Şampiy10
Magazin
Gündem

El Kaide için esas büyük lokma: Türkiye

Son yazımı “nihayetinde Irak ve Suriye’nin yanında Türkiye El Kaide için esas büyük lokmadır” diye bitirmiştim, oradan devam edelim. Önce bir hatırlatma: Irak ve Suriye’de sürekli mevzi kazanan IŞİD’i (Irak Şam İslam Devleti) El Kaide merkeziyle sorunlu olsa ve El Kaide ile doğrudan irtibatlı gruplarla zaman zaman çatışsa da eninde sonunda El Kaide kapsamı içine almak yanlış olmaz. Çünkü El Kaide alışageldiğimiz yasadışı örgütlerden farklı bir küresel ağdır ve dünyanın herhangi bir köşesinde birileri El Kaide merkeziyle herhangi bir irtibat içinde olmadan pekala onun adına hareket edebilirler. Örneğin geçmişte İngiltere, İspanya, Endonezya, Fas gibi ülkelerde gerçekleştirilen büyük çaplı eylemlerin ne ölçüde El Kaide merkeziyle koordineli olduğu hâlâ tam olarak net değildir.

Buradan El Kaide ile Türkiye ilişkisine geçecek olursak, öncelikle 15 ve 20 Kasım 2003 günlerinde İstanbul’da iki sinagog, İngiltere Başkonsolosluğu ve bir İngiliz bankasına yönelik intihar eylemleri aklımıza gelir. Bunun dışında Türkiye topraklarında El Kaide çizgisindeki bazı kişilerin başka eylemler tasarlamış olduğunu ama bunların engellendiğini biliyoruz. Bildiğimiz bir başka şey de El Kiade’nin Türkiye’yi öteden beri, daha Suriye krizi patlamadan önce, özellikle lojistik amaçlar için, ayrıca Afganistan, Irak, Çeçenistan gibi cihat alanlarına gitmek için transit ülke olarak kullandığıdır. Nihayet, dünyanın dört bir tarafındaki cihatlarda yüzlerce Türkiye vatandaşının (bunların içinde Kürtlerin sayısı giderek artıyor, ayrıca yurtdışında doğup büyümüşler belli bir oranı oluşturuyor) da gönüllü olarak yer aldığını, bazılarının ölüp bazılarının yaralandığını; bir kısmının normal hayatlarına döndüğünü, önemli bir bölümünün de dünyanın bir köşesinden diğerine geçerek iyice profesyonelleştiğini biliyoruz.

El Kaide Türkiye’yi kayırmıyor

Peki El Kaide çizgisindeki kişi ve gruplar Türkiye’ye nasıl bakıyorlar? Hiç de iyi baktıklarını asla söyleyemeyiz. Mart 2001’de çıkan “Derin Hizbullah” adlı kitabımda, “Bin Ladin’inki veya benzeri uluslarötesi bir şebeke Türkiye’de eylem düzenleyebilir mi?” diye sormuş ve şöyle devam etmiştim: “Bunun cevabı kesinlikle evettir. Çünkü bin Ladin oyununu, tıpkı kendine düşman bellediği güçler gibi küresel düzlemde oynuyor. Onun için her yer eylem alanı. Türkiye’de İncirlik üssü başta olmak üzere hedef alabileceği çok sayıda Batılı kişi ve kurum bulunuyor. Bin Ladin’in Mısır ve Türkiye’ye özel önem atfettiği ve bu ülkedeki ABD’ye bağımlı ‘kukla rejimleri’ devirmek istediği biliniyor.” Nitekim TBMM’nin Irak tezkeresini kabul etmemesine rağmen bin Ladin ile doğrudan ilişkili olan Türkiyeli militanlar (ki çoğu daha sonra Irak ve Suriye’de öldü), onun talimatına bağlı olarak İstanbul saldırılarını kotarabildiler. Yakın zamanda Somali’de Türk diplomatik temsilciliğine ve THY çalışanlarına yönelik saldırılar, Musul Konsolosluğu baskını, kamyon şoförleriin rehin alınması gibi olaylar da El Kaide’nin Türkiye yönelik “pozitif ayrımcılık” yapmadığını gösterdi.

AKP iktidarının, başta İsrail’e meydan okumak olmak üzere, dünya çapında İslamcıları memnun edecek bazı adımlar atmış olması, Suriye’deki Baas rejiminin devrilmesi için El Kaide çizgisindeki bazı grupların güçlenmesine göz yumması gibi hususlar kimseyi aldatmasın. El Kaide ve o çizgide hareket eden gruplar için Türkiye kesinlikle esas büyük lokmadır.

