Şampiy10
Magazin
Gündem

Diktatör diye diye...

Salı akşamı Avusturya’nın başkenti Viyana’da, Halk Kütüphanesi’nin salonunda düzenlenen toplantıda, son bir yılda yaşanan Gezi direnişi, 17 Aralık süreci, 30 Mart yerel seçimleri gibi kritik olaylardan hareketle Türkiye’de siyasi hayatı tartıştık. Tabii ki izleyicilerden gelen ilk sorulardan biri "Başbakan Erdoğan diktatör mü?" oldu.

Bu soruyu bekliyordum çünkü içerde ve dışarda AKP iktidarını eleştirenlerin ciddi bir bölümü, bir süredir Erdoğan’ı diktatör olarak tasvir ediyorlar. O da her vesileyle kendisine diktatör denildiğini hatırlatıp öyle olmadığını göstermeye yönelik açıklamalar yapıyor.

Bu tutumu onun diktatör olarak tanımlanmaktan çok da fazla şikayetçi olmadığını (en azından bana) düşündürtüyor. Çünkü bir siyasi lideri diktatör olarak tanımladığınızda ona epey bir güç atfetmiş ve onun her geçen gün varolan gücünü daha da artırdığını söylemiş oluyorsunuz. Halbuki Erdoğan için tam tersi bir durumun söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle ona diktatör sıfatının yakıştırılır olduğu şu son bir yılda Erdoğan gücüne güç katmıyor, güç kaybının önüne geçmeye, varolan gücünü korumaya çalışıyor ve bunu yaparken de çok ama çok zorlanıyor.

Gezi şoku

Erdoğan’ın iktidarının, sanıldığının aksine kırılgan olduğu tam bir yıl önce Gezi direnişiyle ortaya çıktı. Örgütsüz ve kendiliğinden küçük çaplı bir çevre hareketi olarak başlayan Gezi Parkı protestosu, siyasi iktidarın, daha doğrusu Erdoğan’ın aşırı özgüveni, çoğulculuğa yönelik antipatisi, toplumsal hareketleri küçümsemesi ve tabii insanların bir noktadan sonra korku duvarını aşmasıyla küresel anlamda ses getiren bir direnişe dönüştü. Bunun sonucunda 11 yıllık AKP iktidarının Kürt sorunu dışında bir toplumsal hareketlilik nedeniyle istikrarsızlığa savruluşuna ilk kez tanık olduk.

Gezicilerin böyle açık seçik bir amacı var mıydı, tartışılır ama Başbakan’ın yakın çevresinin Gezi’yi bastırma stratejilerinin hedefini "Erdoğan’ı yedirmemek" olarak belirlemeleri hiç de yanlış değildi.

Gezi’yi ne AKP, ne de muhalefet partileri tam olarak kavrayamadılar. Bunun da etkisiyle hareket belli bir süre sonra söndü ama Gezi ruhu, siyasi iktidarın kâbusu oldu ve hâlâ öyle.

17 Aralık şoku

Yaklaşık 6 ay sonra patlak veren yolsuzluk/rüşvet soruşturması ise hükümet ve Erdoğan için ikinci büyük şok oldu. Fethullah Gülen cemaatinin yürüttüğü, açık ya da örtülü bir şekilde belirgin bir dış desteğe sahip olan ve Erdoğan’ı tasfiyeyi hedeflediği ayan beyan belli olan 17 Aralık sürecinde de siyasi iktidar ve Başbakan epey güç kaybetti.

Her ne kadar 30 Mart yerel seçimlerinde Cemaat, AKP’yi yüzde 40’ın altına düşürme hedefine ulaşamamış ve iktidar partisi belirgin bir başarı elde etmiş olsa da bu savaş bitmişe benzemiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde, hele hükümet Cemaat’e karşı ciddi bir operasyon başlatırsa tekrar 30 Mart öncesi günlere dönebiliriz. Bu da bize, Gezi ruhuna ek olarak Cemaat’in de AKP ve Erdoğan için bir tür kâbus olduğunu düşündürtüyor.

Muhaliflerine minnettar

Tekrar diktatörlük bahsine dönecek olursak: Erdoğan uzun bir süredir Türkiye’nin en güçlü siyasetçisi. İktidarı olabildiğince kendi elinde toplamak istiyor ve kendisine yönelik her türlü denetimden rahatsız olduğunu gizlemiyor. Fakat çok istese bile mutlak anlamda güçlü değil. Olabilecek gibi de gözükmüyor. Hatta tam tersine gücünün aşındığına tanık oluyor ve bunun önüne geçemiyor.

Bu anlamda kendisinin güçsüz değil de güçlü yönlerini öne çıkaran muhaliflerine herhalde minnettardır.

Yazının devamı...

Öcalan’ın yoğun gündemi

Suriye’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Rojava olarak adlandırılan bölgeden acı haberler geldi. Serekaniye’nin bazı köy ve mezralarını basan silahlı kişilerin kadın ve çocukların da dahil olduğu en az 15 kişiyi katlettikleri belirtiliyor. Bölgedeki Kürt kaynakları saldırıdan El Kaide çizgisindeki, ama El Kaide merkezine tabi olmayan Irak Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) sorumlu tutuyorlar.

