Şampiy10
Magazin
Gündem

Bambaşka bir süreç

Org. İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte asker-sivil ilişkileri bir ölçüde yoluna girmiş gibi görünüyordu. Yıllar sonra devletin kurumları arasında oluşmaya başlayan mutabakat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Kürt sorununun çözümü için tarihi bir fırsat yakalandığı ilhamını bile vermişti. Demek ki bu görüntü aldatıcıymış. En azından, gelişmelere fazla iyimser yaklaşmış, bardağın genellikle dolu tarafına bakmışız. (En azından ben böyle yapmaya çalıştım) Gerçeklerle yüzleşmek için dünü yaşamamız gerekiyormuş zira ne konuşmuş, nasıl konuşmuş olurlarsa olsunlar, saatler süren bir MGK toplantısı kesinlikle hayra alamet değildir.

Dün itibariyle hayli çetin bir döneme girdiğimiz tartışılmaz. Hatta bu sürecin daha Ergenekon soruşturmaasının ilk adımlarıyla başlamış olduğunu, dünse çok kritik bir eşiğin geçildiğini de söyleyebiliriz. Şimdilik “30 Haziran süreci” olarak adlandırabileceğimiz bu yeni dönemin simgesinin “İrtica ile mücadele eylem planı” olduğu muhakkak. TSK ile hükümet bu konuda tamamen zıt yaklaşımlara sahip. Örneğin Org. Başbuğ “kağıt parçası”, Başbakan “belge” olarak tanımlıyor; askeri savcılık “sahte” olduğunu söylerken Ergenekon savcıları Albay Dursun Çiçek’i saatlerce sorgulayıp tutuklanmasını isteyebiliyorlar.

İki farklı süreç

Yer yer benzerlikler taşımakla birlikte 30 Haziran’ın 28 Şubat sürecinden epey farklı seyredeceğini düşünmemiz için çok neden var. Öncelikle 28 Şubat’ın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Org. Başbuğ’un asker-sivil ilişkilerine bakışları arasındaki derin farklılıklara dikkat çekmek şart. Aktütün saldırısının ardından Taraf Gazetesi’ne yönelik aşırı sert çıkışını bir kenara bırakırsak, Org. Başbuğ’un çok zor durumlarda olabildiğince serinkanlı, açık, samimi ve şeffaf davranabildiğine tanık olduk. Onun bu tavırlarının, AKP’ye karşı muhalefeti TSK’ya devretmiş ya da devretmek isteyen çevreleri memnun etmediğini de biliyoruz.

İkinci önemli husus, aradan geçen 12 yılda güçler dengesinin alabildiğine değişmiş olması. AB reformları kapsamında siyasi hayatın sivilleşmesine paralel olarak TSK’nın iktidarı iyice sınırlandı ve daha da sınırlanıyor. En son geceyarısı yapılan yasa değişikliğinin bu kadar gürültü koparması boşuna değil.

Çıplak gözle görüldüğü gibi, 28 Şubat’ın atak TSK’sının yerini sürekli savunma halindeki bir ordu almış durumda. 28 Şubat’ta askerlerin ardındaki sivil desteğin de, aradan geçen süre içinde büyük ölçüde erimiş, en azından azalmış olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu denge kaymalarında esas neden, TSK’nın topluma yukarıdan aşağıya şekillendirme tutkusu ve bunu yapmaya çalışırken sosyo-ekonomik realiteleri doğru okuyamaması, hatta okumaya bile çalışmamasıdır. Örneğin AKP’nin bu kadar güçlenmesinde, bazılarının dinsel hayata sadece “irtica” parametresinden bakmasının rolü yüksektir. Yine bugün medyada TSK’ya yönelik eleştirilerin bu kadar yaygınlaşmış olmasında, dün yüksek rütbeli subayların gazetecileri emir-komuta zincirinde görmüş olmalarının payı yabana atılamaz.

Çok kırılgan bir dönemin içinden geçiyoruz. Genellikle bu tür anlarda birileri yangına körükle gitmeyi pek sever. Özellikle etkili terör eylemleri tezgahlamak isteyenler çıkabilir. Bu nedenle herkes çok özenli ve dikkatli olmak zorunda.


Yazının devamı...

TSK bu savaşı kazanamaz

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un “TSK’ya karşı medya üzerinden asimetrik psikolojik bir harekat” yöneltildiği tespit ve şikayetini daha çok tartışacağa benzeriz, tartışmalıyız. Lafı uzatmadan, Org. Başbuğ’un tespitine ana hatlarıyla katıldığımı söylemek isterim. Bu süreç belirgin bir şekilde, Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olmasının arifesinde başlamışa benziyor. O gün bugündür, internet, yazılı ve görsel medya ve diğer iletişim teknolojileri de kullanılarak TSK’ya yönelik yoğun bir kampanya yürütülüyor.