Şöyle düşünelim: Suriye ve Irak’ın bazı bölümlerini bir araya getirip bir “hilafet devleti” kurmak isteyenlerin hilafetin son merkezi olan İstanbul’u akıl ve gönüllerinden geçirmemeleri mümkün olabilir mi? Benzer bir şekilde, İslam dünyasının nüfus olarak olmasa da özgül ağırlık olarak küresel anlamda en güçlü ülkesi olan Türkiye’de hükümran olmayı El Kaide neden istemesin? Yine İslam dünyasının Batı’ya en yakın ülkesi olan Türkiye’de elde edilecek herhangi bir başarının El Kaide’nin en temel politik motivsyonu olan “Batı’ya meydan okuma” bağlamındaki anlamı çok açık değil mi?

İyi niyet yetmiyor

Sanmıyorum ki El Kaide ve onun çizgisindeki kişi ve gruplar Türkiye’ye yönelik hayallerini gerçekleştirebilsinler. Yine de iki noktaya dikkat çekmek isterim:

1) Sırf bu yolda atacakları adımlar bile Türkiye’yi çok ciddi biçimde sarsacaktır.

2) El Kaide kendine çok büyük hedefler koymuş olduğu için kazanma şansı çok düşük olan bir hareket, bununla birlikte yok edilmesi hiç de kolay değil. Hatta yediği darbeden çok hasımlarına darbe indirdiğini söyleyebiliriz. Yani El Kaide tarafından “cihad alanı” ilan edilen bir ülke kolay kolay iflah olmayabilir.

El Kaide’nin Türkiye’de dikiş tutturamayacağına inanan veya inanmak isteyen, buna bağlı olarak da “bize kesin bulaşmazlar” diye düşünen çok kişi var. Ne var ki bundan mesela 15 yıl önce Suriye ve Irak için de benzer iyiniyetli tahminler yapanlar çoğunluktaydı, gelinen nokta ortada.

Bu gidişle sıra er ya da geç Türkiye’ye de gelecektir. Ona göre davranmamız ve elimizi çabuk tutumamız gerekiyor.

Yazının devamı...

Kapımızdaki El Kaide

Her ne kadar El Kaide merkeziyle sorunları olsa da IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) ideolojik-politik olarak bu uluslarötesi şebekeyle aynı hatta olduğu açıktır. Dolayısıyla IŞİD’in Irak’ın en önemli şehirlerinden Musul’un önemli bir bölümünü ele geçirmiş olmasını El Kaide’nin kapımıza dayanması olarak görmek yanlış olmaz.

Aslında bu ilk değil. IŞİD öteden beri Suriye’deki varlığıyla Türkiye ile bir tür komşu durumunda, hatta iddialara göre IŞİD’e eleman ve malzeme aktarımında topraklarımız da kullanılıyor.

Şunun altını kalın bir şekilde çizmemiz gerekiyor: Bugün IŞİD Musul’da bayrak sallandırabiliyorsa bunun sorumluları Bağdat, Washington, Tahran ve Ankara ile Erbil’dir. İşin Irak, ABD, İran boyutunu bir kenara bırakıp Türkiye ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ayağına bakacak olursak şunu görüyoruz: Suriye’deki iç savaşta Abdullah Öcalan (dolayısıyla PKK) çizgisindeki PYD öne çıkınca, Ankara ile Erbil koordineli bir şekilde onunla aralarına mesafe koydular, etkisini sınırlamaya çalıştılar ve bundan da doğal olarak en çok Nusra Cephesi ve IŞİD gibi aynı bölgede nüfuz mücadelesi veren radikal İslamcı yapılanmalar istifade etti.

Musul’un IŞİD’in denetimine geçmesi bunun ne kadar vahim bir stratejik hata olduğunu gözler önüne seriyor. Eğer Abdullah Öcalan’ın geçen yılki Newroz mesajında önerdiği gibi Ankara, bölgede Kürtlerle stratejik bir işbirliği yolunda adımlar atmış olsaydı IŞİD bu kadar palazlanmaz ve muhtemelen Musul’daki bu hamleye cesaret edemezdi. Bütün bunlar yaşanmış olsa bile, en azından Ankara’nın El Kaide çizgisindeki yapılanmalarla ilişki içinde olduğu yolundaki kuşkulara yer olmazdı.

