Şampiy10
Magazin
Gündem

Erdoğan’dan TSK’ya karşı dava açma sinyali

Önceki gün AKP’den yeniden aday gösterilmeyince bağımsız olarak seçime girip yeniden Şanlıurfa Belediye Başkanı seçilen Ahmet Eşref Fakıbaba ile uzun uzun görüştüm. Dün Vatan’da çıkan “Fakıbaba’dan Erdoğan’a zeytin dalı” başlıklı röportajda da belirttiğimiz gibi kendisi geçmişi unuttuğunu ve projeleri için hükümetten destek beklediğini söylüyordu. Bu nedenle Başbakan’ın, AKP Şanlıurfa İl Kongresi’nde vereceği mesajları çok merak ediyordu.

Dün sabah yine Şanlıurfa’da AKP’nin önde gelen iki ismiyle sohbet etme imkanı buldum. Her ikisi de Genelkurmay Harekât Başkanlığı 3’üncü Destek Şube Müdürlüğü tarafından hazırlandığı söylenen “İrticayla Mücadele Eylem Planı” hakkında Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın çıkışından hayli memnun olduklarını ve liderlerinin kongre konuşmasında bu konuya değinip değinmeyeceğini; değinirse ne tür mesajlar vereceğini merak ediyorlardı.

Erdoğan her iki konuyu da pas geçmedi ve özellikle “AKP ve Fethullah Gülen’i bitirme” yi hedeflediği söylenen plan hakkında kısa ama çok net konuştu:

“Son günlerde gazetelerin yaptığı haberleri, AK Parti üzerinde oynanması düşünülen oyunları görüyorsunuz. Bunları araştırıyoruz. Gerekirse biz de ilgililere yönelik olarak davaları açacağız. Bunlardan geri duramayız. Demokratik bir ortamda AK Parti’ye karşı yapılan bu gayri hukuku sürece seyirci kalamayız. Gereken neyse bunların hepsi yapılacak.”

Erdoğan’ın sözlerinden şu sonucu çıkartabiliriz: Eğer bu plan gerçekten Genelkurmay’ın bir birimi tarafından hazırlanmışsa, belki de siyasi tarihimizde bir ilk yaşanacak ve iktidar partisi TSK’ya karşı hukuki yollara başvuracak. Böylesi bir gelişmenin zincirleme sonuçları olacağını kestirmek hiç zor olmasa gerek.

Dolayısıyla şu soruların hayati öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz:

1) Bu planı gerçekten Albay Dursun Çiçek mi hazırladı?

2) Cevap “evet” se, bu çalışmayı emir-komuta kademesinin bilgisi dahilinde mi yaptı?

3) Taraf Gazetesi’nin iddiasının doğru çıkması durumunda Genelkurmay’ın tavrı ne olacak?

4) Plan üzerinde hükümet ile TSK arasında ihtilaf çıkması halinde asker-sivil ilişkileri nasıl bir seyir izleyecek? Özellikle Kürt sorunu konusunda ulaşılmış olduğu söylenen devlet katındaki mutabakat bundan nasıl etkilenecek?

“Ayrımcılık yapmayacağız”

Fakıbaba olayına gelecek olursak: Bağımsız seçildikten sonra Saadet Partisi’ne geçen Fakıbaba kente astığı pankartlarla Başbakan’ “hoşgeldiniz” dedi. Havaalanında da protokoldeki yerini aldı ve elini Erdoğan’ın elini sıkıp yine “hoşgeldiniz” dedi. AKP lideriyse “Hoşbulduk” demekle yetindi.

Ardından Şanlıurfa sıcağında hamam gibi ısınmış olan Atatürk Spor Salonu’na gelen Erdoğan konuşmasının hemen başlarında “müsaade edersiniz şu ceketimi bir çıkarayım” dedi ve ekledi “Sizler de ceketinizi çıkarabilirsiniz, serbest!” AKP’nin 9 Şanlıurfa milletvekilinden 7’sinin “Siz ceketinizi yollasanız bile kazanırız” diyerek Fakıbaba’nın adaylığını yeniden engellediği; Fakıbaba taraftarlarının da illerine mitinge gelen AKP liderini ceketlerle karşılamış olduğu düşünülürse Erdoğan’ın bu sözlerinin simgesel yönü daha iyi anlaşılabilir.

Nitekim Erdoğan sözlerini şöyle sürdürdü: “Dört seçimde de bu harekete omuz ve gönül vermiş, bu hareketten desteğini esirgememiş Şanlurfalı kardeşlerimin duası bize yeter. Son seçimde çıkan neticeyi masaya yatırıyor, genel merkez ve teşkilatlar olarak kendi muhasebemizi en iyi şekilde yapıyoruz.” Ardından başta Fakıbaba’nın kendisi olmak üzere Şanlıurfalıların en çok merak ettiği hususa değindi ve ayrımcılık yapmalarının asla söz konusu olmadığının altını “Biz AK Parti olarak bize oy versin vermesin her şehrimize, her mahallemize aynı mesafedeyiz” sözleriyle çizdi.

Vekillere yuh

* Erdoğan, Necmettin Erbakan’ın talebesi olduğunu, kongreye iki saat geç gelerek bir kez daha göstermiş oldu. Bu süre boyunca iyice terlemiş olan partililerden “hakkınızı helal edin” diyerek özür diledi.

