ın alternatifi yok kapatma ve yasak kararı ülkenin yıkımı olur” gibi, hiç de haksız sayılmayacak bir ön tespitten hareket ettiklerini ve “sistem herhalde ne yapıp edip bu yıkımı önleyecek bir formül bulur” şeklinde akıl ürettiklerini düşünebiliriz.

Aslında bu tür değerlendirmeler dava açıldığından beri yapılıyor ancak o “sihirli formül” bulunabilmiş değil. Bugün bu formülün bulunma ihtimalinin arttığını düşünmemize yol açacak pek bir işaret yok...

Belki bu konuda tek istisna Ergenekon soruşturmasıdır. Parris ve onun gibi düşünenler, pekala Ergenekon’un kapatmaya karşı koz olarak kullanıldığına ve AKP’nin kapatılmasını arzulayan güçlerin, soruşturmanın derinleşmesinden paniğe kapılarak geri adım atabileceklerine inanıyor olabilirler. Son günlerde böyle düşünen pek çok kişiyle karşılaştım ve kendilerine, Anayasa Mahkemesi üyelerinin oylarını Ergenekon’a bakıp belirleyeceklerini sanmadığımı söyledim. Ve şöyle devam ettim: “Normalde AKP’nin kapatılmasından yana oy verecek bir üye, Ergenekon’a bakıp vazgeçmez. Olsa olsa daha kararlı bir şekilde ‘kapatılsın’ der.”

Yazının devamı...

Kafalarımız aydınlanmadı daha da karıştı

Ergenekon’da iddianamenin bir türlü hazırlanamaması, soruşturmadan şu ya da bu nedenle rahatsız olan kesimler tarafından öteden beri bir bahane olarak kullanılıyordu. Soruşturmaya asla toz kondurtmayanlarsa ilişkilerin çok geniş çaplı ve karmaşık olduğunu, yüzbinlerce sayfalık belgenin incelendiğini vb. söyleyerek bu gecikmeyi makul gösteriyorlardı. Benim gibi hem Ergenekon denen yapıya karşı sonuna kadar mücadeleyi savunan bununla birlikte bu soruşturmanın Türkiye’nin demokratikleştirilmesi çabalarından ziyade iktidar mücadelelerinin bir uzantısı olduğunu, dolayısıyla AKP’ye kapatma davasıyla ilintisi bulunduğunu düşünen soruşturma boyunca yapılan bir dizi hata ve hak ihlalinden rahatsız olan kişiler de bir an önce iddianamenin bitip davanın başlamasını istedik.

Başsavcı Engin’in dünkü kısa basın açıklamasından sonra beklentilerimin, en azından şimdilik karşılanmadığını düşünüyorum. Zaten kafalarımız karmakarışıktı dünkü açıklamayla varolan birçok soruya cevap bulamadığımız gibi yeni sorular ve kaygılar ortaya çıktı. Bazılarını sıralamaya çalışayım:

1) 2455 sayfa

İddianameyi henüz görmedik ama denildiği gibi 2500 sayfaya yakın çıktı. 86 sanıklı bir davanın iddianamesinin bu kadar geniş olmasının hiçbir inandırıcı açıklaması olamaz, göz boyamadan başka. Mahkeme iddianameyi kabul eder ve dava açılırsa göreceğiz bakalım savcılar gerçekten sorgu tutanakları, telefon kayıtları vb. ile “şişirme” yoluna gitmişler mi, yoksa bütün bu sayfalarda bize çok şeyler öğretip kanıtlayacaklar mı, öğreneceğiz.

2) Telefon dinlemeler

Medyaya sızdırılanlara bakılırsa polis telefon dinleme konusunu bayağı abartmış. “Terörle mücadele” adına meşrulaştırılmaya çalışılan bu yöntemin daha önce de ve Ergenekon soruşturmasında da özel hayatın gizliliği ilkesini kolaylıkla zedelediğini gördük.

3) “Gizli tanıklar”

20 “gizli tanık” bulunduğu söyleniyor. 86 sanığa 20 “gizli tanık” çok çarpıcı. Bunların bir kısmı, bu yapıya bir şekilde girip sonradan pişman olanlar olabilir ama bir bölümünün içlerine sızdırılmış ajanlar veya içerdeyken devşirilip muhbirleştirilmiş kişiler olması kuvvetle muhtemel. Eğer dava, bu tür muhbir, ajan ve pişmanlar üzerine temellendirilirse belli bir güven sorunu yaratır.

4) Tanıklar gizli mi?

