Şampiy10
Magazin
Gündem

Gül’ün “cool” konuşması TÜSİAD’ı hayal kırıklığına uğrattı

TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Kurulu’nun Ankara Sheraton Oteli’ndeki toplantısının onur konuğu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘dü. Gül’ün bu toplantıya katılıp konuşma yapacak olması birçok açıdan anlamlıydı:

1) Hükümet, daha doğrusu Başbakan Erdoğan ile TÜSİAD arasındaki mesafe iyice açılmıştı. En son olarak Erdoğan, TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz‘ın yolsuzluk iddiaları ve hukuk devleti konusundaki kaygılar bağlamında yapmış olduğu “yabancı sermaye kaçabilir“ uyarısını “vatan hainliği“ olarak ilan etmiş ve şöyle konuşmuştu: “Sen hangi yüzle bu idarenin bakanlarını TÜSİAD’a davet edeceksin? Bizimle hangi işini görmeye geleceksin? Hangi yüzle? Nitekim Ankara’daki dünkü toplantıya hiçbir bakan katılmadı.

2) Gül’ün bütün bu gerilime rağmen TÜSİAD’ın davetini kabul etmiş olması, Çankaya ile hükümet arasında son dönemde iyice netleşen görüş ve tutum farklılıklarının bir yenisi olarak telakki edildi. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı’nın yapacağı konuşmada bu farklılıkların altını bir kez daha, kalın bir şekilde çizmesi beklendi.

3) Yine Gül’ün yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ne tür bir tutum takınacağının ipuçlarını aynı konuşmada vermesi de bekleniyordu.

Ama olmadı. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Erkut Yücaoğlu ile Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz’ın siyasi kutuplaşma, demokrasi, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti, bağımsız kurumlar, dış politika gibi konularda eleştirilerle dolu konuşmalarından sonra kürsüye çıkan Gül beklentilerin tamamen tersine, son derece sakin, İngilizce tabirle “cool” bir konuşma yaptı ve salonu dolduran TÜSİAD’çılara şöyle seslendi: “Merak etmeyin, olumsuzlukların hepsi geçicidir. Siyasi gerilimler bizde hep olmuştur. Moralinizi bozmayın. İşinize, gücünüze bakın.”

Konuşmanın ardından sohbet etme imkânı bulduğum bazı TÜSİAD üyeleri şaşkınlık ve hayal kırıklıklarını açıkça ifade ettiler. Daha az duygusal olanlarsa bunu bir tür “veda konuşması“ olarak gördüklerini belirttiler.

Ayrı dünyalar

Peki sahiden bir veda konuşması mı yaptı Gül? Sanmıyorum. Kendisi belki de sahiden siyasete veda etmeyi düşünüyordur ama hem bunu ilan etmesi için vakit çok erken, hem de TÜSİAD toplantısı kesinlikle bunun yeri değil. Aynı şekilde Gül’ün Erdoğan ile olan farklılıklarını dile getirmek için en son düşüneceği yerlerden biri de herhâlde bu toplantı olurdu. Hele, dün TÜSİAD’çıların huzurunda Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Başbakan’a alenen meydan okuyacağını düşünmenin hiçbir şekilde gerçekle bağlantısı olmadığı ortada.

Gül TÜSİAD’a Erdoğan’dan katkat fazla ilgi gösteriyor, önem atfediyor olabilir ama eninde sonunda AKP’nin önde gelen kurucularından, ilk hükümetin başkanı ve bu parti milletvekillerinin oylarıyla Çankaya’ya çıkmış muhafazakâr bir siyasetçiden söz ediyoruz. İçinden çıktığı camia TÜSİAD karşıtı propagandalarla iyice haşır neşirken Gül’ün dünkü toplantıya icabet etmesi bile kendi siyasi geleceği için epey riskliydi. Çünkü eğer siyasi yaşamını sürdürmek istiyorsa sırtını dayaması gereken esas yerin TÜSİAD gibi kurumlar değil de o muhafazakâr camia olduğunu herhâlde Gül çok iyi biliyordur.

Yazının devamı...

Erdoğan Kürtlere özerklik sözü vermiş olabilir mi?

Şubat ayı başında sosyal medyada KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık’ın “Erdoğan bize Kürt devleti sözü verdi. Biz Erdoğan’ı ve AKP’yi destekliyoruz. Bu nedenle silahları susturduk ve eylemsizlik kararı alarak sınırın dışına çekildik” dediği yolunda yoğun bir kampanya yürütüldü.

Tamamen yalandı. Çok iyi biliyorum, çünkü bu kampanyayı yürütenler inandırıcı olmak için, Bayık’ın bu sözleri ocak ayı sonunda Kandil’de yaptığımız söyleşide söylediğini belirtmişlerdi. Söyleşiyi okuyanlar bu cümlelerin hiçbir şekilde olmadığını rahatlıkla görebilirdi.

Bu kampanya yalan olmanın dışında aynı zamanda “yanlış“tı. Çünkü “PKK’ya, Öcalan’a özerklik sözü verdi” diyerek Başbakan Erdoğan’ın popülaritesini düşüreceğini, bu tür iddiaların ona kaybettireceğini düşünmenin hiç de akıl kârı olduğunu sanmıyorum. Hatta tam tersini bile ileri sürmek mümkün: Bu tür aleyhte propagandalar AKP liderinin pekâlâ elini daha da güçlendiriyor olabilir.

