Şampiy10
Magazin
Gündem

Erdoğan’ın Arınç’a ihtiyacı vardı

Başbakan Erdoğan’ın kabine revizyonuyla elindeki tüm kozları sahaya sürdüğünü düşünen biri olarak en isabetli atamanın Bülent Arınç’ın başbakan yardımcılığına getirilmesi olduğuna inanıyorum. Cuma akşamından itibaren yazılıp çizilenler ve söylenenleri de bu kanaatime kanıt olarak göstermek isterim. Şöyle ki 8 bakan gidip 9 bakan gelirken Türkiye ilk ve en çok Arınç’ı konuştu. Kimisi “AKP özüne dönüyor” derken kimisi de iktidar partisinin yeniden “Milli Görüş gömleği” giymekte olduğunu ilan etti.

Arınç’ın getirdiği havayı kestirebilmek için şu soruyu sorabiliriz: Arınç girmeseydi bizler günlerce ne konuşup ne yazacaktık? Babacan’ın daha güçlü bir şekilde eski pozisyonuna dönmesini mi? Uzun bir süredir Türk dış politikasını zaten yönlendiren Ahmet Davutoğlu’nun sonunda bizzat direksiyonun başına geçmesini mi? Veya Nimet Çubukçu’nun terfi edip Milli Eğitim’in başına geçmesini mi? Kuşkusuz bu ve benzeri önemli değişiklikler de oldu fakat bunların hiçbiri, hatta tümünün toplamı Arınç’ın ilk kez bakan olması kadar ses getirmedi. Sonuçta uzun zamandır belki de ilk kez Erdoğan dışında bir isim AKP ve hükümet adına (olumlu ya da olumsuz) bir heyecan yarattı. 29 Mart yerel seçimlerinde açık bir yenilgi almış bir parti için bu hiç de yabana atılamayacak bir fırsattır.

Arınç’ın başbakan yardımcısı olması bazılarını şaşırtmış olabilir fakat onun atanmasına yönelik tepkilerin kimseyi, en başta da Arınç ve Erdoğan’ı şaşırtmadığı ortada. Buradan hareketle Erdoğan’ın tam da bu tepkileri öngörerek bu atamayı yapmış olduğunu ileri sürebiliriz. Açıkçası bu tarz tepkilerden rahatsız olduğunu da düşünmüyorum, hatta tam tersi olmuş bile olabilir. Yani birileri kızsın, “Nasıl olur da Arınç MGK’ya girer” gibi cümlelerle panik havası yaratsın istemişse de hiç şaşırmam. Zira Erdoğan ve arkadaşları, gerek RP ve FP, gerekse AKP’de siyaset yaparken, kendilerine karşı yürütülen laiklik eksenli kampanyaların hemen tümünü lehlerine çevirmeyi bildiler. Örneğin 27 Nisan e-muhtırası olmasaydı, 22 Temmuz’da yüzde 47’lere kadar ulaşabilmeleri zor olurdu; benzer bir şekilde 29 Mart öncesi CHP veya sivil ya da resmi bazı çevreler “laiklik tehlikede” şeklinde bir kampanyayı tercih etmiş olsaydı AKP’nin oyları pekala bu kadar düşmeyebilirdi.

Peki bu işin sırrı ne? Yıllardır Milli Görüş partilerini ve AKP’yi takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak hep şunu gözledim: Normalde bu partilere mesafeli olan ve merkez sağ partiler ya da MHP’ye yakın duran muhafazakâr seçmenin bir bölümünde, sık sık ve nedense seçim arifelerinde gündeme gelen irtica kampanyaları üzerine bir tür “dindar dayanışması refleksi” işlemeye başlıyor. “Bu insanlara sırf dindar oldukları için saldırıyorlar” diyor ve ilk seçimlerde oylarını, tepkilerin göstermek için o partilere ya da adaylara emaneten teslim ediyorlar.

Bir “abi” olarak Arınç

Erdoğan’ın Arınç’ı sadece o “özlenen eski günler” e dönmek için aldığını kesinlikle iddia etmiyorum. Bir kere, çekirdekten siyasetçi ve usta bir hatip olan Arınç’ın AKP Grubu içinde bakanlığı en çok hak eden isimlerin başında geldiğini kabul etmemiz şart. Ama esas olarak Arınç’ın “abi” yönünün Erdoğan’ın bu tercihinde belirleyici olduğu muhakkak. Şöyle ki Gül’ün Çankaya’ya çıkması, Şener’in kendini çekmesi ve Arınç’ın TBMM Başkanlığı’nı bırakmasıyla AKP “tek adam partisi” haline gelmişti. Bir müddet Erdoğan bundan şikayetçi olmadı, hatta memnun olduğunu bile söyleyebiliriz. Fakat yerel seçim kampanyasını neredeyse tek başına üstlenen Erdoğan alınan vahim sonucun ardından parti içinde “kolektif akıl” ı yeniden devreye sokmaktan başka çaresi olmadığın kavramışa benziyor. Bu noktada Arınç hiç kuşkusuz ilk akla gelen isimdir. Fakat Davutoğlu, Ömer Dinçer ve hatta Nihat Ergün ve Sadullah Ergin gibi yeni bakanları da yabana atmamak gerekiyor.

Yazının devamı...

Milli Görüş gömleği giymek AKP’nin intiharı olur

29 Mart yerel seçimlerinin “sonun başlangıcı” olmasından endişelenen AKP lideri Erdoğan ilk neşteri kabineye vurdu ve genel seçimlere daha emin girebilmek için en güvendiği isimleri yanına topladı. Ve yapılan değişiklikler üzerine AKP’nin özüne döndüğü, Erdoğan’ın Milli Görüş gömleğini yeniden giydiği yorumları yapıldı.

Bu değerlendirmelerin kısmen doğruluk payı taşımakla birlikte abartılı ve sonuç olarak yanlış olduğunu düşünüyorum.