Tanıkların gizli olduğu söyleniyor ama dünkü Star Gazetesi’nde Şamil Tayyar, bunlardan üçünü bildiğini, birinin emekli asker, ikincisinin akademisyen, üçüncüsünün de serbest meslek sahibi olduğunu yazdı. Bu tür “gizli” ve hayati bilgiler ortalıkta böyle dolaşırsa “FBI tipi tanık koruma” vs. haberleri de boşa çıkacağa benzer.

5) Bir numara muamması

Yine Tayyar ve diğer bazı gazeteciler Ergenekon’un başında “Bir Numara” denen biri olduğunu, ismini bildiklerini ama yazmadıklarını belirttiler. Son operasyonun ardından bazı gazeteler “adım adım bir numaraya” diye yazdılar, ama anlaşıldığı kadarıyla tarif edilen kişi henüz gözaltına alınmadı. O zaman “böyle bir kişi var mı?” “Varsa neden alınmıyor?” soruları gündeme geliyor. Eğer “Bir Numara” yoksa bugüne kadarki Ergenekon yayınlarının büyük ölçüde fabrikasyon olduğunu düşünmemiz gerekecek. Eğer var da davaya katılmıyorsa, o zaman bu soruşturma ciddi olarak eksik kalmış olacak.

6) Darbe girişimleri

Ayışığı, Sarıkız ve Eldiven adlı darbe girişimlerinin iddianamede yargılama konusu yapılmayacağı kesinleşti. Savcıların, ellerindeki asker kökenli zanlıları askeri mahkemelere kaptırmamak için onların resmi görevdeyken işledikleri iddia edilen suçları kapsam dışında bıraktıklarını düşünebiliriz. İyi de o zaman ne yargılanacak? Bu soruşturmayı, gelmiş geçmiş tüm darbeler ve darbecilerin yargılanması için bir depar olarak görenler büyük hayal kırıklığına uğrayacağa benziyor.

7) Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet bombaları

Bu iki olayın Ergenekon kapsamına alınması ilginç ve önemli. Böylece terör örgütüne somut terör suçları da atfedilmiş oluyor. Fakat bu olayların yürüyen davaları Ergenekon’la birleştirilecek mi? Evetse nasıl olacak? Bir de, Cumhuriyet’in başyazarı ve Ankara Temsilcisi’nin kendi gazetelerini bombalatan bir terör örgütüyle ilişkili olmakla suçlanmalarının garipliği var ki dünkü Cumhuriyet’te Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız, gazetelerine atılan bombalarla Ümraniye’de ele geçirilenlerin ilişkisiz olduğunu yazdı uzun uzun.
Bu arada Danıştay ve Cumhuriyet olaylarına ek olarak Rahip Santoro, Hrant Dink, Malatya’da misyonerlerin öldürülmesi olaylarının da Ergenekon’la ilişkili olduğu yolunda çok sayıdaki iddianın en azından şimdilik değerlendirmeye alınmadığını görüyoruz. Dün için “dağ fare doğurdu” yorumunu yapanlar bence abartıyor. Hele mahkeme kararını versin ve kabul ederse iddianameyi bir görelim. O zaman üzerinde tartışacak resmi bir belge olacak elimizde.
Tabii iş bununla bitmeyecek son operasyonların ek iddianamesini de beklememiz bir de tabii yeni operasyonlar olursa onlara da bakmamız gerekecek.
Bakalım Ergenekon’da sonuna kadar gidilecek mi?

Yazının devamı...

Gül, Erdoğan ve diğerleri El Kaide ile yüzleşmeyi daha fazla erteleyemezler

İstinye saldırısının hemen ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kısa ama özlü bir açıklama yaptı: “Bunları organize edenler ve arkasında olan zihniyetle Türkiye, sonuna kadar mücadele edecektir. Mücadele etmektedir.”

Gül’ün “arkasındaki zihniyet” derken El Kaide’yi kastettiği açıktı. Çünkü kısa süre Başbakanlık, uzun süre Dışişleri Bakanlığı ve terörle mücadelenin koordinasyonundan sorumlu Başbakan Yardımcılığı yapmış olan Gül devlet içinde El Kaide’nin ne olduğunu, Türkiye’de ne derece örgütlü olduğunu ve ülkemize nasıl baktığını en iyi bilen kişilerin başında gelir.