Bu kampanyada “yalan” da var, “abartı” da; ama bolca da “gerçek” mevcut. Değişik askeri karargâhlardan edinilip medyaya sızdırılan belgelerden ve bazı muvazzaf ve emekli subayın yasadışı telefon ve ortam dinlemeleri sonucu edinilmiş ve medyada dolaşıma sokulmuş muhabbetlerinden söz ediyorum. Bu kayıtlar yasadışı ancak birçok basın kuruluşu yöntemi sorgulamayıp veya sorgularmış gibi yapıp “kamu yararı” olduğu gerekçesiyle bunları geniş bir şekilde yayınlıyor. TSK’nın bütün bu bombardıman karşısında yapabileceği ve yaptığı çok fazla şey yok. Ne haftalık basın brifingleri, ne de Org. Başbuğ’un sık sık düzenlemek zorunda kaldığı basın toplantıları bu kampanyaları geçersiz kılmaya yetmiyor.

Roller değişti

Evet tam “asimetrik” bir durum söz konusu. Tıpkı yakın tarihimizde olduğu gibi. Fakat eskiden pozisyonlar tam zıttı: TSK, kimi zaman “irtica”, kimi zaman “bölücülük”, kimi zaman da “yıkıcılık” olarak tanımladığı iç tehditlere karşı bu ülkede yıllarca çok yoğun psikolojik harekat yürüttü. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, 28 Şubat sürecini hatırlayalım: Andıç rezaleti zaten biliniyor. Medyaya verilen “irtica brifingleri” ve bunlardan hareketle yapılan, yalan-yanlış bilgilerle dolu yayınlar da malum. Ayrıca gazeteci kılıklı bazı şahısların dolaşıma soktuğu video kasetlerin kaynağında askerlerin olduğunu zaten tahmin ediyorduk; şimdi kesinleşti gibi.

TSK, medya üzerinden kamuoyunu yönlendirmeyi pek severdi ve bunda hayli başarılı olduğunu düşünürdü. Fakat geçen süre zarfında bu başarıların kalıcı değil aldatıcı olduğunu çok bariz bir şekilde gördük: Ne PKK bitirilebildi ve üzerinde yükseldiği zeminle bağı koparabildi; ne de siyasal İslamcılık marjinalize edilebildi. Bugün geldiğimiz noktada irtifa ve itibar kaybedenin TSK olduğunu görüyoruz.

Bununla birlikte çok ciddi bir olgunun altını çizmek şart: Bugün TSK başta olmak üzere hoşlanmadıkları kesimlere karşı asimetrik bir psikolojik harekat yürüten odaklar geçmişten hiç ders almamışa benziyorlar. Deneyimlerimiz ışığında rahatça şunu söyleyebiliriz: 21. yüzyılda medyayı bir psikolojik savaş silahı olarak kullanmak isteyen çoktur ama bizde de gördüğümüz gibi çok zaman geçmeden bu silah ellerinde patlar.

TSK’nın yıpratılmasından derin rahatsızlık duyan bazı kişilerin “neden asker aynı şekilde cevap vermiyor? Onların elleri armut mu topluyor? Mesela neden onlar da diğerlerini dinleyip bunları medyaya vermiyor?” türü yakınmalarına tanık oluyoruz. Burada çok büyük bir tuzak gizli. Eğer TSK, iyice bunalıp eski yöntemlere başvurmaya kalkar ve dolayısıyla Org. Başbuğ ile başlayan “açılma ve şeffaflaşma” sürecini rafa kaldırırsa hem kendisi, hem bu ülke çok daha fazla kaybeder.

Balbay’dan mektup var

Meslektaşım ve arkadaşım Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay cezaevinden iki sayfalık bir mektup yollamış. Kişisel bölümlerini atlayıp sözlerinin bazılarını aktarmak istiyor ve kendisinin en kısa zamanda tahliye olmasını diliyorum:

“Ben yakın tarihimizi, yani şu anda tartışılmakta olan dönemi sadece ve sadece gazeteci olarak yaşadım, tanık oldum. Evet pek çok tartışmalı habere imza attım. Gerektiğinde de belgesini ortaya koydum. Bunun bir ‘terör faaliyeti’ olarak algılanacağını hiç düşünmemiştim.

Gabriel Garcia Marquez’in bir sözü var: ‘Gazeteci yaşadığı çağın tanığıdır.’ Ben de bunu yaptım.

Bizim meslekte genellikle meslek dayanışması yok. Hatta tam tersi. Bu konuda iyi bir deneyim edindim.

İddianamede benimle ilgili bölümün çok büyük kısmı notlardan yapılan özel seçkilerden oluşuyor. Kimi notlar özetlenmiş, kimilerinde anlamı tümüyle değiştiren ekleyip çıkarmalar yapılmış.