* AKP lideri “Baykal istifa?” sloganına “Yok, yok, yok. Aman, aman, aman. Dursun. Öyle muhalefete can kurban, dursun o orada” diye müdahale etti.

* TBMM Başkanvekili Eyüp Cenap Gürpınar dışındaki tüm Şanlıurfa milletvekilleri, Viranşehir’den geldikleri anlaşılan bir grup partili tarafından yuhalandı. Aynı kişiler Erdoğan salona girdiğinde kendisine karşı en yoğun ilgiyi gösterdiler.

Yazının devamı...

Deniz Feneri faturası iyice kabarıyor

AKP en parlak dönemini, hiç tartışmasız Kasım 2002’de iktidara gelmesiyle Aralık 2004’de AB’den tam üyelik müzakereleri takvimi alması arasında yaşadı. Bu süre içinde peş peşe gelen reformlar hem ülkeyi daha da demokratikleştirip Batı’ya daha fazla yaklaştırdı, hem de AKP’ye yönelik kaygı ve vehimlerin büyük ölçüde aşınmasına neden oldu. İktidar partisi reformlar konusunda frene bastığı andan itibaren yörüngesini kaybetti, buna bağlı olarak ideolojik ve politik krizler içinde savrulmaya başladı. 27 Nisan 2007’de TSK’nın yaptığı büyük stratejik yanlıştan istifade edip Temmuz 2007’de şaşırtıcı olduğu kadar aldatıcı bir seçim zaferi elde etti. Nitekim sandıktan daha güçlü çıkmış olmasına rağmen AKP hızla yıprandı ve 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde ciddi bir yenilgi yaşadı.

Özellikle Batı bölgelerinde yaşanan oy kayıplarının ardında, AKP’nin AB konusundaki tereddütlerinin etkili olduğunu düşünüyorum. Kentli orta sınıflar, AB yolundan büyük ölçüde sapmış olan AKP’nin ülkenin yönünü nereye çevirebileceği konusunda yeniden kaygılanmaya ve iktidar partisiyle aralarına yeniden mesafe koymaya yöneldiler. Son dönemde benzer bir tutumun AB çevrelerinde de gözlendiğine tanık olduk. Reformların durmasına bir türlü anlam vermeyen AB yetkilileri buna rağmen kapatma davası sürecinde AKP’ye çok açık ve güçlü bir destek vermekten geri kalmadılar. Fakat iktidar partisinin “mahalle baskısı” tartışmaları ekseninde dile getirilen “yaşam tarzlarına müdahale” şikayetlerine kayıtsız kalmasından rahatsız oldular ve belki de ilk kez Türkiye’de laikliğin kendileri için ne kadar öenmli olduğunun altını çizmeye başladılar.

Başmüzakereci mi danışman mı?

Başbakan Erdoğan her vesileyle AB sürecinde aynı kararlılıkla öncelik verdiklerini söylüyor ancak yaşadıklarımız bunun tam tersini gösteriyor. Örneğin kilit bir öneme sahip Başmüzakerecilik makamına uzun süre atama yapılmadı, ardından dönemin Dışişleri Bakanı Ali Babacan’a ek olarak bu görev yüklendi. Babacan’ın zorlandığı görülünce Başmüzakerecilik kendisinden alındı ve Egemen Bağış’a verildi. Sanıyorum mevcut kabinede en yanlış pozisyondaki bakan Bağış’tır. Uzun yıllar ABD’de yaşamış ve AKP’nin kuruluşundan itibaren Erdoğan’a ABD ile (ve İngilizce ile) ilişkilerinde danışmanlık yapmış olan Bağış’ın Avrupa işlerinden ne kadar anladığını kısa sürede gördük. Başbakan “başmüzakerecinin tek işi AB ile temaslar” demesine rağmen Bağış hâlâ “Başbakan danışmanı” gibi davranmayı sürdürüyor, örneğin onun meşhur “çuval krizi”nde neler yaptığını anlatıyor. Salı günü Meclis kulislerinde Bağış’a uzaktan gözüm takıldı. Yakasında tabii ki AB değil AKP rozeti vardı!

Hükümet AB sürecinden esas olarak Türkiye’yi istemeyen Avrupalı politikacılara cevap yetiştirmeyi anlıyor. Bu arada reform adına elle tutulur bir şey yapılmıyor ve Türkiye ile AB arasındaki makas giderek açılıyor. Türk kamuoyunun AB konusundaki şevkinin de bütün bunlara bağlı olarak azaldığını kestirmek zor olmasa gerek.

Erdoğan Akman’a siper

AKP’nin bir diğer sıkıntısı yolsuzluklar. Deniz Feneri olayı patlak verdiğinde bunun faturasının çok ama çok ağır olacağını ileri sürmüştüm. Başbakan Erdoğan Zahid Akman’ın istifasını geciktirdikçe bu fatura daha da kabarıyor. Erdoğan’ın neden onca riski göze alıp Akman’a siper olduğu sorusu zihinleri meşgul ediyor.

Erdoğan’ın dün NTV canlı yayınında, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Akman konusunda hükümet değil kendi adına konuşmuş olduğunu açıklaması bu olayın önce kabinede, ardından parti içinde derin çatlaklara neden olduğunu ve daha da olacağını bizlere gösterdi. Cin bir kere şişeden çıktı, tekrar içeri sokmak mümkün olmayacak ve anlaşılan AKP’nin yıpranması artarak devam edecek.