Yeni kabine düzenlemesinde Saadet Partisi’nin yükselişinin etkili olduğu kesindir. Fakat 29 Mart’ta AKP esas olarak Güneydoğu’da DTP’ye, Batı bölgelerindeyse CHP ve MHP’ye yenik düştü. Bu durumda Erdoğan’ın tek ölçü olarak SP’yi alması AKP’nin intiharıyla eşanlamlı olacaktır. Fakat mevcut kabineyle SP dışında CHP, MHP ve hatta DTP ile aynı anda nasıl mücadele edebileceğini kestirebilmek de zor. Yeni kabine düzenlemesiyle Erdoğan’ın “dışa açılma” kaygısını terk ettiği sonucunu çıkarmıyorum. Erdoğan’ın (galiba Abdullah Gül’ün de) bugüne kadar izledikleri, “dışarıdan transferler aracılığıyla dışa açılma” stratejisini terk edip sonuna kadar güvenebileceği isimlerle önce mevcut tabanını koruyup ardından “kontrollü bir açılım” stratejisini devreye sokmak isteyeceğini düşünüyorum.

Gidenler ve gelenler

Hatırlayalım, Erdoğan ve arkadaşları AKP’yi kurarken hem Milli Görüş gömleğini çıkartmış, hem de Milli Görüş’ün omurgası üzerinden yeni bir kitle partisi oluşturmayı hedeflemişlerdi. Fakat kendi dışındakileri ikna edebilmekte epey zorlandıkları için başta merkez sağ partilerden ve ülkücü hareketten az sayıda ismi saflarına çekebildiler. Bununla birlikte AB reformları sayesinde parlak geçen ilk yılların ardından açılım imkanları arttı. Örneğin, 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri öncesi merkez sağ dışında, merkez sol ve Alevilerden de bazı siyasetçilerin katılımıyla AKP’liler, tıpkı Turgut Özal’ın ANAP’ı gibi “dört eğilimi kucaklama” iddiasını daha güçlü bir şekilde seslendirir oldular. Fakat Cuma günkü kabine revizyonu, bu açılım projesinin büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığını ve Erdoğan tarafından (herhalde Cumhurbaşkanı Gül’ün de onay ve desteğiyle) rafa kaldırılmış olduğunu bizlere gösterdi. Hızla bir göz atalım: Gül kabinesinden itibaren bakanlık yapan DYP kökenli (ve AKP kurucusu) Hüseyin Çelik, ANAP kökenli Murat Başesgioğlu ve MHP’ye yakın olduğu bilinen Kürşat Tüzmen kabine dışı kaldı. Yeni 9 bakandan hiçbirisinin Milli Görüş hareketi dışındaki herhangi bir partide siyaset yapmış olduğunu bilmiyoruz. Buna karşılık, başta Bülent Arınç olmak üzere, yeni bakanlar arasında Nihat Ergün, Sadullah Ergin, Taner Yıldız gibi Milli Görüş kökenliler ve Ahmet Davutoğlu, Ömer Dinçer gibi “partisiz İslamcı aydınlar” dikkat çekiyor. Sonuç olarak mevcut kabinede sadece eski CHP’li Ertuğrul Günay ile eski ANAP’lı Cemil Çiçek var ki, Çiçek daha AKP kurulmadan önce, ANAP’tan istifa edip Fazilet Partisi’ne katılmıştı.

Mumcu’yla yaşanan kırılma

AKP’nin “dışa açılma” stratejisi neden yürümedi? Bu soruyu cevaplamaya girişmeden önce Erkan Mumcu’nun, yanlış olduğu artık açık olan bir takım hesaplarla AKP’yi çok erken terk etmesinin bir “kırılma noktası” olduğu saptamasını yapmamız lazım. Mumcu AKP’nin transferleri içinde en istikbal vadeden isimlerin başında geliyordu ve partiyi genişletmek güç katmak yerine, bir grup “küskün” milletvekilini de peşinden sürükleyerek ayrılması büyük bir şok etkisi yarattı. Mumcu olayının etkisiyle Erdoğan ve kurmayları “iddialı” transferlerden iyice uzak durdular. Bu açıdan 22 Temmuz öncesi Ertuğrul Günay’ın bir grup arkadaşıyla seçilecek yerlerden milletvekili yapılması AKP için “mini bir devrim” niteliğindeydi.

AKP “dışa açılma”yı, geleneksel politikalarında köklü ve inandırıcı değişiklikler yapmak yerine birkaç transferlerle gerçekleştirebileceğini sandı ve çok kötü yanıldı. Transfer edilen isimlerin çoğu deneyimli politikacılar olduklarından, kendi varlıklarının AKP için ne derece önemli olduğunu çok iyi kavradılar ve büyük ölçüde bunun nimetlerinden istifade ettiler. Buna karşılık, istisnalar hariç, yeni partilerini eski mahallelerine taşımak için canla başla çalıştıklarına da pek tanık olmadık.

Artık iş başa düşmüş durumda. Erdoğan ve arkadaşları, pek kimseyi aracı olarak kullanmadan kendilerine mesafeli duran kesimlere açılmak ve oy kaybını durdurmak isteyeceğe benziyorlar. Bu yeni stratejinin başarı şansını yok denecek ölçüde az görüyorum. Yani yeni kabine de AKP’nin gerileyişini durdurabileceğe benzemiyor.

Yazının devamı...

Bütün kozlarını sahaya sürdü

Başbakan Erdoğan’ın geniş çaplı bir kabine revizyonu yapacağını biliyorduk ancak bu kadarını tahmin etmiyorduk. Sadece 10 bakanın yerinde kaldığı, birçoğunun yerinin değiştiği, 8 kişinin kabine dışı kalıp 9 ismin yeni bakan olduğu düşünülürse buna “kabine revizyonu” yerine “yeni hükümet” bile diyebiliriz.

22 Temmuz 2007 seçimlerinden az bir süre geçmiş olmasına rağmen bu kadar köklü bir değişiklik, işlerin hiç de iyi gitmediğinin, yerel seçimlerin sonuçlarının da bunu gösterdiğinin Erdoğan tarafından açık bir şekilde kabul edilmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla AKP’nin 29 Mart’ta hiç de yenilmediğini iddia edenler bizzat Erdoğan tarafından tekzip edilmiş oluyor.