Katliamın yaşandığı bölgede Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin ağırlıkta olduğunu biliyoruz. PYD’nin gerek Ankara, gerekse Erbil (Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi) ile arasının iyi olmadığı da malum. Buna bağlı olarak, IŞİD ve benzeri örgütlerin, Suriye Kürtlerinin yalnız bırakılmasından istifade ettiği yorumları yapılabiliyor.

Suriye Kürtlerinin kendilerini daha fazla güvende hissedebilmeleri için PYD Ankara ve Erbil ile ilişkilerini düzeltmek zorunda. Bu noktada Türkiye’deki çözüm sürecinin olumlu olarak devam etmesi ve Abdullah Öcalan’ın bir şekilde devreye girmesi gerekiyor.

Dağa götürülen çocuklar

Türkiye bir süredir, dağa götürülen çocuklarını geri almak için Diyarbakır’da eylem yapan aileleri konuşuyor. Öncelikle aileleri tebrik etmek, ardından, her ne kadar ilk bakışta çözüm sürecinin aleyhine gözüküyor olsa da, bu eylemin sürecin yarattığı pozitif atmosfer sayesinde mümkün olabildiğini kabul etmek lazım.

Eylem özellikle Başbakan Erdoğan’ın devreye girmesiyle, önce AKP ile HDP/BDP, peşinden muhalefet partilerini kapsayan bir siyasi polemik konusu oldu ki tartışmaların düzeyi ve gelişim seyri Kürt sorunundaki normalleşmeye işaret ediyor.

Çocukların durumuna gelince: Eğer birkaç gün içinde BDP/HDP ile İmralı arasında bir formül geliştirilemezse, hafta sonu yapılması beklenen İmralı ziyaretinde Öcalan’ın parti yöneticilerine çocukların evlerine dönmesi için talimat vermesi kuvvetle muhtemel. Ki Başbakan Erdoğan’ın “B planı” derken bunu kastettiğini düşünüyorum.

Yeniden PKK-Hizbullah çatışması

Eğer ziyaret gerçekleşirse Öcalan’ın HDP heyetiyle, Hizbullah ile yeniden çatışma başlama ihtimalini de ele alması şaşırtıcı olmayacak. Hizbullah çizgisindeki Hüda-Par yetkilileri, parti yöneticileri, üyeleri ve gönüllülerinin değişik yer ve zamanlarda saldırıya uğradıklarından şikayetçi oldular. Son olarak Çarşamba günü Mardin’in Dargeçit ilçesinde eski muhtar ve köy korucusu Mehmet Uğurtay, motosikletli 2 kişinin silahlı saldırısı sonucu hayatını kaybetti.

Hüda-Par Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu, seçim sürecinde aktif çalışan bir üyeleri olduğunu söylediği Uğurtay`ın ölümünden PKK ve BDP’yi sorumlu tuttu. Fırat Haber Ajansı’nın haberindeyse, öldürülen Uğurtay’ın geçmişteki birçok köy yakma ve yargısız infaz olayından sorumlu olduğu ileri sürüldü.

Yapıcıoğlu peşpeşe yaşanan olayları bir “savaş ilanı” olarak tanımlıyor. PKK’nın Hizbullah’ın bölgedeki varlığından pek memnun olmadığı muhakkak, ancak 1990’lı yıllardaki yıkıcı tecrübeden hareketle yeniden aleni bir savaşa yöneleceklerine pek ihtimal vermiyorum. Böylesi bir savaş, PKK’nın bir süredir yürüttüğü ve genellikle olumlu tepkiler alan, İslam konusundaki açılımlarına da ciddi gölge düşürecektir.

Öte yandan her ne kadar son yıllarda ağırlığı tamamıyla yasal alandaki çalışmalara veriyor olsa da Hizbullah’ın silahları mutlak bir şekilde bıraktığı, yasadışı örgütlenmesini lağvettiği söylenemez. Diğer bir deyişle, eğer bir savaş söz konusu olursa bunun tek taraflı kalması pek söz konusu olamaz.

Kuşkusuz 20 yılda çok şeyler değişti. Fakat her ne olursa olsun PKK ile Hizbullah’ın yeniden çatışmaları her iki tarafa da çok ağır darbeler indirir ve bir bütün olarak Kürtlerin hanesine sadece ve sadece olumsuzluk olarak yansır.

Sonuç olarak, Öcalan’ın bu kritik konuda neler söyleyeceğini, dışarının onun söylediklerini ne derece hayata geçireceklerini, Hizbullah’ın bütün bunlara cevabının ne olacağını ve tabii ki devletin bu gerilim konusunda nasıl bir tutum takınacağını beklememiz gerekiyor.

Yazının devamı...

Hükümetin Alevi sorununu çözmekten uzak olmasının 5 nedeni

Başbakan Erdoğan, İstanbul Okmeydanı’nda yaşanan olaylardan hareketle yeniden gündeme gelen Alevi sorunu (ki kendisi kesinlikle böyle bir tanımlama yapmıyor) hakkında Köln dönüşü gazetecilere söylediklerini tartışmaya açmak istiyorum:

- Ali’siz Alevilik

Erdoğan: “Almanya’da gerek bölücü terör örgütü, gerekse ‘Ali’siz Alevilik’ diye acımasız bir çalışma var. Ülkemize de nüfuz etmenin gayreti içindeler. Bunu defaatle Alman yönetimine bildirdik. ‘Hassas olmanızda fayda var’ dedik.”

