Şampiy10
Magazin
Gündem

Ergenekon’un en hayati sorusu değişti


Ergenekon soruşturmasının başından itibaren hep şu soru zihinleri meşgul etti: Gerçekten ülkeyi kaosa sürükleyip darbe yapmak isteyenlerden oluşan bir “terör örgütü” mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarının en gözükara muhalifleri olan ulusalcılar mı tasfiye edilmek isteniyor? 12. dalganın ardından kopan ve kolay kolay da biteceğe benzemeyen tartışma ve sorgulamaların ışığında Ergenekon’un hayati sorusunu değiştirmek, en azından revize etmek gerekiyor. Artık soru şudur: Gerçekten ülkeyi kaosa sürükleyip darbe yapmak isteyenlerden oluşan bir “terör örgütü” mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarının en gözükara muhalifleri olan ulusalcılar mı tasfiye edilmek isteniyor veya bir toplumsal hareket rakip bir toplumsal hareketi etkisiz hale mi getirmeye çalışıyor?

12. dalga Ergenekon soruşturmasının, AKP iktidarıyla onu devirmeye çalışan ulusalcılar arasında cereyan etmeyebileceğini, en azından üçüncü bir merkezin de işin içinde olabileceğini ve bu gücün gerektiğinde, birlikte hareket ediyor gözüktüğü AKP’yi de kimi zaman onu epey zor durumda bırakacak şekilde baypas ederek soruştırmayı kendi gündemine göre geliştiriyor olabileceğini ortaya çıkardı.

Neden böyle bir noktaya vardığımızı açıklamak için 12. dalga sonrası kimin nasıl pozisyonlar almış olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır. Örneğin bazı bakanlar (Hüseyin Çelik, Mehmet Ali Şahin...) Prof. Türkan Saylan başta olmak üzere ÇYDD’lilerin ve “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının Doğan Grubu ayağındaki sorumlusu Tijen Mergen’in kamuoyunda infial yaratacak şekilde soruşturmaya dahil edilmesini izah etmekte zorlandılar; AKP’nin son dönemdeki en parlak isimlerinden Grup Başkanvekili Nihat Ergün olup bitenleri yadırgadığını söyledi. Nihayet Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay yaşananların 12 Mart 1971 askeri müdahalesini hatırlattığını söyledi ki hiç de haksız sayılmaz. Ergenekon soruşturmasına baştan itibaren açık olarak destek vermiş olan çok sayıda aydın için de 12. dalga bir tür kırılma noktası işlevi gördü. Prof. Saylan’a reva görülen muamele daha önceki operasyonlara da eleştirel bir şekilde bakmayı beraberinde getirdi ve en önemlisi “Nasıl oluyor da oluyor?” sorusu dillendirilmeye başlandı. Örneğin Yeni Şafak’ta Taha Kıvanç (Fehmi Koru) Cumartesi günü “Savcıların yerinde ben olsam ‘Bu iki ismi listeye kim ekledi’ sorusunu ciddi biçimde sorardım” diye yazdı. Aynı zamanda hukuçu olan Taraf Gazetesi yazarı Mithat Sancar ise Çarşamba günü köşesinde bu sorunun cevabını büyük ölçüde vermişti: “Soruşturmanın inandırıcılığı ve yargılamanın selameti açısından savcılara büyük sorumluluklar düşüyor. Kendilerine emniyetten gelen bilgileri, çok iyi tartmak zorundalar. Aksi takdirde, soruşturma ve yargılama süreci büyük zarar görür.”

Cemaat kadrolaşması

Evet Sancar’ın da dikkat çektiği gibi eğer ortada bir hata varsa -ki 12. dalgada birçok hata olduğunda mutabakat oluştu gibi- bunun kaynağında esas olarak Emniyet’in bulunması gerekiyor. Diyelim ki yanlışların birinci derecede sorumlusu Emniyet. O zaman “neden?” diye sormamız ve ne zamandan beri tartışılagelen “Emniyet’te cemaat kadrolaşması” iddialarını yeniden gündeme getirmemiz gerekir.

“Cemaat” derken açık olmak lazım. Sözü edilen hiç kuşku yok ki Fethullah Gülen cemaatidir. Zaten bir süreden beri Türkiye’de İslami cemaat denince akla Gülen hareketi gelmektedir. Zira 28 Şubat sürecinde birçok cemaat varkalma beceri ve başarısını gösteremeyince ortalık büyük ölçüde Gülen hareketine kaldı ve sonuçta cemaat alanında açık bir “tekelleşme” yaşandı. Yani 28 Şubatçıların bu ülkeye ettiği en büyük kötülüklerden biri İslami cemaatlerdeki çoğulluğu ortadan kaldırmalarıdır.