Revizyon üzerine söylenecek çok şey var. En önemli yenilik kuşkusuz Bülent Arınç’ın Başbakan Yardımcısı olması. Erdoğan bu yolla birçok şeyi hedeflemiş olmalı:

“Tek adam partisi” ve “tek adam hükümeti” görüntüsüne son vermek;

Saadet Partisi’nin yükselişini frenlemek;

Parti ve hükümete siyaset aşısı yapmak.

Birileri Arınç’ı hükümetin “yumuşak karnı” olarak görmek, onun üstüne üstüne gitmek isteyecektir. Bence yanılırlar. Arınç tam tersine hükümetin “en sert karnı” olmaya adaydır. Bu arada Arınç’ın MGK’ya da girecek olmasının öneminin altını çizelim.

İkinci önemli yenilik AKP’nin ilk kez TBMM dışından bir bakan ataması ve bunun Prof. Ahmet Davutoğlu olmasıdır. Özellikle Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla Ali Babacan’a yoğun bir şekilde yardımcı olan Davutoğlu’nu ne Bakanlık, ne yabancı diplomatlar ne de yabancı devlet adamları yadırgamayacaktır. Türk dış politikasının bu son derece etkili isminin MGK’ya girecek olmasının geç kalmış bir gelişme olduğunu vurgulamak lazım.

Üçüncü önemli isim Ömer Dinçer’dir. Başbakanlık Müsteşarlığını geçmişteki bir makalesi yüzünden bırakmak durumunda kalan, Erdoğan’ın son derece güvendiği bir isim olan Dinçer’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı sınırının ötesine geçmesi şaşırtıcı olmaz.

Hemen ardından iki grup başkanvekili, Sadullah Ergin ve Nihat Ergün’ün adlarını anmamız şart. Aslında Beşir Atalay’ın Milli Eğitim’e kaydırılıp Ergün’ün İçişleri’ne geleceği söyleniyordu. Bir ihtimal Gül önceki gece buna itiraz etmiş olabilir. Her neyse, yeni dönemde sessiz, sakin ama çalışkan bir isim olan S. Ergin ile son dönemde AKP’nin en sivrilen şahsiyetlerinden olan N. Ergün’ün çok etkili olmaları beklenebilir. Bu arada Ergün, Cemil Çiçek’in yerine hükümet sözcülüğüne de getirilebilir.

Başbakan Yardımcılığı’nı koruyan Çiçek’in kabinenin en ağır toplarından biri olmayı sürdüreceği açıktır, tıpkı İçişleri’nde kalan Beşir Atalay gibi. Bu arada alabildiğine güçlendirilmiş konumuyla Ali Babacan’ın kariyerinde tırmanmayı sürdürdüğünü görüyoruz. Bir diğer dikkat çekici husus, Nazım Ekren’in sanılanın aksine Maliye’ye kaydırılmayıp kabine dışı kalması; bakanlığı kaybetmesi beklenen Mehmet Şimşek’inse Kemal Unakıtan’ın yerini alması.

Ekren gibi 22 Temmuz sonrası hükümete giren sadece bir bakan, M. Said Yazıcıoğlu bakanlığı kaybetti. Bu durum, onun koordinasyonundaki “Alevi açılımı” nı nasıl etkileyecek göreceğiz. Yazıcıoğlu’nun yerine Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanlığı’na Faruk Çelik veya Hayati Yazıcı’dan birisi getirileceğe benziyor. Kürşat Tüzmen’in yerini de muhtemelen Zafer Çağlayan alacaktır.

Tabii Nimet Çubukçu’ya ayrı bir yer açmak şart. Erdoğan’ın en güvendiği isimlerden olan Çubukçu’ya Adalet Bakanlığı yakıştırılıyordu. Ama belki ondan daha önemli olan Milli Eğitim’e kaydırıldı. Çubukçu’nun yerine de S. Aliye Kavaf’ın Devlet Bakanı olmasıyla kabinede kadın bakan sayısının ikiye çıkması takdire şayandır.

Dünden itibaren A. Gül’ün başbakanlığından beri varolan bakanların sayısı 6’ya indi: Çiçek, Mehmet Aydın, Beşir Atalay, Vecdi Gönül, Recep Akdağ ve Binali Yıldırım. Buna karşılık Tüzmen, Murat Başesgioğlu, Hilmi Güler, Unakıtan, Mehmet Ali Şahin ve Hüseyin Çelik yaklaşık 6,5 yıl sonra kabine dışı kaldılar. Bunlardan son ikisinin TBMM Grubu ve Eylül’deki kongreyle birlikte parti yönetiminde önemli görevler üstlenmesi şaşırtıcı olmaz. Hatta Şahin, Çelik veya Ekren’den biri Ağustos ayında Köksal Toptan’ın yerine TBMM Başkanlığı için de düşünülebilir. Bu yeni kabine üzerine yapılacak çok yorum, sorulacak çok soru var? Gidenler küser mi? Kendilerine bakanlık yakıştırılıp yine dışarda kalanların (isim sıralayıp kimseyi rahatsız etmek istemem) durumu ne olur? Neden iki grup başkanvekili bakan yapılırken, parti yönetiminden kimse kabineye katılmadı?

27 Nisan’da şöyle yazmıştım: “AKP’nin 29 Mart yerel seçimlerinden, birinci olmakla beraber mağlup çıktığı göz önüne alınırsa, 60. Hükümet’teki revizyonun ‘göstermelik’ olmaktan öte ‘işlevsel’ olması beklenir. Yani Erdoğan’ın, birilerini sırf kızdığı için bakanlıktan alıp, sırf şu ya da bu dengeyi gözetmek veya gönüllerini hoş tutmak için birilerini bakan yapacağını düşünmek doğru olmaz. Zira AKP’nin önünde çok ciddi sorunlar var. Bunların üstesinden gelebilmek için Erdoğan elindeki tüm kozları kullanmak isteyecektir. Aksi takdirde partisinin gerileyişi devam eder ve gelecek seçimlerden yeniden tek başına iktidar olarak çıkamayabilir.”

Erdoğan’ın kesinlikle beni yanıltmadığını söyleyebilirim. Elindeki tüm kozları kullanmışa benziyor. Ama yine de işi çok ama çok zor.