Yazının devamı...

AKP yapısal sorunlarını çözemiyor

TÜRKİYE dönem dönem siyasi tıkanmalar yaşar. İktidarıyla muhalefetiyle, kimse ülkenin temel sorunları üzerine projeler üretemez; bu nedenle siyaset alakasız, kişisel veya son derece önceliksiz konular etrafındaki tartışmalar, daha doğrusu kısır çekişmeler, itişmeler üzerinden sürdürülmek istenir. Şu günlerde benzer bir süreç yaşıyoruz. İki gündür Ankara’dayım ve abartarak özetleyecek olursam, burada yaprak kımıldamıyor. Belki tek bir istisnadan söz edebiliriz: Alevi Çalıştayı ile birlikte başlayan süreçte, aceleci davranılmazsa pekala bazı somut ilerlemeler, çözümler sağlanabilir. Salı günü MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM grup konuşmasında çalıştaya destek vermesi ve Alevi sorununun çözümü için açık, net ve kesinlikle yararlı olabilecek somut öneriler dile getirmiş olması takdire şayandı. Bu arada, normal olarak Alevi tabanından daha fazla oy aldığı varsayılan CHP’nin bu noktada pek aktif davranmıyor olmasının altını çizmek gerekir.

Dört cephede savaş

Siyasetteki tıkanmanın birçok nedeni olduğu muhakkak. İlk akla geleni hiç kuşkusuz Kürt sorunundaki kronik çözümsüzlük. Cumhurbaşkanı Gül’ün Mart başında “güzel şeyler olacak” demesiyle içine girdiğimiz umutlu atmosfer bu süre zarfında hemen hiçbir şey yapıl(a)mamış olması yüzünden yerini yeniden karamsar ve ümitsiz bir havaya terk etmek üzere. Halbuki CHP Lideri Baykal’ın bir yandan PKK militanları için -tabii silahlarını bırakmaları kaydıyla- “af” sözcüğünü telaffuz etmesi, diğer yandan DTP’ye sıcak mesajlar yollaması ve nihayet Talabani’nin daveti üzerine Irak’a gideceğini açıklaması belli bir hareketliliğe yol açmıştı. Fakat iktidar partisi, ana muhalefetin açtığı yoldan yürümek yerine adım atmamada kararlılık gösterince hevesler kursaklarda kaldı.

İçinden geçtiğimiz siyasi krizin kaynağında AKP’nin olduğuna inanıyorum. İktidar partisi yerel seçim yenilgisinin şokunu üzerinden atabilmiş değil ve kolay kolay atacağa da benzemiyor. Zira 29 Mart’ta AKP’nin kayıplarını CHP, MHP, DTP ve SP aralarında bölüştüler. Dolayısıyla AKP’nin tekrar yükselişe geçebilmesi için dört cephede birden savaş yürütmesi gerekiyor: MHP ile Türk, DTP ile Kürt milliyetçiliği; CHP ile laiklik, SP ile İslamcılık konularında rekabet etme zorunluluğu AKP’nin krizini ve açmazını derinleştiriyor. AKP bu dört cepheden herhangi birine yoğunlaşırsa, örneğin SP korkusuyla dini motifleri öne çıkartırsa merkez seçmeni iyice kaybedebilir; kentli orta sınıfların “yaşam tarzı” kaygılarını gidermeye kalktığında da muhafazakâr tabanın öfkesiyle karşılaşacaktır. Türk ve Kürt milliyetçilikleri arasında sıkışıp kalmış olma durumundan nasıl çıkabileceği de apayrı bir bilmece.

Yönetim krizi

AKP Lideri Erdoğan bütün bu sorunların farkında olduğu için kabinede köklü bir değişikliğe gitti, bütün kozlarını sahaya sürdü ve nerdeyse yeni bir hükümet kurdu. Fakat bugüne kadarki performansına baktığımızda yeni hükümetin şapkadan tavşan çıkaramadığını, bundan böyle de çıkarmasının epey zor olduğunu görüyoruz. Bunda ekonomik krizin payı kuşkusuz çok büyük fakat AKP’nin kendi içindeki ciddi yapısal sorunların rolünü de unutmamalıyız. Örneğin Nihat Ergün ve Sadullah Ergin gibi en etkili iki grup başkanvekilinin bakan olması ve yerlerine henüz kimsenin seçilmemesi nedeniyle AKP TBMM Grubu nerdeyse felç olmuş durumda. Bu yüzden Erdoğan iki haftadır kapalı grup toplantıları düzenleyerek milletvekillerine sahip çıkmak istiyor fakat onun özellikle mayın konusunda takındığı azarlayıcı üslubun grup üzerinde olumsuz etki yaptığı söyleniyor.

Daha vahim bir sorun parti teşkilatında yaşanıyor. 2007 Genel seçimlerinin ardından MYK’dan bazı isimlerin bakan yapılması parti yönetiminde belli bir boşluğa neden olmuştu. Şaban Dişli ve Dengir Fırat’ın peş peşe gelen istifaları yüzünden AKP epey sarsıldı. Bir iddiaya göre Erdoğan, yerel seçim yenilgisinde parti yönetiminin sorumluluğunun yüksek olduğuna inandığı için yeni kabineye kimseyi almadı ve kongrede üst yönetimi çok büyük ölçüde yenilemeyi düşünüyor. Bütün bu yapısal sorunların gerisinde çok önemli bir ideolojik-siyasi kriz yatıyor. Bunu tartımayı yarına bırakalım.

