Şampiy10
Magazin
Gündem

“Bu adayı nereden bulmuşlar” yerine “Bu adayı da nereden bulmuşlar” denirse...

Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken tartışmaların ekseninde AKP’nin adayının kim, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan’dan hangisi olacağı var. Aslında burada tartışılacak çok fazla bir şey yok zira kime neyi ne derece danışırsa danışsın, kararı Erdoğan verecek. Dolayısıyla herkes AKP liderinin kararını merakla bekliyor.

Halbuki bu seçime tek kişi, yani AKP’nin adayı katılmayacak. Söz konusu olan, adı üzerinde seçim. Bu nedenle Meclis’te grubu bulunan üç parti de ayrı ayrı adaylarla seçime katılabilecek durumda. HDP (eski BDP) sözcülerinin açıklamalarından bu partinin, en azından kendi gücünü ölçmek için bir aday çıkarmada kararlı olduğunu anlıyoruz. Normal olanı da bu. Fakat Başbakan Erdoğan’ın, kendisi veya değil, partisinin adayının ilk turda seçilmesi konusunu fazlaca öne çıkartması HDP’nin aday çıkarmayıp tabanına AKP adayını işaret edebileceği spekülasyonlarına yol açmıştı. HDP sözcülerinin bu rivayetlerden, haklı olarak, fazlasıyla şikâyetçi oldukları anlaşılıyor.

CHP ile MHP’nin durumuysa hâlâ belirsiz. Ortada bazı isimler dolaşmakla birlikte bu iki muhalefet partisinin ilk tura ayrı ayrı adaylarla mı, yoksa tek bir isimle mi katılacağı henüz netleşmiş değil. Normal şartlarda CHP’nin “ortak aday“ arayışına girmesi, MHP’ninse buna mesafeli durması beklenirdi, fakat tam tersi oldu. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, basın mensuplarına “gece gündüz üzerinde düşündüğü formül”ü geometriye başvurarak izah etti. (Formülün detaylarını Hürriyet yazarı Şükrü Küçükşahin‘in şu haberinde bulabilirsiniz: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26367460.asp)

Bahçeli’nin tutum değişikliği

Açıkçası Bahçeli’nin Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını engellemek için bir “çatı aday” arayışına girişeceğini ilan etmesini yadırgadım. Çünkü o öteden beri AKP’ye karşı her türden cephe çağrısına, çok sert eleştiri, hakaret ve saldırıları göze alarak kulak tıkayan, olabildiğince kendi bağımsız siyasi çizgisini korumaya çalışan siyasi bir lider olarak dikkat çekiyor. Bu tutumunun, pratik sonuçları ne olursa olsun, özde doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü Erdoğan başta olmak üzere AKP’li siyasetçiler, kendilerinin toplumun diğer kesimleri tarafından “ortak tehdit”, hatta “ortak düşman” olarak görülmesinden, kendilerine karşı cepheler oluşturulmaya çalışılmasından istifade etmişlerdir.

Örneğin son genel seçimlerde AKP’nin oy oranının yüzde 50’ye dayanmasında, rakiplerinin kendisine atfettiği olağanüstü önemin etkisi büyüktü. Dolayısıyla Bahçeli liderliğindeki MHP, AKP’ye olağan bir parti muamelesi yaparak bu gidişatı bir ölçüde frenlemeyi becerebiliyordu. Anlaşılan Köşk seçimleri öncesi durum MHP için de değişmiş. Nitekim Bahçeli de, “Nazik bir dönem, bunu tek defaya mahsus öneriyorum” diyor.

Çatı adayının nitelikleri

Peki Bahçeli’nin arayışı sonuç verir mi? MHP lideri herkesin, “Bunu nereden bulmuşlar” diyeceği bir adayla kamuoyunun önüne çıkacaklarını söylemiş ve bu adayın özelliklerini şöyle sıralamış: Milliyetçi, muhafazakâr, manevi değerlere bağlı, laik, demokratik değerlere sahip çıkan ve hukukun üstünlüğüne inanan...

Bunlar çok önemli ama bir o kadar da soyut ifadeler. Örneğin Başbakan Erdoğan’ın da bütün bu kriterlere fazlasıyla uyduğunu iddia edebilir.

Belli ki MHP liderinin kafasında bir isim var ve yapacağı görüşmelerde muhataplarıyla bu ismi paylaşacak. Yalnız, haksızlık etmeyelim, Bahçeli’nin başkaları tarafından daha uygun bir “çatı adayı” çıkarılması hâlinde ona destek vereceklerini söylemiş olduğunu da hatırlatalım.

Şahsen böylesi bir “çatı adayı”nın, AKP’nin desteklediği bir ismin Çankaya’ya çıkmasını önleyeceği fikri bana pek gerçekçi gelmiyor. Çünkü bugüne kadar genellikle tersine sonuçlar vermiş olan AKP karşıtlarını tek bir cephede toplama projesinin bu sefer başarılı olacağına dair, belki Ankara’da Mansur Yavaş’ın CHP adaylığının belli ölçülerdeki başarısı dışında elimizde fazla ipucu yok.

Eğer bir kez daha başarısız olunur ve üzerinde mutabık kalınan “çatı adayı” hakkında “Bunu nereden bulmuşlar!” yerine “Bunu da nereden bulmuşlar!” denme noktasına gelinirse yaşanacak olan hüsranın etkileri daha da yıkıcı olacaktır.

Yazının devamı...

Zorla hepimizi cemaatçi yapacaklar!