Sonuç olarak, Gülen cemaatinin eğitim alanındaki faaliyetlerinde en dişli rakipleri olan ÇYDD ve ÇEV ile geçmişte sık sık sert çatışmalar yaşamış olması; cemaat medyasında bu kuruluşlar ve onların yöneticileri aleyhine sistemli kampanyalar yürütülmesi; 12. dalgaya yönelik itirazları bertaraf etmek için yine cemaat medyasının Prof. Saylan ve arkadaşlarının misyoner oldukları ve PKK’lılara burs verdikleri gibi çürütülmüş iddiaları ısrarla tekrarlamaları ve tabii ki “devletteki Gülen cemaati kadrolaşması” iddiaları birleşince Ergenekon’un temel sorusunu değiştirmek gerekiyor. Bu sorunun cevabını Türkiye toplumu hep birlikte aramalı ve Gülen cemaati de şeffaflığı benimseyerek bu arayışa katkıda bulunmalıdır. Son olarak şunu hatırlamak yararlı olabilir: Türkiye’nin laikçileri -ki bunlara 12. dalga kapsamına giren ÇYDD ve ÇEV’ciler de dahil, 28 Şubat’ta asker eliyle Gülen hareketini tasfiye etmek istediler ve görüldüğü gibi tam tersi oldu. Eğer Gülen cemaati, benzer bir şekilde Ergenekon sürecinden istifade ederek rakiplerini devre dışı bırakmak istiyorsa yine tam tersinin olacağı kesindir. Bunun işaretleri o kadar net bir şekilde ortada ki herhalde bu haltı kim yediyse şimdiye kadar çoktan pişman olmuştur.


Yazının devamı...

Adalet ve vicdan


Bir yılı aşkın bir süredir, NTV’de Mirgün Cabas ile yaptığımız Yazıişleri programı için hafta içi her sabah 6 gibi kalkıyor ve internetten 10’u aşkın günlük gazete ve onlarca köşe yazarını okuyorum. Ruh sağlığını düşünenler için asla tasviye etmeyeceğim bir rutin! Hele gündem çok yoğun, buna bağlı olarak kafalar daha karışık ve taraflar daha militansa.

Dün de böylesi tatsız bir gündü. Ergenekon’un 12. dalgasının şoku, esas olarak da Prof. Türkan Saylan başta olmak üzere ÇYDD’lilere ve “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasını yürütenlere reva görülen muamelenin yarattığı infial aynen sürüyordu. Operasyonu haklı göstermek isteyenlerin piyasaya sürdüğü “misyonerlik”, “bölücülük” gibi senaryolar tahliye haberlerinin yanında iyice havada kalıyordu. Ergenekon soruşturmasının yürüttüğü “toplumsal kilitlenme” gazete köşelerinde de barizdi. Yazarların çoğu Org. İlker Başbuğ’un genellikle “açılım” olarak nitelenen konuşmasına sığınmıştı.

Klişe tabirle, sözün bittiği yerde miyiz? Sanmıyorum. Hatta tam tersine sözün gerçek anlamda başlamasının gerektiği bir dönemden geçiyoruz. Fakat hayatımızı birinci derecede yönlendiren medya bir aşamadan sonra (belki de her zaman) bize ihtiyacımız olan kelimeleri, kavramları, tartışmaları sunmuyor. Bereket edebiyat var. Tabii ki iyi olanı. Dün sabah Türk medyasını hatmettikten sonra içine düştüğüm çaresizlik ve karamsarlığı bir nebze aşmamda yardımcım oldu. Vapur beklerken Ursula K. Le Guin’in “Güçler” (çeviren Çiğdem Erkal İpek, Metis Yayınları) romanına devam ettim ve karşıma şu cümle çıktı: “Yalana inanmak, yalan bir hayat yaşamaktır.” Hemen sonraki cümleyse çok daha çarpıcıydı: “Onur her yerde olabilirdi, sevgi her yerde olabilirdi, ama adalet sadece ilişkilerini adalet üzerine kurmuş insanlar arasında mümkündü.”

Zalime karşı mazlumdan yana

Evet “adalet”; dönüp dolaşıp bu kavram çıkıyor karşımıza. Fakat insanlarımız ilişkilerini adalet üzerine kurmamış oldukları için onun yerine başka başka şeyleri tartışıyoruz. Üstelik tek derdimiz “adalet”ten yoksun olmak değil. “Türkiye halkı son birkaç yıldır öylesine birbiriyle kavgalı, öylesine yüksek sesle ve öfkeyle tartışıyor ki elindeki ortak değerleri tek tek kaybediyor. Cumhuriyetin üç temel ilkesine bakalım: Zaten tüm vatandaşlar asla tam anlamıyla “özgür” olamadı; “eşitlik” de kim ne derse desin asla yaşanmadı; geriye kalan “kardeşlik” ise değişik vesilelerle yaşanan çatışmalar nedeniyle iyiden iyiye zedelenmiş durumda.

Peki kurtuluş mümkün mü? İlk gençlik yıllarımda toplumun kurtuluşunun, zaten varolan krizlerin daha derinleştirilmesinde yattığına inanırdım. Uzun zamandır tam tersini düşünüyorum. Ülkemizdeki kronikleşmiş sorunların pekala uzlaşmayla çözülebileceğini savunuyorum. Toplumsal çatışmalarda “tarafsız” olmayı, kimilerinin göstermeye çalıştığı gibi “korkmak”, “nabza göre şerbet vermek” olarak değil, tam tersine çifte standartlardan uzak bir şekilde doğru zamanda doğru yerde olmak olarak görüyorum. Burada temel çizgim “mazlumdan yana, zalime karşı” olmak. Örneğin dün üniversitelerdeki türban yasağına, “ikna odaları”na nasıl karşı çıkıyorsam bugün Prof. Saylan ve arkadaşlarına yapılanlara da aynı şekilde itiraz ediyorum. ÇYDD’lilerin çoğunun bu çağdışı yasağı savunmuş olmaları benim bugün onların yanında olmama engel değil. Ancak bugün haksızlığa uğruyorlar diye Prof. Saylan ve arkadaşlarının dün yaptıkları yanlışları unutacak; laikliğe bakışta onlarla aramızdaki derin farklılıkları rafa kaldıracak değilim.