Yazının devamı...

Bir vesayetten diğerine

Herhangi bir etkili siyasetçinin, mesela Başbakan Erdoğan’ın ne zamandan beri böylesine geniş çaplı bir basın toplantısı düzenlemediğini hatırlarsak Org. Başbuğ’un dünkü 2.5 saatlik basın toplantısının değeri daha iyi anlaşılacaktır. Dünkü toplantının ardından öncelikle, TSK’da, Org. Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte bir değişim, hatta dönüşüm yaşandığını daha emin bir şekilde ileri sürebiliriz. Bu dönüşümün anahtar kavramları hiç şüphesiz “açıklık” ve “şeffaflık”tır. Ve yine hiç şüphesiz, yıllardır içine kapanmış olan Türk ordusu söz konusu olduğu için bu “açıklık” ve “şeffaflık” süreçlerinin tamamlanabilmesi pek kolay olmayacaktır. Bu noktada TSK’nın uyum sorunu kadar, ordunun açılmasını istemeyen “sivil” çevrelerin direnç ve tahriklerinin de epey etkili olacağını öngörebiliriz. İşin ilginci, TSK’nın kendi kabuğunda yoluna devam etmesini sadece bütün varlarını yoklarını ona bağlamış çevreler değil, onu her geçen gün daha fazla devre dışı bırakmak isteyen odaklar da arzuluyor. Çünkü 21. yüzyılda izole bir TSK’nın daha kolay kolay etkisizleşebileceğini; buna karşılık açıklığı şiar edinen Türk ordusunun toplumla ilişkisini rehabilite edebileceğini çok iyi biliyorlar ve bu yüzden onun eskisi gibi yoluna devam etmesi için dua ediyorlar.

Bu “açıklık” ve “şeffaflık” bizi nereye götürebilir? Siyaset ve bunun üzerinden sivil toplum üzerindeki askeri vesayetin kalkması, en azından gevşeyip azalmasına... Çok iddialı olduğunun farkındayım fakat göreve geldiği andan itibren Org. Başbuğ’u yakından izlemeye çalışan bir gazeteci olarak onun adım adım TSK’yı olması gereken yere doğru çekmeye çalıştığını gözlüyorum. Tabii Aktütün saldırısı hakkındaki yayını üzerine Taraf Gazetesi’ne yönelik haşin ve asla onaylanamaz çıkışlarını unutmuş değilim, fakat önceki Genelkurmay başkanlarından birçok açıdan olumlu olarak farklı bir asker var karşımızda. Org. Başbuğ, 14 Nisan konuşmasında da gördüğümüz gibi görüş, tez ve önerilerini kamuoyuna “tek doğru”ymuş gibi sunmuyor, daha doğrusu dayatmıyor. Bazı hassas durumlarda “kırmızı çizgiler” çizmeye kalkıyor fakat aynı zamanda ülkenin temel meseleleri etrafındaki varolan tartışmalara katılmak, onlara katkı sunmak veya yeni tartışmalar başlatmak isteyen bir kişi gibi davranıyor.

Savunma psikolojisi

Dünkü basın toplantısına dönecek olursak: Org. Başbuğ kamuoyuna Ergenekon hakkında çok önemli bilgiler verdi ve konuyla ilgili değerlendirmeler yaptı. Şahsen bazı konularda, özellikle geçmişteki darbe girişimleri hakkında söylediklerinden tatmin olduğumu söyleyemem. Ayrıca Ergenekon kapsamında epey sayıda muvazzaf subayın tutuklanmış olduğu gerçeği üzerinde de pek fazla durmadı. Buna karşılık rejim aleyhtarlarının kesinlikle TSK’da barınamayacağını söylemesi; demokrasiye ve hukuk devletine bağlılıklarının altını defalarca çizmesi takdire şayandı. Ele geçirilen silah ve mühimmatla ilgili söylediklerinin de tamamını olmasa bile birçok karanlık noktayı aydınlattığı açık.

Özetle artıları ve eksileriyle dünkü basın toplantısı TSK’nın şeffaflaşması sürecinde olumlu bir aşama olarak kayıtlara geçti. Eksilerin başında Org. Başbuğ’un özellikle Ergenekon ile ilgili bölümlerde “savunma yapıyor” görüntüsü vermesi geliyor. Normalde bunu onun samimiyetinin kanıtı olarak görür, geçerdik. Fakat TSK’nın belli bir süreden beri sistemli ve organize bir karalama kampanyasına maruz kaldığını düşündüğümüzde, o meşhur “karşı taraf”ın dünkü toplantıyı ellerini oğuşturarak izlemiş olduğunu düşünebiliriz. Ordu zayıfladıkça kendilerinin güçlendiğini düşünüyor olmalılar. Haksız da sayılmazlar.

Ama unuttukları iki çok hayati husus var: 1) Kendileri bir zamanların TSK’sına benziyorlar ve tıpkı onun gibi kendilerini tabu haline getirip siyasi yaşamımızı vesayet altına almaya çalışıyorlar; 2) Türk demokrasisi nasıl bir şekilde TSK’nın vesayetinden kurtuluyorsa, onlarınkinden sıyrılmayı da muhakkak bilecektir.

Yazının devamı...

Kabine revizyonu üzerine 9 temel soru

Başbakan Erdoğan’ın bu hafta, hatta belki de bugün yeni kabine listesini Cumhurbaşkanı Gül’e sunmasını bekliyoruz. Medyada gidecekler, kalacaklar, yerleri değişecekler ve yeni gelecekler hakkında çok şey yazıldı, çizildi; resmi açıklamaya kadar da “revizyon toto” nun sürmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu yazıda, her ne kadar bazı isimleri zikredecek olsam da, esas olarak yaşanacak revizyonunun anlamını tartışmak istiyorum. Böyle bir tartışmayı bazı sorular ekseninden yürütmek isabetli olacaktır:

1“Göstermelik” bir revizyon mu olacak?