Peki Gül’ün sözleri Türkiye’de neyi değiştirdi? Maalesef hiçbir şeyi. Bu sefer de 15-20 Kasım 2003 saldırıları sonrası yaşananlar tekrarlandı. Üç genç şehidin cenazeleri, benzerlerini sıkça gördüğümüz devlet törenleriyle kaldırıldı. Madrid, Londra ve hatta Amman’daki gibi, toplumun tüm kesimleri, yüzbinlerce kişi İstanbul sokaklarına akarak, bu zihniyete karşı tek bir ses, tek bir vücut olamadı. Zira ne Gül, ne devletin diğer makamları, daha açık ve seçik mesajlar verip bu saldırıyı, El Kaide ve benzeri yapılara karşı toplumu bilgilendirme ve bilinçlendirmede bir fırsat olarak değerlendirmediler. Tam tersine, daha önceki olaylarda olduğu gibi ortalığı yine “komplo teorileri” kapladı. Üstelik bu sefer, saldırının ardında Ergenekoncular olabileceği şeklindeki uçuk manipülasyonlar büyük medyada bile yer bulabildi.

11 Eylül saldırılarıyla “Bu kadar profesyonel bir işi, eğer varsa, El Kaide denen örgüt yapmış olamaz” diye yüzleşmediler. Taha Kıvanç’ın, benim gibi El Kaide’yi işaret edenlerle “İki kazı güdeceğini sanmadığım Üsame bin Ladin’in müthiş eylemleri planladığına, New York’un ortasında bıraksanız Dünya Ticaret Merkezi’ni bulamayacak birkaç sapı siliğin ele geçirdikleri uçakları ikiz kuleler ve Pentagon’a çarptırdıklarına inanma” mız nedeniyle dalga geçmesini asla unutmayacağım.

15 Kasım 2003’de sinagogların hedefe alınmasından hareketle bunu İsrail’e yamayanlar bile çıkmıştı. İstinye saldırısıysa, garip bir şekilde “çok amatör ve acemice” bulunup El Kaide’ye yakıştırılmıyor. Ve arkasında Ergenekon aranıyor.

El Kaide’yi korkutan eleştiriler

Özellikle muhafazakar medyanın artık otomatiğe bağlanmış gibi, bu tür saldırıların ardında El Kaide hariç herkesi araması veya El Kaide’nin varlığını kabul etse bile onu asla “İslamcı” bir şebeke olarak değil de ABD, İsrail vb. odakların ürünü ve kuklası görmesi artık iyice can sıkıcı olmaya başladı. Her şey bir yana, geliştirilen pespaye komplo teorileri hayatlarını kaybeden üç polis memurunun hatıralarını da gölgeliyor.

Kimileri, AKP’liler ve muhazafakar kesimlerin, özellikle de basının olayı görmezden gelmesi ve kimi durumda çarpıtmasını çok önemsiyor olmamı anlamayabilir. Fakat 15-20 Kasım eylemlerinin bir numaralı zanlısı Harun İlhan’ın eylemlerini savunmak için kaleme aldığı metni okunduğunda, El Kaidecilerin İslamcı kesimlerin geliştirdiği komplo teorilerine kızdıkları ama en çok onlardan gelen somut eleştiri ve sorgulamalardan rahatsız oldukları görülüyor.

Örneğin İlhan savunmasında “İslam’da sinagoglar, yani ibadet yerleri hedef alınamaz”, “masum sivillerin öldürülmesi asla açıklanamaz” ve “İslam’da intihar eylemi yoktur” gibi eleştirileri çürütmek için epey gayret göstermiş ve bana göre hiç de başarılı olamamıştı.

Anlaşıldığı kadarıyla, El Kaide’ye sempatizan devşirmek için çalışan militanlar en çok dindarlardan gelen bu türden eleştirilerle uğraşmak zorunda kalıyorlar. Diğer bir deyişle, bir Abdullah Gül’ün, Tayyip Erdoğan’ın, Bülent Arınç’ın Yeni Şafak, Zaman ve özellikle Vakit’in temayüz etmiş bazı din bilginleri ve muhazafakar aydınların olayın adını koyarak El Kaide ve benzeri yapıların arkasındaki zihniyetle mücadele etmeleri durumunda çok şey olumlu anlamda değişebilir.

Yadırgatıcı olan, ülke içinde değil cepheden yüzleşmek, El Kaide’nin adını almaya bile yanaşmayan hükümetin, Amerikan yönetiminin global terörle mücadelesine her türlü katkıyı, kimi zaman imkanlarını zorlayarak ve her seferinde kendi çıkarlarını riske atarak sağlıyor olması.

Gül, Erdoğan ve diğerleri, El Kaide ile yüzleşmeyi, onunla açık açık mücadele etmeyi daha fazla erteleyemezler.


Yazının devamı...

Saldırı Ergenekon kokmuyor, çünkü...