Hükümete yakın medya kuruluşlarının Fethullah Gülen cemaati aleyhine yaptıkları yayınları izliyor, daha doğrusu izleyebiliyor musunuz? Açıkçası, konuyla çok yakından ilgili olmama rağmen ben çoktan pes ettim. Bu yayınların tam gaz devam ettiğinin farkındayım; arada sırada sağda solda gözüme çarpanlar da oluyor ama harcanan onca emeğe rağmen bunların sosyal medyada yoğun bir şekilde paylaşıldığına, herhangi bir tartışmaya yol açtığına, dolayısıyla herhangi bir etki yarattığına tanık olmadım.

Taraf kadar olamıyorlar

Acaba neden böyle? Ergenekon, Balyoz vb. süreçlerindeki Taraf Gazetesi’nin kilit rolü hâlâ hafızalardayken, hükümete yakın medya bu sefer niçin bu kadar etkili olamıyor? Bu noktada birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum:

Geciken operasyon: Dün Taraf’ın yayınlarının hemen ardından onun hedef gösterdiği kişi ve kurumlara operasyon düzenlenirdi, bugünse onca yayına rağmen Başbakan Erdoğan’ın sürekli vaat ettiği “inlere girme“ bir türlü gerçekleşmiş değil. Hâl böyle olunca cemaat aleyhtarı yayınlara olan ilgi her geçen gün azalıyor.

Altyapı eksikliği: Dün Taraf ve diğer medya kuruluşlarının yayınlarının ardında, uzun bir süredir Ergenekon vb. yapılara operasyon için hazırlık yapmış olan Gülen cemaati ve onun devlet içindeki yapılanması vardı. Bugünse hükümet Cemaat’e karşı çok fazla hazırlıklı değil, daha çok can havliyle hareket ediyor. Ayrıca adliye ve poliste tam anlamıyla güvenebileceği bir altyapıyı henüz oluşturamamışa benziyor.

Zayıf malzeme: Bütün bunlara bağlı olarak bugün cemaate karşı kullanılan malzeme dün Ergenekon vb. yapılara karşı kullanılanlara kıyasla epey zayıf gözüküyor.

Eski cemaatçilerin azalan değeri: Bu zayıflığı kapatmak için cemaatte üst düzey pozisyonlarda bulunup ayrılmış isimlere müracaat ediliyor. Fakat bu kişilerin etki gücü de hükümet yanlısı medyada ne kadar sık görünürlerse o kadar azalıyor.

Vizyonsuzluk ve ruhsuzluk: Cemaat aleyhtarı yayınlarda belli bir vizyon ve ruh yok, varsa da ben göremiyorum. Bu tür haber ve yorumları kaleme alanların, televizyonlarda dile getirenlerin çoğu ya kendilerini çok kötü ifade ediyor, ya tam olarak ne demek istediklerini kendileri de bilmiyor veya söylediklerine samimi olarak kendileri de inanmıyor. Bu açıdan bakıldığında, hükümete yakın medyada cemaate karşı en cengâver isimlerin çoğunun İslami hareket geçmişine sahip olmamaları şaşırtıcı değil. Eğer bu savaşta inisiyatifi cemaat ele geçirmiş olsaydı onların ciddi bir bölümünü pekâlâ hükümet karşıtı olarak da görebilirdik.

Geçmişle hesaplaşma

Başka gerekçeler de sıralamak mümkün, ama fazla uzatmaya da gerek yok. Bununla birlikte, “bu yayınlar etkili olamıyor, zaten olamaz da, çünkü cemaat masum” gibi naif bir düşünceye sahip olmadığımı eklemem şart. Zira Gülen cemaatinin, daha hükümet ile ittifak hâlindeyken devlet içinde, özellikle adliye ve güvenlik bürokrasisinde ayrı bir yapılanmaya gittiğini, bir tür “devlet içinde devlet” olduğunu yazıp söyleyen birisiyim. O tarihlerde benim gibilerden gelen eleştirenlere karşı cemaate kalkan olan, bizlere Ergenekonculuktan paranoyaklığa uzanan bir yelpazede yer beğenen birçok meslektaşım bugün “paralel yapı”ya karşı bir tür cihat yürütüyor. Lakin o kadar beceriksizler ki, onların sayesinde cemaat kendisini mağdur olarak lanse etme imkânına kavuşuyor. Eğer böyle devam ederlerse, zorla hepimizi cemaatçi yapacaklar!

İşin püf noktasının şu olduğu kanısındayım: Dün Ergenekon soruşturması, “derin devlet”in en acımasız uygulamalarının yaşandığı Fırat’ın doğusuna geçmediği için inandırıcılığını ve kapsayıcılığını yitirdi ve yeni iktidar sahiplerinin eskilerini tasfiyesi olarak görüldü. Bugün de cemaatin Ergenekon vb. süreçlerdeki rolü ve fonksiyonu geri plana itilip esas olarak 17 Aralık ve sonrası masaya yatırıldığı için “paralel yapı”ya karşı ilan edilen savaş, AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ın iktidarını koruma çabası olarak yorumlanıyor. Eğer kendinizi bir şekilde bu iktidarın bir parçası olarak görüyorsanız bu pekâlâ sizin de savaşınızdır, aksi takdirde burada taraf olmanızı gerektirecek bir durum söz konusu değil.

Bu saptamama, hükümete yakın medyanın artık Hanefi Avcı, Nedim Şener, hatta Doğu Perinçek dâhil bazı Ergenekon sanıklarına, Balyoz ile tasfiye edilen askerlere ve onların avukatlarına, yakınlarına söz hakkı tanıyor olması nedeniyle itiraz edilebilir. Ne var ki yaşatılmış olan mağduriyetler giderilmediği müddetçe bu tür yayınlar “düşmanımın düşmanı dostumdur...” yaklaşımının tezahüründen ibaret kalacaktır.