Erdoğan aynı şikâyeti Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un Türkiye gezisindeki eleştirileri üzerine de dile getirmişti. Bunun neden yanlış bir yaklaşım olduğunu o tarihte yazmıştım. (http://www.rusencakir.com/Alisiz-Alevilik-meselesi/2650) Kısaca tekrarlayacak olursak: Kuşkusuz Ali’siz bir Alevilik yorumu geliştirmeye çalışanlar var. Ama bunlar Alevi hareketi içinde çok da güçlü değiller. Alevilik içindeki farklı yorumların özgül ağırlıklarını tam hesap etmeden veya bilinçli bir şekilde çarpıtarak bu camia hakkında bazı tasvirler yapmak doğru değil. Hele işin içine yabancıları katarak olayı kriminalize etmeye çalışmaksa çok sakıncalı.

- Devlet içinde Aleviler

Erdoğan: “Şu anda ilgili bakan arkadaşımın Alevi kanaat önderleri ile görüşme yönünde bir çalışması var.”

Erdoğan muhtemelen Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler’i kastediyor. İşler Sünni bir ilahiyatçı ve bugüne kadar ne onun, ne de kabinenin başka bir üyesinin Alevilerin hassasiyet ve beklentilerini gözeten herhangi bir adımını gördük. Normal şartlarda bu tür kriz anlarında Alevi kanaat önderlerine bir Alevi bakanın gitmesi gerekir. Ama tek bir Alevi bakan bile yok. Hatta müsteşar bile olduğunu sanmıyorum. Vali ve il emniyet müdürleri arasında da Alevi kimliğiyle bilinen bir kişi duymadık. Zaten Alevi sorununun temelinde de devletten kaynaklanan bu tür ayrımcılık var.

- Alevi aydınların konumu

Erdoğan: “Alevi aydınlarımızın kararlılığı, birçok şeyi değiştirmeye yetecek.”

“Alevi aydını” tanımını hak edecek çok kişi var ancak bunların bir bölümü Alevi hareketi içindeki yorum farklılıklarına ve tartışmalarına angaje oldukları için zamanla etkilerini yitirdi. Bağımsız duruş sergilemek isteyenlerse gerek farklı Alevi grupları, gerek Gülen cemaati, gerekse devletten kaynaklanan telkin ve baskılar nedeniyle bunda başarılı olamadılar. Dolayısıyla günümüzde Alevi aydınlarının gidişata etkili olabileceğini düşünmek gerçekçi değil. Aynı şekilde, herhangi bir Alevi aydınının AKP hükümetiyle birlikte Alevilere belli projelerle gitmesinde başarı şansı yok.

- Aleviler ve terör

Erdoğan: “Onları terörize etmeye çalışan illegal örgütlere karşı Alevi vatandaşlarımızın duruşu çok önemli. Teröre bulaşanların içinde Sünniler yok mu, var.”

Aleviliğin ve Alevilerin adının her vesileyle terör ile birlikte anılması yanlış ve tehlikeli. Bu nedenle Erdoğan’ın ikinci cümlesiyle bu konuya nokta koymak isabetli olur: “Teröre bulaşanların içinde Sünniler yok mu, var.”

- Cemevlerinin statüsü

Erdoğan: “Mesela dün bir paket getirdiler. Mesela bir grup maaş istiyor, diğeri ‘hayır biz devletten maaş almayız’ diyor. ‘Cemevleri’ diyorlar. Belediyelerimiz onlara arsa tahsis ediyor. Ama tanımlamalar konusunda sıkıntı var. Diyanet ‘Cemevine mabet diyemeyiz’ diyor. Bir bölünmeye zemin hazırlamamak gerek.”

Başbakan’ın ve diğer yöneticilerin Alevi sorununu çözme yolunda adım atmamak için Aleviler arasındaki görüş farklılıklarını bahane etmekten artık vazgeçmeleri gerekiyor. Kaldı ki, önceki gün yazdığımız gibi Alevilerin devletten en büyük beklentisi gölge etmemesi.

Cemevlerine statü tanımama inadına gelince: İnattan eninde sonunda vazgeçilecek. Bu konuda ilk adımı atacak kişi de tarihe geçecek.

Şunu unutmamak lazım: Alevilerin cemevlerine statü tanımak ülkeyi bölmez, tam tersine birleştirir.

Yazının devamı...

“Her taşın altından Pennsylvania çıkıyor”

Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, 2010 yılı ağustos ayında “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat” adlı kitabında Fethullah Gülen cemaatinin devlet içinde devlet örgütlenmesine gittiğini ileri sürdüğünde, gerek hükümet sözcüleri, gerekse hükümete yakın kişiler tarafından bir nevi paranoyak muamelesi görmüştü.

Önce Avcı, ardından cemaat hakkında yazıp çizdikleri yüzünden gazeteci arkadaşlarımız Nedim Şener ve Ahmet Şık içeri alındığında, bütün bunların yargı-polis-medya üçgeninde gerçekleşen birer cemaat komplosu olduğunu söylediğimizde aynı muameleyi bizler gördük. Yüzlerinde hafif bir sırıtmayla “Ne yani, her taşın altında cemaat mi var? Bunu mu iddia ediyorsunuz?“ diyen nice etkili ve yetkili kişi gördük.