Dört gerekçe

Neden böyle düşündüğümü 4 maddede açıklamaya çalışayım:

1) Gerek 12 Eylül 2010 referandumu, gerekse 12 Haziran 2011 genel seçimleri öncesinde muhalefet partilerinin, hükümetin PKK ve Öcalan ile görüşüyor olmasını propaganda malzemesi olarak kullanması pek bir işe yaramadı.

2) Öncelikle, kendilerini “Türk milliyetçisi“ olarak görüp aynı zamanda bir lider olarak Erdoğan’ı takdir edenlerin önemli bir kesimi, onun Kürt ve PKK sorunlarında kendilerini rahatsız edecek adımlar atacağına ihtimal vermediler. “Vardır bir bildiği“ diye düşündüler.

3) Kaldı ki, kamuoyunda Kürt ve PKK sorunlarının ne yapıp edip bir şekilde bitirilmesi beklentisi ağır basıyor. Dolayısıyla PKK ve Öcalan ile görüşülüyor olması çözüm umutlarını artırdığı için AKP ve Erdoğan’a etkisi daha çok pozitif oldu.

4) En önemlisi bu tür propagandalar Kürtleri hükümet ve Erdoğan’a daha da yakınlaştırıp muhalefet partilerinden iyice uzaklaştırdı.

Özerklik spekülasyonları

Erdoğan’ın özerklik sözü verip vermediğine gelecek olursak: Yerel seçimler öncesi bu yönde çok spekülasyon yapıldı, hatta bunu kanıtlayacak bazı tapelerin yayınlanacağı da ileri sürüldü, fakat olmadı.

Sanmıyorum ki Erdoğan böyle bir söz vermiş olsun. Böyle bir söz vermiş olsa bile bunun herhangi bir kıymeti olacağını ise hiç sanmıyorum. Çünkü Türkiye’de Kürtler, özerklik mi olur, federasyon mu ya da başka bir formül mü bilmiyorum ama eninde sonunda (ana)yasal bir statüye kavuşacaklar. Ve bu statüyü Erdoğan (veya bir başka başbakan) razı olduğu, diğer bir deyişle lütfettiği için değil, uzun soluklu bir mücadelenin sonunda hak ettikleri için elde edecekler. O an geldiğinde bunu Erdoğan’ın (veya bir başka devlet yöneticisinin) engelleme imkânına sahip olamayacağı da çok açıktır.

Sürecin öznesi kim?

İster destek olsunlar ister karşı çıksınlar; ister gidişatından memnun olsunlar ister şikâyet etsinler, çözüm sürecini tartışanların büyük çoğunluğu, Erdoğan’ın bunun en önde gelen aktörü olarak görme hatasında birleşiyorlar. Hatta bazıları onun dışındaki tüm aktörlere ikincil rolleri uygun görüyor.

Kuşkusuz rolü önemlidir, fakat bu süreç o istediği için başlamış değil. Erdoğan o süreci başlatmak zorundaydı. Aksi hâlde önünü hiçbir şekilde göremezdi. Benzer bir şekilde sürecin kaderini onun isteklerine, ruh hâline vb. endekslemek de gerçekçi olmayacaktır.

Sonuç olarak Başbakan’ın Kürt siyasi hareketine herhangi bir söz verip vermediği, verdiyse ne sözü verdiği değil de, Kürt sorununun nasıl çözülebileceği, yani Türkler ile Kürtlerin hangi noktada nasıl anlaşabilecekleri üzerine kafa yormamız daha isabetli olacaktır.

Yazının devamı...

Cemaat, çözüm sürecine ‘sahici olarak’ nasıl bakıyor?

Fethullah Gülen cemaatinin çözüm süreci hakkındaki duruşu üzerine çok şey yazıldı söylendi ama henüz tam bir netlik oluşmuş değil. Bu kafa karışıklığının en önemli nedeni cemaatin, Fethullah Gülen dâhil olmak üzere pek çok sözcüsünün süreç hakkında sık sık birbirleriyle çelişen açıklamalar yapmasıdır.

Bu yazıda, seçimlerden önce elden dağıtılmak için hazırlandığı anlaşılan “Barış içinde adil yarınlar için demokratik uyarı daveti“ başlıklı 5 sayfalık bir metnin “Sözde barış süreci hakkında“ başlıklı son bölümünden bazı alıntılar yapmak istiyorum. Altında herhangi bir imza bulunmamakla birlikte bu metni kaleme alan(lar)ın Gülen cemaatinin “sahici“ görüşlerini çok iyi toparlamış olduğunu, dolayısıyla konuyla ilgili kafa karışıklığını gidermeye ciddi katkısı olacağını düşünüyorum:

- “Kürt kelimesi sorun kelimesi ile yan yana kullanılamaz. ‘Kürt Sorunu’ kavramı en hafif ifadesiyle düşüncesizce kullanılmış, sapık bir ifadedir. Kürt’se sorun değildir, sorunsa Kürt değildir. Kürt kardeşlerimizin hakları ve mağduriyetleri üzerinden menfaat devşiren, kanla beslenen bir Terör Sorunu, PKK Sorunu, KCK Sorunu vardır. Ve bu sorun, sözde Barış Süreci yüzünden hiç olmadığı kadar içinden çıkılmaz bir hâl almıştır.