Bütün bunlar bir yana, altısı belgelere dayalı 23 kitap yazmış, 29 yıllık bir gazeteci olarak gazeteci olduğumu ispatlamaya çalışacağım.

Yargılanmamayı elbette düşünmüyoruz, düşünemeyiz. Ancak tutukluluğun ‘peşin ceza’ya dönüşmüş olmasını da kabul edemiyoruz.”

Yazının devamı...

AKP’de taban tavan kavgası

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dün İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu’nda yaptığı konuşmada, muhalefetin, özellikle de CHP’nin “demokrasi sınavından ikmale kalıp bir üst sınıfa asla geçemeyeceği” uyarısında bulundu. Oysa dün aynı salonda partisi ve kendisi için çok ciddi bir demokrasi sınavı söz konusuydu. AKP İstanbul 3. Kongresi’nde mevcut il başkanı Aziz Babuşçu ile Metin Külünk yarışıyordu ve bunun çok adil ve demokratik bir yarış olduğu pek söylenemezdi. Zira Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek, yanında Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da olduğu halde “biz Genel Merkez olarak Babuşçu ile yola devam etmek istiyoruz” diye açıklama yapmıştı. Bunun üzerine gözler Erdoğan’a çevrildi.

AKP Lideri dün açıkça Babuşçu’yu desteklediğini söylemedi ama 29 Mart seçimlerinde İstanbul’dan zaferle çıktıklarını söyleyip mevcut teşkilatı (dolayısıyla İl Başkanı Babuşçu’yu) övdü. “Duygularımıza esir düştüğümüz gün bittiğimiz andır” ve “birliğimizi koruduğumuz müddetçe bizi kimse yıkamaz” sözleri Külünk taraftarlarınca “tarf tutma” olarak yorumlandı. En önemlisi Erdoğan konuşmasında birden fazla adayla seçim yapıldığına değinmedi ve adaylara başarı dilemedi.

Dün gergin bir altı saat yaşandı. Külünk taraftarları son ana kadar salonu terk etmedi ve futbol maçındaymış gibi sürekli tezahürat yaptılar; Babuşçu’ya açık destek vermiş olan İpek ve Topbaş’ı yuhaladılar. Ama asıl çıngar, Babuşçu’nun konuşmasında “karanlık odalarda yapılan planlar” dan söz etmesiyle koptu. Bu sözleri kendi adaylarına yönelik bir suçlama gibi anlayan Külünk taraftarları nerdeyse salonu yıkacaklardı.

Külünk kendine “bu taban ruhunu geri istiyor” sloganını seçmişti. İddiası, kendisinin tabanı, Babuşçu’nunsa tavanı temsil ettiğiydi. Külünkçüler de hep bu “taban-tavan” zıtlığına dikkat çekiyorlardı. Birisi “burada herkeste Metin ağbinin telefonu vardır. Aradığınızda üç dakika içinde size geri döner” derken, bir diğeri kongreyi şöyle özetledi “alt istedi, üst izin vermedi.”

Dünkü kongreyi 10 yıl önce aynı salonda yapılmış olan Fazilet Partisi İstanbul Kongresi’ne ve Külünk’ün çıkışını da Erdoğan’ın liderliğini yaptığı Yenilikçilerinkine benzetmiştim. Fakat dün benzerlikler kadar farkları da gözlemleme imkanım oldu. Öncelikle yenilikçilik bir kadro hareketiydi, Erdoğan ise bu hareketin liderlerinden en öne çıkan isimdi. Ne var ki Külünk’ün etrafında güçlü bir kadro olduğu söylenemez; taraftarlarının da Milli Görüş’te pişmiş deneyimli militanlardan çok farklı olduğu kesin. Hatta bazılarını Kurtlar Vadisi’nden fırlamış tezcanlı gençler olarak tarif edebiliriz.

Genel Merkez’in onca yatırımından sonra Babuşçu’nun kaybedip Külünk’ün kazanması mucize olurdu fakat farkın daha az olması da kimseyi şaşırtmazdı. Peki bundan sonra ne olur? Bazı Külünk taraftarlarının hayal kırıklığı ve öfkeyle “bu kongre AKP için sonun başlangıcıdır” tespitine katılmıyorum. Külünk’ün çıkışının AKP içinde tek başına bir yenilikçi hareket çıkarmaya yeteceğini de hiç sanmıyorum. Bütün bunlara rağmen dün AKP’nin İstanbul’da verdiği demokrasi sınavı bu partinin geleceğinde etkili olacaktır. Çünkü unutmamak lazım ki AKP hareketinin doğum yeri kesinlikle İstanbul’dur.

Yazının devamı...