Eğer bir ülkede toplumun bir bölümü bir savcıyı, diğeri öbürünü; bir yarısı bir mahkemeyi diğeri öbürünü tutarsa orada adaleti tesis etmek herhalde imkansız gibidir. İşte bu kaotik ortamda bize kılavuzluk edecek bir başka kavrama ihtiyacımız olacak. Galiba “vicdan” bu kavram.

Şahsen son yıllarda kimin sağcı, kimin solcu; kimin Sünni, kimin Alevi; kimin İslamcı, kimin laik; kimin Türk, kimin Kürt; kimin liberal, kimin demokrat vb. olduğuna değil kimin vicdan sahibi, kimin vicdansız olduğuna bakmaya ve tabii ki vicdanımın sesini dinlemeye çalışıyorum.



Bu yazıyı yazmada bana ilham veren, vicdan sahibi dostum Hakan Altınay’a çok teşekkürler.

Yazının devamı...

Küçük çaplı bir devrim

Demokrasilerde asker konuşur mu? Konuşursa nerede, nasıl konuşur?” gibi sorular ciddi bir şekilde önümüzde duruyor. Bu sorular sık sık gündeme getiriliyor ancak diğer yandan askerin her güncel siyasi gelişmede tavır alması, görüşünü açıkça dillendirmesi de bekleniyor. Bizde üst rütbeli subaylar, eksik olmasınlar bu beklentileri fazlasıyla karşılıyorlar. Ama Org. İlker Başbuğ’un geçen Ağustos’ta Genelkurmay Başkanlığı’na gelmesiyle bu gelenek de büyük ölçüde değişti. Öncelikle TSK adına Org. Başbuğ’dan başka kimse konuşmuyor. O da mümkün olduğunca az konuşup sorunlarını medya üzerinden çözmeye çalışmak yerine, bunları başta Başbakan olmak üzere doğrudan siyasi muhataplarıyla ya da MGK gibi ortamlarda dile getiriyor. Tabii PKK’nın Aktütün saldırısı sonrası Taraf Gazetesi’nin yayını üzerine yaptığı o kısa ama alabildiğine sert ve haşin basın açıklamasını bir kenara yazmamız şart.

Org. İlker Başbuğ’un dünkü iki saatlik konuşması/konferansına gelecek olursak, ilkin bunun, daha önceki Genelkurmay başkanlarının değişik vesilelerle yaptıkları konuşmalardan birçok açıdan farklı olduğunu vurgulamamız lazım. Bu farkı belki şöyle özetleyebiliriz: Önceki generaller görüş, tez ve önerilerini kamuoyuna “tek doğru” ymuş gibi sunuyor, daha doğrusu dayatıyorlardı. Org. Başbuğ ise, bazı durumlarda “kırmızı çizgiler” çizmeye kalksa da, daha çok ülkenin temel meseleleri etrafındaki varolan tartışmalara katılmak, onlara katkı sunmak veya yeni tartışmalar başlatmak isteyen bir kişi görüntüsü çizdi.

Örneğin Atatürk’ten hareketle geliştirdiği “Türkiye halkı” ve “Türk milleti” ayrımı, özel olarak asker sınıfı için, ama genel olarak tüm Türkiye için küçük çaplı bir “devrim” niteliği taşıyordu. Öyle ki, Türkiye’de Türkler dışında başka etnik kökenlerden insanların da olduğunu vurgulamak için “Türk” yerine “Türkiye” demeyi tercih eden birçok aydın ve siyasetçi yıllardır bu ülkede “bölücü” olarak damgalandı ve hatta bazıları aleyhine davalar bile açılabildi. Org. Başbuğ’un Atatürk’ü tanık göstererek yaptığı bu çıkış artık “Kürt filan yok” türü itirazları tam anlamıyla sonlandırmıştır.

Yine Org. Başbuğ, Prof. Metin Heper’in “Devlet ve Kürtler” kitabında geliştirdiği tezleri büyük ölçüde sahiplenerek Kürt sorunu hakkındaki resmi görüşü büyük ölçüde revize etmiş sayılabilir. Artık “bırakın bu alt-kimlik, üst-kimlik zırvalarını” demenin bir geçerliliği kalmadı. Bunun yerine “herkes farklı alt-kimliklere sahip olabilir, ama bunu Türk vatandaşlığı üst-kimliğinin önüne çıkaramaz” noktasına en azından TSK gelmiş durumda ki bu hiç de yabana atılacak bir şey değil.

Gülen cemaatine mesajlar

Org. Başbuğ’un PKK üzerine söylediklerine detaylı olarak girmeyeceğim, fakat kendisinin “örgüt kırılma noktasına doğru yol alıyor” tespitini tekrarlamak yerine “örgüt kan kaybediyor” demiş olduğunu not etmek şart. Bana kalırsa Org. Başbuğ konuşmasının en can alıcı bölümlerini haklı olarak sona saklamıştı.

Org. Başbuğ geçen Ağustos’taki devir teslim töreni konuşmasında da cemaatlerin sosyal yaşama müdahaleleri “ konusuna özel yer ayırmıştı ancak o gün dünkü kadar açık, net ve vurgulu değildi. Onun şu sözleri önümüzdeki döneme damga vurmaya adaydır: ” Bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak TSK’yı görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla TSK aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında TSK’nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.

Org. Başbuğ’un “din eksenli cemaatler” derken esas olarak Fethullah Gülen cemaatini kastetmiş olduğunu düşünmemiz için bir dizi neden var. Eminim dün Gülen de Org. Başbuğ’un konuşmasını ABD’den yakından izlemiştir. Bakalım ülkenin bu iki önde gelen güçlü odağı arasında bundan sonra neler yaşanacak.