Çarşamba günkü saldırıyı Ergenekon’la irtibatlandırmaya çalışan çok oldu, daha da olacağa benziyor. Dün de hem Sabah, hem Vakit gazeteleri manşetlerine bu iddiayı koydular. Vakit neyse de Sabah’ın “Adalet Bakanlığı’nda Ergenekon’u yakından bilen bir yetkili” nin ağzından dile getirdiği argümanları incelemekte yarar var. İşte Sabah’ın “Saldırı Ergenekon kokuyor” manşetinin iddiaları ve benim itirazlarım.

1- “Militanlar usta değil”

Sabah’ın uzmanı “El Kaide militanları uzunca süren bir eğitimden geçirildikten sonra eylemlere yönlendiriliyor. Bir saldırı anında çok ustaca hareket ediyor çok etkili silah kullanıyor. Oysa konsolosluk saldırısında 3 militan 2 trafik polisi tarafından öldürüldü” diyor. Bu tespit Türkiye ve dünyadaki El Kaide gerçekleriyle örtüşmüyor. Örneğin 15-20 Kasım 2003’ün İstanbul’daki dört intihar eylemcisinden sadece Feridun Uğurlu çok iyi eğitim almıştı. Örgüt şura üyesi Harun İlhan sadece gözcülük yapmıştı. Esas planlayıcılar da eylemin hemen öncesine Irak’a geçmişlerdi. Endonezya’da Bali Adası’nda bomba yüklü kamyonla diskoteğe girecek eylemci araba kullanmayı bile bilmiyordu. 2003’deki Fas Kazablanka’daysa 14 intihar eylemcisi, kendileri dışında sadece 31 sıradan Faslıyı öldürebildiler. Yani El Kaide’nin bu tür intihar eylemlerine çok usta militanları yollaması diye bir şart yok hatta tam tersi bile söylenebilir.

2- “Eylem tipine uymuyor”

Sabah’ın uzmanı “El Kaide olsaydı kamyonla girişe gelir ve büyük bir patlama gerçekleştirirdi.” diyor ki dünya çapında bir şekilde El Kaide’ye atfedilen eylemler hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı anlaşılıyor. El Kaide sadece İstanbul, Madrid, Londra’daki gibi gösterişli eylemlerden ibaret bir örgüt değil. Suudi Arabistan, Cezayir, Mısır, Pakistan gibi yerlerde her türden eylemin ardında bu şebekeyi görmek mümkün. Ayrıca Mart 2004’deki Kartal Mason Locası baskınında olduğu gibi, doğrudan El Kaide ile temasta olmayıp, ondan esinlenerek eylem yapan bağımsız gruplar da var.

3- “Militanlar ülkücü ve hırsız”

“Saldırganlar ülkücü ya da daha önce hırsızlıktan sabıkalı. Bugüne kadar yakalanan El Kaide militanlarının geçmişleri incelendiğinde ya sabıkasız ya da İslamcı eylemlerden gözaltına alınmış kişiler” deniyor ki üç kişiden hiçbirinin ülkücülükle ilişkisi saptanmadı. Tam tersine birisinin babası Hizbullah’tan yargılanmış. Tümü camiye giden ve çevrede radikal İslamcı bilinen kişiler.

4- “Ergenekon’un taşeronu”

Sabah’ın uzmanı “Ergenekon, Hizbullahçıları, ülkücüleri hatta PKK’lıları kullanmaya müsait. Hatta Tamil gerillalarını bile getirip kullanabilirler” diyerek bu saldırıyı Ergenekon’la ilişkilendiriyor. Saydığı yerli örgütleri ve Tamil gerillaları fantezisini bir yana bırakalım, şu soruları sormak kaçınılmaz: Hiç taşeron intihar eylemcisi olur mu? Ergenekon soruşturmasında bugüne kadar herhangi bir intihar eylemiyle karşılaşıldı mı? Şu ana kadar Ergenekon’a bir şekilde atfedilen eylemlerin tümünde zanlılar kısa sürede yakalandı. Mahkemelerinde gördüğümüz kadarıyla öyle bir dava için ölecek tiplere de benzemiyorlar.

5- “Amaç soruşturmayı saptırmak”

“Eylemin amacı da Ergenekon soruşturmasında gündemi değiştirmek ve soruşturmayı saptırmak” diyen uzman “doğrudan polisi hedef alan saldırı aynı zamanda Ergenekoncuların baş düşmanı olan ABD’nin desteklediklerine ya da ABD’yi destekleyenlere de bir gözdağı niteliğinde” diye konuşmuş. Böylece Ergenekon soruşturmasının iki taraftan (demokrasi yanlıları/darbeciler) ibaret olmayıp ABD’yi de yakından ilgilendirdiğini, Sabah’ın deyişiyle “Ergenekon’u yakından bilen bir yetkili” nin ağzından duymuş olduk.