Öyle ki zamanla “her taşın altında cemaat var” sözü Gülen cemaatini suçlamanın değil de tam tersine aklamanın aracı hâline geldi, getirildi. Bununla birlikte cemaatin bu sözle kendisine olağanüstü bir güç atfediliyor olmasından rahatsız olduğu da söylenemezdi. Nitekim gazeteci Nazlı Ilıcak “Her Taşın Altında ‘The Cemaat’ mi Var?” adıyla bir kitap kaleme aldı. Doğan Kitap tarafından basılan ve 2012 ocak ayında yayınlanan, esas olarak cemaat ile irtibatlı bazı polis şeflerini aklamayı hedeflediği (ve onların geniş ölçüde katkıda bulundukları) anlaşılan bu kitaba tabii ki en çok cemaat sahip çıktı.

Alevilere kim daha yakın?

Bu uzun girişin ardından Başbakan Erdoğan’ın Köln dönüşü gazetecilere söylediklerine bir göz atalım: “Pennsylvania, gerilimlerin tam göbeğinde. Şu anda hangi taşı kaldırsan altında o çıkıyor. Bu denli işin içinde. Farklı dini gruplarla dinler arası diyalog kurabilen Pennsylvania, kendi ülkesinde Müslüman kardeşleri ile diyaloğu kuramamış, onları çok farklı bir şekilde itham etmeye başlamıştır.” (Başbakan’ın günümüzdeki en büyük düşmanına “cemaat” denmesinden hoşlanmadığını biliyoruz, genellikle “örgüt“, “şebeke“ ve burada da olduğu gibi “Pennsylvania“ demeyi tercih ediyor. “Pennsylvania” diyerek ülkemizdeki güçlü Amerikan aleyhtarlığından istifade etmek istediği açık.)

Erdoğan’ın gazetecilerle ağırlıklı olarak Okmeydanı’ndaki olayları ve Alevilerle ilişkiler konusunu konuştuğu düşünüldüğünde, özel olarak Fethullah Gülen’in gecikmeksizin Uğur Kurt için taziye mesajı yayınlamasından, genel olarak cemaatin Alevilere yönelik “cami-cemevi yan yana“ gibi projelerden rahatsız olduğunu düşünebiliriz. Erdoğan’ın, bunun ardında art niyet aramasının doğru mu, yanlış mı olduğu tartışmasını bir kenara bırakacak olursak, şurası bir gerçek ki Gülen cemaati hükümete kıyasla Alevilerle daha yakın ve yoğun ilişkiler kurabiliyor. Bu da cemaatin (Gülen’in) değil olsa olsa hükümetin (Erdoğan’ın) kusurudur. Ancak aralarındaki bütün farklılıklara rağmen hükümet ile cemaatin Alevileri oldukları gibi kabul etmeme inadında birleştiklerinin de altını çizmeliyiz.

Takvim beklentisi

Aslında Erdoğan’ın 17 Aralık’tan bu yana cemaat aleyhine yaptığı tüm konuşmaların içeriği böyleydi ancak yanılmıyorsam şu ana kadar doğrudan “hangi taşı kaldırsan altında Pennsylvania çıkıyor” dememişti. Artık demiş bulunuyor ve bundan 5 yıl önce benzer şeyleri söyleyenlerin başına geldiği gibi kendisine “paranoyak” diyen çıkmıyor.

Lakin üçüncü şahıslar, kesimler arasında, Erdoğan’ın her türlü melanetten cemaati sorumlu tutmasını inandırıcı bulmayanların sayısı her geçen gün artıyor. İktidar partisinin cemaati bir tür “günah keçisi“ olarak gördüğü, gündemi değiştirmek için onun adını andığı kanısı güçleniyor.

Bunun başlıca nedeni Erdoğan’ın sık sık “inlerine gireceğiz“ diye tehdit etmesine rağmen cemaate yönelik ciddi bir soruşturmanın henüz başlamamış olması. (Bu hususa ne zaman dikkat çeksem cemaat yanlıları operasyon için hükümeti teşvik ettiğim zehabına kapılıyorlar. Bu vesileyle bir kez daha tekrarlamak istiyorum: Bu benim savaşım değil. Taraflardan herhangi birine akıl vermeyi düşünmüyorum, kaldı ki kimsenin de buna ihtiyacı yok.)

Başbakan bu sefer de gazetecilere cemaat için, “Yargıda ve güvenlikte kendilerini güçlü görüyorlar. Ama çözeceğiz. Bir takvimimiz var ama bu ilan edilecek bir takvim değil“ demiş.

Kuşkusuz her an her şey olabilir ancak cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi, hele kendisi aday olacaksa Erdoğan’ın cemaate karşı iddialı bir operasyon konusunda çok tereddüt edeceğini düşünüyorum. Zira eğer cemaat sahiden her taşın altındaysa, ki bana göre bu tespit çok abartılı değil, böylesi bir operasyona karşı etkili bir direniş gösterebilir.

Yazının devamı...

Alevilerden devlete: Gölge etme, başka ihsan istemez!