AKP’nin 29 Mart yerel seçimlerinden, birinci olmakla beraber mağlup çıktığı göz önüne alınırsa, 60. Hükümet’teki revizyonun “göstermelik” olmaktan öte “işlevsel” olması beklenir. Yani Erdoğan’ın, birilerini sırf kızdığı için bakanlıktan alıp, sırf şu ya da bu dengeyi gözetmek veya gönüllerini hoş tutmak için birilerini bakan yapacağını düşünmek doğru olmaz. Zira AKP’nin önünde çok ciddi sorunlar var. Bunların üstesinden gelebilmek için Erdoğan elindeki tüm kozları kullanmak isteyecektir. Aksi takdirde partisinin gerileyişi devam eder ve gelecek seçimlerden yeniden tek başına iktidar olarak çıkamayabilir.

2 Revizyonun çapı ne olacak?

Yeni bakan olacaklar ve yerleri değiştirilecek bakanlarla birlikte yaklaşık 10 bakanlıkta değişikliğe tanık olabiliriz. Hatta sayı 10’u bile aşabilir.

3 Seçim performansları bakanların kaderinde belirleyici olur mu?

Erdoğan’ın sırf seçimde başarısız oldukları için bazılarını bakanlıktan alacağını sanmıyorum. Fakat seçim bölgelerindeki performanslarının bazı bakanların kaderinde bir şekilde etkili olabileceğini de kabul etmek lazım. Başarısızlık bağlamında akla ilk gelenler Mehmet Ali Şahin (Antalya), Hüseyin Çelik (Van), Kürşat Tüzmen (Mersin), Mehdi Eker (Diyarbakır), Hilmi Güler (Ordu), Kemal Unakıtan (Eskişehir) ki Unakıtan’ın zaten sağlık sorunları nedeniyle bakanlığı bırakabileceği söyleniyor. Buna karşılık Recep Akdağ (Erzurum), Nafiz Özak (Trabzon), Faruk Çelik (Bursa) gibi seçimde göz dolduran bakanlar olduğunu da akılda tutmak lazım.

4 Gül dönemi bakanlarının durumu ne olur?

Gül’ün başkanlığındaki 58. Hükümet’in yarıdan fazlası, yani 13 kişi, bazılarının görev yerleri değişse de kesintisiz olarak bakanlık yapıyor. Bunlar: Cemil Çiçek, Mehmet Aydın, Murat Başesgioğlu, Kürşat Tüzmen, Mehmet Ali Şahin, Vecdi Gönül, Beşir Atalay, Ali Babacan, Kemal Unakıtan, Hüseyin Çelik, Recep Akdağ, Binali Yıldırım ve Hilmi Güler. Görüldüğü gibi çok sayıda kilit isim söz konusu fakat içlerinden en az beşinin, yenilere yer açmaları için kabine dışı kalması, bazılarının da yerlerinin değişmesi kuvvetle muhtemel.

5 Ertuğrul Günay gider mi?

Muhsin Yazıcıoğlu’nun defni ve Ergenekon konusundaki çıkışlarıyla son günlerde dikkati çeken Kültür ve Turizm Bakanı Günay’a “gidici” gözüyle bakan çok. Fakat böylesi bir uygulama hem AKP içindeki az sayıdaki “sol” kökenli transferleri rahatsız eder, hem iktidar partisinin “merkeze açılma” iddiasını ciddi ölçüde zedeler, hem de Erdoğan’ın “tekseslilik” istediği suçlamalarını güçlendirir. Bu nedenle Günay’ın belki yeri değişerek kabinede kalması ihtimali daha yüksek gözüküyor. Kaldı ki kısa sürede turizmin yasayla ayrılıp yeni bir bakanlık oluşturulması da bekleniyor.

6 Kimler bakanlık bekliyor?

Birbirinden farklı kategorilerde bakanlık bekleyenler var. Bunlara sırayla bakacak olursak: a) Bülent Arınç, Dengir Fırat, Salih Kapusuz gibi ağır toplar; b) İdris Naim Şahin, Necati Çetinkaya, Reha Denemeç, Edibe Sözen, Fatma Şahin, Nükhet Hotar Göksel gibi parti üst düzey yöneticileri; c) Başta Nihat Ergün ve Nurettin Canikli olmak üzere TBMM Grup Başkanvekilleri; d) Burhan Kuzu, Mehmet Sağlam, Ahmet İyimaya, Murat Mercan gibi TBMM komisyon başkanları. Bunlara Taner Yıldız, Ömer Çelik gibi güçlü milletvekillerini de eklemek gerek.

7 Dışardan bakan olur mu?

Bütün bu kalabalığa rağmen Meclis dışından bakan olma ihtimalinin bu defa bu kadar yüksek olması şaşırtıcı. Ahmet Davutoğlu’nun dışişlerine, Menderes Türel’in de bu hafta veya hemen olmasa bile Turizm Bakanlığının ayrılması durumunda kabinede yer almaları pekala mümkün.

8 Kaç kadın bakan olur?

AKP hükümetlerinde bugüne kadar hep tek bir kadın, o da hep Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı oldu. Bu kez sayı ikiye çıkabilir. Erdoğan’ın çok güvendiği Nimet Çubukçu’nun daha etkili bir bakanlığa taşınıp yerine muhtemelen parti yönetiminden bir kadın milletvekili getirilebilir.

9 Kilit bakanlıklar kimlere emanet edilecek?

Kabinede Milli Savunma dışında kilit bakanlıkların (İçişleri, Adalet, Dışişleri. Milli Eğitim, Maliye) hemen hepsi değişikliğe uğrayabilir. Örneğin Ali Babacan’ın yeniden ekonomiye kaydırılması bekleniyor. Nazım Ekren’in de kabinede kalması durumunda temel önceliğin ekonomide olacağını söyleyebiliriz. Dışişleri’nde gözü ve gönlü olan çok kişi var ancak Erdoğan’ın böylesine çetin bir dönemde risk almayıp Babacan’ın yerine Davutoğlu’nu getirmesi daha makul gözüküyor. İçişleri ve Adalet bakanlıklarında değişiklik olacaksa muhakkak bunun Ergenekon soruşturmasıyla bir bağlantısı olduğu yorumlar yapılacaktır.


Yazının devamı...