Musul dersleri

Musul’da yaşananlardan hareketle şu notları düşebiliriz:

1) ABD’nin Irak işgali bu ülkeye huzur getirmedi, getireceğe de benzemiyor.

2) Bağdat yönetiminin, özellikle ordusunun ne kadar güçsüz olduğu, Amerikan ordusu çekildikten sonraki ilk ciddi hamlede ortaya çıktı.

3) Başbakan Maliki’nin güçsüzlüğüne rağmen KBY’nin peşmerge desteği önerisini kabul etmemesi büyük bir yanlış olarak kayda geçti.

4) Musul’u terk edenlerinin çoğunun KBY’ne sığınması, Kürtlerin güç ve önemini ortaya çıkardı.

5) PKK, IŞİD’in muhtemel bir saldırısına karşı KBY’ye destek önermesi bu iki rakip Kürt yapılanması arasındaki mesafeyi daraltabilir.

6) Ankara ne yaparsa yapsın, Musul olayından sonra Erbil’in Suriye’de PYD’ye karşı eski dışlayıcı tavrını sürdürmesi mümkün görünmüyor.

7) IŞİD’in Suriye’de Kürtlerden yiyebileceği darbeler onun Irak’taki varlığını da tehlikeye atabilir. Bu nedenle olsa gerek IŞİD sözcüleri Kürdistan’a saldırmayacaklarını açıkladılar.

8) Musul olayı, El Kaide’nin Şii düşmanı ideolojisi nedeniyle, azalmış olan mezhep savaşı ihtimalini yeniden tırmandıracağa benziyor. Bundan bölgedeki tüm ülkeler olumsuz etkilenecektir.

9) El Kaide’nin Suriye ve Irak’ta uzun süre tutunabileceklerini sanmıyorum. Ancak tam olarak yok edilmeleri de asla mümkün olacağa benzemiyor. Şu ana kadar bu ülkedeki faaliyetleriyle bölgeyi zaten epey altüst etmiş olan El Kaide çizgisindeki grupların Musul sonrasında çok daha ciddi bir tehlike teşkil ettikleri aşikâr.

10) Türkiye’nin bütün bu yaşananlardan olumsuz anlamda etkilenmemesi kesinlikle mümkün değil. Peşpeşe yapılan son derece vahim stratejik hataların şu ana kadar ödediklerimizden çok daha ağır faturaları önümüze konacaktır.

11) Ankara’nın bundan sonra yapabileceği en vahim yanlış, Musul’daki durum nedeniyle sıkıntı yaşayan Bağdat ve Erbil ile dayanışmaya gitmeyip, onların zor durumlarından istifade etmeye kalkmak olur. Sanmıyorum ki böyle bir yola gidilsin zira Ankara, onca deneyin ardından, El Kaide’yi kullanmaya kalkanın yandığını idrak etmiş olmalı.

12) Türkiye’nin önündeki en büyük risk, topraklarımızın El Kaide benzeri örgütler tarafından bir "cihad alanı" olarak görülmesidir. Dünyanın dört bir yanında, bu arada Irak ve Suriye’de çok sayıda Türkiye vatandaşının El Kaide saflarında gönüllü olarak savaştığı bilindiğinde bu tehlikenin altyapısının zaten hazır olduğu da anlaşılır. Nihayetinde Irak ve Suriye’nin yanında Türkiye El Kaide için esas büyük lokmadır.

Yazının devamı...

Çözüm sürecinde sorun çıkınca ortaya saçılan spekülasyonlar

Türkiye’nin önünü görebilmesi için ne yapıp edip “tüm sorunların anası” olan Kürt sorununu çözmesi şart. Kuşkusuz bu o kadar kolay değil. Çok büyük yaklaşım ve görüş ayrılıkları var, taraflar birbirlerine güvenmiyor, en önemlisi Türkiye’nin bu sorununu çözmemesini isteyen içerde ve dışarda çok dişli odaklar var.

Programına bu sorunu çözmeyi koymuş olan AKP’nin iktidara geldikten sonraki ilk ciddi hamlesi Başbakan Erdoğan’ın Ağustos 2005’de Diyarbakır’da yaptığı konuşmada Kürt sorununun varlığını alenen kabul etmesiydi. Ancak Kürt siyasi hareketinin (KSH) boykotu nedeniyle AKP liderinin uzattığı elde boşlukta kaldı.

İkinci ciddi hamle tam 4 yıl sonra “Kürt açılımı” diye başlayıp “Demokratik açılım” diye devam eden ve nihayet “Milli birlik ve kardeşlik projesi” adını alan KSH’nin de bir ölçüde yer alacağı açılım oldu. Fakat Kandil ve Mahmur’dan ülkeye giriş yapanları karşılama törenleri nedeniyle 19 Ekim’de yaşanan “Habur olayı” nedeniyle açılım durduruldu.