Bu konuda Org. Başbuğ’un haftaya düzenleyeceği basın toplantısında bazı ipuçları yakalayabiliriz. Umarım dün basın akreditasyonunu genişletmiş olan Org. Başbuğ haftaya tüm sınırlamaları kaldırır ve herkesin sorularını yanıtlar. Böylesi bir adım Gülen cemaati için de iyi bir “şeffaflık” dersi olurdu.

Yazının devamı...

Türkan Saylan’ın suçu ne?

Ergenekon soruşturmasının ilk başından beri şu soru kafaları kurcaladı: Gerçekten ülkeyi kaosa sürükleyip darbe yapmak isteyenlerden oluşan bir “terör örgütü” mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarının en gözükara muhalifleri olan ulusalcılar mı tasfiye edilmek isteniyor?

Dün 12. dalgayı yaşadık. Her dalgada farklı profillerde kişiler gözaltına alındı, farklı kurum ve kuruluşlar hedefe konuldu ve farklı suçlamalar dile getirildi. Bunlara paralel olarak yukarıdaki soruya da neredeyse her dalgada farklı cevaplar verildi. Bazen savcılar zanlıları harmanlayıp aynı dalga içerisinde birbirleriyle uyuşması pek mümkün olmayan isimleri kapsama alanlarına alınca kafalar iyiden iyiye karıştı.

Açıkçası hayli savruk olan ilk iddianame durumu netleştireceğine daha da belirsizleştirmişti. Mahkeme safhasında da kamuoyu neyin ne olduğunu pek anlayamadı. Fakat emekli orgeneraller Hurşit Tolon ve Şener Eruygur’la birlikte işin içine darbe iddiaları; İbrahim Şahin’le de “Susurluk” ve faili meçhuller girince Türkiye’nin karanlık geçmişiyle yüzleşmekte olduğunu ileri sürenler daha haklı gibi göründüler. Nitekim 2. İddianame’de darbe girişimi iddialarının merkeze alınmasıyla birlikte şüpheler büyük ölçüde ortadan kalkar gibi olmuştu...

Prof. Saylan’ın sözleri

Ama dün işin rengi yine değişti. Ergenekon savcılarının darbe girişimleri konusunda sonuna kadar gidip gitmeyeceğini; Özden Örnek ve Mustafa Balbay günlüklerinde isimleri geçen diğer eski subayları da sürece dahil edip etmeyeceklerini umutsuz bir merakla beklerken dün sabah ülkenin dört bir yanından eski ve aktif görevde rektörler, ÇYDD, ADD, ÇEV ve 68’liler Vakfı gibi kuruluşlarla irtibatlı kişilerin isimleri yağdı.

Daha önce de öğretim üyeleri, yazarlar ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinin ev ve işyerleri basılmıştı, ancak Prof. Türkan Saylan’ın adını duyduğum andan itibaren dünkü operasyonun öncekilerden özü itibariyle çok farklı olduğu duygusuna kapıldım. Neden böyle hissettiğimi keşfetmem için Prof. Saylan’ın evinde gazetecilerle yaptığı sohbeti izlemem yeterli oldu. Prof. Saylan orada bize çok ama çok önemli birkaç noktayı hatırlattı:

1) Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyicileri arasında olmasına rağmen İzmir mitinginde kürsüde konuşma yapmasına izin verilmemişti zira o “ne şeriat ne darbe” diyerek tercihini açık ve cesur bir şekilde demokrasiden yana yapmıştı.

2) Kurucu başkanı olduğu ÇYDD’nin eğitim alanındaki faaliyetleri bazı çevrelerin hiç hoşuna gitmiyordu ve sırf bu yüzden gerek kendisi, gerekse ÇYDD aleyhine sürekli ve sistemli olarak karalama kampanyaları yürütülüyordu.

Hem demokrat, hem laikçi

Prof. Saylan ve arkadaşlarıyla laikliğe bakışımda derin farklılıklar bulunuyor. Onları kabaca “laikçi” bulurum. Bununla birlikte onların laikliği ve buna bağlı olarak çağdaş yaşamı koruma, destekleme ve güçlendirmek için sivil toplum faaliyetlerini temel almalarını; müthiş bir diğerkâmlık performansı göstermelerini ve eğitim alanındaki başarılarını hep takdir etmişimdir. Ama Prof. Saylan ile onun ÇYDD’deki yol arkadaşlarının Türkiye’ye en büyük katkıları bize şunu öğretmiş olmalarıdır: Laikliğe duyarlı herkes illa çözümü demokrasi dışı yollarda aramak ve illa ulusalcı olmak zorunda değildir.

Evet bazıları her “laikçi”yi ulusalcı ve hatta darbeci olarak görüyor ve göstermek istiyor. Ama ÇYDD pratiği bize bunun şart olmadığını çok açık bir şekilde kanıtladı. Doğrudur, her ulusalcı, laiklik konularını öne çıkarıyor olabilir ancak ulusalcı akımın en belirgin rengi, birilerinin bize ısrarla göstermeye çalıştığı gibi “laikçilik” değil demokrasi karşıtlığı, yani otoriterlik ve hatta totaliterliktir. Halbuki Prof. Saylan bize ısrarla “12 Eylül’ü yaşamış kişiler olarak darbeleri savunmamız asla mümkün değil” diyor. Kaldı ki dava belgelerinden, bazı Ergenekon zanlılarının Prof. Saylan gibileri için “gardrop Atatürkçüsü” diye aşağıladıklarını da biliyoruz.