- Başbakan’ın iyi niyetle başlattığı ve kısmen doğru işler de yaptığı ‘barış süreci’, maalesef kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘parçalanma süreci’dir. Süreç, Başbakan’ın niyeti o olmamakla birlikte, hâlen dost sandığı düşmanları tarafından, terör örgütünün boyunduruktan kurtulma manevrası olarak tasarlanmış ve işletilmiştir. Sözde ‘Barış Süreci’nin beyin takımı, terör örgütüne adeta boğuldu-boğulacağı bir anda, devlet içinden bir can simidi atmıştır.

- Süreç öncesinde bir yandan şehirde ve dağda terör örgütünün aklını başından alan polis-asker müşterek operasyonları ve adli operasyonlar yapılıyordu. Terör örgütünün tam anlamıyla aklını başından alan, çok yönlü bir anti-terör program uygulanıyordu.

- Sözde Barış Süreci öncesinde, bir yandan da, kadim kardeşlerimiz Kürt halkımızla devleti barıştıran uygulamalar ve demokratik reformlar yapılıyordu. Ayrıca, devletimiz faili meçhul cinayetler ve yargısız infaz içeren, derin ve kirli mazisi ile yüzleşiyordu. Kürt halkı için tanınmayacak kadar vicdanlı, samimi ve insancıl bir devlet anlayışıydı bu.

- Süreç başladığında ise, dağ ve şehir kadrolarına yapılan operasyonlar İmralı ile müzakereler ve Oslo Anlaşması gereği, bıçakla keser gibi durduruldu. Hapishanelerdeki örgütleyici şehir kadroları serbest bırakıldı. Üstelik yapılan demokratik reformlar da yavaşladı. Devletin faili meçhul cinayetlerle, köşe bucak tenhalarda gençlerin kafasına kurşun sıktığı kirli mazisiyle yüzleştiği davalarda ansızın frene basıldı.

- Süreçte yavaşlayan reformlar ayrılıkçı siyasetçilerin başlıca propaganda malzemesi olurken, PKK ve KCK ise, dağda ve şehirde toparlandı, yeniden organize oldu. Suriye ordusundan bol miktarda patlayıcı madde, güdümlü füze ve tanksavar silahlar elde etti. PKK ve KCK, şehirde ve dağda hiç sahip olmadığı bir mevzilenme ve harbe-hazırlık pozisyonu elde etti.

- Süreç sonunda iktidar partisi ‘1 yıldır kan akmıyor, daha ne olsun’ sloganına sarıldı ama, PKK, kan akıtmadığı her gün ‘bak, dediklerimi yap, yoksa karakol basarım, şehirde bomba patlatırım, açılım balonunu patlatırım, seni iktidardan indiririm haa’ diye açık açık, göstere göstere, en üst perdeden hükümete ve devlete meydan okuma konumunu yakaladı. Kandil’den gelen tehdit ve şantajların ardı arkası hiç kesilmedi.

- Bugün ordumuz dağda bin terörist öldürse, PKK ve KCK yönetimleri asla yıkılmaz. KCK birkaç bin gencimizi daha aldatıp dağa yollar. Zaten bunu hep yapmıştı, en iyi bildiği iş bu. Açılım sürecinde, yedek kadrolarına kadar savaş düzenlerini hazırlamış durumdalar.

- Ama, (Allah korusun, Allah korusun, Allah korusun, teşebbüs edenlerin beli kırılsın, elleri tutulsun, Allah fırsat vermesin) bu saatten sonra ülkemizde tek bir karakol baskını, tek bir AVM bombalaması yaşansa, artık bu hükümetin yerinde kalması mümkün değildir. Bundan ötürüdür ki, artık bu noktadan sonra, mevcut hükümetin oyunu devam ettirebilmek için PKK ve KCK’nın her dediğini yapmaktan başka çaresi yoktur.

- BDP tarihte hiç olmadığı kadar güçlenmiştir. Seçim sonrası özerklik adı altında bağımsızlık ilanında bulunacaklarını açık açık ilan etmektedirler.

- Öte yandan, ülkemizde ortaya çıkacak bir ayrılıkçı girişim sonrası, hükümetin ayakta durması imkânsızdır. Herhangi bir bölme teşebbüsü çok sert devlet refleksleri ile karşılık bulacaktır.

Bu da, savaşı kazanacak olmamızla birlikte, son bir yıldır vermediğimizin katbekat fazlası şehitle sonuçlanacaktır. Çünkü PKK’nın askeri kapasitesi TSK ile kıyas kabul etmese bile, askerimize-polisimize kayıp verdirme noktasında çok daha etkili duruma gelmiştir.

- Ülkemiz bu yüzden çok ciddi anlamda bir Kürt-Türk iç savaşı ile, hatta Kuzey Irak ve Suriye’deki silahlı grupların da katılımıyla, hem içte hem dışta çok kanlı bir kardeş kavgasıyla burun buruna yaşamaktadır.”

Yazının devamı...

El Kaide’yi anlamamız neden zor?

11 Eylül 2001 terör saldırılarından önce dünyanın dört bir tarafında yaşanan intihar eylemleri üzerine ABD’de CIA bünyesinde Usame bin Ladin üzerine yoğunlaşacak özel birim kuruldu. Şef olarak görevlendirilen Michael Scheuer “Alec İstasyonu” adı verilen bu birimi CIA karargâhının dışında bir binada kurdu. Ekibi için genellikle terör konularıyla çok fazla ilişkisi olmamış isimler seçti ve çoğunun kadın olmasına dikkat etti. CIA’in kıdemli terör uzmanlarının sürekli dalga geçtiği bu birim 11 Eylül’den önce El Kaide’nin Amerikan topraklarında intihar eylemi düzenleyeceği analizini yaptılar, ama Washington yönetimini ikna edemediler.