Misyonerlik karalamalarının gerçek amacı

Prof. Türkan Saylan başta olmak üzere eğitim alanında gönüllü faaliyet gösteren bazı isimlere ve kurumluşlara reva görülen muamelenin Ergenekon soruşturmasına ciddi bir şekilde gölge düşürmesinin ardından, bu işin sorumluluları, hatalarını kabul edip özür dileyecekleri yerde konuyu saptırmaya çalışıyorlar. Bu kapsamda ÇYDD ve ÇEV’in Hıristiyan misyonerliği yaptıkları ve Prof. Saylan’ın annesinin Hıristiyan olduğu iddiaları özellikle dikkati çekiyor. Aslında normal demokratik bir ülkede bu tür suçlamaların, yapanlardan başka kimseye zarar vermemesi gerekir, fakat burası Türkiye ve atılan çamurların izleri kalabiliyor. Bu nedenle misyonerlik iddiaları etrafında yapılan spekülasyonları irdelemekte fayda var.

İlk olarak ülkemizde misyonerliğin neredeyse cumhuriyetin kurulmasından beri çok hassas bir konu olageldiğini hatırlayalım. İlginç olan, uzun bir süre misyonerlik, dindarlar değil de laikliğe duyarlı oldukları bilinen devlet kurumları, örneğin TSK tarafından “öncelikli tehdit” olarak algılandı. İslami cemaatlerin misyonerlik faaliyetlerinden ciddi olarak rahatsız olmaları 1980 ortalarından itibaren başlamıştır ve bunun esas nedeni aynı kitleye (gençler, öğrenciler, yoksullar) seslenmeleri, yani rekabet içinde olmalarıdır. Yine son yıllara bakacak olursak misyonerliği en fazla dillerine dolayanların “resmi ideoloji” ye ve milliyetçiliğe daha yakın kesimler olduğunu; buna bağlı olarak “ulusalcı” hareketin de misyonerliği hedefine almış olduğunu görürüz.

Bir dizi tutarsızlık

İşte bu olgular, Prof. Saylan ve arkadaşlarına yöneltilen misyonerlik suçlamalarının ne kadar tutarsız olduğunu kanıtlıyor. Şöyle ki, siz bir yandan, büyük ölçüde haklı argümanlarla Trabzon’da rahip Santoro’nun, Malatya’da misyonerlerin ve İstanbul’da Hrant Dink’in öldürülmelerini Ergenekon ile irtibatlandırmaya çalışacaksınız, diğer yandan daha başından “Ergenekoncu” ilan etmiş olduğunuz bazı isimlere yönelik kamuoyu ilgisini dağıtmak için onların “gizli Hıristiyan” ve hatta “misyoner” olduklarını söyleyeceksiniz. Bir diğer tutarsızlık da, misyonerlik senaryolarını piyasaya süren odakların yıllardır “dinlerarası diyalog” ve “hoşgörü” nün şampiyonluğunu yapıyor olmalarıdır. Fethullah Gülen cemaatinin Türkiye’de ve dünyanın farklı yerlerinde düzenledikleri birçok toplantıyı izleme şansım oldu. Bunların hiçbirinde “evet sizinle diyalog kurarız ancak misyonerlik yapmanıza asla izin veremeyiz” dediklerine hiç şahit olmadım. Bir de şu var: Fethullah Gülen’in Papa II. Jean Paul ile buluşması kadar Hıristiyanlığı Türk halkı nezdinde meşrulaştıran herhangi bir olay olmuş mudur şu son yıllarda?

Hemen ardından üçüncü bir tutarsızlıktan bahsetmek şart. Gülen cemaatinin faaliyetleri, bugün birçok objektif araştırmacı tarafından bir tür “İslam misyonerliği” olarak tanımlanıyor; örneğin sık sık Katolik bir misyoner şebekesi olan Opus Dei ile arasında paralellikler kuruluyor. Zira Gülen hareketi sadece Müslüman topluluklarda değil, Asya, Afrika ve hatta Latin Amerika’da okullar inşa ediyor.

Son olarak, Prof. Saylan ve arkadaşlarına “misyoner” yaftası yapıştırmaya çalışanların çoğunun Türkiye’nin AB üyeliğine destek veriyor olmalarındaki garipliğin altını çizmek şart. “Avrupalılık” ile “misyoner avcılığı” nı bağdaştırabilmek o kadar kolay olmasa gerek.

Misyonerlik suç değil

Bundan birkaç yıl önce bir polis müdürü ilginç bir olay anlatmıştı. Bir ilçede Hıristiyan misyonerlerin faaliyetlerinden rahatsız olan bir mülki amir bu kişilerin içeri alınmaları için ısrar ediyormuş. Fakat kanunlarımızda misyonerlik suç olmadığı için polisler ne yapacaklarını şaşırmışlar. Sonunda misyonerleri, dağıttıkları kitapçıklarda bandrol olmadığı için gözaltına almış, bu gözdağının ardından serbest bırakmışlar. İnsan düşünmeden edemiyor: Prof. Saylan ve arkadaşları aleyhine yayın yapanlar misyonerliğin suç olmadığını bilmiyor olabilirler mi?

Bu sorunun ardından “bu tür yayınların tam tersi etki yaratacağını nasıl hesaplayamazlar!” şeklinde tepkiler de gelebilir. Nitekim son olayların ardından Prof. Saylan bir “kahraman” haline geldi; ÇYDD ve ÇEV gibi kuruluşlara yardımların arttığı söylendi. Bütün bunlara rağmen bu karalamaların, onları tezgahlayanların lehine sonuçlar yarattığını düşünüyorum. Bu kampanyaların esas olarak kentli orta sınıfları hedef aldığını düşünenler yanılır. Ana amaç Anadolu’nun yoksul ve muhafazakâr ailelerinin, çocuklarını ÇYDD, ÇEV gibi kuruluşlara gönül rahatlığıyla teslim etmelerinin önüne geçmek olduğunu sanıyorum. Bu bağlamda Prof. Saylan’ın, annesinin Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçtiğini kanıtlamak için didinmesini yanlış bulmamak lazım.