Gözler AKP İstanbul Kongresi’nde

AKP’de gözler, yarın Abdi İpekçi Spor Salonu’nda yapılacak olan İstanbul İl Kongresi’ne çevrilmiş durumda. Şu ana kadar iki partili adaylığını açıkladı: Halen görevdeki İl Başkanı Aziz Babuşçu ile AKP’nin kuruluşunda il teşkilat başkanlığı yapmış olan Metin Külünk. Bu yarışı ilginç kılan AKP Genel Merkezi’nin tercihini alenen Babuşçu lehine yapmış olması. Şöyle ki, geçtiğimiz günlerde AKP’nin teşklitlanmadan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek, yanında Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve bazı İstanbul milletvekilleri varken, “Başbakanımız ve Genel Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile Genel Merkezimiz 1,5 ay öncesinden İstanbul’da Aziz Babuşcu ile yola devam kararı almıştır” dedi.

Bir diğer ilginç ayrıntı da şu: Külünk daha önce de, Genel Merkez’in tercih ettiği Mehmet Müezzinoğlu’na karşı il başkanlığına talip olmuş, Erdoğan’ın son dakikada devreye girmesiyle adaylığını çekmişti. Dolayısıyla öncelikle merak edilen husus, kongreyi kimin kazanacağı değil, Külünk’ün bu sefer adaylığında sonuna kadar ısrarlı olup olmayacağı. Bu soruyu doğrudan Külünk’e sordum, bana bu kez Erdoğan’ın devreye girmesini beklemediğini, girse bile adaylıktan vazgeçmesinin asla söz konusu olmadığını söyledi. Nitekim Külünk’ün web sayfasına girdiğinizde karşınıza ilk olarak AKP Tüzüğü’nün 46/4. maddesi çıkıyor: “Seçilme yeterliliğine sahip her üye yer kaydı aranmaksızın, kongrede yapılacak seçimlerde aday olabilir veya aday gösterilebilir. Genel merkez ve Divan tarafsızdır.”

RP ve FP gibi

Bu yaşananlar insanın aklına ister istemez Refah ve Fazilet Partili yılları getiriyor. 1990’ların ortalarından itibaren RP’de, genel merkezin tek aday dayatmalarına rağmen birçok il kongresinde çok adaylı seçimler olmuş, kazanan muhaliflerin çoğu daha sonra genel merkez tarafından görevden alınmıştı. Daha sonra AKP’yi kuracak olan yenilikçi hareketin ilk tohumları da bu sıralarda atılmıştı. Fakat bu sefer yaşananlar daha çok 1999 sonunda, yine Abdi İpekçi’de yapılan FP İstanbul Kongresi’ni anımsatıyor. O tarihte yenilikçiler, gelenekçilerin adayı Numan Kurtulmuş’un karşısına Mehmet Müezzinoğlu’nu çıkarmış, kongre nafile ikna çabaları nedeniyle saatlerce geç başlamıştı. İl başkan adaylığını “AK Parti’nin kuruluş felsefesine sahip çıkma” iddiasıyla temellendiren Külünk, tarihteki bu örneklerden da cesaret alarak, bu sefer Genel Başkanı Erdoğan’ın tarafsız davranacağını söylüyor.

Ciddi bir sınav

Diyelim ki Külünk seçimlere girdi, şansı ne olur? Bunu kestirebilmek çok güç, fakat benim gibi AKP’yi yakından izlemeye çalışanların çok iyi bildiği gibi, kendisi birkaç yıldır siyasete ve il başkanlığına çok ciddi bir şekilde yatırım yapıyor. Erdoğan gibi Rizeli olan Külünk geniş ve etkili bir aileye sahip olmanın avantajlarını da kullanıyor. Buna parti tabanını çok iyi tanıması da eklenince 10 Haziran’da Cevahir Otel’de binlerce kişinin katıldığı gövde gösterisi gibi organizasyonlara imza atabiliyor.

Külünk’ün bir diğer avantajı, rakibi Babuşçu’nun yönetimindeki AKP teşkilatının 29 Mart seçimlerinde hiç de iyi bir sınav verememiş olması. Kaybedilen ve kazanılamayan ilçelerde Babuşçu’nun sorumluluğu ne derecedir, tartışılır, ancak seçimin ardından AKP İstanbul örgütünün belli bir moralsizlik içinde olduğu da kesin.

Yarına kadar, hatta esas yarından sonra bu kongreyi daha çok konuşup tartışacağa benzeriz zira AKP ne zamandan beri bu denli önemli bir “parti içi demokrasi” sınavına girmemişti.

Yazının devamı...

Kavga asıl şimdi başlıyor

Askeri savcılığın, belgenin “sahte” olduğuna dair kararı ve bu yöndeki ayrıntılı açıklaması, söz konusu belge etrafındaki tartışmaları noktalayabileceğe benzemiyor. Hatta bugüne kadar sürmekte olan kavganın, bu kararın ardından daha da şiddetleneceğini öngörebiliriz.