Scheuer, 11 Eylül’ü engelleyememiş olmanın öfkesiyle önce “Through Our Enemies’ Eyes” (Düşmanlarımızın Gözlerinden Bakınca), ardından “Imperial Hubris” (Emperyal Kibir) adlı iki kitap yazdı. “Anonymous” (İsimsiz) imzasıyla çıkan bu kitapların ikisi de best-seller oldu. 2004’te çıkan son kitap hakkında Usame bin Ladin üç yıl sonra “Batı’nın bize karşı savaşı neden kaybettiğini gözler önüne serdi” diyecekti.

Yeni olan ne?

Özellikle İsrail aleyhtarı görüşleri nedeniyle CIA’den atılan Scheuer çeşitli düşünce kuruluşlarında çalıştı, televizyonlarda yorumculuk yaptı. Onu diğer El Kaide uzmanlarından ayıran en temel özelliği kitaplarının adıyla hareket edersek, bu uluslarötesi şebekeye “kibir”le, yani küçümseyerek yaklaşmaması, kendini onların yerine koymaya, onların gözüyle dünyaya bakmaya çalışması ve bunu da iyi yapmasıdır. Yanlış anlaşılmasın, Scheuer’in El Kaide ve bin Ladin’e karşı herhangi bir sempati beslediği yoktu; hatta yer yer “İslam karşıtı” olarak yorumlanabilecek görüşleri de olmuştu ve hâlen var.

Scheuer, El Kaide’nin o güne kadar tanık olunmadık bir meydan okuyuş anlamına geldiğini erken kavrayanlardan biriydi ve çaresizce üstündeki yetkililere “bu olay bildiğimiz gibi değil” diye anlatmaya çalıştı. Peki neydi yeni olan? Bu konuda ciltlerle kitap yazılabilir, ama üst düzey bir El Kaide yöneticisinden (yoksa bin Ladin’in kendisi miydi, unuttum) mealen hatırladığım şu tespit olayı özetliyor olabilir: “Onların çocukları yaşamak için ellerinden geleni yapıyor, bizim çocuklarımızsa ölmek için...”

Kibrin ettiği

El Kaide ve onunla organik ilişki içinde olmasa da onun çizdiğine benzer hatta faaliyet gösteren yeni kuşak İslamcı örgütleri sadece intihar eylemlerine indirgemek yanıltıcı olur. Ancak hiyerarşik konumları ne olursa olsun, bu yapılanmalar içindeki herkesin her an ölüme hazır olması, hatta bunu istemesi gibi bir olgunun geleneksel terörle mücadele yöntem ve stratejilerini büyük ölçüde geçersiz kıldığı da bir gerçek. Ama El Kaide’nin esas gücünün, düşmanlarını çok ama çok iyi tanımalarından ve kendilerini de düşmanlarından çok ama çok iyi gizlemelerinden geldiğini düşünüyorum. Bu noktada 11 Eylül’ü gerçekleştiren farklı Arap ülkelerinden 19 gencin Batı’yı çok yakından tanımalarını ama Batı’nın, örneğin istihbarat servislerinin bu gençlerin çok uzun bir süre neye hazırlanmış olduklarını çözememiş olmalarını örnek olarak verebiliriz. Bu örnekte, Scheuer’in sözünü ettiği “emperyal kibrin” de çok kritik bir rol oynadığı açık. Batı, özellikle ABD, İslam dünyasının iyi eğitimli genç kuşaklarının kendilerine karşı öfke ve kinleriyle nerelere kadar savrulabileceklerini, ne kadar yaratıcı ve yıkıcı olabileceklerini görmeye tenezzül bile etmemiş olmanın faturasını çok ağır ödediler.

Türkiye’nin de bu noktada benzer bir konumda olduğunu söyleyebilirim. El Kaide olgusuna bakışımızı tek bir kavramla özetlemek mümkün: Gaflet. Ne bu olguyu anlayabiliyoruz, ne de anlamak için gayret sarf ediyoruz.

Bugüne kadar bu gafletin bedelini zaten kötü ödedik, bu gidişle çok ağır bir faturayla karşı karşıya kalabiliriz.

Şimdilik bu kadar...

Yazının devamı...

El Kaide’yi hafife alan kesin kaybeder

Amerikalı gazeteci Seymour Hersh Şam’ın doğu banliyösü Guta’da geçen yıl 21 Ağustos günü yaşanan kimyasal saldırıdan El Kaide ile ilişkili El Nusra Cephesi’ni sorumlu tutan bir haber kaleme aldı. Hersh, El Nusra’yı bu saldırıya Ankara’nın yönlendirdiğini, hatta ona kimyasal silah edinmede yardımcı olduğunu da ileri sürdü. İki gün üst üste ele aldığımız bu iddianın doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu kısa vadede öğrenebileceğimizi sanmıyorum. Bununla birlikte, her iki yazıda da altını çizdiğim gibi hükümetin bir an önce, El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişki iddialarını hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde geçersiz kılması şart.