Yazının devamı...

Gül’den “çok güzel hareketler” bekliyoruz

Mart ayı başında Tahran yolunda, uçakta, Cumhurbaşkanı Gül, Kürt sorunuyla ilgili soruma “Yakında çok güzel şeyler olacak” demiş ve “Bu meseleyi sadece sınırdışına yüklemek yanlış olur” diye eklemeyi de ihmal etmemişti. O gün bugündür bekliyoruz, açıkçası “güzel” olarak tanımlanabilecek herhangi bir şey yaşamadık. Yegane olumlu gelişmenin, PKK’nın 1 Haziran’da sona eren “ateşkes” ini 45 gün daha uzatması olduğu söylenebilir ki “ateşkes” denen dönemde çok sayıda çatışmanın yaşandığı, özellikle mayınlı saldırılar nedeniyle çok sayıda güvenlik görevlisinin şehit olduğu düşünülürse insan çok fazla iyimser olamıyor.

Geçen Salı günü ve dün Ankara kulislerinde Gül’ün “güzel şeyler olacak” diyerek ne kastetmiş olabileceğini öğrenmeye çalıştım. Hemen herkes sorunun çözümü noktasında devletin üst kademesinde ilk kez bu denli bir uyum olduğu konusunda hemfikir. Bunun çözüm için mükemmel bir zemin oluşturduğu ortada, ancak bu zemin üzerine herhangi bir çözüm inşa edildiğine, edileceğine ve hatta edilebileceğine dair çok fazla işaret göremiyoruz.

Statüko devam ediyor

İşte birkaç örnek:

1 İçişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak yeni müsteşarlığın yasası daha çıkamadı. Çıksa bile müsteşarlığın nasıl bir işlevi olacağı, en önemlisi “istihbarat birimleri arasındaki eşgüdüm” gibi zorlu bir görevi nasıl yerine getirebileceği belirsiz. Kısacası, müsteşarlık “ölü” olmasa bile “sakat” doğacağa benziyor. Dolayısıyla buradan bir heyecan gelebilmesi pek zor.

2 Başbakan, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’e bir türlü randevu vermiyor ve buna gerekçe olarak mayınlar sonucu şehitler verilmesini gösteriyor. AKP Lideri eğer Türk’ü kabul etmek için DTP’nin PKK’yı “terörist” olarak görmesini şart koşmaya devam ederse daha çok bekler. İktidar ile DTP arasındaki ilişki, daha doğrusu ilişkisizlik sürdükçe çözüm için umutlanmanın imkanı da olamaz.

3 Çok yazıp söyledim: DTP ve KESK’e yönelik operasyonlar baştan sona hataydı. Yasal ve yasadışı Kürt hareketinin içiçe geçmiş olduğu olgusunu kabul etmemeye dayalı bir stratejiden çözüm filan çıkamaz.

4 Kürt sorununun çözümünün özgürce tartışılmasına imkan tanımayan statükocu ve yasakçı tutumlar büyük ölçüde egemenliklerini sürdürüyor. Son olarak İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi “Günlük” adlı gazeteyi bir ay yasakladı. Yasaklama gerekçelerinin basın ve ifade özgürlüğünün çağdaş standartlarının çok ama çok gerisinde olduğunu görüyoruz.

5 Kürt hareketi çözüm konusunda gereken gayreti göstermemekte ısrar ediyor. PKK liderlerinden Cemil Bayık “Silahla elde edebileceğimiz her şeyi elde ettik” diyor ancak örgüt silahlarını kayıtsız şartsız bırakma çağrılarına kulak tıkamayı sürdürüyor. DTP’ninse PKK’yı makul bir çizgiye çekmesini beklemek hayalden de öte bir şey.

Beş kritik soru

Zaman geçtikçe çözüm yolundaki ümitler azalıyor, ümitler azaldıkça devlet katında oluştuğu söylenen mutabakat da yavaş yavaş çatlıyor. Kimileri Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ genellikle benzer yaklaşımlar sergilediğine dikkat çekip Cumhurbaşkanı Gül’ün yalnızlaşmaya başladığını ileri sürüyorlar.

Bu iddianın doğru mu yanlış mı olduğu sorusunun cevabını bilmiyorum fakat emin olduğum bir husus var: “Güzel şeyler olacak” diyen Gül gerçekten somut ilerlemeler yaşanması için bazı adımlar atmak ve hükümete attırmak isteyecektir. Böylesi bir aşamada beş soru karşımıza çıkacağa benzer:

1 Bunlar “göstermelik” mi, sahici adımlar mı olacak?

2 Hükümet bu adımları atmaya razı olacak mı?

3 Razı olsa bile bunları nasıl hayata geçirebilecek? Gerekli yasaları ve Anayasa değişikliklerini yapabilecek mi?

4 Kamuoyunun tepkisi ne olacak?

5 Yasal ve yasadışı Kürt hareketi bu adımlara nasıl cevap verecek?

Evet, beklentiler çok büyük ama nedense yaprak bile kımıldamıyor. Ve ister istemez gözler Çankaya’ya çevriliyor. Bakalım Cumhurbaşkanı “çok güzel hareketler” yapabilecek mi?

Yazının devamı...