Adalet Bakanlığı’ndan olduğu söylenen bu yetkiliye “Siz El Kaide’yi ne sanıyorsunuz?” diye sorup şu uyarıyı yapmak kaçınılmaz: Bugüne kadar El Kaide’yi önemsemeyip, şunun bunun oyuncağı olarak görenler hep yanıldı ve yanılmalarının faturasını fazlasıyla ödedi. Aman dikkatli olun, dünyayı Ergenekon’dan ibaret sanmayın. El Kaidecilerin doğrudan polisi hedef almasının nedenleri üzerine biraz kafa yorun ne bileyim google’da “El Kaide’den Türkiye’ye tehdit” yazın, bakalım karşınıza neler çıkıyor. Ayrıca El Kaide’yle bir şekilde alakalı kişilerin eylem yaparken sizlerin gündemini çok fazla önemsediği yanılsamasına da kapılmayın.

Umarım Sabah Gazetesi’ne adını vermeyen yetkili tahmin ettiğim kişi değildir. Zira Ergenekon soruşturmasını çok önemsiyorum ve dağın fare doğurmasını kesinlikle istemiyorum.

Yazının devamı...

Bu kan davası biteceğe benzemiyor

Geçen yılın sonu ve bu yılın başlarında ülkenin dört bir yanında El Kaide’ye yönelik operasyonlar düzenlenip çok sayıda kişi gözaltına alınmıştı. 25 Ocak’taysa Gaziantep’te El Kaide militanı oldukları söylenen Mehmet Polat ile oğlu Mehmet Zeki Polat polisle saatlerce çatışmış ve öldürülmüşlerdi. O gün bu yaşananları “hiç de hayra alamet şeyler olarak görmediğimi” belirtmiş ve şöyle devam etmiştim:

“El Kaide’nin yakın bir gelecekte ülkemizdeki ABD, İsrail, İngiltere hedeflerine saldırması kuvvetle muhtemel. Hatta bu sefer doğrudan Türkiye’yi de hedef alabilirler. (..) El Kaide’nin bizzat Türkiye’yi hedef almasından daha doğal bir şey olamaz. Hele El Kaide ile Türk devletinin arasına bir de kan girmişse.”

Şu ana kadarki bulguların öngörümü doğruladığını düşünüyorum. Bununla birlikte, önceki günkü saldırının sadece baba-oğul Polatların misillemesine benzemiyor. El Kaide’nin hıncı biraz daha geriye gidiyor. Örneğin örgütün Suriye asıllı üst düzey El Kaide militanı Luai Sakka’nın Antalya’da, bir İsrail turist gemisine saldırı hazırlığında yakalanmasından çok rahatsız oldu. Sakka da her vesileyle dışarıdaki yoldaşlarına “beni kurtarın” mesajı verip duruyor.

Gaziantep’in önemi

Sakka dışında da başka olaylar var ve karşımıza, her ne kadar önceki günkü saldırganların hiçbiri bu il kökenli olmasa da, yine Gaziantep çıkıyor. Neden Gaziantep? Zira El Kaide’nin Türkiye’deki faaliyetlerinde bu il öteden beri ilginç ve önemli bir yer işgal ediyor. Örneğin daha 2000 yılı başlarında Gaziantep’ten Afganistan’a savaşmaya giden 12 kişi İran sınırında yakalanmıştı. Bu kişilerin elebaşı olduğu ileri sürülen Mehmet Yılmaz ise 2004 Ağustos ayında Pakistan’da yakalanıp Türkiye’ye iade edildi. Bir süre hapis yattıktan sonra tahliye edilen Yılmaz ile sağ kolu olduğu söylenen Mehmet Reşit Işık’ın 2007 Haziran ayında Irak’ta Haviye kenti yakınlarında çıkan çatışmada öldürüldüğü Amerikan ordusu tarafından açıkladı.

Gaziantep’in ikinci özelliğiyse Irak’a gitmek isteyen El Kaide militanları için bir nevi geçiş noktası olması. Bilindiği gibi El Kaide Irak’a geçişte en çok Suriye’yi tercih ediyor. Doğrudan bu ülkeye ulaşma imkanı bulunmayan El Kaide ile irtibatlı kişiler önce Türkiye’ye geliyorlar. Ardından Gaziantep’e ulaşıp El Kaide ile irtibatlı kişilerle temas kuruyor ve genellikle yasadışı yollardan önce Suriye’ye, oradan da Irak’a geçiyorlar. Bunların arasında Avrupa’dan kalkıp Irak’ta intihar eylemcisi olmak isteyen gönüllüler de var, El Kaide’nin Afganistan ve Pakistan’daki yöneticileri tarafından Irak’a yollanan profesyonel kadrolar da.