İki farklı zemin

Suriye’deki iç savaş bağlamında gündeme gelen Ankara’nın El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ilişkide olduğu iddiaları iki zeminde yükseliyor:

1) “Arap baharı”nın Libya, Tunus ve Mısır’daki hızlı başarıları Suriye’de de rejim değişikliğinin çok kolay olacağı beklentisine neden oldu. AKP hükümeti de yakın zamana kadar çok iyi ilişkilere sahip olduğu Beşşar Esad ile bağlarını koparıp Müslüman Kardeşler’in başını çektiği Suriye muhalefetine alenen destek verdi. Ama gerek bu muhalefetin yetersizliği nedeniyle, gerekse İran ve Rusya’nın desteğiyle rejim ayakta kalmayı bildi. Bunun üzerine asimetrik savaşta iyice profesyonelleşmiş olan El Kaide ile ilişkili grupların önü, Suriye muhalefetine destek veren odaklar tarafından hızla açıldı. Türkiye’nin de adı, bu bağlamda Suudi Arabistan ve Katar’dan sonra zikredilir oldu.

2) Türkiye sınırı boyunca, “Rojava“ adı verilen Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı ve Esad rejiminin fazla ilgilenmediği bölgede Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD hızla öne çıktı ve özerklik niyetini alenen deklare etti. Ve birdenbire PYD’nin karşısına kimisi El Kaide ile doğrudan, kimisi dolaylı ilişki içinde bazı silahlı gruplar çıktı. PYD çevreleri bütün bu grupların ana sponsorunun Ankara olduğunu iddia ettiler. Daha sonra, bunlardan IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) adlı grupla Türkiye arasında Süleyman Şah Türbesi nedeniyle ciddi ihtilaf çıktı.

Başrol mü, karakter oyuncusu mu?

Madem Türkiye’nin El Kaide ile ilişki içinde olup olmadığını tartışacağız, önce şu realiteyi hatırlatalım: Ülkemizde (dünyada da öyle olsa gerek) hâlâ El Kaide diye uluslarötesi İslamcı bir yapılanmanın sahiden mevcut olduğuna inanmayan, 11 Eylül 2001 saldırıları başta olmak üzere El Kaide’ye atfedilen eylemleri komplo teorileriyle açıklamayı tercih eden geniş bir kitle var.

Şu da ayrı bir gerçek: El Kaide’nin varlığını kabul edenlerin çoğu da bu yapıya bağımsız bir güç ve kayda değer bir önem atfetmiyor. Diğer bir deyişle El Kaide’yi dâhil olduğu büyük oyunların ana aktörlerinden biri olmaktan çok, kolaylıkla yönlendirilebilecek, hatta kullanılabilecek sıradan bir oyuncu olarak görmek daha yaygın bir eğilim.

Bu çok büyük bir yanlış. Ve bu yanlışın kaynağında El Kaide’nin bugüne kadar çok ses çıkaran eylemlere imza atmış olmasına rağmen herhangi bir somut kazanım elde edememiş olması var. Evet ilk bakışta bu saptama doğru, fakat El Kaide çıtayı o kadar yükseğe (Batı’yı dize getirmek) çıkarmış durumda ki zaten amacına ulaşması mümkün değil.

Öte yandan şu gerçek sıklıkla atlanıyor: El Kaide bugüne kadar pek bir şey kazanmamış olsa da kaybetmiş de değil. Daha önemlisi, ABD başta olmak üzere dünyanın önde gelen güç odaklarına çok acı yenilgi tattırmış bir yapıdan söz ediyoruz. Eğer bir bilanço yapılacak olursa, düşmanlarını uğrattığı zararın, kendi uğradığı zararın kat kat üstünde olduğu görülecektir.

Özellikle 11 Eylül’den itibaren yerkürenin dengelerini altüst eden El Kaide, örneğin Afganistan’da, Pakistan’da, Irak’ta, Suriye’ de zafere ulaşmamış olabilir ama bu ülkelerin yıllardır istikrara kavuşamamış olmasının ana nedenlerinden birinin ülkelerindeki sona erdirilemeyen El Kaide varlığı ve bitmek bilmeyen eylemleri olduğu da aşikâr.

Büyü bozuldu ama

Özellikle Usame bin Ladin’in öldürülüp yerini Eymen el Zevahiri’nin almasıyla başlayan süreçte El Kaide’nin kaybetme güzergâhına girdiğini düşünüyorum. Böyle düşünmemin ana nedeni, El Kaide’nin öncelikle büyüsünü kaybetmiş olması. Geçen yıl ağustos ayının başında (http://haber.gazetevatan.com/el-kaidenin-bozulan-buyusu/558591/4/yazarlar) büyünün bozuluşu 8 maddeyle detaylandırmaya çalışmıştım.

Bununla birlikte El Kaide’nin hemen yanı başımızdaki ve hatta içimizdeki çok ciddi bir güç olduğunu unutmamak, zinhar onu kullanmaya filan kalmamak ve ona karşı çok açık, net, sistemli ve kararlı stratejiler geliştirip hayata geçirmek şart.

Özetle: El Kaide’yi hafife alırsanız kaybetmeniz garantidir.






Yazının devamı...