Eğer hükümet (ve ona destek verenler) cemaat ile sahici bir hesaplaşmaya girişmek istiyorsa, “çok safmışız, bizi kandırmışlar” mazeretinin ötesine geçip Türkiye’nin yakın geçmişiyle, kendi hatalarını da işin içine katarak, hatta bunları öne çıkararak yüzleşmek zorundadır.

Yazının devamı...

Devlet mi Öcalan’ı, Öcalan mı devleti kullanıyor?

Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999 günü Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Geçen 15 yılı aşkın sürede onun İmralı Adası’nda nasıl bir yaşam sürdüğü, en önemlisi devletle nasıl bir ilişki içinde olduğu konusunda çok net ve güvenilir bilgilere sahip değiliz. Belki ileride, kendisi de dâhil olmak üzere bu sürecin aktörleri anılarını yazarlarsa daha fazla bilgi edinme imkânına kavuşuruz.

Öcalan’ın 15 yıllık İmralı ikametinin en çok merak edilen sorusu şu: Devlet mi Öcalan’ı, Öcalan mı devleti kullandı, kullanıyor? Soru böyle sorulunca ister istemez iki ana cevap karşımıza çıkıyor: 1) Devlet Öcalan’ı kullanıyor; 2) Öcalan devleti kullanıyor.

AKP muhaliflerinin bakışı

Bu soru, elde çok fazla somut bilgi olmadığı için, kimi zaman spekülatif haberlerden, ama daha çok da yaşananlara bakıp akıl yürütmelerden hareketle cevaplandırılıyor. Ve bu soruya cevabı, ister istemez o kişinin AKP’ye bakışına da ışık tutuyor. Zira söz konusu 15 yılın yaklaşık 12’sinde ülkeyi AKP tek başına yönetti, yönetiyor ve AKP, özellikle iktidarının ikinci yarısında Öcalan’ı bir şekilde merkeze alan çözüm görüşmeleri yürütüyor.

Dolayısıyla “Öcalan devleti kullanıyor” diyenlerinin büyük bir bölümünü, MHP, ulusalcılar, CHP gibi AKP muhalifleri oluşturuyor. Ama yalnız değiller: Öcalan’ı liderleri olarak gören, onun asla devletin dümen suyuna girmeyeceğine inanan Kürtlere göre de eğer taraflardan biri diğerini kullanıyorsa bu olsa olsa Öcalan’dır.

İlginç koalisyonlar

Benzer bir ilgi çekici koalisyon, devletin Öcalan’ı kullandığını düşünenler söz konusu olduğunda karşımıza çıkıyor. Tabii ki ilk olarak AKP yanlıları, özellikle de Başbakan Erdoğan bağlıları. Anadolu’da, devletin Öcalan ile görüşmesini tam olarak sindirememekle birlikte “Tayyip Bey’in vardır bir bildiği, o bizi satmaz” inanışının yaygın olduğunu söyleyebiliriz.

AKP’lilere ek olarak PKK dışı Kürt hareketlerinin ve bazı Kürt aydınların da (ki bunların bazıları bölünme yanlısıyken, bazıları da tam tersi pozisyona sahip, hatta içlerinde hükümetle arası çok iyi olanlar da var) Öcalan’ın kullanıldığına inanıyor.

Tabii bir de, iki gündür Mehmet Altan‘ın “Batıda faşizm, Doğuda özerklik mi?” başlıklı yazısından hareketle eleştirdiğimiz, Kürt siyasi hareketinin (KSH) özerklik elde etmek için ülkenin faşizan bir otoriterleşmeye evrilmesine razı olduğunu düşünenler var. Bu yaklaşım, sahipleri çok açık olarak dillendirmeseler de, bu tür bir pazarlığın İmralı’da Öcalan ile MİT yetkilileri arasında kotarıldığına inanıyorlar.

Bu arada haklarını yemeyelim, Gülen cemaatinin olaya bakışı bambaşka. Bir yandan “Öcalan devleti kullanıyor” argümanına destek verip hükümeti zayıflatmaya çalışırken, diğer yandan MİT’e ve Müsteşar Hakan Fidan‘a devlet içinde özerk, hatta yer yer bağımsız bir konum atfedip (hatta bir yolunu bulup Fidan’ı da İran rejimiyle ilişkilendirip) Öcalan’ın, dolayısıyla KSH’nin MİT’in bir nevi “oyuncağı” hâline geldiği yolunda psikolojik harekât yürütüyorlar. (Bir zamanların astığı astık kestiği kestik isimlerinin rütbeleri söküldükten sonra birer sosyal medya trolüne dönüşmeleri hazin ama onlar için üzülmeye değmez.)

Kimse kimseyi kullan(a)mıyor

Kürt hareketinin bugün tarihinin en güçlü noktasında olması devletin Öcalan’ı kullanmış olduğu önermesini boşa çıkarıyor; tabii bunu da bir devlet projesi olarak görenlere diyecek bir söz olamaz. Öte yandan çözüm sürecinin çok ama çok ağır yürüyor olması, kendi koşullarının iyileştirilmesi konusundaki çağrılarının genellikle cevapsız kalması da Öcalan’ın devlete her istediğini yaptırdığı yolundaki iddialarını geçersiz kılıyor.

Bu 15 yılı mümkün olduğunca yakından ve farklı kaynaklara başvurarak izlemeye çalışan birisi olarak devlet ile Öcalan ilişkisinin inişli-çıkışlı bir grafik izlediğini, kimsenin kimseyi kullanmadığını, daha doğrusu böyle bir niyeti olsa bile kullanamadığını düşünüyorum.