DTP, PKK’ya değil PKK, DTP’ye tabi olmalı

Dönüp dolaşıp DTP’nin PKK ve Abdullah Öcalan ile ilişkisini tartışmak zorunda kalıyoruz. Aslında bu ilişki DTP’den önceki partiler için de geçerliydi ve hep sorun oluşturmuştu. DTP de, ilk olarak Vatan’da genel kamuoyuna duyurduğumuz gibi, Öcalan’ın talimatlarıyla kuruldu ve şekillendi. Parti yönetimi ve seçimlerdeki adayların tespitinde; daha önemlisi partinin programının ve temel politikalarının oluşturulmasında İmralı ve Kandil hep çok etkili, hatta belirleyici oldu.

Sonuçta, önceki partiler gibi DTP de iki arada bir derede kalmış durumda: Bir taraf, DTP’ye PKK’nın dümen suyundan çıkmamasını; karşı uçtakilerse PKK’ya bir tür cihat açmasını dayatıyor.

Her iki taraf da yanlış yapıyor. Şöyle ki, DTP’lilerin PKK’yı terörist ilan edip dışlamalarını beklemek hiç gerçekçi olmaz. Zira böyle bir adım, PKK ile aynı zeminde, hatta büyük ölçüde PKK’nın açmış olduğu alanda siyaset yapmak durumundaki DTP’nin intiharı olur. Kaldı ki DTP’lilerin PKK’yı terörist görmedikleri de çok açık. Öte yandan DTP’lilerin çoğunun her ne olursa olsun PKK’yı ve Öcalan’ı eleştirmekten çekinmeleri, kazara eleştirmeye kalktıklarında azar işitince susup kalmaları ve özür dilemeleri de asla kabul edilemez.

Şöyle toparlayabilirim: DTP’nin PKK ile ilişkisi bir “risk” ya da “tehdit” değil, tam tersine bir “fırsat”tır. Fakat DTP’lilerin şu ana kadar Kandil (PKK) ve İmralı (Abdullah Öcalan) ipoteğinden bir türlü kurtulamamaları, daha vahimi kurtulmak istememeleri bu “fırsat”ın tepilmesine ve sürekli bir kriz hali yaşanmasına neden oluyor.

Yaklaşık bir yıl önce üst düzey bir DTP’li ilginç bir yaklaşım geliştirmişti. “Biz çatışan iki kemikleşmiş güç arasında bir tür ’kıkırdak’olmak istiyoruz” demişti ve “Böylece çatışmanın dozunu hafifletebilir, hatta uzlaşı ve barışı sağlayabiliriz” diye devam etmişti.

Fakat bu süre zarfında “kıkırdak” değil, PKK siperlerindeki “kum torbaları” olmaktan öteye gidemediler ve doğal olarak bütün mermiler onlara saplandı.

Üç aşamalı strateji

Peki DTP’liler ne yapabilir? Son iki yazımda “Türkiye’nin Gerry Adams’ı kim olabilir?” diye sormuştum. Adams’ın başarısı şuydu: Gerektiğinde “IRA adına”, gerektiğindeyse “IRA’ya rağmen” adım atmayı becerebildi ve tüm tarafları memnun edecek bir noktaya varılmasında başrol oyuncusu oldu.

Kürt hareketi Adams’ın profiline uygun bir isim çıkaramadı veya Sabri Ok örneğinde olduğu gibi devletin bazı organları buna izin vermedi. İşte DTP’liler Adams ve onun partisi Sinn Fein’den esinlenerek kendilerine bir strateji belirleyebilirler; belirlemeliler. Üç aşamalı bir stratejiden söz ediyorum:

1) PKK ile bağları koparmama, hatta daha da sıklaştırma;

2) PKK’ya tabi olmaktan çıkma;

3) PKK’yı kendine tabi kılma.

Daha önce de yazdım: Yıllarını dağlarda geçiren ve olaylara hep tek yanlı, namlunun ucundan bakan Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan gibi isimler, ne kadar çabalasalar da Türkiye ve dünyadaki gelişmeleri doğru okuyamıyorlar. Bu yüzden sık sık hata yapıyorlar, hem de çok vahim hatalar. Ama her sefer hatalardan başkalarını sorumlu tutup kendilerini temize çıkarıyorlar.

Örneğin 2007 genel seçimlerinde alınan kötü sonuçta, aday listelerine haddinden fazla müdahale eden PKK yönetimin günahı çoktu, fakat faturayı DTP yönetimine kestiler. Son yerel seçimlerde yaşanan beklenmedik zaferin de PKK sayesinde olduğunda ısrarlılar.

Yerel seçimlerle güven tazelemiş olan DTP’liler, eğer güçlerinin farkına varabilseler ve çoğunun çoktan emekliye ayrılması gereken PKK yöneticilerine boyun eğmeyi bırakıp onları sistemli bir şekilde eleştirebilseler, birçok şeyin kökten değişecektir. İşte o zaman Kürt sorununun barışçı, adil ve kalıcı çözümü yolunda ciddi adımlar atılabilir.

Yazının devamı...

Türkiye’nin Gerry Adams’ı kim olabilir? (2)

Zana olamazdı, Sabri Ok’un olmasına ise izin vermediler

Dünkü yazımda kimlerin Gerry (dün Garry olarak yazmış olduğum için özür dilerim) Adams olamayacağı, yani İrlanda’daki gibi bizde PKK ve Kürt sorununun çözüm sürecinde merkezi ve kilit bir rol üstlenemeyecekleri hakkındaki görüşlerimi aktarmıştım. Ve iki ismin böylesi kritik ve gerekli pozisyonun hakkını verebileceklerini belirtmiştim.