Öncelikle, bu belgenin “sahici” olduğuna inanan, inanmak isteyenler kesimlerin gücünü kimse yabana atmamalı. Dolayısıyla bu çevreler, ciddiye alınması gereken bir kamuoyu desteğiyle, belgenin sahici olduğunda ısrar edecek ve doğrudan+6 ya da dolaylı bir şekilde askeri savcılığın (dolayısıyla Genelkurmay’ın) olayı örtbas etmek istediğini iddia edeceklerdir. Bu tezlerini doğrulayabilmek için yeni belge ve deliller bulmak isteyeceklerini de kolaylıkla tahmin edebiliriz.

Tabii başından beri belgenin sahte olduğuna inanan ve inanmak isteyenler de, askeri savcılığın kararından iyice cesaret alarak, karşı saldırıya geçeceklerdir. Bu noktada en çok Genelkurmay’ın tavrının ne olacağı merak konusu. İlk bakışta TSK’nın, bu belgenin kimler tarafından hazırlanıp neden dolaşıma sokulduğunun saptanması için topu sivil yargıya ve bir şekilde de polise atmış olduğu görülüyor. Fakat “sahte” olduğuna emin oldukları belgenin izini kendi başlarına da sürmek isteyeceklerini pekala düşünebiliriz. Hatta bu sefer askeri çevrelerin başka odakları “olayı örtbas etmek” le suçlamalarına da tanık olabiliriz.

İki senaryo

“Eğer belge sahteyse kim tarafından hazırlandı?” sorusu artık daha fazla öne çıkmış durumda. Bugüne kadar bu soruya iki farklı cevap veriliyordu: İlk olarak, Ergenekon’la bağlantılı birilerinin bu sahte belgeyi hazırlayarak TSK ile hükümetin arasını açmak istemiş olabileceği ileri sürülüyordu. İkinci senaryodaysa projektörler, emniyet ve adliyede belli bir kadrolaşmaya sahip olduğu bilinen Fethullah Gülen cemaatine tutuluyor, bu hareketle bağlantılı birilerinin böylesi bir sahte belge düzenlemiş olabilecekleri iddia ediliyordu.

Gülen cemaatinin, bu senaryodan çok rahatsız olduğunu, bunu manşete taşımış olan Radikal Gazetesi’ne gösterilen çok sert tepkiden biliyoruz. Fakat bildiğimiz bir başka şey de, toplumun ve devletin belli bir kesiminin, TSK’ya yönelik sistemli bir yıpratma kampanyası yürütüldüğüne ve bunun ardında Gülen cemaatinin bulunduğuna inanıyor olmasıdır. Org. Başbuğ’un da değişik vesilelerle, açıkça veya ima yoluyla “cemaat” olgusuna olumsuz anlamda vurgu yaptığı da kayıtlara geçmiş durumda.

Org. İlker Başbuğ, Ertuğrul Özkök’ün “Ya belge sahte çıkarsa?” sorusuna “Ne yapacağımızı hep birlikte göreceğiz. Bütün Türkiye görecek” karşılığını vermişti. Dolayısıyla askeri savcılığın “bu belge sahtedir” demiş olmasının, ne zamandan beri hazırlıklarının yapılmakta olduğunu sezdiğimiz büyük bir hesaplaşmanın fitilini ateşleyebileceğini düşünebiliriz.

AKP’nin tavrı

Bu hesaplaşmanın sonucunu, esas olarak AKP ve Başbakan Erdoğan’ın tavrı belirleyecektir. Eğer Erdoğan askeri savcılığın vardığı kararı tartışma konusu yapmaz; yani belgenin sahte olduğunu kabullenir ve üstelik ciddi olarak bunun sorumlularının peşine düşerse Türkiye’nin siyasi dengeleri altüst olur. Unutmayalım, Erdoğan, Aktütün saldırısının ardından Genelkurmay’a tartışmasız bir şekilde sahip çıkmış, bunun üzeine Taraf Gazetesi tarafından “Paşasının başbakanı” olarak ilan edilmişti.

Fakat belgenin sahici olmasına epey yatırım yapmış olan AKP’nin, askeri savcılığın kararını heyecanla selamlayacağını pek söyleyemeyiz. AKP’nin belge etrafındaki tartışmaları soğutmak isteyeceğini düşünmemiz için pekçok neden var, ancak bunu nasıl yapabileceği hayli kuşkulu.

Yazının devamı...