Özellikle son çözüm süreciyle birlikte BDP/HDP’li milletvekillerinin İmralı ile görüşebiliyor olmaları, hatta Öcalan ile Kandil arasında köprü oluşturmaları spekülasyonları bir ölçüde hafifletti. (Devletin sık sık bu görüşmeleri kesintiye uğratması her şeyin istediği gibi gitmediğinin göstergesi.)

Eğer beklendiği gibi Öcalan medya mensuplarıyla bir araya gelirse durum daha da şeffaflaşır ve “o, diğerini kullanıyor...” veya “Aralarında anlaştılar, bizi mahvedecekler” türü vehimler de bitmese bile daha da azalacaktır.

Yazının devamı...

Liberallerle Kürtlerin yarım kalan aşkı

Türkiyede iktidar savaşlarının üç temel odağı olduğuna inanıyorum: AKP, Fethullah Gülen cemaati ve Kürt siyasi hareketi (KSH). Siyasi süreçlere müdahale edebilmek isteyen diğer siyasi aktörler de bu üç odak arasındaki ilişkileri, ittifak ve çatışmaları gözleyerek kendilerine bağımsız, en azından özerk bir alan açmaya çalışıyor ya da sık sık olduğu gibi bunlardan herhangi birinin (veya aynı anda birkaçının) peşine takılıyorlar.

Liberallerin yeni aşk arayışı

Tam da bu noktada en fazla dikkati çekenlerin başında, nicelik olarak çok güçlü olmamalarına rağmen nitelikleri nedeniyle “liberal” ( bu tanım etrafında çok uzun tartışmalar yapılabileceğinin farkındayım ama kimleri kastettiğimin anlaşıldığını varsayarak bu tartışmaya bu yazıda girmeyeceğim) olarak adlandırılan kişiler var. Bu kişilerin bir dönem geniş ölçüde desteklemiş oldukları AKPye yönelik hayal kırıklıklarını 2012 yılı kasım ayında “Liberaller ile AKPnin aşk ve nefret ilişkisi”

(Hata! Köprü başvurusu geçerli değil.) başlığıyla ele almaya çalışmıştım. O günden bu yana nefret iyice derinleşti ve liberal olarak tanımlanan bazı isimler yeni bir “aşk” arayışıyla Kürtlere, dolayısıyla KSHye yöneldiler. Ancak dün tartışmaya başladığımız Mehmet Altanın “Batıda faşizm, Doğuda özerklik mi?” (http://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-altan/batida-fasizim-doguda-ozerklik-mi,9146) başlıklı yazısı bize bu aşkın daha başlamadan hüsranla sonuçlanmakta olduğunu gösteriyor.

Bazı itirazlar

Bu uzun girişin ardından Altanın yazısına neden hiç katılmadığımı izah etmeye, dün bıraktığım yerden devam etmek istiyorum.

İlkin: Yıllarca devlet eliyle Kürtlere inkâr, ret, baskı ve zulüm reva görülürken ülkenin batısından çok cılız itirazlar yükseldi. Hâl böyleyken bugün Kürtlere “özerklik alacaksınız diye bizi faşizme mahkûm mu edeceksiniz?” diye sitem etmek hakkaniyetli bir tutum olmaz.

Ardından: Sanıyorum sorununun temelinde liberallerin fazla tezcanlı olması var. Buna karşılık Kürtler ve KSH sabretmeyi biliyor. Bugünkü noktaya yıllar süren ve ağır bedeller ödedikleri bir süreçle vardılar ve bu kazanımlarını riske atmak istemiyorlar. Çözüm sürecinin ağar aksak gitmesi, hükümetin ve özellikle Başbakanın kendilerini oyalamaya çalışması gibi hususlar onları örneğin liberaller kadar tedirgin etmiyor. Çünkü güçlerine güveniyorlar ve devletin bu sorunu çözmekten başka bir seçeneği olmadığını biliyorlar.

Üçüncü olarak: KSHnin en önemli kazanımı devlet tarafından muhatap alınmak. İmralı (Öcalan) ile doğrudan, Kandil (PKK) ile dolaylı ve örtülü görüşmeler, bu hareketin en büyük hayalinin gerçekleştiği anlamına geliyor.

Dördüncü olarak: KSHnin AKP ile arasını açmasının yegâne gerekçesi kendisine çok daha güçlü ve iyi bir muhatap bulması olabilir. Ne var ki, son yerel seçimlerde gördüğümüz gibi Kürtlere sunulabilen tek seçenek CHP oldu. Halbuki CHP Kürt sorunu konusunda “kimse konuşmazken biz rapor hazırlamıştık” demenin ötesinde ciddi bir şey söylemiyor. Daha önemlisi, CHP “Kürt realitesini tanıma” aşamasından “Kürt siyasi hareketini tanıma” aşamasına geçmiş değil, geçecek gibi de görünmüyor. Yani KSHnin kendisini muhatap bile almayan bir muhalefet partisi uğruna yıllardır tek başına iktidarda olan AKP ile bağlarını kopartmasını beklemek hiç gerçekçi değil.