Üçüncü hamlenin MİT yetkililerinin Norveç’in başkenti Oslo’da PKK yöneticileriyle yaptıkları görüşmeler olduğunuysa sızdırılan görüşme kayıtları (tapeler) sayesinde öğrendik. Ve nihayet 2013 yılının başında, merkezinde Abdullah Öcalan ile görüşmeler olan, “çözüm süreci” adı verilen yeni bir dönem başladı ve halen sürüyor.

Ucuz analizler

Bütün bu süreçler boyunca birçok sıkıntı, sorun yaşandı ve böylesi durumlarda hemen bazı değerlendirmeler devreye sokuldu ve bilerek ya da bilmeyerek çözüm girişimleri sabote edilmek istendi. İşte son Lice olaylarının ardından aynı spekülasyonlar tekrar karşımıza çıkıyor. Bazılarını ele alacak olursak:

‘PKK ateşkesi bozmak istiyor’

Lice olaylarının hemen ardından KCK, dün de PKK adına yapılan açıklamalarda AKP hükümetine yönelik çok sert suçlamalar var. Ancak örgüt adına veya sözcüleri tarafından son sürecin değişik aşamalarında, değişik nedenlerle benzer çıkışlar yaşandığını gördük ama ateşkes sürdü.

Bu değerlendirme makul değil çünkü PKK eğer ateşkesi bozmak istese Lice olayına ihtiyaç duymadan da bunu yapabilecek bir örgüt. Ama daha önemlisi PKK’nın ateşkesi bozarak elde edeceği çok şey yok. Zira tekrar çatışma günlerine dönülürse yeni bir sürecin başlaması pek mümkün olmaz. PKK bu savaşı kaybetmese bile kazanması da mümkün değil. Halbuki çözüm süreci herkesin birlikte kazanmasını hedefliyor.

‘PKK Öcalan’ı zor durumda bırakmak istiyor’

KSH içinde Öcalan’ın liderliği tartışma konusu bile değildir. Ama bu onun PKK’ya her istediğini yaptırabildiği anlamına da gelmiyor. Örgüt içinde Cemil Bayık, Duran Kalkan, Murat Karayılan gibi isimlerin herbirinin bir özgül ağırlığı söz konusu ve Öcalan’ın da liderliğine halel getirmeden bunu gözettiğini görüyoruz.

Diyelim ki PKK’nın önde gelen şu ya da bu ismi, birtakım dış güçlerin de teşvikiyle Öcalan’ı zor durumda bırakmaya kalktı ve bunda başarılı oldu. Böyle bir durumda PKK içi dengeler yok olur ve örgüt muhtemelen parçalanır; buna yol açan kişiye de hayrı olmaz. Dolayısıyla her sorunun ardından İmralı ile Kandil arasında kriz çıkartmaya kalmak yerine bu iki odak arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmak daha isabetli olacaktır.

‘PKK devleti -devlet PKK’yı kandırıyor’

Her kriz anında birileri aslında PKK’nın samimi olmadığını, devleti kandırdığını, diğerleri de tam tersini ileri sürüyorlar. Tarafların birbirlerine güvenmedikleri, bu nedenle her türlü sorunun hemen krize dönüşebildiği bir gerçek olmakla birlikte sürecin temelinde “kandırma-kandırılma” olduğu da söylenemez. Çünkü her iki taraf da bu sorunun savaşarak çözülemeyeceğini ve üçüncü şahısları katmadan kendi aralarında anlaşarak çözüm aramanın en hayırlı yol olduğunu çoktan idrak etmiş durumdalar.

Hükümet ya da PKK, Erdoğan ya da Öcalan, şu ya da bu nedenle zaman kazanmak, çözümü acele getirmemek istiyor olabilirler ama her ikisi için de bundan başka bir yol gözükmüyor.

Sonuç olarak spekülasyonlara kendimiz kaptırıp umutsuzluğa kapılmak yerine yaşanan sorunları irdeleyip dersler çıkartmak ve hatalardan öğrenerek süreci sonuna kadar götürmek için çabalamak gerekiyor.

Tabii çözümden yana olanlar için bu sözüm.

Yazının devamı...

Akbabalara rağmen çözüm ve barış...