Artık çocukları devrimi yiyor

İran’a ilk kez 10 yıl önce, devrimin 20. yılı kutlamaları vesilesiyle gitmiştim. Reform hareketinin sembol ismi Muhammed Hatemi cumhurbaşkanıydı fakat dini lider (Rehber) Ali Hameney’den de destek alan muhafazakârlar devletin büyük bölümünü kontrol etmeyi sürdürüyor, Hatemi’nin vaat ettiği reformları hayata geçirmesine fırsat vermiyorlardı. Hatemi’nin önünde iki seçenek vardı: Ya muhafazakârlara rağmen ülkeyi daha demokratik, daha açık, daha özgür getirecek ve bütün bunlara bağlı olarak rejimin İslami tonunu azaltıp ülkeyi sekülerleştirmeye doğru yönelecekti ya da Hameney ve Devrim Muhafızları başta olmak üzere muhafazakârları, reformların herkesin iyiliğine olduğuna ikna etmeye çalışacak; edemezse reformlardan vazgeçecekti.

Hatemi’nin ikinci yolu seçtiğini biliyoruz. Bunun birçok nedeni vardı.

1) Öncelikle cumhurbaşkanı olarak iktidar ve yetkileri çok sınırlıydı. En yakın danışmanları, hatta bakanları bile gözaltına alınabiliyor, tutuklanabiliyordu. Muhafazakârları aşmak istediğindeyse karşısına sık sık Hameney çıkıyordu.

2) Batı dünyası, özellikle de aynı tarihlerde ABD’yi yöneten Bill Clinton, sanılanın ve beklenenin aksine Hatemi’yi desteklemedi, ona sahip çıkmadı. Ya ülkedeki gerilimleri sistem içi çekişme olarak görüp önemsemiyor ya da reformcuların başarılı olmasını öngörmüyorlardı.

3) Hatemi ve arkadaşlarının önündeki en büyük engel, İslam cumhuriyetini “yıkmak” değil “yeniden inşa etmek” istemeleriydi. Aslında bu anlaşılır bir şeydi zira hareketin bütün lider kadrosu devrimin en ön saflarında yer almış, ardından devlette kilit noktalarda görev almışlardı. Onlar rotasından sapmış olduğuna inandıkları devrimi eski yoluna koymak isterlerken, hareketin dinamik tabanını oluşturan gençlerin büyük çoğunluğunun böyle bir derdi olduğu söylenemezdi. Açıkçası “devrim”, “İslam cumhuriyeti”, “Rehber” gibi kavramlardan ziyade “özgürlük”, “demokrasi”, “kadın-erkek eşitliği” gibi ideallerin peşinden gidiyorlardı.

Devrim bitti mi?

On yıl önce çok sayıda İranlı aydın ve siyasetçiyle İran Devrimi’nin geldiği noktayı tartışmıştım. Birçoğu Şah rejimini demokrasi için yıktıklarını fakat başta Irak ile savaş olmak üzere sayısız iç ve dış nedenle bunun hep ertelendiğini savunuyor ve artık devrimin başlangıç ideallerini gerçekleştirme zamanının gelmiş olduğuna inanıyorlardı. Bununla birlikte devrimin çoktan bittiğini düşünüp yepyeni bir siyasal sistem inşa etmek gerektiğini düşünenler de bulunuyordu ki dindarlıklarından şüphe duyulmayacak bu kişiler açık açık İran için laik bir rejimi hayal edebiliyorlardı.

On yıl önce ilk kez İran’a gittiğimde, devrimin çoktan bitmiş tükenmiş olduğunu düşünüyordum. Çünkü Fransız felsefeci Maurice Merleau-Ponty’nin (1908-1961) Bolşevik Devrimi için yaptığı saptamaya inanıyordum: Bir devrim, halka yalan söylendiği andan itibaren bitmiş sayılır. Peki devrimden sonra iktidara gelenler neden yalan söylerler? Tabii ki vaat ettiklerini hayata geçirmelerinin o kadar da kolay olmadığını anlamaları, ama en önemlisi, iktidar sarhoşluğu içinde birbirlerine girmeleri durumunda. Yani o meşhur “devrim önce çocuklarını yer” sözü doğrulandığında gerçeklerin yerini yalanlar almaya başlamış demektir.

İran’da da böyle olmuştu. Devrimin yediği çocukların listesini yapmaya kalksak sayfalar almaz; bir de tabii bu tasfiyeleri meşrulaştırmak için söylenen yalanlar var. Gelinen noktada devrimin sürüp sürmediği tartışmalarının hiçbir anlamı kalmamışa benziyor. Rehber Hameney’in Ahmedinecad’a alenen destek verip muhaliflere şantaj yapması, rejimin meşruiyetini iyice yitirdiğinin kanıtıdır.

İktidarlarını reformcularla paylaşmaya yanaşmayan muhafazakârların kısa süre içinde pişman olmalarını bekliyorum. Çünkü muhalefet hareketi, Musevi, Hatemi, Kerrubi, Rafsancani gibi liderleri de aşma eğiliminde. Onların, muhalefeti “rejim içi” bir rotada tutmaları da bundan böyle pek kolay olamayacaktır.