Dün itibariyle Ergenekon soruşturmasının kapsama alanının “ulusalcılık”tan “laikçilik”e doğru belirgin bir şekilde kaydırmış olan savcılar bizi hiç tartışmasız bir şekilde Prof. Saylan ve ÇYDD’deki arkadaşlarının demokrasi dışı yollara tevessül etmiş olduklarını, hiç gecikmeden kanıtlamak zorundadırlar. Aksi takdirde ÇYDD’nin eğitim alanındaki faaliyetlerine gölge düşürülmek istendiği yolundaki iddiaları güçlendirmiş olurlar.

Yazının devamı...

Sorun İslam’dan değil şahıslardan kaynaklanıyor

Mahalle baskısı ve laiklik/2

Mahalle baskısı tartışmalarında devlet nerede?” sorusu hayati bir öneme sahiptir. Prof. Şerif Mardin’in Jön Türkler’den beri tüm yöneticilerin “mahalle baskısı”ndan korkmuş olduklarını belirtmesi ve onu günümüze taşırken “Bu öyle bir hava ki AKP’yi bile döver” demiş olması nedeniyle bunun devletten tamamıyla bağımsız olduğu düşüncesi öne çıkmıştı. Fakat “Türkiye’de Farklı Olmak” araştırması, baskının sadece mahalleden kaynaklanmadığını, yerel yöneticilerin ve kimi mülki amirlerin de farklı olanlara karşı ayrımcılık yaptıklarını ortaya çıkardı.

Bu noktada, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hakan Yılmaz tarafından geliştirilen “laiklik ombudsmanlığı” önerisini gündemde tutmakta yarar var. “Türkiye’de son yıllarda laiklik devlete ait bir özellik olmaktan bir yurttaşlık hakkı olmaya başladı. Çünkü bazı kamu görevlilerinin, ki bunlar yerel yöneticiler veya merkezi yönetimin memurları olabilir, ellerindeki kamu gücünü kullanırken veya bir kamusal hizmeti sunarken ‘bu hizmet karşılığında senden bazı dinsel normlara uymanı isterim’ veya ‘sana sunmakta olduğum kamu hizmetini eğer bazı dinsel normlara uymazsan çekerim’ dedikleri ileri sürülüyor” diyen Prof. Yılmaz’a göre “AKP hâlâ klasik laiklik anlayışında duruyor. Dolayısıyla AKP bir yurttaşlık hakkı olarak laikliğin ihlal edilmesinin yurttaşların canını ne kadar yaktığının farkında değil veya olsa bile bunu umursamıyor. Bu iki şıktan hangisi geçerli olursa olsun ortada çok ciddi bir sorun var demektir.”

Laikliği korumak

Kimileri “laiklik ombudsmanlığı” oluşturulması önerisine “laikliğimizin korunmaya muhtaç olduğu anlamına gelir” diye karşı çıkıyor. Laikliğin korunmaya muhtaç olup olmadığının çok karmaşık bir tartışma olduğu açık ancak bulundukları ortamlarda azınlıkta olan bazı kişi ve grupların tercih ettikleri yaşam tarzlarını çoğunluğa karşı koruyabilmeleri için yardıma ihtiyaçları olduğu da bir gerçek. Dolayısıyla, “bir yurttaşlık hakkı olarak laiklik” ve buna bağlı olarak “laiklik ombudsmanlığı” kavram ve önermelerini tartışmak Türkiye’nin yararınadır. Çünkü bu tartışmalar hiç kuşkusuz laikliği ve buna bağlı olarak demokrasiyi daha da güçlendirecektir.

Sonuç olarak, Türkiye’de dindarlardan kaynaklı baskıların olduğunu düşünüyorum. Ama bu, başörtüsü yasağında açıkça görüldüğü gibi, kimi durumlarda dindarlar üzerinde de baskılar olduğu gerçeğini görmemize engel olamaz. Bu baskılardan herhangi birinin diğerinden daha öncelikli, önemli vb. olduğuna da inanmıyorum. Ancak ülkeyi 6 yıldır AKP’nin yönettiği düşünüldüğünde, bir yurttaş hakkı olarak laiklik konusundaki ihlallerin özel bir ilgi ve hassasiyet gerektirdiği de açıktır.

Kimi dindarlar, kendileri gibi inanmayan, ibadet etmeyen ve yaşamayan başka kişiler üzerinde baskı uygularken referanslarını İslam dininden buluyor olabilirler. Fakat bu, İslamiyet’in başlıbaşına bir “baskı dini” olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Eğer sorgulanması ve yeri geldiğinde suçlanması gereken varsa bu İslam dini değil, baskı yapan şahıslardır. Zira İslam dini ve Müslümanların modernleşme, laiklik ve demokrasiyle doğaları gereği sorunları olduğu iddiasının savunulacak hiçbir yönü yoktur. Hıristiyanlık veya Yahudilik veya Hinduizm; Hıristiyanlar veya Yahudiler veya Hindular bu kavramlarla ne kadar barışıklarsa İslamiyet ve Müslümanlar da o kadar barışıktır. Yani çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde de modernlik, laiklik ve demokrasi pekala mümkündür.

Bu nedenle “mahalle baskısı”nın acı bir gerçek olduğunu düşünüyor fakat bunun Türkiye’nin kaderi olduğuna asla inanmıyorum.

Yazının devamı...