Kürt sorunu ve çözüm süreci söz konusu olduğunda, bir yanda çözüm yanlısı “güvercinler”, onların hemen karşısında “şahinler” ve ikisinin arasında da “akbabalar” var. Akbabalar öyle sürecin her anında ortaya çıkıp kendilerini belli etmezler. Bazıları çözüm, bazıları da çözümsüzlük yanlısı olarak bilinir. Yine içlerinden kimileri hükümete, kimileri Kürt siyasi hareketine, geri kalanları da muhalif partilere yakın gibi durur. Fakat ne zaman süreç sıkıntıya girse, bunların eski giysilerini çıkardıklarını, pozisyonlarını terk ettiklerini ve büyük bir şevkle sürecin ölümünü ilan ettiklerini, kısacası hep birlikte akbabalaştıklarını görürüz.

KCK’dan sert açıklamalar

Önceki gün Diyarbakır Lice’de yaşanan ve Ramazan Baran ile Baki Akdemir’in ölümüyle sonuçlanan olayların ardından da öyle oldu. Bir yanda kalekol inşaatlarına karşı halk protestolarını PKK/KCK’nın bilinçli bir stratejisi olarak gösterip “devlet (hükümet) oyuna geliyor, Kürtler barış konusunda samimi değil” diyenler, diğer yanda askerlerin göstericilere gerçek mermiyle ateş açmasını hükümetin bilinçli bir politikasının sonucu olarak gösterip “AKP (Erdoğan) Kürtleri kandırıyor, çözüm konusunda samimi değil” diyenler...

Yazıyı yazdığım ana kadar hükümetten Lice hakkında herhangi bir net açıklama gelmemişti. Buna karşılık “KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı” adına peşpeşe iki sert açıklama yapıldı. İlkinde “AKP’nin on iki yıllık politikası açıkça göstermiştir ki, Tayyip Erdoğan ile Çiller arasında amaç ve hedefte bir fark yoktur; sadece Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmede yöntem değişikliğine gidilmiştir” denilerek gençler “bu saldırılara karşı meşru savunmayı güçlendirmek için gerillaya katılmaya” çağrıldı.

İkinci açıklamadaki “Kürt halkının varlığını ve özgürlüğünü zihnen tanımayan AKP iktidarının çözüm dediği oyalama, zaman kazanma, kamuoyunu yanıltma, yeri ve zamanı geldiğinde ise, her türlü kirli savaş yöntemlerini devreye koyarak, hareketimizi darbelemekten başka bir şey değildir” sözlerinin akbabaların iştahını özellikle kabarttığı muhakkak.

Öcalan’ın uyarısı

Acaba umdukları gibi çözüm süreci sona mı erecek? Birkaç gün öncesine gidelim: Abdullah Öcalan çözüm sürecinde yeni bir aşamaya geçildiğini haber verdi, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da onunkine paralel sözler etti; Cuma günü AKP tarafından Diyarbakır’da düzenlenen çalıştayda, bütün eksikliklerine rağmen, sürecin yeni aşaması üzerine kafa yoruldu...

Tabii bütün bunlara paralel ve zıt bir biçimde, dağa çıkan çocuklarını geri almak için eylem yapan aileler üzerinden Erdoğan ve siyasi iktidarın diğer temsilcilerinin Kürt siyasi hareketine, nedense daha çok BDP ve HDP’ye karşı saldırgan ve aşağılayıcı bir dil kullanmış olduklarını da biliyoruz.

Öcalan, HDP’li milletvekilleri aracılığıyla “iki taraftan da kaynaklanan zorlayıcı gelişmelere karşı dikkatli olmaya, tarafları süreci kışkırtacak tutumlardan alabildiğine kaçınmaya, dikkatli ve duyarlı davranmaya” çağırmıştı. Lice’de yaşananlar onun uyarısının isabetli olduğunu bize gösteriyor.

Kuşkusuz dünyadaki benzer örneklerde de görüldüğü gibi, çözüm süreci boyunca tarafların herhangi birinin veya ikisinin birden yapacağı hatalar ya da üçüncü şahısların müdahaleleri nedeniyle nice acı, sıkıntı ve zorluk yaşanacak. Ancak sürecin başarıyla sonuçlanmasını isteyenlerin hemen umutsuzluğa kapılmayıp, meydanı şahinlere ve tabii ki akbabalara bırakmamaları, yanlışlardan ders çıkarmaları halinde süreç yoluna devam edebilir.