Son olarak: KSH, özellikle İslam dinine karşı katı tutumunu yumuşatarak kitleselleşme önündeki en ciddi engellerden birini kaldırmış oldu. Sonuçta KSH günümüzde, tarihinin en güçlü, özgüvenli dönemini yaşıyor. Orta Doğu gibi zor bir coğrafyada, sadece Türkiyede değil, Suriye, Irak ve İranda da önde gelen siyasi aktörlerden biri olabilmenin ve böyle kalabilmenin ilk şartı sürekli değişen koşulları doğru okumak, ilişkileri bunlara göre değiştirip geliştirmek, kısacası iyi siyaset yapmaktır. Dolayısıyla diğer siyasi aktörlerin KSHye bir şey öğretmekten çok ondan bir şeyler öğrenmeye çalışması daha isabetli olabilir.

Daha söyleyeceklerim var. Devam edeceğiz.

Yazının devamı...

Kürt milliyetçileri Türk demokratlara ihanet mi ediyor?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Freedom House’ın hazırladığı, ülkemizi basın özgürlüğü konusunda “küme düşüren“ raporuna çok kızmış ve şöyle konuşmuş: “Türkiye’deki basın özgürlüğü bırakın o kategorideki ülkelerle karşılaştırmayı, kısmen özgür diye bahsedilen bazı ülkelerden çok daha ileridedir ve dolaylı olarak bazı kontrollerin yapıldığı özgür görünen ülkelerden de açıkçası çok daha köklü bir özgürlük temeline dayanıyor.”

Davutoğlu, “Gazetecilerimizin de bu raporu reddetmelerini bekleriz” demiş. Seneye meslekte 30. yılına girecek bir gazeteci olarak Bakan’ın çağrısına uymayı düşünmüyorum çünkü Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda son derece sıkıntılı ve kötü bir dönemden geçtiğine inanıyorum. (Umarım benim bu yazdıklarım, ülkemizde basın özgürlüğü konusunda sorun olmadığı iddiasının delillendirilmesi için kullanılmaz.)

Mehmet Altan’ın yazısı

Örneğin ülkemizin önde gelen birçok gazetecisi ve yazarı, esas olarak siyasi nedenlerle köşelerini, programlarını kaybettiler ve ana akım medyanın dışına sürüklendiler. Ne var ki diyecek sözü olanlar nice zorluğa rağmen ayakta kalmayı beceriyor. Onlardan biri Prof. Mehmet Altan. Yakınlarda kaleme aldığı ve internet ortamında yayınlanan “Batı’da faşizm, Doğu’da özerklik mi?” başlıklı yazısının (http://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-altan/batida-fasizim-doguda-ozerklik-mi,9146) hararetli bir tartışma başlatmış olması Prof. Altan’ın değerini gösteriyor.

Ama yazısına katılmıyorum. Hatta “hiç katılmıyorum“ da diyebilirim. Eleştirmeden önce yazısını özetlemeye çalışayım. Ona göre, İslamcılar ve Kürtler içinden geçtiğimiz dönemde bir güç birliği yapmış görünüyorlar, fakat bunun temelinde “demokrasi” yok. Şöyle yazmış Altan:

“Kürt siyaseti, görünen o ki Başbakan Erdoğan’ın ‘diktatörlük’ yolundaki ilerlemesinin kendilerine de ‘özerklik’ yolunu açacağına inanıyor ve onun ‘diktatörlüğünü’ çeşitli pazarlıklarla destekliyor.”

Yani, yazısının başlığında olduğu gibi Prof. Altan, Kürt siyasi hareketinin (KSH) özerkliği kazanmak uğruna ülkenin geri kalan kısmının “faşizm” ile yönetilmesine razı olacağına, hatta buna zemin hazırlayacağına inanıyor.

Doğru olan tespitler

Aslında “Kürt milliyetçileri Türk demokratlara ihanet ediyor” şeklinde özetlenebilecek bu görüş belli bir süredir AKP (daha doğrusu Erdoğan) karşıtı çevreler tarafından farklı şekillerde dillendiriliyordu ancak kimse bu görüşü Mehmet Altan kadar açık, doğrudan ve sert bir şekilde, derli toplu ifade etmemişti. Ben de bu görüşe itirazlarımı olabildiğince açık, derli toplu ama sert olmayan bir şekilde yazmak istiyorum.

Öncelikle şu tespit doğru: Başbakan Erdoğan’ın şu ya da bu hedefe doğru yürüyüşünü engelleyebilecek ülke içinde çok az sayıda güç var ve bunların başında KSH geliyor.

Şu da doğru: KSH, gerek Gezi direnişi, gerekse 17 Aralık süreçlerine hükümetin karşısında çok aktif bir şekilde dâhil olmayarak Başbakan için bir tür cankurtaran simidi oldu.

Bir başka doğru da şu: KSH “demokratik özerklik“ gibi bir hedefe ulaşabilmek için pazarlıklar yürütüyor ve bazı tavizlere açık olduğunu gösteriyor. Zaten bunu pek gizlemiyor da.

Yanlış olan tespitler

Fakat bundan sonra işler karışıyor. İlkin, Kürtlere özerklik verilmesini Türkiye’de otoriter/faşist bir yönetime geçişin nerdeyse ön şartı olarak sunmak gerçekçi değil. Çünkü:

1) Kürt sorununun kalıcı çözümünün yegâne yolu Türkiye’nin tepeden tırnağa demokratikleşmesidir. “Batı’da faşizm, Doğu’da özerklik” diye özetlenebilecek bir durumun yaşanması söz konusu olamaz.

2) Eğer faşizan bir yönetimden söz ediyorsak mutlaka milliyetçilikten de söz etmemiz gerekir. Başbakan Erdoğan’ın hem Türk milliyetçiliğini popülist bir jargonla iyice tırmandırıp hem Kürtlere özerklik vermesi de pek gerçekçi değil.