Yine Hersh’ün haberi hakkında

Dünkü yazımızın tekrarı olacak, ama olsun! Amerikalı gazeteci Seymour Hersh, geçen yıl 21 Ağustos günü Şam’ın doğu banliyölerinden Guta’da meydana gelen kimyasal saldırıdan El Kaide ile ilişkili El Nusra Cephesi’ni sorumlu tuttu ve bu örgütün de sarin gazına Ankara’nın yardımlarıyla ulaştığını iddia etti. Buna karşılık ülkemizde bazıları haberdeki iddiaları çürütmek yerine Hersh’ü itibarsızlaştırmaya kalkıştı. Beyhude bir çaba çünkü Umur Talu‘nun, Habertürk’te çok güzel tasvir ettiği gibi (http://www.haberturk.com/yazarlar/umur-talu/937023-yazdi-yazdi-ne-yazdi), Amerikalı olmasına rağmen Amerikan yönetiminin, Yahudi olmasına rağmen İsrail devletinin nice kirli çamaşırlarını ortaya dökmüş çok iyi bir gazeteci Hersh. Onu bizde örneklerini sıklıkla gördüğümüz, ellerine tutuşturulan “belgeleri” sorgusuz sualsiz dolaşıma sokan kişilerle kıyaslamaya kalkmak gazetecilikten hiç anlamamak anlamına gelir.

Kuşkusuz Hersh’ün iyi bir gazeteci olması, parlak kariyeri onun her yazdığının kesinkes doğru olduğu anlamına gelmiyor. Talu’nun da altını çizdiği gibi haber kaynakları tarafından yanıltılmış veya kendisi elindeki bazı belge ve bilgileri yanlış değerlendirmiş olabilir. Her ne olursa olsun, bu haberi ve içerdiği iddiaları ciddiye almak durumundayız.

Yeniden iki senaryo

Bu uzun girişten sonra dünkü yazımızda ele aldığım iki senaryoya dönmek istiyorum. Önce hatırlayalım:

1) Gerçekten Ankara, Hersh’ün yazdığı gibi Washington’ı Suriye’de savaşa sokmak için o kimyasal saldırıya bulaştı. Bunun farkında olan Amerikan yönetimi, stratejik açıdan bir dizi konuda işbirliği içinde olduğu Türkiye’yi kaybetmemek için, olaydan sorumlu gördüğü Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a karşı, nihai amacı tasfiye olan bir yıpratma süreci başlattı;

2) Guta saldırısında Ankara’nın hiçbir alakası olmamasına rağmen başka nedenlerle Erdoğan ve Fidan’dan kurtulmak isteyen Washington yönetimi, onları yıpratmak uğruna böyle spekülasyonların dolaşıma girmesine izin verdi, hatta bunu teşvik etti.

Dört vahim hata

Eğer birinci senaryo doğruysa Ankara dört vahim hata yapmış demektir. Bunları önem sırasıyla ele alacak olursak:

1) Her ne sebeple olursa olsun, bir “insanlık suçu“ olan kimyasal silah kullanımına bir şekilde bulaşmış olmanın, hele mağduru sivillerse vebali çok ama çok büyüktür; bunun altından kimse kalkamaz.

2) Her ne sebeple olursa olsun El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişkiye girmenin ve işbirliği yapmanın hem vebali, hem de faturası çok ağırdır. Yakın tarihimiz El Kaide’yi kullandığını sanıp kısa süre içinde perişan olmuş devletler ve bunların yöneticileriyle dolu.

3) Herhangi bir kimyasal saldırının ABD’nin Suriye’ye müdahalesine yol açacağını düşünmenin hiç de isabetli olmadığını Guta olayından sonra gördük.

4) Bu tür komploların çok zaman geçmeden ortaya çıkmayacağını sanmak, en basit deyimiyle gaflettir.

Komplo potansiyeli

Prof. Deniz Ülke Arıboğan Hersh’ün haberi üzerine yaptığı uzun analizde (http://haber.gazetevatan.com/turkiye-kirli-camasirlarini-sokak-ortasinda-yikayan-bir-ulke/626476/1/gundem) şöyle yazmış: “Son ortaya çıkan sızıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye’nin başka ülkelerin sınırları içerisindeki olaylara karışmak, şiddet kullanan örgütlerle haşır neşir olmak, saldırılar planlamak, komplolar kurmak gibi bir potansiyeli yok. Ne planlayabiliyor, ne gizleyebiliyor. Türkiye kirli çamaşırlarını sokak ortasında yıkayan bir ülke ve mümkün olduğunca çamaşırlarını kirletmemesinde de fayda var.”

Kesinlikle haklı. Onun yazısında dile getirdiği diğer argümanları da göz önüne alırsak Ankara’nın Guta saldırısında payı olduğu iddiaları pek gerçekçi gözükmüyor. Ancak Guta’nın ardında Esad yönetimi değil de El Nusra bulunduğu iddialarının daha ağır bastığı ortada. Öte yandan hükümetin Kürtlerin ağırlıkla yaşadığı Rojava diye anılan bölgede PKK çizgisindeki PYD’ye karşı savaşan El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişki içindeki örgütlere sıcak baktığı, hatta destek verdiği iddiaları hâlâ inandırıcı bir şekilde yalanlanmış değil. Keza hükümetin gerek Suriye, gerek Irak, gerekse küresel çapta El Kaide’ye karşı çok kararlı ve sistemli politikalar geliştirmiş olduğuna da tanık değiliz.

Özetle, Ankara’nın El Kaide konusundaki duruşunun her türden spekülasyona elverişli bir ortam hazırladığını kabullenmek gerekir. Bu bağlamda yazımızı dünkü gibi bitirelim: Ankara’nın bir an önce, El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişki iddialarını hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde geçersiz kılması şart.

Yazının devamı...