Mahalle baskısı ve laiklik /1

Gerek Avrupa, gerek ABD’nin Türk laikliğini yeniden keşfetmeleri, ülkemizdeki laiklik tartışmalarının daha serinkanlı ve verimli bir şekilde gelişebilmesine zemin hazırlıyor. Bu bakımdan Prof. Şerif Mardin’in geliştirdiği “mahalle baskısı” kavramı etrafındaki tartışmaları yeniden canlandırmanın tam zamanıdır.

“Mahalle baskısı” öyle bir kavram ki “var” diyen de “yok” diyen de onun sihrinden kurtulamıyor. Herhalde Türkiye’de son yıllarda bunun kadar kullanışlı, nice tartışmayı başlatan veya zaten sürmekte olan onca tartışmayı kolaylaştıran bir başka kavram dolaşıma girmemiştir. Ama kuşkusuz herkes bu kavrama farklı bakıyor. “Mahalle baskısı” na bakışları şöyle gruplandırabiliriz.

“Tabii ki var” diyenler

Muhafazakâr kesimlerin kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünüp yaşamayan kişi ve gruplara karşı baskı uyguladığı saptaması tabii ki en çok “laikliğe duyarlı kesimler” diye tanımlayabileceğimiz çevreler tarafından benimsendi. Yıllardır dile getirdikleri “şeriat tehditi”nin bu kavramsallaştırmayla onaylanmış olduğunu savundular. Hatta Prof. Mardin’i, “Türkiye’de Farklı Olmak” başlıklı araştırmayı yöneten Prof. Binnaz Toprak’ı ve bizim gibi yıllardır “şeriat tehdidi” kampanyalarına kulak asmayıp İslami camiayı anlamaya çalışan ve buradan hareketle yeni bir “bir arada yaşama” hukuku ve kültürü arayışında olanlara “gördünüz mü, sonunda bizimle buluştunuz” demeye kadar vardırdılar.

“Tabii ki var, ama...” diyenler

Bu öbektekileri de iki grupta inceleyebiliriz. Bir yanda, Türkiye’de toplumun değişik kesimleri üzerindeki baskının öncelikle devletten, hatta devletin içinde de ordunun başını çektiği Kemalist kurumlardan geldiğini düşünenler var. Onlara göre “mahalle baskısı” diye bir olgu söz konusu olabilir ancak bunun öne çıkartılması esas hedeften sapmaya yol açabileceği için gereksiz ve yanlıştır. Tüm enerjinin siyasi alana hasredilmesini savunan bu kişiler “mahalle baskısı” kavramının kullanımının demokrasiyi zayıflatıp demokrasi dışı odakları güçlendirdiğini ileri sürebiliyorlar. İkinci grupta yer alanlarsa “mahalle baskısı”nın sadece dindarlardan kaynaklanmadığını, onlara yönelik baskıların da söz konusu olduğunu vurguluyorlar. Bu konuda en sık verilen örnek tabii ki üniversitelerde yıllardır süren başörtüsü yasağı ve sorunu. Laikliği bir yaşam tarzı olarak benimseyenler üzerindeki baskının “İslam dinini iyi bilmeyen” kişilerden kaynaklandığını, dolayısıyla münferit ve önemsiz olduğunu; esas gündeme alınması gerekeninse, devletin bazı kurumlarından kaynaklanan, başta başörtüsü yasağı olmak üzere dindarlara yönelik baskılar olduğunu savunuyorlar. Hatta aralarında “mahalle baskısı” kavramının dindarlar üzerindeki baskıyı meşrulaştırmak için kullanıldığını ileri sürenler de mevcut.

“Tabii ki yok” diyenler

“Mahalle baskısı” kavramını Türkiye’deki İslami canlanmanın önünü kesmek için türetilmiş bir “psikolojik savaş” aracı olarak görenler de oldu. Bu yaklaşım sahiplerinin kimisi, münferit olaylar sayılmazsa, dindar kesimlerin kesinlikle kendilerinden olmayanlara karşı herhangi bir sistematik baskı uygulamadığını söylüyorlar. Bir diğer grupsa anlatılan birçok örneği baskı olarak değil de “İslami tebliğ” olarak görüyor ve göstermek istiyor.

Türkiye’de “mahalle baskısı”nın ciddi ve tehlikeli bir şekilde yaşandığına, sırf Prof. Mardin’le söz konusu röportajı yapmış olduğum için değil, yıllardır Anadolu’yu gezen ve kendilerini azınlık olarak hisseden vatandaşların çektiği sıkıntılara bizzat tanıklık eden bir gazeteci olarak hiç tereddütsüz inanıyorum. Ve bu baskının değişik kaynakları olduğunu biliyorum. Kimisi kendini “gerçek Müslüman” olarak tanımlayıp, İslami kaynaklardan da geniş bir şekilde yararlanarak, sadece Müslüman olmayanlara değil, İslam’ı kendileri gibi yorumlamayan, yaşamayan Müslümanlara da baskı uygulayabiliyorlar. Kimileri ise, bazen dini de işin içine katarak, bazen de katmayarak, bazı örf ve adetleri gerekçe gösteriyor ve kendileri gibi düşünmeyen, davranmayan, yaşamayan insanlara dolaylı veya doğrudan baskı uygulayabiliyorlar.

Yerel yöneticiler ve/veya yerel mülki amirlerin devreye girip baskı yapanların yanında, baskı görenlerin karşısında durmaları, mahalle baskısının en tehlikeli ve laikliği doğrudan tehdit eden türü oluyor ki bunu yarın geniş bir şekilde tartışacağız.