3) Kürtlerin en az yarısının ülkenin batısında yaşadığı düşünülürse, KSH’nin onları da mağdur edecek baskıcı bir rejime destek vermesi inandırıcı olmaz. Örneğin Diyarbakır’da ana dilinde eğitim gören bir Kürt’ün İstanbul’daki akrabalarına “Ana dil filan yok, çok istiyorsan memleketine git!” mi denecek?

4) Kaldı ki; gereklerini ne derece yerine getirdiği tartışılır ancak KSH, öteden beri tüm Türkiye’nin demokratikleşmesini kendisine ana hedef olarak belirlemiş bir hareket.

Daha söyleyecek çok şey var. Yarın devam edelim.

Yazının devamı...

Aynılar ayrı yerde, ayrılar aynı yerde

Başlığa çıkardığım sözün aslı “Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde”dir ve Mahir Çayan’a aittir. Ancak ülkemiz siyasi hayatında son dönemde o kadar şey altüst ve ters yüz oldu. Dost bilinenlerin yolları ayrılırken düşman sanılanların yolları birleşti ki yaşadığımız durumu “Aynılar ayrı yerde, ayrılar aynı yerde” diye tasvir etmek abartılı olmayacaktır.

Galiba Türkiye’de aynıların aynı, ayrıların ise ayrı yerde durduğu son kritik an 12 Eylül 2010 referandumuydu. AKP hükümeti ile Fethullah Gülen cemaatinin ittifaklarının zirvesine denk gelen referandumda, bu iki güçlü odağın birlikte inşa ettiklerini söyledikleri “yeni Türkiye”de sağlam bir yer edinmek isteyen bazı solcular, Kürtler ve ülkücülerin “yetmez ama evet” (YAE) gibi sığ bir sloganı kendilerine kalkan yaptıklarını gördük.

Yeni Türkiye ittifakının jübilesi

Meğer o referandum “yeni Türkiye ittifakı”nın jübilesiymiş. Daha 4 yıl olmadan sadece hükümet ile cemaat arasında değil, ittifakın diğer bileşenleri, örneğin YAE’ciler arasında da çok ciddi kopuşlar yaşandı. İsimler sıralamaya gerek yok: Bugün Türkiye’nin öncelikle sorununu Başbakan Erdoğan’dan kurtulmak olarak tarif edenlerle kendilerini Erdoğan’a siper edenlerin en cevvallerinin referandumun YAE’cilerinden çıktığını görüyoruz. Bu noktada Taraf Gazetesi’nin, afili siyasi terimlere başvurmadan söyleyecek olursak, “Erdoğanseverler ve Erdoğansevmezler” olarak nerdeyse ortadan ikiye ayrılmış olduğunu hatırlatmak iyi olur.

Jübile 12 Eylül referandumuydu ama iktidar ilişkilerinin yeniden şekillenmesinin miladı 2011 yılının sonları ve 2102 yılının başları arasındaki dönemdi. Nitekim 2012’nin ilk günlerinde “Taraflar altüst oldu, daha da olacak” (http://rusencakir.com/Taraflar-altust-oldu-daha-da-olacak/1651) başlıklı yazıda mevcut ittifakın dağılmaya yüz tutmasının ister istemez yeni ittifak arayışlarına kapı aralayacağını; siyasi saflaşmaların çoktan allak bullak olduğunu, eski düşmanların dost, dostların da düşman olmaya başladığını söylemiştim. Bu durum bu yazıdan yaklaşık bir ay sonra, 7 Şubat’ta patlak veren MİT kriziyle alenileşti ve 17 Aralık 2013’te de kopuş tamamlandı.

Aradan geçen kısa süre içinde yaşanan olağan dışı değişim ve dönüşümü anlamak için 12 Eylül referandumuyla 30 Mart yerel seçimlerindeki ittifakları karşılaştırmamız yeter. Örneğin referandum öncesi, hayır cephesinin önde gelen iki kalesi CHP ve MHP’de gedik açmaya çalışan cemaat, yerel seçimlerde AKP yerine bu iki partiden kazanma şansı yüksek olan adaylara oy verilmesi için yoğun bir propaganda yürüttü. Referandumda hayır oyu verecek olanları “darbeci” olarak nitelemekten çekinmeyen Erdoğan’a bugün Ergenekon sanıklarının bir bölümü, en azından cemaate karşı savaşında alenen destek veriyor...

Derinleşen kriz

Görünürde bütün altüst oluşların tek nedeni hükümet ile cemaat arasındaki ilişkilerde yaşanan iniş çıkışlar. Bu görüntünün aldatıcı olduğunu düşünüyorum. Çünkü:

1) Türkiye’de iki, yani AKP ve cemaat değil, üç temel güç odağı bulunuyor. Kürt siyasi hareketini kale almadan yapılacak her analiz eksik ve yanlış olur. Bütün bu süreçlerde Kürt sorunu ve buna bağlı olarak hükümetin geliştirmeye çalıştığı çözüme yönelik süreçler hep kritik önemde olmuştur.

2) Türkiye gibi global ekonomik sisteme entegre olmuş ve jeostratejik açıdan önemli bir ülkedeki siyasi altüst oluşları dış dinamik ve müdahaleleri ihmal ederek anlamak mümkün değildir.

3) Bu kadar kısa sürede çok geniş kapsamlı siyasi altüst oluşların yaşanması siyasi bir krizin ve krizin sürekli olduğunun göstergesidir. Bu krizi mercek altına aldığımızda, sistemin yeni sahiplerinin eski iktidar sahiplerini tasfiye etmede bir şekilde başarılı olduklarını, ancak “yeni Türkiye” adını verdikleri şeyi tam olarak tanımlayamadıklarını görüyoruz.