Başbakan Erdoğan dün Uğur Kurt’un babası Kemal Kurt’u telefonla arayarak başsağlığı dilemiş ve olayın takipçisi olacağını söylemiş. Olayı hatırlayalım: Uğur Kurt, perşembe günü taziye için Okmeydanı Cemevi’nin avlusundayken bir kurşunun isabet etmesi sonucu yaralanmış, birkaç saat sonra da hastanede hayatını kaybetmişti. Kurşunun, bir grup göstericinin molotofkokteyliyle ateşe verdiği polis aracından çıkan sivil giysili polislerin silahından çıktığı ileri sürüldü. Daha Kurt hastaneye taşınmadan, cemevi avlusuna polis tarafından gaz bombası da atıldı.

Son bir yılda nerdeyse tümünün cenazeleri cemevlerinden kaldırılan çok sayıda gencin ölümünden bir şekilde polis, dolayısıyla devlet sorumlu tutuldu ancak Başbakan’ın hiçbirinin yakınlarına başsağlığı dilediğini duymadık. Tam tersine, polisleri kahraman ilan etti, gençlerin bazıları hakkında kuşku uyandıracak sözler söyledi, hatta seçim mitinglerinde Berkin Elvan’ın annesinin yuhalanmasına zemin hazırladı. Kurt’un öldürülmesinin ardından da, Berkin ve diğer gençler için “Her ölüm hadisesinde bir tören mi düzenleyeceğiz. Ölmüştür geçmiştir” diye konuştu ve polislerin sabrını övdü. (Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan Nuri Bilge Ceylan ise, ödülünü “son bir yılda hayatlarını kaybeden Türkiye’nin genç insanları“na adayarak, ölenlerin öldükleriyle kalmadığını, hiçbir şeyin geçmediğini ve unutulmadığını gösterdi.)

İki seçenek

Kuşkusuz Erdoğan’ın Uğur Kurt’un babasını araması olumludur. Ama böyle bir adım atmakta neden bu kadar geç kaldığını sorgulamak da şarttır. Öncelikle güvenlik kamerası kayıtlarında, Uğur Kurt’un, başkalarıyla birlikte İstanbul Okmeydanı Cemevi avlusunda taziye için beklerken vurulup yere düştüğü tartışmaya yer bırakmayacak şekilde anlaşılıyor. Yine başka kayıtlardan, alev alan araçtan fırlayan sivil giyimli polislerin ateş açtıkları görülüyor. Nihayet, Uğur’un aynı cemevinden son yolculuğuna Fenerbahçe formasıyla birlikte uğurlanmış olması, her türlü “kökü dışarıda terörizm“ propagandasını imkânsız kılıyor.

Öte yandan, Uğur’un gündüz gözüyle cemevi avlusunda öldürülmesinin Alevilerde tam bir “artık yeter“ duygusuna yol açtığı, önceki gün Köln’de, dün de İstanbul, Ankara ve İzmir’deki gösterilerde ortaya çıktı. Başbakan’ın önünde kabaca iki seçenek bulunuyordu:

1) Birçok muhalifinin ileri sürdüğü gibi, cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru toplumsal kutuplaşmayı iyice tırmandırmak, bu bağlamda mezhep gerginliklerini engellemeye çalışmamak, hatta üstü örtülü de olsa teşvik etmek;

2) Her ne sebeple olursa olsun Alevi-Sünni gerginliğinin Türkiye için bir felaket olacağının, bundan kendisinin ve partisinin de hiçbir şekilde kârlı çıkma ihtimali bulunmadığının bilinciyle ortamı bir nebze olsun yumuşatmaya çalışmak.

Çözüm şart

Kuşkusuz her geçen gün daha da derinleşen Alevi sorunu bir telefonla çözülebilecek bir olay değil. Hatırlayalım: Başbakan Erdoğan 2008 yılı sonlarına doğru bir Alevi açılımı başlatmış, yapılan onca çalışmanın ardından Alevi sorununun çözümü için yol haritaları çıkarılmış ama bunların hayata geçirilmesi belirsiz bir zamana ertelenmişti. Sanıyorum bu sorunun çözümünün yolu üzerine düşünmek için Erdoğan’ı o tarihte bu açılıma neyin sevk ettiğini ve sonradan bundan neden vazgeçtiğini çok iyi tahlil etmemiz gerekiyor.

Bugün itibariyle Erdoğan’ın Alevi sorununu çözme arayışı içinde olduğunu söylemek mümkün değil. Fakat çözmese bile Alevi sorununun daha da derinleşmesinin önünü alması mümkün. Mümkün, çünkü son dönemde bu sorununun daha da derinleşmesinin önde gelen sorumlularından birisi kendisi.

Örneğin Alevilerin hassasiyetlerine saygı göstermese bile, onları daha da rencide edici söz ve davranışlardan geri durması; Alevileri kendi iradeleri olmayan, “dış güçlerin”, “terör örgütlerinin” vb. peşine takılmış, kandırılmış insanlar olarak tarif etmekten vazgeçmesi yeterli olabilir.

Alevilerdeki baskın eğilimi “devlet gölge etmesin, başka ihsan istemez“ diye özetleyebiliriz. Ancak hemen hepsi devletin çok ciddi bir şekilde gölge ettiğinden şikâyetçi.

Yazının devamı...