Bir yandan bu şehirdeki El Kaide yanlılarına operasyon düzenleyen güvenlik güçlerinin diğer yandan El Kaide için hayati öneme sahip bu güzergâhı da denetim altına almada epey mesafe kat ettiklerini biliyoruz. Yer yer Amerikalılarla koordineli bir şekilde yürütülen bu faaliyetler nedeniyle ölümcül darbe almış olan El Kaide’nin Türk güvenlik güçlerine, özellikle de polise diş bilediğini kestirmek hiç de zor değil.

Sembolik mesajlar

Bütün bunlardan hareketle, üç tabanca ve bir pompalı tüfekle, kale gibi korunan Amerikan Başkonsolosluğu’na saldırmaya çalışmayı “amatörlük” ve “acayiplik” olarak gören ve göstermek isteyenleri anlamakta zorlandığımı söylemek isterim. O kadar kısa sürede üç polisi şehit edenleri “amatör” olarak tanımlamak hiç de mantıklı değil. Kaldı ki binanın kale gibi olması türünden detayların (zaten her yerde Amerikan diplomatik binaları benzer şekilde korunuyor) bir yerden sonra hiçbir anlamı kalmıyor. Tüm dünya kamuoyu, bu arada El Kaide’ye sempatiyle bakan kesimler, bu şebekenin en büyük düşmanına bir kere daha saldırmış olduğunu duydular, öğrendiler.

Sonuç olarak, önceki günkü eylemin, düzenleyenler böyle mi hesapladılar bilmem ama, çok derin sembolik anlamları olduğu kanısındayım: Yoksul ailelerden üç gencimiz, Amerikalılara dokun(a)mayıp onu koruyan kendileri gibi yoksul ailelerden gelme üç genç Türk polisini katletti.

Artık detaylarda boğulmayıp bir an önce bu işin adını layıkıyla koymamız ve ABD’nin hatalarının faturasını ödemeye bir son vermemiz lazım.

Yoksa bu kan davası bizi daha çok mahveder.


Yazının devamı...

“Geç kalmış bir misilleme eylemi”

Tam da “Ergenekon darbeye zemin hazırlamak için provokasyonlar yapacak” iddialarının ortalıkta dolaştığı bir sırada patlak veren olay, zaten karışık olan kafaları iyice karıştırdı. Evet bu bir “terör eylemi” ydi, ancak ortaya çıkan ilk detaylar nedeniyle teröristlerin fazla “amatör” olduğu düşünüldü. Buradan hareketle “profesyonel bir örgüt böyle bir eylem düzenlemez” denerek işin altında bir çapanoğlu arandı.

Bu sırada kafaları son derece net olan birileri de vardı. Örneğin daha öğle saatlerinde “Kim yapmış olabilir?” diye sorduğum bir uzman bana çok kesin bir cevap verdi: “Tabii ki El Kaide?” Ve hemen ardından ekledi: “Aslında bu çok geç kalmış bir eylem.”

“Neden?” diye sorduğumdaysa “El Kaide’ye burada çok büyük darbeler indirildi. Mesela Suriye asıllı Luai Saka hâlâ hapiste.”

Hemen bir soru daha sordum “Peki neden üç kişi böyle göz göre göre ölüme yollanır?” Uzman dostum bu sorunun cevabı konusunda da emindi: “Bunu da bir tür intihar eylemi gibi görebiliriz. El Kaide bugün dünyada ve Türkiye’de gönüllü olarak ölecek militan bulmada hiç sıkıntı çekmeyecek belki de ilk örgüttür.”

Amatör işi mi?

El Kaide’nin Türkiye’deki varlığı hakkında iki-üç olay hafızalarımızda canlanır: Öncelikle 15-20 Kasım 2003 günlerinde İstanbul’da iki sinagog, Britanya Başkonsolosluğu ve HSBC Bankası’na yönelik kamyonetli intihar eylemleri; Antalya’da bir İsrail turist gemisine saldırı hazırlığı sırasında Sakka’nın yakalanması ve son olarak 9 Mart 2004 günü İstanbul Kartal’da Mason Locası’nın basılması. İlk iki olayda El Kaide ile organik ilişkisi olan kişiler söz konusuyken, sonuncuda El Kaide’den esinlenmiş ama onunla doğrudan bağı bulunmayan iki İslamcı militanın kendi başlarına hareket ettiklerine tanık olmuştuk.