Ülkeyi demokrasi, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti ve şeffaflık gibi evrensel değerleri geri plana iterek yenilemenin asla mümkün olamayacağı ortaya çıkmış durumda. Türkiye’yi yönetenlerin ve yönetmeye talip olanların bu gerçekle yüzleşmekten kaçınmada ısrar etmeleri hâlinde mevcut siyasi krizin süreceğini ve şimdiki ittifakların da kısa süre içinde yıkılıp yerlerine yenilerinin konulacağını öngörebiliriz.

Yazının devamı...

Komünizm ölse bile anti-komünizm ölmez

1 Mayıs kutlamasına 1976 yılında katıldım. Daha 14 yaşındaydım ve Galatasaray Lisesi’nde birlikte okuduğumuz birkaç arkadaşla Taksim Meydanı’nda, ‘solcu olmayı seçmekle ne kadar doğru bir şey yapmış olduğumuzun’ tadını çıkarmıştık. Ertesi yıl yine aynı meydandaydık ve daha kalabalıktık. Ve o gün, dünyanın neresinde olursanız olun, solcu olmanın öncelikle bedel ödemek olduğuna bir kez daha acı bir şekilde tanık olduk. Çünkü sol veya sosyalizm/komünizm nasıl bir realiteyse, sol ve sosyalizm düşmanlığı, anti-komünizm daha sert ve kesif bir olguydu.

Zamanla tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sol çok ciddi bir manada geriledi; belirleyici olmaktan çıktığı gibi siyasi hayatın akışına herhangi bir etkide bulunamaz durumlara geldiği oldu. Öyle ki öldüğü bile ilan edildi. Ama ilginçtir, solun öldüğünü iddia edenler sol düşmanlığından, anti-komünizmden hiç ama hiç vazgeçmediler. Ülkemizde bunu her 1 Mayıs öncesi yaşar hâle geldik. “Yasaklamak yasak olacak“ sloganıyla iktidara gelen ve yaklaşık 12 yıldır ülkeyi tek başına yöneten AKP, yoğun mücadeleler sonucu 1 Mayıs’ı bayram ilan etmek ve Taksim’i kutlamalara açmak zorunda kaldı. Ancak sorunsuz iki kutlamanın ardından Taksim’i kapatarak durduk yere gerilim yarattı, yaratıyor.

Polis devreye girince...

Gerekçe malum: “Yasa dışı örgütlerin güvenlik güçlerine saldıracağı yolundaki istihbaratlar.“ Kendimi bildim bileli, iktidarda hangi parti olursa olsun solu engellemek isteyenler bu mazeretin arkasına sığınıyor. Hâlbuki, en son Berkin Elvan‘ın cenaze töreninde gördüğümüz gibi, sol ile ilişkili her kişi ve kuruma karşı tepeden tırnağa önyargılı yaklaşımlarıyla bildiğimiz güvenlik güçleri ortada olmadığı zaman olay filan çıkmıyor.

Bugün İstanbul, devletin anlamsız inadı nedeniyle yine gergin bir gün yaşayacak. Olay çıksın ya da çıkmasın, bu gerginliğin faturası devlet tarafından yine sola kesilecek. Zaten büyük ölçüde hükümetin kontrolündeki medya da muhtemelen bu kampanyaya dâhil olacak. Ve yaratılan suni gerginlik iktidar partisi tarafından muhtemelen cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi kampanya malzemesi olarak kullanılacak.

Kısa vadede belki kazançlı çıkarlar ancak uzun vadede bu tür yasaklamalar aleyhlerine olacaktır. Yine de tabii ki kendileri bilir.

Türkiye’de 1 Mayıs Taksim Meydanı’dır ve kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın bunu değiştirmek mümkün olamayacaktır.

1 Mayısınız kutlu olsun!

Kişisel bir not: Türkiye’de ve dünyada solculuğun tarihinin tertemiz olduğunu iddia edecek değilim. Sol, sosyalizm, komünizm vb. adına nice kötülükler yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. Ama bir bütün olarak baktığımda tercihimi soldan yana yapmış olmaktan memnunum, sağcı olmamak çok iyi bir şey.



Ankaralı meslektaşlarımıza veda

Gazeteciler olarak çok kötü bir dönemden geçiyoruz ve gazetemiz de bundan doğrudan etkileniyor. Son olarak Ankara büromuzdan bazı arkadaşlarımız işlerini kaybetti, bazıları da Milliyet Gazetesi’ne geçti. Önceki gün Ankara’daydım ve arkadaşlarımın, meslektaşlarımın stresine bizzat tanık oldum. Yaşananlar çok üzücü. Daha üzücü olan, bu kötü günlerin geride kalabileceğine dair herhangi bir işaretin ortalıkta gözükmemesi. Halbuki Türkiye’nin özgür, bağımsız ve cesur medyaya her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Sonuçta hep birlikte kahroluyoruz.

Yazının devamı...

Ali’siz Alevilik meselesi

Uzun bir aradan sonra dün grup toplantılarını izlemek için Meclis’teydim. Partiler 30 Mart yerel seçimlerinin yorgunluğunu pek atamamış gibiydi. Dünün en ilginç olayı, Selahattin Demirtaş ve Sırrı Sakık dışında BDP’li milletvekillerinin tümünün katıldığı HDP’nin ilk grup toplantısını yapması ve kürsüde çiçeği burnunda partinin Eş Başkanı Sebahat Tuncel’in olmasıydı. Tuncel’in konuşmasının ardından yıllarca sürgünde yaşadıktan sonra birkaç gün önce ülkeye dönen Şerafettin Kaya ve Serhat Bucak kürsüye çıktı.