Hersh’ün haberi ve “Pennsylvania connection”

Dünyada bağımsız, özgür gazetecilik denilince ilk akla gelen isimlerden biri, Amerikalı Seymour Hersh‘tür. Kuşkusuz Hersh’ün “iyi gazeteci” olmasının defalarca tescillenmiş olması, her haberinin kayıtsız şartsız doğru olacağı anlamına gelmez. Fakat iddialı bir haberin altında eğer onun imzası varsa, o habere şu ya da bu nedenle burun kıvırmanın, hele bu mesleğin esaslarından olan “haber kaynaklarıyla ilişki“ konusunda Hersh’e ders vermeye kalkmanın hiçbir inandırıcılığı ve anlamı yoktur. Dolayısıyla Amerikalı gazetecinin, geçen yıl 21 Ağustos günü Şam‘ın doğu banliyölerinden Guta‘da meydana gelen kimyasal saldırıdan El Kaide ile ilişkili El Nusra Cephesi‘ni sorumlu tutan ve bu örgütün de sarin gazına Ankara‘nın yardımlarıyla ulaştığını iddia eden haberini ciddiye almak durumundayız.

İki senaryo

Hersh’e yönelik yalanlamaların hiçbiri onun haberinin yarattığı etkiyi azaltmadı; tam tersine, yalanlamaların zayıflığı Amerikalı gazetecinin doğru yazdığının göstergesi olarak algılandı. Onun haberini doğrulayacak veya yalanlayacak haber kaynaklarına sahip değilim, ancak son birkaç aydır yaşanan bazı gelişmelerden hareketle kabaca iki senaryonun söz konusu olabileceğini düşünüyorum:

1) Gerçekten Ankara, Hersh’ün yazdığı gibi Washington’ı Suriye’de savaşa sokmak için o kimyasal saldırıya bulaştı. Bunun farkında olan Amerikan yönetimi, stratejik açıdan bir dizi konuda işbirliği içinde olduğu Türkiye’yi kaybetmemek için, olaydan sorumlu gördüğü Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan‘a karşı, nihai amacı tasfiye olan bir yıpratma süreci başlattı;

2) Guta saldırısında Ankara’nın hiçbir alakası olmamasına rağmen başka nedenlerle Erdoğan ve Fidan’dan kurtulmak isteyen Washington yönetimi, onları yıpratmak uğruna böyle spekülasyonların dolaşıma girmesine izin verdi, hatta bunu teşvik etti.

MİT krizine yeniden bakmak

Hersh’ün yazısından sonra, geçen yıl eylül ayında (yani Guta olayından kısa bir süre sonra) BM Genel Kurulu için New York‘ta bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘e değişik platformlarda sık sık Ankara’nın Suriye’de El Kaide ve özellikle El Nusra ile ilişkili olup olmadığının sorulmuş olması (http://www.rusencakir.com/Terorle-mucadele-konusunda-ofanstan-defansa/2118) daha fazla anlam kazanıyor.

Hersh’ün yazısından sonra, geçen yıl ekim ayı başında Wall Street Journal‘da çıkan “Türkiye’nin istihbarat şefi Suriye’de kendi yolunu çizdi“ başlıklı yazının (http://rusencakir.com/Hakan-Fidan-hakkinda-yazilanlara-alti-serh/2137) satır arası mesajları daha da netleşiyor.

Hersh’ün yazısından sonra, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu‘nun makamındaki dörtlü Suriye zirvesinin ortam dinlemesinin kayıtlarının neden seçimlere birkaç gün kala dolaşıma sokulmuş olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Yine Hersh’ün yazısından sonra Suriye sınırında MİT tırlarının durdurulması olaylarına, dolayısıyla 17 Aralık sürecine, özellikle sürecin zamanlamasına, buradan hareketle Fethullah Gülen cemaatinin küresel ilişkilerine yeniden bakmak gerekiyor. Hatta daha geriye gidip 7 Şubat 2012 günü patlak veren ve ana hedefi Hakan Fidan olan MİT krizini yeniden değerlendirmek de isabetli olacaktır.

Fidan’ın daha Suriye meselesi gündemde değilken hedef alınmış olmasından hareketle sorunun sadece El Kaide ile ilişki zemininde anlaşılamayacağı da açıktır.

Bununla birlikte, El Kaide hakkında epey araştırma yapmış, kafa yormuş bir gazeteci olarak şunu vurgulamak isterim: Herhangi bir devletin yapacağı en vahim hatalardan biri El Kaide’yi kullanacağını sanması ve buna kalkışmasıdır. (http://rusencakir.com/El-Kaideyi-kullanmaya-kalkan-yaniyor/2071)

Yine bir devletin başına gelebilecek en büyük tatsızlıklardan biri de, hiç ilgisi olmamasına rağmen adının El Kaide ile birlikte anılmasıdır.

Ankara’nın bir an önce, El Kaide ile doğrudan ya da dolaylı ilişki iddialarını hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde geçersiz kılması şart.

Yazının devamı...

Sekiz soruda Cumhurbaşkanlığı seçimleri

- Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak istiyor mu?