Bunların ilki tabii ki Leyla Zana. Onun hakkında çok fazla şey söylemek gerekmeyebilir, fakat cezaevinden çıktıktan sonra nasıl bir yol izlemiş olduğu genel kamuoyu tarafından pek bilinmiyor. Zana ilk olarak Abdullah Öcalan engelini aşmak zorundaydı. Zira PKK Lideri, özellikle bazı büyük Avrupa ülkelerinin Zana’yı kendi yerine “Kürt hareketinin lideri” yapmak istediklerini düşünüyor ve bunu önlemek için elinden geleni yapıyordu.

Zana ise, AB’den gelen bütün teşvik ve telkinleri bir kenara iterek Öcalan’a ve dolayısıyla PKK’ya tabi olmayı seçti. Fakat yasal siyasi hareketle arasına hep belli bir mesafe koydu. Sırf bu yüzden Ankara’da değil Diyarbakır’da yaşamayı tercih etti. Örneğin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı olması yolundaki ısrarlara kulak asmadı. Bununla birlikte birçok yasal faaliyette, en çok da kitle gösterilerinde en ön saflarda yer aldı, buralarda Kürtçe konuşmalar yaptı ve bunların bazıları nedeniyle hakkında yeni davalar açıldı.

Kendisiyle ilk kez yerel seçimler öncesi Batman’da tanıştım ve uzun uzun sohbet ettim. Gündelik siyasete girmediği için yıpranmamış olmaktan son derece memnundu ve kendisini “ben bir siyasetçi değil dava insanıyım” diye tanımlıyordu.

Fakat ben ne kadar uzak durmak isterse istesin Leyla Zana’nın “reel politik” i çok iyi özümsediğini düşünüyorum. Bunda cezaevinde geçen yıllardaki deneyimi herhalde belirleyici olmuştur. Ama, kimileri çok kızacak biliyorum ancak, Leyla Zana’da beni en çok etkileyen onun samimi bir şekilde “çözüm” istemesi. Bunun altını çizmemin nedeni, onun yoldaşlarının bir kısmının çözümsüzlüğü tercih ettiklerini düşünmem. Kuşkusuz Zana’nın “çözüm” den anladığıyla karşısındakilerin anladığı arasında dağlar gibi fark var, fakat bu noktada onun sözünü ettiğim “reel politik” becerisi devreye girebilir ve aradaki uçurum kapatılabilir. Bütün bunlara Kürt hareketi tabanındaki (ve en çok da kadınlar nezdindeki) popülerliği eklenirse Zana’da pekala bir Gerry Adams çıkarmak mümkün olabilir.

Fakat ortada çok ciddi bir sorun var. TBMM’deki yemin töreninin yarattığı travmanın izleri hiç de silinmişe benzemiyor. Diğer bir deyişle Kürt hareketi Zana’yı ne kadar bağrına basıyorsa, Türk kamuoyu da ondan o derece, hatta daha fazla uzak duruyor. İşte sırf bu nedenle Zana’nın Admasvari bir rol üstlenebilmesini imkansıza yakın bir zorlukta görüyorum.

Türkiye’de kalamadı

Tam da bu noktada Sabri Ok bir adım daha öne çıkıyor. Çünkü Kürt hareketinin önde gelen figürlerinden biri olmasına karşın genel kamuoyu Ok’u pek tanımıyor. PKK davasından 20 yıl hapis yatan Ok bu sürenin önemli bir bölümünde örgütün “cezaevleri sorumlusu” ydu. Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK militanlarının ülke dışına çıkartılması operasyonunu, Öcalan’ın talimatıyla Bursa Cezaevi’nden Ok’un yürüttüğü söylenir.

Ok 2004’te tahliye olur olmaz askere gitti. Siyasi yasağı nedeniyle DTP’ye üye olamadı ancak “danışman” titriyle çalıştığı partinin “gölge genel başkanı” olduğu ileri sürüldü. Ok’un bütün bunları Öcalan’ın talimat ve onayıyla yaptığı muhakkaktı. Ok’un en belirgin özelliği hem Öcalan, hem PKK, hem DTP’ye rahatlıkla ulaşabilmesi; basit bir aracı olmanın ötesinde bunların herbirinin üzerinde belli bir otoritesinin bulunması ve birçok stratejik kararı alıp hayata geçirebilmesiydi. Örneğin 2006’daki diğerlerine kıyasla daha başarılı olan “ateşkes süreci” nin önde gelen mimarlarından biri oydu.

Kısacası Ok, pekala “Türkiye’nin Gerry Adams’ı” olabilecek bir konumdaydı fakat devlet içinde en azından bir odak onu bir “fırsat” değil de “risk” ve “tehdit” olarak gördü. Bunun sonucunda etrafındaki çemberin daralmakta olduğunu sezen Ok Avrupa’ya gitti ve bir daha dönmedi. Son dönemde DTP ve bazı sivil toplum kuruluşlarına yönelik düzenlenen operasyonlarda ana hedefin Sabri Ok’un Kürt hareketindeki güç ve otoritesini kırmak olduğunu söyleyebiliriz. “Peki bu doğru bir strateji mi?” diye sorulacak olursa cevabım “Hiç sanmıyorum” olacaktır. Sonuç olarak daha uzun bir süre “Gerry Adams” sız yola devam edeceğe benzeriz.

