Bambaşka bir süreç
Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte asker-sivil ilişkileri bir ölçüde yoluna girmiş gibi görünüyordu. Yıllar sonra devletin kurumları arasında oluşmaya başlayan mutabakat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Kürt sorununun çözümü için tarihi bir fırsat yakalandığı ilhamını bile vermişti. Demek ki bu görüntü aldatıcıymış. En azından, gelişmelere fazla iyimser yaklaşmış, bardağın genellikle dolu tarafına bakmışız. (En azından ben böyle yapmaya çalıştım) Gerçeklerle yüzleşmek için dünü yaşamamız gerekiyormuş zira ne konuşmuş, nasıl konuşmuş olurlarsa olsunlar, saatler süren bir MGK toplantısı kesinlikle hayra alamet değildir.
Dün itibariyle hayli çetin bir döneme girdiğimiz tartışılmaz. Hatta bu sürecin daha Ergenekon soruşturmaasının ilk adımlarıyla başlamış olduğunu, dünse çok kritik bir eşiğin geçildiğini de söyleyebiliriz. Şimdilik “30 Haziran süreci” olarak adlandırabileceğimiz bu yeni dönemin simgesinin “İrtica ile mücadele eylem planı” olduğu muhakkak. TSK ile hükümet bu konuda tamamen zıt yaklaşımlara sahip. Örneğin Org. Başbuğ “kağıt parçası”, Başbakan “belge” olarak tanımlıyor; askeri savcılık “sahte” olduğunu söylerken Ergenekon savcıları Albay Dursun Çiçek’i saatlerce sorgulayıp tutuklanmasını isteyebiliyorlar.
İki farklı süreç
Yer yer benzerlikler taşımakla birlikte 30 Haziran’ın 28 Şubat sürecinden epey farklı seyredeceğini düşünmemiz için çok neden var. Öncelikle 28 Şubat’ın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Org. Başbuğ’un asker-sivil ilişkilerine bakışları arasındaki derin farklılıklara dikkat çekmek şart. Aktütün saldırısının ardından Taraf Gazetesi’ne yönelik aşırı sert çıkışını bir kenara bırakırsak, Org. Başbuğ’un çok zor durumlarda olabildiğince serinkanlı, açık, samimi ve şeffaf davranabildiğine tanık olduk. Onun bu tavırlarının, AKP’ye karşı muhalefeti TSK’ya devretmiş ya da devretmek isteyen çevreleri memnun etmediğini de biliyoruz.
İkinci önemli husus, aradan geçen 12 yılda güçler dengesinin alabildiğine değişmiş olması. AB reformları kapsamında siyasi hayatın sivilleşmesine paralel olarak TSK’nın iktidarı iyice sınırlandı ve daha da sınırlanıyor. En son geceyarısı yapılan yasa değişikliğinin bu kadar gürültü koparması boşuna değil.
Çıplak gözle görüldüğü gibi, 28 Şubat’ın atak TSK’sının yerini sürekli savunma halindeki bir ordu almış durumda. 28 Şubat’ta askerlerin ardındaki sivil desteğin de, aradan geçen süre içinde büyük ölçüde erimiş, en azından azalmış olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu denge kaymalarında esas neden, TSK’nın topluma yukarıdan aşağıya şekillendirme tutkusu ve bunu yapmaya çalışırken sosyo-ekonomik realiteleri doğru okuyamaması, hatta okumaya bile çalışmamasıdır. Örneğin AKP’nin bu kadar güçlenmesinde, bazılarının dinsel hayata sadece “irtica” parametresinden bakmasının rolü yüksektir. Yine bugün medyada TSK’ya yönelik eleştirilerin bu kadar yaygınlaşmış olmasında, dün yüksek rütbeli subayların gazetecileri emir-komuta zincirinde görmüş olmalarının payı yabana atılamaz.
Çok kırılgan bir dönemin içinden geçiyoruz. Genellikle bu tür anlarda birileri yangına körükle gitmeyi pek sever. Özellikle etkili terör eylemleri tezgahlamak isteyenler çıkabilir. Bu nedenle herkes çok özenli ve dikkatli olmak zorunda.