Kesinlikle. Onun bu arzusu daha 2007 yılında, Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin sonu yaklaştığında belli olmuş, fakat bazı siyasi hesaplamalarla Erdoğan, yerine Abdullah Gül’ü önermişti. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmak istemesinin özünde, sistemin geçmişte kendisine yaptığı kötülükler var. Devletin en yüksek makamına gelecek olan Erdoğan böylelikle köklü bir hesabı kapatmış, özellikle mahkûmiyetiyle birlikte kendisi için “muhtar bile olamaz” diyenleri mahcup etmiş olacaktır. Cumhurbaşkanının ilk kez doğrudan halk oyuyla seçilecek olmasının da onun bu arzusunu kamçıladığı muhakkaktır.

- Erdoğan 2007’deki gibi bu sefer de aday olmaktan vazgeçebilir mi?

Mümkün. Çünkü Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının ardından AKP’de bir nevi yalnız kalan ve yetkilerin çoğunu kendisinde toplayan Erdoğan’ın sınırlı yetkilere sahip Cumhurbaşkanlığını tercih etmesi durumunda aklı hep Başbakanlıkta kalacaktır. Öte yandan sürekli altını çizdiği Gülen cemaatine karşı savaşa sahiden start verecek olursa bunu Cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyasında ve seçilirse Köşk’ten istediği gibi yürütmesi kolay olmayacaktır. Kısacası, özel nedenlerle istediği Cumhurbaşkanlığından siyasi nedenlerle yine vazgeçebilir. Fakat bu sefer de vazgeçmesi hâlinde 5 sene daha beklemesi gerekeceği için tercihinin adaylıktan yana olması daha akla yakın geliyor.

- Erdoğan olmazsa AKP’nin adayı yine Gül mü olur?

Muhakkak. Bu konuda partililerin de Gül’ün de herhangi bir itirazı olacağını sanmıyorum. Gül varken AKP bünyesinden bir başka adayın çıkması iktidar partisinde kopmalara yol açar.

- Erdoğan aday olursa başbakanlığı Gül’e mi bırakır?

Muhtemelen. Daha önce Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in denediği, Başbakanlığa düşük profilli isimler (Yıldırım Akbulut ve Tansu Çiller) getirip hükümeti Köşk’ten kontrol etme planları hep fiyaskoyla sonuçlandı. Eğer Erdoğan da benzer bir formüle yönelirse benzer bir akıbete uğraması şaşırtıcı olmaz. Bu da tıpkı ANAP ve DYP’de olduğu gibi AKP’nin de çözülmesine yol açar. Dolayısıyla Erdoğan, çok istemese bile AKP’nin ve hükümetin başı için kuvvetli bir isme razı olmak durumunda ki bu açıdan akla gelen ilk kişi Gül.

- CHP ile MHP ilk turdan itibaren ortak aday çıkarırlarsa AKP’yi mağlup edebilirler mi?

Çok zor. Öncelikle son yerel seçimlerden hareket edersek bu iki partinin toplam oyu yüzde 50 etmiyor. Dolayısıyla AKP ve BDP tabanından da oy alabilecek bir aday bulabilmeleri lazım. Şu ana kadar telaffuz edilen isimler arasında böyle bir isimle henüz karşılaşamadık. Öte yandan bu iki muhalefet partisinin daha ilk turdan ortak aday çıkarmaları siyaseten çok doğru bir harekete benzemiyor. Bunun yerine eğer CHP MHP’nin, MHP de CHP’nin fazla itiraz etmeyeceği adaylarla seçime girerse, bunlardan en fazla oyu alıp ikinci tura kalacak olan aday diğer partinin seçmenlerinin de oyunu alır.

- BDP seçmeni AKP adayına mı yönelir?

Büyük ihtimalle. BDP’nin kendi gücünü ölçmek için bir aday çıkaracağını ve bu ismin ikinci tura kalmasının imkânsız olduğunu öngörebiliriz. Bu durumda BDP seçmeninin büyük çoğunluğunun, eğer Erdoğan ve Gül dışında, Kürtlerin antipatisini kazanmış bir isim söz konusu değilse iktidar partisinin adayına yönelmesi kimseyi şaşırtmaz. CHP ve MHP’nin Kürt sorununa, Kürt siyasi hareketine ve çözüm sürecine bakışları ortadayken bu tercihi uzun uzun gerekçelendirmeye gerek yok.

- Gülen cemaati, eğer aday olursa Erdoğan aleyhtarı kampanya mı yürütür?

Kesin değil. Normal şartlarda tabii ki cemaatin tıpkı yerel seçimler öncesinde olduğu gibi Çankaya’ya çıkmak istemesi hâlinde Erdoğan’ı doğrudan hedef alacak bir kampanya yürütmesi beklenir. Fakat hem yerel seçim deneyiminden çıkarılan dersler, hem de Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasının, cemaatin de hedeflemiş olduğu “Erdoğan’sız AKP” projesine bir şekilde kapı aralama ihtimali nedeniyle böyle bir strateji benimsenmeyebilir. Lakin eğer Erdoğan aynı zamanda başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi getirmek isterse, işte o zaman cemaatten çok sert tepkiler, engellemeler ve yıpratma kampanyaları bekleyebiliriz.

- Erdoğan başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi getirebilir mi?

İmkânsız gibi. Daha kendi grubunu yerel seçimleri öne almaya tam olarak ikna edememiş olan Erdoğan’ın bu Meclis’ten bu tür bir düzenleme çıkarabilmesi hayal olur. Eğer aday olur ve seçilirse, kendisi Köşk’e çıktıktan bir süre sonra yapılacak genel seçimlerle şekillenecek olan Meclis’i bu konuda ikna etmesiyse herhâlde hayalden de öte olur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.