Sonuç olarak, artık sıranın, çocuklarının, devrimi yemesine geldiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bundan sonra, “İslam Cumhuriyeti” nden çıkışın ne kadar süreceğini, bunun ne pahasına olacağını ve İran’ın hangi yöne kayacağını tartışacağa benzeriz.

Yazının devamı...

İran kritik bir dönemeçte

İran’ın dini lideri (Rehber) Ayetullah Ali Hameney, dün yaptığı konuşmada, Mahmud Ahmedinecad’a tahminlerin ötesinde bir destek verdi ve telafisi epey zor bir hataya imza attı. Öncelikle, seçimlere hile karıştırıldığı iddialarına fazla kulak asmayacağını duyurdu. Seçimleri meşrulaştırarak reform hareketinin tüm itirazlarını gayri meşru, hatta yasadışı ilan etti. Zaten ülkenin içine düştüğü kaostan da muhalifleri sorumlu tuttu. Hameney’in sokak gösterilerini hiçbir şekilde hoşgörmemesi, bugüne kadar yaşanan ölümlerin ciddi olarak soruşturulmasını engelleyeceği gibi, bundan sonra yapılacak protestoların en sert şekilde bastırılması için bir sinyal olarak algılanabilir.

Rejimin kırılganlığı

Hameney’in bu sert çıkışı sanıldığının aksine, İran’daki İslami rejimin ne kadar güçlü değil, ne derece kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor. Şöyle ki, bundan önce ülkede reformcularla muhafazakârlar defalarca karşı karşıya gelmiş, normal olarak muhafazakârlara yakın olduğu düşünülen Hameney, kimi zaman alenen reformcuları desteklerken, sık sık da nötr kalabilmişti. Aslında onun tutumunu şöyle özetleyebiliriz: Rehber genellikle iktidardaki gruba daha mesafeli, daha eleştirel; muhalefeteyse daha yumuşak, daha yakın olurdu.

Bugün “ülkenin dengesi” durumundaki Rehber bile tüm dengeleri alt üst edebiliyorsa, burada yolunda gitmeyen çok şey olduğunu düşünmemiz gerekir; hatta daha ileri giderek İran’ın çok hayati bir yol ayrımına varmış olduğunu ileri sürebiliriz.

Neden “yol ayrımı”? Çünkü göstericiler “İslami rejim”e değil “hükümet”e, daha açık söyleyecek olursak Ahmedinecad ve benzerlerinin, rejimin demokratik, özgürlükçü yönlerini iyice budayıp ona otoriter, hatta totaliterleştirmelerine karşı çıkıyorlardı. Bunu yaparken 30 yıl önceki devrimin sembollerine, sloganlarına ve yöntemlerine başvuruyorlardı. Hareketin lider kadrosundaki Musevi, Hatemi, Kerrubi gibi isimlerin devrimin aktif militanları ve İslami cumhuriyetin üst düzey yöneticileri olmaları da raslantı değildi.

Eğer İran rejiminin sembolü Rehber (yani dün Humeyni, bugün Hameney) ise, onun iktidar kavgası veren taraflardan birine kayıtsız şartsız destek vermesi, diğer kanadı ister istemez ona, dolayısıyla rejime muhalif hale getirecektir. Bu noktada, Hameney’in dünkü çıkışıyla reformculara şantaj yaptığı da anlaşılıyor. Yani “Ahmedinecad’a karşı çıkarsanız bana da, sonuç olarak İslami rejime de karşı çıkmış olursunuz” diyor.

Geri adım zor

Şimdi gözler Musevi önderliğindeki reform hareketine ve yıllarca “ortayolcu” bir çizgi tutturmaya çalışan ve Hameney’in yerine göz diktiği belli olan Haşimi Rafsancani’ye çevrilmiş durumda. Rafsancani’nin de desteğini alan Musevi, Rehber’in tehdidine boyun mu eğecek, yoksa sivil itaatsizlik eylemlerini tırmandırarak sürdürecek mi?

Şöyle bir öngörüde bulunabiliriz: Hatemi’nin sekiz yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde reformcular “aman ülke karışmasın, rejime halel gelmesin” diyerek asla radikal çıkışlar yapmamış ve vaat ettiği reformları hep ertelemişlerdi. Musevi’nin adaylığıyla birlikte reformcular “uysal çocuk” olmaktan çıktıklarını kanıtladılar. Bundan böyle geri adım atmaları çok kolay olmaz. Dolayısıyla ya Hameney-Ahmedinecad ikilisi taviz vereceğe ya da kaos derinleşeceğe benziyor.

Yazının devamı...

İran ezberleri

İran’da ilk olarak bundan tam on yıl önce gitmiştim. Görüştüğüm ilk kişi Ekber Genci’ydi. Devrimde çok aktif bir rol oynamış olan Genci zamanla reform hareketinin en yaratıcı ve gözüpek isimlerinden biri olmuştu. Demokrasi ve özgürlük tutkusundan bir adım geri atmayan Genci, 2001-2006 yıllarını cezaevinde geçirdi ve böylece dünyada düşünce ve ifade özgürlüğünün önde gelen simgelerinden biri olmayı hak etti.