Dün ilk olarak, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi dinledik. Bahçeli önce 1 Mayıs konusunda hükümetin pozisyonuna yakın şeyler söyledi, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama ısrarlarını eleştirdi. Ardından, uzun uzun, çözüm sürecini ele aldı. Şu iki cümle onun ve partisinin bu sürece nasıl baktığını özetliyor olsa gerek: “Başbakan PKK’nın gizli hayranı, gizli mensubu, gizli militanı gibi hareket etmektedir” ve “Hükümet, milletimizin aleyhine ne varsa özgürleşme, demokratikleşme, sivilleşme bahanesiyle benimsemekte ve kutsamaktadır.”

Bahçeli konuşmasında tabii ki Başbakan’ın 1915 olayları nedeniyle hayatlarını kaybeden Ermeniler için yayınladığı taziye mesajını da hedef aldı. MHP’den sonra AKP grup toplantısı vardı. Erdoğan “Geçmişin korkularını tek tek söküp atıyor, Türkiye’nin önündeki korku duvarlarını yıkıyoruz. Her hadiseyle yüzleştik, yüzleşiriz. Biz ortak acılarımızı paylaşmaya hazırız. Korkmadan tokalaşarak konuşmaya hazırız” diyerek geri adım atmadı.

Gülen’le birleşen yollar

Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un ODTÜ’de yaptığı ve Türkiye’nin hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler ile demokrasi konusundaki eksikliklerini gündeme getirdiği konuşma Başbakan’ı belli ki çok rahatsız etmiş. AKP liderinin Gauck’a yönelik sözlerinden şu cümleyi özel olarak değerlendirmek istiyorum:

“Almanya’da ‘Ali’siz Alevilik’ denen bir olay var. Yani ateist bir anlayışın, Alevilik kisvesi altında, kendilerinin de desteklemiş olduğu bir yapı var.”

“Ali’siz Alevilik” denen olguyu tartışmaya geçmeden önce hafıza tazeleyelim: Pennsylvania’da yaşayan Fethullah Gülen, ocak sonunda, yani 17 Aralık sürecinin en kızgın günlerinde, yıllar sonra bir TV mülakatı verdi. BBC muhabiri Güney Yıldız’ın, Cemaat’in önayak olduğu cami-cemevi projesine bazı Alevilerin itirazlarını hatırlatması üzerine Gülen şöyle konuşmuştu:

“Asimilasyon mevzuunu bazıları dillendirdiler. Bu dillendirenler arasında bazen Hazreti Ali’yi tanımayanlar var ki bunlara Ali’siz Aleviler deniyor genelde. Yani ‘Ali sembolik bir kahraman, bazı şeylere başkaldırmış, bundan dolayı da takdir edilecek bir insan. Ama Ali Müslümandı, Ali’nin dini düşüncesi şuydu buydu gibi meseleler bunlar bizi çok alakadar etmez’ diyenler büyük ölçüde karşı çıktılar. Zannediyorum bir gün onlar da pişman olacaklar.”

Yanlış ve sakıncalı

Görüldüğü gibi Aleviler söz konusu olduğunda Sünni camiada en kanlı bıçaklı olan yapılar bile kolaylıkla benzer yaklaşımlar sergileyebiliyor. Peki nedir bu “Ali’siz Alevilik”? 1995 temmuzunda Milliyet için “Değişim Sürecinde Alevi Hareketi” başlıklı 12 günlük yazı dizisi hazırladım. (http://www.rusencakir.com/Degisim-Surecinde-Alevi-Hareketi-1/2252 ) Dört yıl sonra yine Milliyet’te İhsan Yılmaz ile birlikte “Yolunu Arayan Alevilik” (http://www.rusencakir.com/YOLUNU-ARAYAN-ALEViLiK-1/210 ) diye bir haftalık bir başka dizi yaptık. O çalışmalar sırasında Hz. Ali’yi iyice sembolikleştiren bazı Alevilik yorumlarıyla karşılaştım. O yorumları benimseyenler Aleviliği İslam dışında bir inanç olarak da görebiliyordu. Bu tür yaklaşımlara “Ali’siz Alevilik” denmesinde, gazeteci-yazar Faik Bulut’un bu adla epey ilgi gören bir kitap yazması muhakkak etkili olmuştur.

Fakat Aleviliği İslam dışı görenlerin bu camia içinde hep az, hatta marjinal kaldıklarını gözledim. Geçen süre zarfında durumun değişmediğini duyuyor ve görüyorum. Örneğin son olarak Berkin Elvan’ın Okmeydanı Cemevi’nde düzenlenen cenaze töreninde, ardından aynı yerde yapılan iki ayrı anmada da Alevi dedelerin dualarının İslam içi olduğu apaçıktı.

Bazı Alevilerin Aleviliği İslam içinde görmemeleri kendilerini ilgilendirir. Nitekim Aleviler kendi aralarında bu tür meseleleri yıllardır tartışıyor, daha da tartışacaklar gibi. Ama sayıca daha kalabalık olan Sünnilerin, hele devlet iktidarının ve/veya küresel bir cemaatin liderlerinin/sözcülerinin bu tartışmaya hoyratça müdâhil olmaya kalkmaları akıl kârı değil. Alevilik içindeki farklı yorumların özgül ağırlıklarını tam hesap etmeden veya bilinçli bir şekilde çarpıtarak bu camia hakkında bazı tasvirler yapmaları da doğru değil. Hele işin içine yabancıları katarak olayı kriminalize etmeye çalışmaksa çok sakıncalı.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.