İstinye’deki olay da ilk bakışta Kartal’daki gibi “amatör” veya “yarı amatör” bir eylem gibi görülebilir, ancak bunun yanıltıcı olduğunu sanıyorum. Bir şekilde dünkü saldırının El Kaide’nin ana gövdesinin bilgisi dahilinde, hatta talimatları sonucu gerçekleştirilmiş olma ihtimalinin hayli yüksek olduğunu düşünüyorum.

Neden Türkiye?

Çünkü Türkiye El Kaide’nin hedefleri arasında yer alıyor. “Neden?” diye sorulacak olursa beş yıl önceki gerekçelerimi tekrarlamak isterim:

1) Türkiye İslam dünyasının en modern, Batı ile iç içe, AB üyeliği söz konusu olan ve laikliği büyük ölçüde içselleştirmiş bir parçası. Bütün bu özellikleri Türkiye’yi El Kaide’nin savunduğu İslam yorumunun gerçek ve belki de tek alternatifi kılıyor.

2) Birçok Müslüman ülkede otoriter ve totaliter rejimlerin İslami hareketlere hiçbir hayat hakkı tanımaması El Kaide’nin işini çok kolaylaştırıyor. Halbuki Türkiye İslami hareketleri, zor da olsa, bir şekilde mevcut sisteme entegre edebildi. AKP’nin seçim yoluyla iktidara gelmesi ve daha önemlisi iktidarda kalabilmesi bunun kanıtı.

3) Türkiye NATO üyesi tek Müslüman ülke. Ankara, Afganistan operasyonunda ABD’ye destek verdi; daha önemlisi Irak’ın işgalinde de Amerikan yanlısı bir politika izlemeye çalıştı. Bu da Türkiye’yi El Kaide’nin hedefleri arasına yerleştiriyor.

4) El Kaide’nin içinde, daha başından beri Türk unsurlar yer alıyor. Dolayısıyla ülkemizde eylem yapmak, zaten alabildiğine profesyonel olan El Kaide için zor olmadı. Gerek İstanbul’un denetlenmesi zor bir metropol olması, gerekse yetkililerin global terör tehditini yeterince ciddiye almamaları da eylemlere elverişli bir zemin yarattı.

Daha önce de hedefti

“Neden polis?” diye sorulursa, Türkiye’de El Kaide’ye, kamuoyuna yansıyandan çok daha fazla ve etkili, hatta yer yer ölümcül darbeler indirildiğini söylemek; zaten El Kaide’nin de arada sırada açıkça Türkiye’yi tehdit ettiğini hatırlatmak yeterli olur. Diğer bir deyişle El Kaide’nin Türkiye ile, özellikle de polisle bir tür kan davası var.

Peki “neden ABD Başkonsolosluğu?” sorusununsa üç içiçe yanıtı var:

1) Malum ABD El Kaide’nin en baş düşmanı;

2) 2003’te Britanya yerine ABD Başkonsolosluğu hedef alınmıştı; ancak son anda bina Beyoğlu’ndan İstinye’ye taşındığında eylem iptal edilmişti. Meğer sadece ertelenmiş;

3) ABD Başkonsolosluğu önünde Türk polislerini şehit eden El Kaideciler, Türk devletinin global terörizme karşı Washington’la yürüttüğü ve epey etkili olan işbirliğine kızgınlıklarını göstermiş oldular.

Sonuç olarak “geç kalmış” ve bundan sonra devamı da pekala gelebilecek olan bir “misilleme” eylemiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.


Yazının devamı...

Beş kritik Ergenekon sorusu

Ergenekon ile ilgili beş kritik soru önümüzde duruyor. Şöyle sıralayabiliriz:

1) Soruşturma Ergenekon’un en tepesine kadar uzanacak mı?

2) Soruşturma kapsamında, halen aktif görevde olan devlet memurları (özellikle de bazı TSK mensupları) gözaltına alınacak mı?

3) Özellikle emekli subaylar, aktif görevdeyken yaptıkları bazı faaliyetler nedeniyle suçlanacaklar mı?

4) Ergenekon’un siyasi bağlantıları daha fazla deşilecek mi?

5) AKP kapatılırsa soruşturma aynı hız ve kararlıkla sürecek mi?