Alevi sorunu derinleşirken...

Türkiye’nin öteden beri bir “Alevi sorunu” var. Ve bir türlü çözülemiyor. Bunun kabaca iki nedeni var: İlkin, sayıca çoğunlukta olan ve buna bağlı olarak ülke yönetiminde daha etkili olan Sünniler, Alevilerin varlığını kabul etmekle birlikte, bir “Alevi sorunu”nun söz konusu olduğunu kabul etmiyorlar. Çünkü onlar Alevileri oldukları gibi değil de kendi istedikleri gibi görme eğilimindeler. İkinci olarak Aleviler kendi içlerinde paramparça. Ne Aleviliğin, ne de “Alevi sorunu”nu tanımlamada aralarında anlaşabiliyorlar. Örneğin bazıları Alevilerin Diyanet içinde temsilini talep ederken ciddi bir kısmı Diyanet’in lağvından yana; yine bazıları cemevleri ve buralardaki görevlilerin bütçesinin devlet tarafından teminini isterken, geri kalanlar “devlet gölge etmesin, yeter” çizgisinde.

O yüzden de AKP hükümeti 2008 yılının sonlarına doğru Alevi açılımı başlattığında başarılı olunması ihtimalinin pek bulunmadığını düşünenlerin sayısı alabildiğine yüksekti. Yine de iktidar partisinin Alevi taleplerine daha fazla kayıtsız kalamayacağını kabul etmiş olması bile başlı başına umutlanmak için yeterdi. Ne var ki düzenlenen çalıştaylara, hazırlanan raporlara rağmen Alevi sorununun çözümü konusunda herhangi bir ciddi adım atılmadı. Saptanan çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi sürekli ertelendi. Ve yaklaşık 6 yıl sonra, bugün Türkiye’nin önünde çok daha ciddi ve çözülmesi iyice zorlaşan bir Alevi sorunu var.

Biraz empati

Şunları peş peşe hatırlayalım: Gezi direnişinde hayatını kaybeden gençlerin neredeyse hepsinin cenazeleri cemevlerinden kalktı; Başbakan Erdoğan bu gençleri hiçbir şekilde rahmetle anmadı, ailelerine başsağlığı dilemedi, hatta seçim mitinglerinde Berkin Elvan’ın annesinin yuhalanmasına göz yumdu; önceki gün bir cemevinde cenaze için bulunan Uğur Kurt, iddiaya göre polis kurşunuyla hayatını kaybetti; vatandaşlar ona yardım etmeye çalışırken polis cemevine gaz bombası attı; Başbakan Erdoğan ertesi gün Kurt’un ölümünden söz etmeyip “yaralı” polislere dikkat çekti ve polislerin sabrına hayret ettiğini söyledi. (Suriye krizi bağlamında yaşanan tatsızlıklara hiç değinmiyorum bile.)

Alevi değilseniz biraz empati yapmanızı, eğer Alevi olsaydınız bütün bu olayların sizde ve yakın çevrenizde ne gibi sonuçlara yol açabileceğine kafanızı yormanızı rica ediyorum. Ben Alevi değilim ama çevremdeki Alevilerin her geçen gün nasıl daha da karamsarlığa kapıldıklarını görüyorum. Özellikle Alevi sorununu çözmek yerine Alevileri kökleri içeride ve/veya dışarıda bazı komploların basit birer piyonu olarak gören ve göstermek isteyenlere karşı çok öfkeliler.

Köln’de karşı karşıya

Bugün Başbakan Erdoğan Almanya’nın Köln şehrinde bir mitingde konuşacak. Aynı saatlerde, yine Köln’de Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) da protesto eylemi düzenliyor. Bu iki olay AKP hükümetiyle Aleviler arasındaki mesafenin her geçen gün daha da açıldığını göstereceğe benziyor.

Kuşkusuz Köln’deki zıt toplantıların Alevi sorununu daha da derinleştirmesi ihtimali hayli yüksek. Ama insan yine de bu kötü gidişatın son bulmasını arzuluyor. Tabii ki ortada umutlanmak için hiçbir emare bulunmadığının farkındayım, ama Türkiye’nin, hele şu içinde bulunduğumuz coğrafyada, mezhep eksenli bir gerginlik ve çatışmanın yükünü kaldırabileceğini hiç düşünmüyorum.

Kimse Alevileri işaret etmesin. Bu sorununun felakete dönüşmeden çözümünde öncelikli sorumlu Sünniler ve iktidar partisi, dolayısıyla Başbakan Erdoğan’dır.

Yazının devamı...

Davos’taki “one minute”ten Köln’deki “eine minute”ye

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yarın Almanya’nın Köln şehrindeki Lanxess Arena’da yapacağı miting üzerine yazmak için bilgisayar başına geçtiğimde, Twitter’dan İstanbul Okmeydanı’nda Uğur Kurt adlı bir kişinin muhtemelen polis kurşunuyla vurulduğunu öğrendim. 30 yaşındaki Kurt, Okmeydanı Cemevi’nde bir yakınının cenaze törenine katılıyormuş. O sırada bir grup gösterici bir polis aracını molotofkokteyliyle ateşe vermiş. İddiaya göre polislerin göstericileri dağıtmak için sıktığı kurşunlardan biri Kurt’a isabet etmiş.