Kırılgan bir süreç

Örneğin devlet, bundan yaklaşık bir yıl önce, yine Lice’de Medeni Yıldırım’ın hayatına mal olan kalekol inşaatını protesto gösterilerinden ders çıkartmış olsaydı Ramazan Baran ile Baki Akdemir bugün hayatta olurdu.

Galiba Türkiye’de son dönemde iyice yaygınlaşan, öldüreni değil öldürüleni sorgulama eğilimine fazla güveniyorlar. Fakat şunu unutuyorlar: Lice’de insanlar çözüm sürecine karşı oldukları için değil, tam tersine sahiplendikleri için kalekol inşaatlarına karşı çıkıyorlar. Ama kaybettikleri her can, yaşadıkları her acı onları süreçten soğutuyor.

Siyasi iktidarın (ve onun destekçilerinin) bu süreçte şunu aklından hiç çıkarmaması iyi olur: Kürt sorunun çözümü sadece devletin istemesiyle ve sadece devletin istediği şekilde gerçekleşebilecek bir şey değil.

Yazının devamı...

Herkesin günah keçisi: BDP/HDP

Dün Diyarbakır’da AKP Genel Merkezi AR-GE Başkanlığı tarafından düzenlenen “Yeni Türkiye’nin Açılan Kilidi: Çözüm Süreci Çalıştayı”nın açılış konuşmasını yapan Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, BDP/HDP’yi eleştirip İmralı (Abdullah Öcalan) ve hatta Kandil (PKK/KCK) hakkında olumsuz söz söylemedi. Bu ilk kez olan bir şey değil; partilerin adı DTP iken BDP ve nihayet HDP olarak değişmiş olsa da, AKP iktidarı sözcülerinin Kürt siyasi hareketinin yasal ayağını şikayet etme tutumları değişmiyor. Sadece AKP yöneticilerinin değil, PKK yöneticilerinden arada sırada, Öcalan’dan ise sık sık azar işiten (son dönemde Öcalan’ın azarlarında belirgin bir azalma olduğunu, bunun da muhtemelen açıklamalarının artık avukatlar değil de milletvekilleri aracılığıyla kamuoyuna aktarılmasından kaynaklandığını da not düşelim) yasal alandaki Kürt siyasetçilerin bir tür “günah keçisi” olduklarını söyleyebiliriz.

Öncelik İmralı ve Kandil

Bu kesinlikle hakkaniyetli bir durum değil. Örneğin Atalay’ın HDP ve BDP yöneticilerini eleştirdiği dağa götürülen çocuklar olayını ele alalım. Burada birinci derecede muhatap Kandil, ancak PKK/KCK yöneticileri şu ana kadar herhangi bir tatminkâr açıklama yapmış değiller. Ardından İmralı geliyor, ki son görüşmenin yazılı açıklamasında Öcalan bu soruna doğrudan değinmedi. Esas konuşması gerekenlerin sustuğu ya da kısık sesle bir şeyler fısıldadığı bir ortamda kendilerine mikrofon uzatılan BDP/HDP yöneticilerinin pozisyonlarının hiç de kolay olmadığı ortada. Nitekim konuyla ilgili olarak şu ana kadar söyleyip yaptıkları şeyler kendi tabanları dahil kimseyi memnun etmedi.

Etmesi de mümkün değildi çünkü HEP’ten bu yana kurulan partilerin (ne zamandır adlarını sırayla hatırlayamaz haldeyim, hatırlayabilen de herhalde epey az kişi kalmıştır) öncelikleri her zaman, Kürt hareketinin yasadışı kolunu gözetmek, onları rahatsız etmemek olmuştur. Eskiden bu sadece Öcalan’dı, ama o değişen koşullara hızla uyum sağlamayı bilen pragmatist bir lider olduğu için yasal Kürt siyasetçiler kendisinin hızına ayak uyduramadıkları zaman sıklıkla açığa düşüp çok hata yapabiliyorlardı.

1999 Şubat ayından itibaren Öcalan’a ek olarak PKK yönetimini de gözetmek zorunda kaldılar. Dolayısıyla bir yandan İmralı ile esas olarak avukatlar aracılığıyla temas kurabiliyor olmanın (hele bunlardan bazıları, sonradan anlaşıldığı gibi, aslında devlet görevlisiyse), diğer yandan PKK yöneticilerinin pekala birçok konuda Öcalan farklı düşünebiliyor olmaları nedeniyle çok zorluk çektiler.

“Demokratik açılım”, “Oslo görüşmeleri” ve nihayet çözüm süreciyle birlikte Kürt siyasetçilerin nispeten rahat nefes alabilmeye başladıkları söylenebilir ancak bu süreçlerin tümünde yaşanan sorun ve sıkıntıların faturasının yine onlara kesildiği ve kesilmekte olduğu da bir gerçek.