İlk İran ziyaretimin son görüşmesini, dönemin Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin danışmanı olan Said Haccariyan ile yapmıştım. O da devrimin önde gelen simalarından biriydi. Ardından İran’ın en kilit kurumlarından olan İstihbarat Bakanlığı’nda bakan yardımcılığı yapmıştı. Hiç unutmam, kendisine sorularım bittikten sonra “şimdi sıra bende” demişti. Ben “Erbakan hareketini mi soracaksınız” diye sorunca “Yok canım, o beni hiç ilgilendirmiyor. Bana Türk laikliğini anlatmanızı istiyorum” demiş ve uzun bir muhabbete girişmiştik.

Haccariyan, Hatemi’nin destek ve teşviğiyle, İran’da bir dönem yaşanan siyasi cinayetlerin bir kısmının aydınlatılmasında ve “İran Ergenekonu” diyebileceğimiz yapının kısmen etkisizleştirilmesinde epey etkili oldu. Daha sonra devlet görevini bırakıp Genci gibi gazetecilik yaptı ve çok sayıda davadan yargılandı. Ardından yerel seçimlere katılıp seçildi ve bir gün suikast girişimine maruz kaldı; şans eseri ölmedi ancak felç oldu. Öğrendiğime göre Haccariyan, son seçimlerden sonra yeniden gözaltına alınmış.

Rejime değil hükümete karşılar

Bütün bunları neden anlatıyorum? Türkiye’de İran’a yönelik ilgisizlik ve buna bağlı olarak bilgisizlik büyük ölçüde devam ettiği; bazıları Musavi’nin liderliğini üstlenmiş olduğu reform hareketini doğrudan veya dolaylı olarak Amerikan kuyrukçusu olarak gördüğü, kendisinden uzak durduğu ve sonuç olarak Mahmud Ahmedinecad’ı desteklediği için.

Tabii istisnalar var. Özellikle, bir İranlı ile evli olduğu için yıllardır bu ülkede yaşayan ve “İslamcı feminizm” diyebileceğimiz akımın ülkemizdeki en parlak temsilcilerinden araştırmacı-edebiyatçı Cihan Aktaş’a hakkını vermemiz lazım. Kendisinin de reform hareketine angaje olduğunu anladığımız Aktaş, günlerdir Taraf Gazetesi’nde, çok açık ve net bir şekilde Musavi taraftarlarının esas olarak “rejim”e değil “hükümet”e karşı olduklarını anlatıyor.

Onu okurken aklıma Nurettin Şirin geldi. 28 Şubat sürecinde Ankara Sincan’daki Kudüs Gecesi’nin organizasyonu nedeniyle uzun süre hapis yatan Şirin’le yıllar sonra, bu mart ayının başında, Cumhurbaşkanı Gül ile gittiğimiz Tahran’da, bir otel lobisinde karşılaştım. Kendisi, Türkiye’de ve dünyada sayıları her geçen gün azalan “Humeynici”lerin tipik bir örneğidir. Sohbetin bir yerinde yaklaşan İran cumhurbaşkanlığı seçimlerini de konuştuk. O günlerde Muhammed Hatemi’nin yeniden reformcuların adayı olması gündemdeydi, fakat Şirin büyük bir heyecanla eski başbakanlardan Mir Hüseyin Musavi’nin bu sefer ısrarlara dayanamayıp adaylığını ilan etmesini umuyor ve bekliyordu.

Abes karşılaştırmalar

Görüldüğü gibi ortada çok yaman bir çelişki var. Şöyle ki, hayatının çok büyük bir bölümünü İran devrimine ve dolayısıyla ABD ve İsrail başta olmak üzere Batı’ya karşı mücadeleye adamış bir Türk Humeynicisi, devrimin ve buradan hareketle İran İslam Cumhuriyeti’nin hayrı için Musavi’yi desteklerken, radikal İslamcılıkla ilgisi az olan veya hiç olmayan bazı yorumcular Musavi’yi bir tür “Amerikan kuklası” gibi resmetmeye çalışıyorlar.

İran’da seçim sonrası yaşanan ve kolay kolay dinmeyeceği anlaşılan gösterileri, renkli devrimlere benzetmeye çalışanların biraz daha dikkatli olmaları gerekir. Hele ressam ve mimar olmasına rağmen devrimin hemen ardından Dışişleri Bakanlığı ve en kritik yıllar olan 1981-1989 arasında başbakanlık yapmış olan Musavi ile Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili arasında paralellik kurmak hafiflikten başka bir şey değildir. Sırf ABD’ye kafa tutuyor diye popülist otoriter Ahmedinecad’ı sevmek zorunda değiliz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.