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, özellikle kent merkezlerinde yaşanan hemen hemen her şey kayıt altına alınıyor. Nitekim polis aracının ateş almasının, sivil polislerin ateş açmasının, Kurt’un cemevi avlusunda vurulup yere düşmesinin, öfkeli vatandaşların polislere bağırmasının ve yine cemevine gaz bombası atılmasının görüntülerinin hepsine sosyal medya üzerinden birkaç dakika içinde ulaşabiliyoruz. Bu nedenle haber duyulur duyulmaz “eylemciler bir başka eylemciyi vurdu” gibi yalan haber yazanlar anında yalanlanıyorlar.

Tabii bir de hiçbir şekilde yalanlanamayanlar var: Komplo teoricileri. Kurt’un vurulduğu haberi alındıktan birkaç dakika sonra, olayın sorumluluğunu Alman Gizli Servisi BND’ye yükleyenler çıktı. Bu keskin ve hızlı zekâlılara göre Almanlar Erdoğan’ın Köln mitingini iptal ettirmek için yerli işbirlikçilerini devreye sokmuş ve Okmeydanı’ndaki olayları tezgâhlamışlardı.

Alevilerin protestosu

Tabii ki gülünç ama gülüp geçmek de mümkün olamıyor zira Erdoğan’ın Köln mitingi etrafında gittikçe tırmanan bir tartışma ve gerilim söz konusu. Şu ana kadar verilen tepkilerden, Erdoğan’ı Köln’de konuşacak olmasından memnun herhangi bir Alman siyasetçi olmadığı anlaşılıyor. Son olarak Başbakan Angela Merkel, “Eminim ki Başbakan Erdoğan, cumartesi günü sorumluluk ve hassasiyet duygusuyla hareket edecektir” diye bir açıklama yaptı.

Almanlar miting nedeniyle Türkiye’de yaşanmaktan olan kutuplaşmanın kendi topraklarına birebir sirayet etmesinden endişeleniyorlar. Nitekim Erdoğan, Avrupalı Türk Demokratlar Birliği’nin (UETD) 10. yılı vesilesiyle sayılarının 20 bin olması beklenen bir kalabalığa seslenirken, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF), yine Köln’de, bazı Alman gruplarının da destek vereceği bir protesto gösterisi düzenleyecek. (Bundan tam iki gün önce İstanbul’da bir cemevinde Alevi bir vatandaşın vurulması, ona yardım etmek isteyenlerin de gaz bombasına maruz kalması...)

Ankara-Berlin gerilimi

Öte yandan Türk-Alman ilişkilerinin çok kötü bir dönemden geçtiği de açık. Kısa süre önce, Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un Türkiye ziyaretinde hükümete yönelttiği sert eleştirilere, Başbakan Erdoğan aynı sertlikte cevap verdi; hükümete yakın bazı medya organları da Gauck’a alenen hakaret etti. Ardından Alman basınında, özellikle Soma faciasından sonra Erdoğan’a yönelik eleştiri, suçlama ve hakaretlere tanık olduk. Tabii bu durum, Türkiye’de öteden beri popüler olan Almanya’ya yönelik komplo teorilerinin tekrardan devreye sokulmasına kapı araladı.

Erdoğan’ın Köln mitingini iptal edeceğini sanmıyorum. Bunun birkaç nedeni öne çıkıyor.

1) Öncelikle yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız ilk kez önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bulundukları yerlerde oy kullanabilecekler. Yani AKP’nin en kuvvetli cumhurbaşkanı adayı olan Erdoğan yarın Köln’de bir bakıma seçim mitingi yapacak. Eğer bu seferki başarılı olursa başka ülke ve şehirlerde yeni mitingler de söz konusu olabilir zira özellikle Almanya’daki seçmenler Köşk seçimlerinin gidişatını değiştirebilir.

2) Erdoğan, Gauck’un Türkiye’deki konuşmasına Almanya’da cevap vermek isteyecektir. Bu açıdan, Türkleri de hedef alan, Alman derin devletiyle bağlantılı ırkçı cinayet şebekelerine karşı etkili adımlar atılmamasını özel olarak gündeme getirebilir.

3) Köln mitingi etrafında oluşan gerilim Erdoğan’a, Köşk seçimleri arifesinde, Soma faciasını bir ölçüde geri plana itebilecek bir fırsat sunuyor olabilir. Diğer bir deyişle yarın Davos’taki “one minute” kadar etkili olmasa da Köln’de bir “eine minute” vakası yaşayabiliriz.

(Başbakan Erdoğan dün Koç Grubu’nun bir fabrika açılış törenine katılmış ve oraya gelirken telefonla konuştuğu Angela Merkel’in selamını Mustafa Koç’a iletmiş. Almanya’nın Koç Grubu ile birlik olup Erdoğan’ı tasfiye etmek istediğini ileri sürenlerin bu konuda herhâlde bir açıklamaları olacaktır.)

Yazının devamı...

İzmir Valiliği'ne 13 yaşındaki çocuk hakkında 13 soru

16 Mayıs 2014 Cuma günü akşam saatlerinde, İzmir’de yaklaşık 500 kişilik bir grup Soma faciasını protesto etti. Bu fotoğraf da Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde çekildi. Doğan Haber Ajansı’nın haberine göre polis bir çocuğu da gözaltına almak isterken çevredekiler tepki gösterdi. Diğer polislerin de araya girmesiyle çocuk kısa sürede bırakıldı. Ajansın haberine göre çocuk bu sırada korkudan altını ıslattı.