Dert çok...

BDP/HDP’li siyasetçilerin dertlerinden bazılarını sıralayacak olursak:

- Çözüm sürecinden vazgeçme ihtimali artık kalmamış olan ve İmralı ile doğrudan, Kandil ile dolaylı görüşmeleri riske atmak istemeyen siyasi iktidarın sözcüleri, özellikle de Başbakan Erdoğan, Kürt olmayan kesimleri belli bir noktada tutmak için işin kolayına kaçıp BDP/HDP’yi hedef alıyorlar. Yani Öcalan ve PKK karşısında “güvercin”, BDP/HDP’ye “şahin” oluyorlar.

- Kürt siyasetçilerin, özel olarak iktidar partisinin kendilerine yönelttikleri eleştirilere cevap verme, genel olarak Gezi ve 17 Aralık süreçlerinde yaşandığı gibi, hükümeti eleştirme noktasında özellikle Öcalan tarafından fazla teşvik edilmedikleri görülüyor.

- Her ne kadar Öcalan çözüm sürecinde kendilerine önemli bir misyon yüklediğini söylese de, BDP/HDP temsilcilerine İmralı ile Kandil arasında bir tür “postacı” muamelesi yapılıyor.

- Kürt siyasetçiler, devletin İmralı ve Kandil ile temaslarının tüm detaylarına vakıf olmadıkları için ani gelişen olaylarda tavır almada, sürece zarar vermeme kaygısıyla bocalayabiliyorlar.

- Yasal Kürt partilerinin iç işleyişlerine (yönetimlerin şekillenmesi, milletvekilliği ve belediye başkanlığı adaylarının saptanması...) Kandil ve İmralı sık sık ve kimi zaman ayrı ayrı, hatta zıt şekilde müdahale ediyor.

- BDP’nin büyük ölçüde HDP’ye katılması, geri kalanların da muhtemelen “Demokratik Bölgeler Partisi” adıyla başka bir yapıya dönüşecek olması örneğinde de görüldüğü gibi yasal siyaset alanında kurumlaşmanın önüne hep beklenmedik engeller çıkarılabiliyor.

- Yine daha önce Leyla Zana, son olarak Selahattin Demirtaş örneklerinde görüldüğü gibi bu partiler içerisinde sivrilen isimlerin yükselişleri bir şekilde frenlenebiliyor.

Yazının devamı...

HDP/BDP oyları Erdoğan’ın cebinde mi?

Dünkü yazımda, “çözüm sürecinde girilmekte olan yeni aşamanın cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir ilgisi var mı?” diye sormuş ve tereddütsüz bir şekilde buna “Hem de çok ilgisi var” cevabını vermiştim. Maddeler halinde tekrarlayacak olursak:

1) Son yerel seçim sonuçlarını göz önüne alırsak, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin kaderini büyük ölçüde HDP/BDP seçmeninin belirleyeceği anlaşılıyor.

2) Normal şartlarda HDP’nin kendi gücünü ölçmek için güçlü bir adayla seçime katılması, ikinci turdaysa seçmenini açık ya da örtülü bir şekilde AKP adayına (yüksek ihtimalle Erdoğan) yönlendirmesi bekleniyor.

3) Öte yandan Erdoğan’ın aday olması halinde, kafasındaki başkanlık sistemini dayatmasını daha da kolaylaştıracağı için ilk turda seçilmeyi hayal ettiğini biliyoruz. Yine, bunun belki de tek yolunun HDP/BDP’nin hiç aday çıkarmayıp alenen AKP adayını işaret etmesi veya hiçbir iddiası olmayan bir adayla seçime girip el altından AKP adayına oy verilmesini teşvik etmesi olduğunu da biliyoruz.

Öcalan medyaya konuşursa

HDP’nin aday çıkarmama veya zayıf bir adayla Erdoğan’ı ilk turda seçtirme gibi bir yola gidebileceğine pek ihtimal vermediğimi ancak siyasette her şeyin mümkün olduğunu tekrarlamak istiyorum. Hele işin ucu bir şekilde ülkenin en hayati sorunu olan Kürt sorununa çıkıyor ve Kürt siyasi hareketine (KSH) ve onun lideri Abdullah Öcalan’a cazip bazı teklifler sunuluyorsa bu son derece kritik işbirliği pekala mümkün olabilir. Tabii bunun için her iki hareketin tabanının ikna edilmesi gerekiyor. Açıkçası HDP seçmenini ikna etmek daha kolay olabilir.