YARIN: Mahalle baskısı ve devlet

Yazının devamı...

Batı laikliğimizi yeniden keşfediyor

Türkiye’ye yönelik olarak dillendirilen ve “ılımlı İslam” olarak özetlenen Amerikan projesi aslında hiçbir zaman ciddiye alınabilecek ölçüde hayata geçirilemedi fakat yıllarca gündemimizi meşgul etti ve enerjimizi tüketti. Öncelikle Amerikalıların, ikincil derecede de Avrupalıların Türkiye’deki laiklik olgusunu göz ardı etmelerinin veya ona yeterince önem vermemelerinin bir dizi nedeni vardı. Bunların bazılarını hatırlamaya çalışalım:

1) 2002 Kasım ayında iktidara gelen AKP, Milli Görüş gömleğini çıkarma iddiasındaydı. Bunun en göze çarpan yönü, genel olarak Batı, özel olarak da Amerikan ve İsrail karşıtlığının terk edilmiş olmasıydı. Buna karşılık “laik” olarak bilinen çevrelerde Batı’ya yönelik eleştiriler hızla tırmanıyordu.

2) Yine “laik” çevreler AB’ye tam üyelik konusunda tereddüt gösterirken AKP bu projeye sahip çıktı ve iktidara gelir gelmez bunu gündeminin birinci maddesi yaptı.

3) Washington’da bazı odaklar, 11 Eylül sonrasında yaşanan atmosferde, İslamcılıktan gelip bir biçimde “muhafazakâr demokrasi” çizgisine evrilen AKP’nin diğer İslamcı hareketler için bir örnek olabileceğini düşünmeye başladılar.

4) İçerde sistem nezdinde ciddi sorunları olan AKP, Batı’yla, ABD, AB ve İsrail’le iyi geçinmeye mahkumdu. Özellikle Bush yönetiminin dümenini ellerinde tutan yeni muhafazakârlar (neo-conlar), AKP’nin kendilerine duydukları ihtiyacı kullanarak Türkiye’yi Ortadoğu operasyonları için bir tür “ileri karakol” gibi kullanmayı düşündüler. Fakat 1 Mart 2003 günü Meclis’in tezkereyi reddetmesiyle Türk demokrasisisinin Erdoğan ve onun birkaç danışmanından ibaret olmadığını çok net bir şekilde gördüler.

5) Batı’nın Türkiye’deki laiklik tartışmalarına uzun bir süre mesafeli kalmasının nedeni, laikliği koruma iddiasındaki bazı kişi ve çevrelerin demokratik düzene aynı ölçüde sahip çıkmamalarıydı. Yani kabaca “laiklik uğruna demokrasiden de vazgeçilebilir” şeklinde özetlenebilecek yaklaşım nedeniyle laiklik konusunda dile getirilen her türlü şikayete şüpheyle bakıldı. Bu arada siyasi iktidarın da Batı’ya karşı kendini “onların asıl derdi laikliği korumak değil, demokrasiyi rafa kaldırmak” diye savunduğunu da biliyoruz.

Ergenekon sayesinde

Ama ne zamandır durum değişti, rüzgar tersten esiyor. Batılıların laiklik konusunu yeniden keşfetmelerinde belirleyici iki gelişme olduğunu düşünüyorum:

1) Ergenekon soruşturması;

2) Mahalle baskısı kavramı etrafındaki tartışmalar.

Ergenekon soruşturması kapsamında, başka konularla birlikte laikliği de istismar ederek demokratik rejimi yıkmak istedikleri öne sürülen kişi ve çevrelerin çoğunun bir nevi tasfiye edilmesiyle Türkiye rahat bir nefes almaya başladı ve bu sayede demokrasi ile laikliği birlikte savunma şansını yakaladı.

Hatırlayalım: Cumhuriyet mitinglerine akın eden binlerce insanın hassasiyet, kaygı ve talepleri, kürsüleri işgal eden bazı kişilerin buram buram darbecilik kokan söylemlerine kurban gitmişti. AKP de kürsüleri bahane ederek kitlelerin taleplerine kulak tıkayabilmişti. Ama artık bu risk büyük ölçüde ortadan kalktı. Laiklik konusunda hassasiyet gösterenleri “darbeci” diye mahkum etmek eskisi kadar kolay değil.

Prof. Şerif Mardin’in geliştirdiği ve kısa sürede benimsenen “mahalle baskısı” kavramı da laiklik konusundaki şikayetlerin daha sistemli, anlaşılabilir ve sahici olmasına zemin hazırladı. Prof. Binnaz Toprak yönetimindeki ekibin yaptığı “Türkiye’de Farklı Olmak” araştırması taşradan derlenen nice can yakıcı şikayeti kamuoyunun gündemine getirerek “mahalle baskısı” nı teoriden pratiğe taşıdı. Sırf bu yüzden de bazı çevrelerin büyük paniğe kapılmasına neden oldu. Kısacası Türkiye’nin laikliği demokratik yollarla ve demokrasiden sapmadan tartışabilmesi Batı’nın da gözünü açmışa benziyor.

Farklı yaşam tarzlarına saygı taleplerine fazla kulak asmayan AKP’ye ilk ciddi uyarı yerel seçimlerde ülkenin Batı bölgelerinden gelmişti. Şimdi dünyanın batısından benzer uyarılar da geldiğine göre Erdoğan ve arkadaşlarının laiklik konusunu daha ciddiye alacaklarını ve şikayetlerin gereğini yapma noktasında somut adımlar atacaklarını varsayabiliriz.