Yazının devamı...

Türkiye’nin Garry Adams’ı kim olabilir? (1)

Evet farkındayım: Türkiye’yi Birleşik Krallık’la, Kürtleri İrlandalılarla, İrlanda sorununu Kürt sorunuyla, PKK’yı IRA ile ve nihayet DTP’yi Sinn Fein’le karşılaştırmanın nice sakıncası var ancak içinden geçtiğimiz süreçte İrlanda deneyimini incelemek ve buradan bazı dersler çıkarmak pekala yararlı olabilir.

İrlanda sorununun çözüm yoluna girmesinde Sinn Fein’in lideri Garry Adams çok ama çok kritik bir rol oynamıştı. Adams’ın biyografisine baktığımız zaman aileden İrlanda milliyetçisi olduğunu, dönem dönem hapis yattığını ve en önemlisi yasal hareketin lideri olmasının yanısıra IRA üzerinde de belli bir otoriteye sahip olduğunu görüyoruz. Adams bütün bu özellikleri sayesinde İngiliz yönetimi ve rakip İrlandalı gruplarla sonuç alıcı görüşmeler yürütebildi ve silahlı mücadelede ısrar edenleri çok zorlanmadan marjinalleştirebildi.

Başrol oyuncusu

Kürt sorununun çözümünde “tarihi fırsat”ın yakalandığının söylendiği şu günlerde en çok ihtiyacımız olanın bir “Kürt Garry Adams” olduğunu düşünüyorum. Bir tür “siyasi sözcü”den söz ediyorum. Öyle bir sözcü ki Kürt hareketiyle ilişki kurmak isteyenlerin kolayca ulaşabileceği ve güvenebileceği biri olsun. Herhangi bir konuda herhangi bir şey söylediğinde, daha üst bir otorite tarafından tekzip yemek, ayar almak durumunda olmasın. Sonuç olarak PKK’nın silahsızlanması ve buna paralel olarak Kürt sorununun çözümü sürecinin başrol oyuncularından biri olsun.

Peki böyle biri var mı? Abdullah Öcalan olmaz, olamaz. Zaten o kendisini Adams gibi değil bir tür Nelson Mandela olarak görüyor ve göstermek istiyor. Her ne kadar istedikleri zaman kamuoyuna mesajlarını iletebilseler de Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan gibi isimler de, ellerinde silah olduğu için Adamsvari bir rol oynayamazlar. Kongra Gel’de yöneticilik yapan Zübeyr Aydar, Remzi Kartal gibi eski DEP milletvekillerinin de bu çapta kimseler olmadıklarını, yani PKK’dan değil bağımsızlaşmak, özerk bile olamadıklarını gördük.

Türk ve diğer güvercinler

DTP’ye gelecek olursak tabii akla ilk olarak Ahmet Türk geliyor. Son dönemdeki bazı açıklamaları abartılı bir şekilde “PKK’ya eleştiri” olarak değerlendirilen Türk’ün yakın siyasi kariyerine baktığımız zaman yasadışı hareket üzerinde güçlü bir etkisi olmadığını anlayabiliriz. Evet Türk, DTP’liler içinde mevcut siyasi sistemle ilişki kurmada en fazla avantaja sahip isim, ancak mesela hâlâ Başbakan Erdoğan ile görüşebilmiş değil. Öte yandan yasal siyasette PKK çizgisi dışına her çıkmak istediğinde önüne nice engel çıkarıldığını, değişik dönemlerde bir tür dışlandığını da çok iyi biliyoruz. Kuşkusuz şu dönemde Türk ve DTP içinde onunla birlikte hareket eden “güvercin”lere ciddi görevler düşüyor ancak çözüm sürecinin esas taşıyıcısı olabileceklerini sanmıyorum.

Emine Ayna, Selahattin Demirtaş gibi DTP milletvekilleriyse yasadışı harekete Türk’e kıyasla daha yakın olmakla birlikte gerektiğinde onu yönlendirebilecek bir deneyim, karizma ve iktidara sahip gözükmüyorlar. Fakat tıpkı Türk ve diğer güvercinler gibi, daha “şahin” gözüken bu kişilerin de bu süreçte tabandaki radikal eğilimleri bastırmada, gerginlikleri azaltmada ciddi roller oynamaları gerekecek.

Kimlerin Adams olamayacağı konusunu burada noktalayıp, “peki kimse yok mu?” sorusuna cevap vermek istiyorum. Bildiğim kadarıyla böylesine önemli bir rolü üstlenebilecek iki kişi var: Birincisi Leyla Zana, ikincisi bir süredir Avrupa’da yaşayan ve PKK’yı izleyenlerin çok iyi bildiği ama genel kamuoyu tarafından pek tanınmayan bir isim: Sabri Ok. Zana ve Ok’un bu süreçte neler yapıp neler yapamayacakları tartışmasını yarına bırakıyorum.

Yazının devamı...

PKK ateşkesi uzatmaya mecburdu, fena da olmadı

Kuşkusuz PKK’nın “silah bırakma” yoluna girmesi çok iyi olurdu, ancak “ateşkes” i, kendi deyimleriyle “çatışmasızlık” kararını 15 Temmuz’a kadar uzatmış olmaları da hiç yoktan iyidir. Uzatmamaları durumunda ülke iyice tedirgin bir atmosfere sürüklenir ve buna bağlı olarak bu yaz epey gergin, çatışmalı ve kanlı geçebilirdi.