Hatırlayalım: Abdullah Gül de “velev ki...” diye başlayan bir cümle kurmak yerine soyunda kesinlikle Ermenilik olmadığının altını ısrarla çizmeye özen göstermişti. Gül Türkiye’nin milliyetçi-muhafazakâr kesimlerinin algı ve zihniyet kalıplarını çok iyi bildiği için böyle yapmıştı. Anlaşılan Prof. Saylan da epey dolaştığı Anadolu’nun ruhunu çok iyi okumuş ve “kara propagandacılar” a hiçbir konuda açık vermemek için çabalıyor. İyi de ediyor.


Yıllardır göremesem de dostluk bağımı hep koruduğum Abdullah Baykal’ı kaybettik. Bu temiz insanı hep sevgiyle anacağız.

Yazının devamı...

Erdoğan’ın işi giderek zorlaşıyor

AKP’nin oy oranının 29 Mart yerel seçimlerinde gerilemiş olması şu soruyu beraberinde getirdi: “Geçmişte diğer birçok partinin başına geldiği gibi AKP de düşüşü durduramayacak mı? Yoksa bir yolunu bulup yeniden yükselişe mi geçecek?”

29 Mart yenilgisinin ardından tatile çıkan Başbakan Erdoğan’ın yeniden kamuoyunun karşısına çıkacağı TBMM Grup konuşmasının bu soruyu cevaplayabilmemiz için birçok ipucu verebileceğini düşünmüştük. Fakat Erdoğan seçim sonuçlarından ekonomik krize, Kıbrıs seçimlerinden Azerbaycan ile yaşanan olumsuzluklara ve nihayet Ergenekon soruşturmasına değinmesine rağmen “düşük profilli” bir konuşma yaptı. Bunda yenilgi psikolojisini henüz üzerinden atamamasının etkisi olduğu muhakkaktır, fakat AKP’nin bir dizi sorunla boğuşmasının ve bunları çözme şansının her geçen gün daha da azalıyor olmasının esas belirleyici husus olduğunu düşünüyorum. Genel seçimlere kadar AKP ve Erdoğan’ı çok ama çok zorlayacak bu sorunların bazılarını hatırlayacak olursak:

Eknomik kriz: Erdoğan “teğet” te ısrarlı ancak peş peşe gelen istatistikler Türk ekonomisinin küçüldüğünü, işsizliğin rekor derecede arttığını, kısacası vatandaşın krizden birinci derecede etkilendiğini gösteriyor. IMF ile anlaşma durumunda belli bir rahatlama beklenebilir ancak kriz psikolojisinden çıkmak kolay olmayacağa benziyor.

Kürt sorunu: 29 Mart’ta AKP’nin zaten ne olduğu tam anlaşılamayan Güneydoğu stratejisinin iflas ettiğini gördük. İktidar partisi DTP’nin “kimlik politikası”nı etkisiz kılamadığı gibi PKK’yı devre dışı bırakma yolundaki girişimlerinden de sonuç alamayabilir. Havaların ısınmasıyla birlikte PKK’nın yeniden terör eylemlerine başlaması durumunda sorunların daha da derinleşeceği açıktır.

Avrupa Birliği: Fransa ve Almanya’nın başını çektiği bir grup Türkiye’nin tam üyelik sürecini sabote etmede kararlı gözüküyor. AKP hükümetiyse düşmanlarını çatlatacak bir reform dinamizmi sergileyemiyor.

Kıbrıs: AB konusunda çok önemli bir eşik olan Kıbrıs sorununda, UBP’nin tek başına iktidara gelmesiyle AKP iyici açığa düştü. Erdoğan’ın dün dile getirdiği “Cumhurbaşkanı Talat’ın elini zayıflatmayın” türü üstü kapalı tehditlerin UBP üzerinde ne derece etkili olabileceği kuşkulu.

Ermenistan ile ilişkiler: Uzun süreden beri Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmek için hummalı bir faaliyet yürüten AKP hükümeti Bakü yönetiminin sert itirazları ve lobi kampanyalarıyla birlikte ciddi bir biçimde sarsıldı. CHP Lideri Baykal’ın MHP’yi bile sollayarak “Karabağ Davası”nın şampiyonluğunu yapıyor olması, bu konunun AKP’nin yumuşak karınlarından olduğunu kanıtlamaya yeter.

Ergenekon: İkinci İddianame, Ergenekon soruşturmasına kuşkuyla bakan kesimlerin önemli bir kısmını tatmin etmişti. 12. dalgayla birlikte işler yine karıştı, soruşturmaya başından beri karşı çıkanların ellerini güçlendirdi. “İyi günler” de Ergenekon’un “savcısı” olmaktan çekinmeyen Erdoğan başta olmak üzere AKP’lilerin, 12. dalga ile başlayan “kötü günler” de “kimse hukuki sürece müdahale etmesin” noktasına gelmiş olmaları birçok kişiyi tatmin etmiyor, özellikle de laikliğe duyarlı vatandaşları. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da söylediği gibi bu soruşturma artık açık biçimde AKP’ye zarar vermektedir ve iktidar partisi bu durumdan nasıl sıyrılabileceğini bilmemektedir. Dün TBMM’de sohbet ettiğim çok sayıda AKP’li milletvekilinin gelinen noktadan epey rahatsız olduklarını, özellikle “transfer” isimlerin bazılarının, tıpkı Günay gibi rahatsızlıklarını belki de ilk kez bu kadar açık ve sistemli bir şekilde dile getirdiklerini gözledim.

Yeniden yapılanma: Seçim yenilgisinin şokunu atlatabilmek için Erdoğan’ın hem kabine, hem TBMM Grup yönetimi ve esas olarak da parti yönetiminde yeniden yapılamaya gitmesi şart gibi gözüküyor. Kulislerde çok sayıda isim farklı yerlere yakıştırılıyor fakat bunlardan birkaç istisa dışında hiçbirinin “aranan kan” olabileceğini, AKP’ye yeni bir heyecan ve dinamizm getirebileceğini sanmıyorum. Bunun en önde gelen nedeni AKP’nin ne zamandan beri “Erdoğan partisi” olmasıdır. Dolayısıyla AKP’nin çıkış yapabilmesi için öncelikle Erdoğan’ın kendini yenilemesi ve bugüne kadar girişip hemen hepsini yarım bıraktığı açılımları (Kürt, Alevi, merkeze yerleşme vb.) her türlü riski göze alıp ve ne yapıp edip tamamlaması gerekiyor.