TOMA ıslatmış

Üç gün sonra İzmir Valiliği yazılı bir açıklama yaptı. (http://www.izmir.gov.tr/default_B0.aspx?id=1816) Bu uzun açıklamadan hareketle İzmir Valiliği’ne bazı sorular yöneltmek istiyorum:
1) Çocuğun eylemlere iki gün boyunca sürekli olarak katıldığını ve aktif rol aldığını belirtmişsiniz. 13 yaşındaki bir çocuk bu tür eylemlerde nasıl “aktif rol“ alabilir?
2) Hem çocuğu aktif eylemci olarak tanımlayıp, hem “zarar görmemesi için grubun içerisinden uzaklaştırılmasıdır ve burada gözaltı işlemi kesinlikle uygulanmamıştır” demenize inanmamızı nasıl beklersiniz?
3) Çocuğun “eylem sonrası Çocuk Şube Müdürlüğü ekiplerince takiple, gece sokakta yalnız dolaşırken kimliğinin tespiti amacıyla muhafaza altına alındığını” söylüyorsunuz. Gözaltı söz konusu değilse kimlik tespiti ihtiyacını neden duydunuz?
4) Kimlik tespitinin ardından konuyu nöbetçi çocuk savcısına intikal ettirdiğinizi, onun da 6 ay ile 3 yıl arasında hapis cezası gerektiren, ‘2911 Sayılı Kanun’a muhalefetten, suça sürüklenen çocuk sıfatı ile işlem yapılması, olaya ilişkin video ve fotoğraf kayıtları ile birlikte mesai saatleri içerisinde adliyeye mevcutlu getirilmek üzere ailesine teslim edilmesi talimatını verdiğini beliriyorsunuz. (Nitekim çocuk dün Konak Çocuk Bürosu ekipleri tarafından, ifadesi alınması için, anne ve babasının eşliğinde İzmir Adliyesi’ne getirildi.) Bütün bu sürece gözaltı yerine hangi adı veriyorsunuz?
5) Açıklamanızda çocuğun emniyet kayıtları hakkında bilgi veriyorsunuz. 13 yaşındaki bir çocuk hakkında neden kayıt tutuyor ve bunları neden kamuoyu ile paylaşıyorsunuz?
6) “Üç gündür evine gitmediğini çocuğun bizzat kendisinin beyan etmesine rağmen ailesi tarafından kayıp müracaatında bulunulmadığı tespit edilmiş” diyerek ne yapmak istiyorsunuz?
7) Şu cümleyi olduğu gibi aktarıyorum: “Şortunda olduğu ifade edilen ıslaklığın TOMA’ların eylemci gruplara su ile müdahalesi sırasındaki ıslanmadan dolayı olduğu değerlendirilmekte, zaten kamera kayıtlarının incelenmesi sonucunda da müdahalenin öncesi ve sonrasında çocukta herhangi bir korku emaresi görülmediği gibi eylemci grupların etki ve yönlendirmesiyle hareket ettiği anlaşılmaktadır.” TOMA’nın 13 yaşındaki bir çocuğun şortunun sadece belli bir bölümünü ıslatması nasıl mümkün olabilir?
8) Yoksa TOMA’lardan su sıkma görevini keskin nişancılara mı verdiniz?
9) Birçok vatandaş gibi ben de olayla ilgili, tek bir fotoğraf gördüm. Orada da çocuğun ne kadar korkmuş olduğu net olarak gözüküyor. Eğer bu yüz ifadesi de değilse “korku emaresi“ nasıl bir şeydir?
10) Neden çocuk hakkında kuşku uyandırmaya yönelik doğrudan ya da dolaylı ithamlarda bulunuyorsunuz?
11) Bu olayın medyaya yansımasının yarattığı imaj kaybının faturasını niye o çocuğa kesmeye kalkıyorsunuz?
12) Polisleriniz hep doğru mu yapar, hiç yanlış yapmaz mı?
13) Yanlışı kabul etmek, özeleştiri yapmak, gerekirse özür dilemek o kadar zor bir şey midir?
Vali ve Emniyet Müdürü’ne özel not:
Yazıyı bitirdikten sonra İzmir Valisi Mustafa Toprak ile Emniyet Müdürü Celal Uzunkaya’nın düzenlediği basın toplantısından haberdar oldum. Burada gazetecilere eylemlerden görüntü kaydı izletilmiş ve özellikle 13 yaşındaki çocuğun görüntülerine yer verilmiş.
Toprak, “İşin doğrusu gözaltına hiçbir şekilde alınma işlemi olmamıştır, olamaz da” derken Uzunkaya ise “13 yaşındaki çocuk gözaltına alınamaz” diye bir algının yasal olarak nereye oturtulduğunu bilmediğini ifade etmiş.
Bu açıklamalardan sonra Toprak ve Uzunkaya’ya şunu söylemek istiyorum: Yukarıdaki sorulara cevap vermeseniz de olur.
Ama bu soruların kayda geçmesi de iyi olur.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.