Ne var ki PKK’nın “çatışmasızlık” kararı alması kan akmamasını garanti etmiyor. Zira daha önce defalarca örneğini gördüğümüz gibi ateşkes kararına rağmen çok sayıda PKK militanı kırsal kesimde barınmayı, dolaşmayı ve Irak, İran ve Suriye’ye gidip gelmeyi sürdürüyor. Güvenlik güçleri de onlara yönelik operasyonlarına ara vermiyorlar. Bu operasyonlarda çıkan çatışmalara ek olarak, önemli kayıplar vermeleri durumunda PKK’lılar, genellikle mayın kullanarak “misilleme” ye gidiyorlar. Ve böylesi bir kısır döngü uzun zamandır sürüp duruyor.

Neden ateşkes

Bu döngü bu sefer kırılabilir mi? Bu sorunun cevaplarını aramaya PKK’nın ateşkesi neden uzattığını sorgulayarak başlamak yerinde olabilir. Öncelikle şunu vurgulamak şart: Dönem dönem tek taraflı ateşkes kararı almasının esas olarak örgütün güçsüzlüğünü gösterdiğini düşünenler yanılır. Yediği bütün darbeler, dış desteklerin iyice azalması, ABD’nin Türkiye ile yoğun istihbarat paylaşımına gitmesi gibi nedenlerle belli ölçülerde zayıflamış olan PKK operasyonel gücünü, Dağlıca, Aktütün örneklerinde gördüğümüz gibi koruyor. Ayrıca büyük şehirlerde doğrudan ya da taşeronlar aracılığıyla sivilleri hedef alan terör eylemleri gerçekleştirme kapasitesine de sahip. PKK silahlı eylemlerle belirli bir noktanın ötesine gidemeyeceği anladığı andan itibaren tek taraflı ateşkes kararları alıyor. Bir de tabii şu ya da bu nedenle çözüme yakın olduklarını düşündükleri durumlarda. İşte bugün her iki hal birden söz konusu: Devletin en üst düzeyinde “çözüm için tarihi bir fırsat” yakalandığı ifade ediliyor. Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanlığı’nda ordunun soruna bakışında hayli farklılıklar olduğu görülüyor. Her ne kadar hükümet tutuk davransa da, ana muhalefet partisi beklenmedik bir şekilde inisiyatif alıyor ve Baykal silahların bırakılması halinde affın mümkün olacağını telaffuz etmeden geri kalmıyor. Yerel seçimlerden alabildiğine güçlü çıkmış olan DTP’nin önündeyse geniş bir hareket alanı açılmış durumda. Genel Başkan Ahmet Türk ve diğer parti sözcüleri medyada daha geniş yer buluyor, tartışmalara aktif olarak katılabiliyorlar. Son olarak, Abdullah Öcalan’ın Ağustos ayında bir çözüm planı açıklayacağını ilan etmiş olduğunu hatırlatalım. PKK’nın ateşkesi uzatmayıp liderlerini açığa düşürmeleri herhalde düşünülemezdi. Yani PKK ateşkesi uzatmaya mahkumdu.

Abes karşılaştırma

Esas sorumuza dönecek olursak, her ne kadar kendileri aksini iddia etse de, PKK’nın “çatışmasızlık” ı 15 Temmuz’a kadar uzatmış olması hiç kuşkusuz “kalıcı çözüm” için tek başına yeterli değildir. Zira bu karara rağmen, daha önce de olduğu güvenlik güçlerin operasyonları sürecek ve dolayısıyla çatışmalar sonlanmayacak. Kendilerine yönelik her ciddi operasyonun peşinden PKK’lılar da misillemeye gitmeye çalışacak ve bu arada akan kandan TSK’yı sorumlu tutacaklar.

Halbuki çözüm için PKK’nın ve onu destekleyenlerin öncelikle şu gerçeği kabullenmeleri gerekiyor: Egemen bir devletin topraklarındaki yasadışı silahlı oluşumları bertaraf etmeye çalışmasıyla, uluslararası camianın çoğu tarafından “terörist” olarak tanınan bir örgütün, o devletin güvenlik güçlerine ve hatta kimi durumda sivillere saldırması asla aynı kefeye konulamaz. Bu nedenle “mayınla, silahla barış olmaz” diye uyaranlara verilen “neden ordunun operasyonlarına da ses çıkarmıyorsunuz?” cevabının hiçbir geçerliliği yoktur.

Bütün olumsuzluklara rağmen bu kısır döngüden kurtulabileceğimizi düşünüyorum. Eğer Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hükümeti bir an önce somut ve ciddi adımlar atmaya sevk edebilirse; CHP gelmiş olduğu noktadan geri adım atmazsa ve DTP bir nebze olsun örgütün boyunduruğundan kurtulup, “bağımsız” demiyorum ama “özerk” davranabilirse, önce PKK’nın silahsızlanması, ardından barışın inşası ve bütün bunlara bağlı olarak Kürt sorunun çözümü noktasında ilerlemeler sağlayabiliriz. Sonuç olarak PKK ateşkesi 1,5 ay uzatarak çok büyük bir iyilik yapmış olmadı fakat en azından kötülük de yapmadı ve böylece sırasını savmış oldu. Şimdi gözler Cumhurbaşkanı ve Başbakan’da.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.