Bu altı sorunun cevaplarını çok, ama çok merak ediyorum ama bilmiyorum. Bununla birlikte soruşturmayı başından beri destekleyerek, bir nevi “içerden” izleyen meslektaşlarımın yazıp söylediklerinden, soruşturmanın bugüne kadarki gelişiminden ve ülkedeki (sürekli değişen) siyasi dengelerden hareketle birtakım kestirimlerde bulunmaya çalışacağım. Sırayla gidecek olursak:

1) En tepeye çıkmak zor görünüyor

Soruşturmanın başından beri “Ergenekon” adı verilen gizli örgütlenmenin tepesinde “Bir Numara” adı verilen biri olduğu söyleniyor. Bugüne kadar yapılan tariflere itibar edecek olursak, “Bir Numara” henüz gözaltına alınmış değil. Yine yapılan tariflere göre, “Bir Numara” nın alınması Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’dan çok daha fazla gürültü koparacak. Eğer gerçekten böyle birisi varsa, alınmaması soruşturmayı sakat bırakır. Yine de bu kişinin çok yakın kontrol altına alınıp etkisizleştirilmesi yoluna da gidebilirler.

2) Şu an tek bir devlet memuru yok

Şu ana kadar gözaltı ve tutuklamalarda halen devlet içinde görev yapan herhangi bir isme rastlamadım. Birkaç emekli subayın, yanlarına bazı yine emekli subay ve astsubayı, birkaç işadamı, gazeteci, mafyacı vs.yi alıp darbe yapması üzerine kurulacak olan bir iddianamenin hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Eğer Ergenekon diye bir yapı varsa ve bu şebeke darbe yapmayı planlıyorsa mutlaka devlette, özellikle de başta TSK olmak üzere güvenlik bürokrasisinde örgütlü olması gerekir. Ancak soruşturmanın bu tür bağlantıları ortaya çıkarmak için derinleştirilmesi çok ciddi siyasi sonuçlar doğuracaktır.

3) Darbe girişimlerini yargılamak güç

Şu ana kadar, yakın dönemde üç darbe girişimi olduğu ortaya çıkarıldı: Sarıkız, Ayışığı ve Eldiven. Her ne kadar bunlarda adı geçen, hepsi emekli olmuş subayların tümü gözaltına alınmamış olsa da Eruygur ve Tolon’un tutuklanmaları, davanın bu girişimleri de kapsayacağı yolunda bir beklentiye yol açtı. Ne var ki TSK böyle bir durumda “askerlik görevi sırasında işlenmiş suçlar ancak askeri mahkemelerde görünür” diye müdahale edebilir. Soruşturmanın kaderini tamamıyla değiştirebilecek bu ihtimale karşı subayların sadece sivil hayata geçtikleri andan sonraki eylemlerinin davaya sokulması daha yüksek ihtimal gibi. Ne var ki, bu üç darbe girişimi dışarıda bırakılırsa davanın büyük ölçüde temelsiz ve etkisiz kalma riski doğabilir.

4) AKP muhalifleri diken üstünde

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve bazı arkadaşları dışında tutuklu siyasetçi yok. Eski AKP’li Turan Çömez ise aranıyor. Ne var ki Ergenekon ile şu ya da bu şekilde irtibatlı olduğu söylenen çok sayıda eski ve aktif siyasetçinin adları ortalıkta dolaştırılıyor. Örneğin Star Gazetesi’nden Şamil Tayyar, Çömez dışında Abdüllatif Şener’in de adını Ergenekon’la birlikte anmıştı ve haberler doğruysa AKP MYK toplantısında bazı üyeler bu iddiaları hatırlatmışlar. Şener’in ne zamandır beklenen yeni parti açıklamalarını tam da operasyonun yoğunlaştığı bir döneme denk getirmesi bütün bu spekülasyonlarla ilgili olabilir. Şener dışında, AKP’ye alternatif arayışı içinde oldukları bilinen, özellikle merkez sağ kökenli bazı eski siyasetçilerin de kapsama alanına alınması şaşırtıcı olmayacak, ancak bu noktada atılacak her adım “AKP Ergenekon bahanesiyle rakiplerini tasfiye ediyor” iddialarını güçlendirecektir.

5) Ya şimdi ya asla

Soruşturmanın tam da kapatma davası sonlanacakken güç kazanmasını, “AKP kapatılmamak için son kozlarını oynuyor” diye yorumlayan çok oldu. Buna pek katılmıyorum zira kapatılmadan geri dönüşün mümkün olmadığını düşünüyorum. Bana göre, parti kapatılmadan önce Ergenekon’a olabildiğince darbe indirilerek, AKP’nin yerini alacak partiyle, Erdoğan’ın yerini alacak yeni genel başkan/başbakanın işi kolaylaştırılmak isteniyor. Zira şu ana kadar telaffuz edilen emanetçi isimlerden hiçbiri, böylesine çetin bir işin altından kalkabileceğe benzemiyor.


Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.