Yazının devamı...

Güneydoğu’da garip şeyler oluyor

Seçim öncesi PKK ve bir şekilde buna bağlı olarak Kürt sorununun çözümü konusunda iyimser bir hava vardı. Etkilerini kısmen sürdürse de bu olumlu atmosferin büyük ölçüde dağılmakta olduğunu, belirsizlik ve çözümsüzlüğün yeniden öne çıktığını gözlüyoruz. Halbuki Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte devletin farklı kurumları arasında belirgin bir uyum ortaya çıkmış, koordinasyon temin edilmiş ve umutlar yeşermişti. Fakat AKP hükümetinin stratejisizliği veya yanlış stratejilerin peşinden gitmesi nedeniyle enerjiler yine heba oluyor. Örneğin Başbakan Erdoğan Diyarbakır, Batman gibi illerde belediyelerin AKP tarafından alınmasıyla çözüm yolunda epey ilerleme katedileceği havası yarattı. Bu yanlıştı. Üstelik DTP’nin elinden hiçbir belediyeyi alamadığı gibi Van ve Siirt’i de kaptırdı. Sonuçta, adını bile anmaktan imtina ettiği DTP’ye stratejik bir zafer hediye etmiş oldu.

14 Nisan günüyse yepyeni bir yanlışa imza atıldı. 12 ayrı ilde düzenlenen operasyonlarda “PKK’nın şehir örgütlenmesi” ni oluşturduğu iddia edilen büyük kısmı DTP’li 50’yi aşkın kişi gözaltına alındı ve neredeyse hepsi tutuklandı. “Bunda yanlış olan nedir?” diye sorulacak olursa ilkin “zamanlama” demek gerekir. Çok uzun süredir takip edildikleri söylenen bu şahısların yerel seçimlerin hemen ardından alınmış olmaları operasyon kararında siyasetin belirleyici olduğunu düşünmemize yol açıyor. Öyle ki birçok kişi için bu “yerel seçimlerin intikamı” olarak algılandı.

Bu operasyon DTP-PKK ilişkisininin ya hiç anlaşılmamış olduğunu ya da tam tersine çok iyi anlaşıldığını gösteriyor. DTP (ve daha önceki partiler) ile PKK arasında organik bazı bağların bulunduğunu kestirmek için kahin veya istihbaratçı olmak gerekmez. Sorun ülkeyi yönetenlerin ve güvenlik güçlerinin bu bağlara nasıl baktıklarıdır. Örneğin yasal Kürt partilerinin onca yıllık mevcudiyetine rağmen ilk kez 14 Nisan’daki gibi geniş çaplı bir operasyon düzenleniyor. Diğer bir deyişle PKK’nın yasal siyasi hareketi ve partileri denetimi altına alma arzusu hep bilinir ama büyük ölçüde buna göz yumulurdu. Fakat nedense tam da PKK’nın silahsızlandırılmasının yoğun olarak tartışıldığı bir dönemde, ellerinde silah olmayan 50’yi aşkın kişi apar topar götürülüyor. Burada Cengiz Çandar’ın çok iyi özetlediği gibi “PKK’nın DTP’leştirilmesi” yerine “DTP’nin PKK’laşması” gibi garip bir arayışın devrede olduğunu özetleyebiliriz.

Hizbullah’tan uyarı

Başka gariplikler de var. Bunu anlamak için Güneydoğu’da PKK’nın dışında başka sosyal ve siyasal aktörlerin de bulunduğunu görmemiz gerekiyor. Bu açıdan iki gücün altını çizelim: Fethullah Gülen cemaati ile Hizbullah. Hizbullah’ın onca operasyona rağmen gücünü toparladığını, yasal ve yarı-yasal faaliyetleri esas alıp değişerek bölgede hızla etkili bir güç haline geldiğini birkaç kez anlatmaya çalışmıştım. Keza Gülen cemaati de hem Güneydoğu, hem Kuzey Irak’ta son birkaç yıldır hayli yoğun bir faaliyet yürütüyor.

Zaten öteden beri birbirlerinden hazzetmeyen bu iki grup arasında son günlerde anlaşılmaz bir gerinlik var. Hizbullahçılar ne zamandır Gülen hareketinin medyasının bazı yayınlarından şikayetçiydi. Son olarak Gülen’in bizzat yaptığı ve Hizbullah’ı da hedef aldığı açıklama üzerine tam anlamıyla alarma geçmiş durumdalar. Dün “Hizbullah Basın Bürosu” adına kaleme alınan bir basın bildirisinde bu konu ele alınıyor ve bir çatışma ihtimaline dikkat çekiliyor.

Bildiriden bazı cümleler aktarmak istiyorum: “Bu sefer de Fethullah Gülen grubu üzerinden, çatışma ortamı oluşturarak bir fitne ateşinin fitilinin tutuşturulmak istendiği müşahade edilmektedir (...) Gülen ve grubu kendi iradesi ve öz gücüyle böyle tehlikeli bir işe kalkışabilecek bir konumda değildir. Yine herkes çok iyi biliyor ki böyle bir çatışma durumunda, Hizbullah tarafından kısa süre içerisinde etkisiz hale getirilebilecek bir pozisyondadırlar. (...) Hiçbir şekilde bunlara şiddet uygulamayacağız. Oynanmak istenen oyunu bozmak için elimizden gelen her çabayı göstereceğiz (...) Buna rağmen birileri Hizbullah ismini kullanarak bazı tepkiler gösterebilir. Ancak halkımız şunu iyi bilsin ki; bizim cemaat olarak tavrımız, dile getirdiğimiz şekilde olacaktır. Bunun dışında gelişecek hiçbir tavır ve eylem Hizbullah’a ait olmayacaktır...”

Evet Güneydoğu’da çok garip şeyler oluyor. Dikkatle ve serinkanlılıkla izlemekte yarar var.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.