Yazının devamı...

Hem laik, hem demokratik hem Müslüman Türkiye

Bush’un 8 yılının iki buçuk yılını Washington’da geçirmiş ve Türk-Amerikan ilişkilerinin nasıl yerlerde süründüğünü birçok vesileyle yerinde gözlemiş birisi olarak Obama’nın ziyaretini bir tür “devrim” olarak nitelememe izin verin. Arada o kadar büyük ve hayati farklar var ki. Bush kibirli, beceriksiz ve Türkiye gibi ülkelerle ilişkisini, yalnızca birkaç danışman, birkaç işadamı ve birkaç general üzerinden sürdürmek isteyen ve bu yüzden hep kırıp döken bir başkandı. Onun dünyaya ettiği kötülükleri zaten biliyoruz ancak Türk-Amerikan ilişkilerini dibe vurdumuş olduğunu da unutmamalı. Obama ise Türkiye toplumunun hemen hemen her kesiminin gönüllerini ve zihinlerini kazanmayı kendine dert edinen, bu uğurda epey iyi çalışmış ve hazırlanmış olduğu anlaşılan, becerikli, alçakgönüllü bir başkan profili çizdi.

Obama’nın ülkemizde son yıllarda iyice tırmanan kamplaşma hakkında çok iyi enforme edilmiş olduğu anlaşılıyordu. Bizim kendi aramızda aramadığımız, arasak bile bulabileceğimiz şüpheli “mutabakat” onun değişik vesilelerle yaptığı konuşmalarda karşımıza çıktı. Bir kere alabildiğine denge gözettiğini söyleyebiliriz. Ne herkesi tam memnun etti, ne de herkesi bütünüyle rahatsız etti. Örneğin Anıtkabir Şeref Defteri’ne Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözünü yazması, birçok kez Türkiye’nin laikliğinden övgüyle söz etmesi laikliğe duyarlı ve Atatürkçülüğe yakın kesimleri; Türkiye’nin Müslüman kimliğinin altını çizmesi ve bu nedenle “model bir ilişki” geliştirmek istediklerini söylemesi muhafazakârları; insan hakları ve demokrasiye yaptığı güçlü vurgular, Ermeni sorunu ve azınlık hakları üzerine söyledikleri de liberalleri hayli sevindirdi.

Diğer bir deyişle siyasi yelpazenin her kesimine yarısı dolu bardaklar sundu Obama. İyiniyetliler bardağın dolu tarafına, kötümserler ise boş tarafına bakabilirler. Ben iyimser olanlardanım. Obama ile dünyanın, buna bağlı olarak Ortadoğu’nun, Batı-İslam dünyası ve Türk-Amerikan ilişkilerinin, Bush dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde daha iyi olacağını düşünüyorum. Kuşkusuz çok çetin sorunlarla karşı karşıyayız. Hiçbir derdin kısa sürede, basit bir şekilde çözülenmeyeceği; hele Ortadoğu’da çok sayıda aktörün bulunduğu ve bunların birçoğunun çıkarlarının birbirlerine taban tabana zıt olduğu ortada. Ama Obama ile birlikte Washington yönetimi, her şeyi kendi başına çözebileceği iddiasından ve kendi çözüm projelerini diğer aktörlere dayatma ısrarından vazgeçmiş durumda. Son yıllarda dış politika ciddi açılımlar yapan Türkiye için herhalde bundan daha iyi bir fırsat söz konusu olamazdı.

Laikliğin değeri

Ortadoğu tartışmayı başka yazılara bırakıp iç politikaya odaklanmak istiyorum. Öncelikle Obama’nın üç muhalefet lideriyle görüşmüş olması çok takdire şayan bir adımdı. Bunun seçim sonuçlarına bakılarak atılmış bir adım olduğunu sanmıyorum. Zaten Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da Türkiye ziyaretinde, buradaki yegane muhataplarının siyasi iktidar olmayacağının birçok ipucunu vermişti.

Yine Bayan Clinton gibi Obama’nın da Atatürk ve laikliğe özel önem atfetmesini de iç barışımız için çok olumlu bir yaklaşım olarak değerlendirmek şart. Bush döneminin o saçma “ılımlı İslam” tekerlemeleriyle Türkiye olarak çok şey kaybettik, üstelik ABD de hiçbir şey kazanamadı. Şimdi yeni yönetimin, ülkemizin modernleşme sürecini çok daha iyi okuduklarını; kökleri siyasal İslam’da olan bir partinin tek başına iktidara gelmesinin laikliğin “başarısızlığı” değil tam tersine “başarısı” olduğunu kavradıklarını görüyorum.

Obama ve Bayan Clinton’ın, Türk laikliğini öne çıkararak, ülkemizi İslam dünyasına bir model olarak gösterme yaklaşımını terk ettiklerini söyleyebiliriz. Fakat Türkiye’nin özgün konumunu bir şans olarak görmeyi sürdürdükleri de açık. Bununla birlikte Türk laikliğinin diğer İslam ülkeleri için nasıl cazip hale getirilebileceği şüpheli. Bakalım yeni Amerikan yönetimi bu çetrefil konuda nasıl bir performans gösterecek. İnşallah Bush ve tayfası gibi kaş yapmak isterken göz çıkarmaz, Türk laikliğini övmeye kalkarken onu tehlikeye atmazlar.

Sevgili dostum Hızır Tüzel’e Allah’tan rahmet, Tansel’e başsağlığı diliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.