Şöyle ki Öcalan’ın önümüzdeki günlerde medya temsilcilerine mülakat vermesi bekleniyor. Onun gazetecilere, hele bir de karşısında kamera varsa, Köşk seçimlerinde iktidar partisini desteklemenin neden daha iyi olacağını anlatması halinde sorun büyük ölçüde aşılabilir. Şu ana kadar olduğu gibi, milletvekilleri tarafından okunan mektup veya yazılı açıklamaların böylesine stratejik bir durumda pek işe yarayabileceğini sanmıyorum.

Erdoğan için çetin günler

Buna karşılık Erdoğan’ın, KSH ve dolayısıyla Öcalan’ın aleni desteğine sahip olması halinde kendi geleneksel tabanında yaşanabilecek olan kırılma ve kopuşların önüne geçmesi çok daha zor olacaktır. Gerek “demokratik açılım”, gerekse “çözüm süreci“ boyunca AKP’ye oy veren kesimlerin hatırı sayılır bir bölümü, büyük ölçüde Erdoğan’a güvendikleri için “nasılsa vardır bir bildiği, bizi satmaz” diyerek çok fazla ses çıkarmadı. Bu kişiler bütün bu süreçleri, çatışmaları durdurmaya yönelik bir oyalamaca olarak görüp işin ucunun Kürtleri tatmin edecek bir çözüme varmayacağını düşündü.

Ancak çözüm sürecinde yeni bir aşamaya doğru yol aldığımız şu günlerde, ortada bir oyalamaca filan olmadığı, sahiden kalıcı çözüme doğru adımlar atılmak üzere olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla destekçilerinin bir bölümünün kaygılarını köklü bir şekilde gidermek zorunda olan Erdoğan’ı çetin bir dönem bekliyor.

Şunu biliyoruz: AKP lideri öteden beri çözüm sürecini, KSH ile görüşen atanmış ve seçilmiş kurmaylarına “güvercin” olmayı uygun görüp kendisi kamuoyunda sık sık “şahin” çıkışlar yaparak belli bir dengede götürmeye çalıştı. Ancak iş ciddiye bindiği ölçüde bu stratejiden, diğer bir deyişle ikili dilden vazgeçmesi gerekecek ki galiba hızla o günle yaklaşıyoruz.

Muhalefetin hevessizliği

Tekrar BDP/HDP oylarının Köşk seçiminde nereye yöneleceği konusuna dönecek olursak şu üç olguyla karşılaşıyoruz:

1) KSH tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin kaderinin kendi ellerinde olduğu yolundaki değerlendirmeler BDP/HDP seçmeninin özgüvenini artırıyor.

2) KSH ile bir çözüm süreci yürütülmesine baştan itibaren itiraz eden, bunu engellemek için çok uğraşan CHP ile MHP’nin, hangi adayı gösterirlerse göstersinler Köşk seçimlerinde BDP/HDP tabanından kaydadeğer bir oy almaları pek mümkün gözükmüyor.

3) Bununla birlikte BDP/HDP seçmeninin bütünüyle AKP’ye, özellikle de Erdoğan’a sempatik baktığını da söyleyemeyiz. AKP liderinin KSH’nin yasal ve yasadışı alanda öne çıkan isimlerine yönelik küçümseyici üslubunun tepkilere yol açtığı ortada. Daha önemlisi hareket içinde epey etkili olan sol düşünceyle irtibatlı kişileri ve tabii ki Alevileri, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı için oy vermeye ikna etmekte Öcalan’ın sözleri bile yeterli olmayabilir.

Yazının devamı...

Beş soruda çözüm sürecinde yeni aşama

Gerek Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın son günlerde söylediklerine, gerekse İmralı’daki son görüşmenin ardından HDP milletvekillerinin okuduğu yazılı açıklamaya (ki bunu Abdullah Öcalan’ın birebir dikte ettirdiği söyleniyor) baktığımızda çözüm sürecinde önemli bir dönüm noktasında olduğumuz anlaşılıyor. Her ne kadar elimizde çok fazla somut bilgi olmasa da, bugüne kadar yaşananlardan hareketle bu yeni dönem üzerine kafa yorabilir ve bunu bazı sorular üzerinden yapabiliriz:

1) Gerçekten çözüm sürecinde yeni bir aşama mı söz konusu?

Öcalan’ın HDP milletvekillerine “En önemli realite sürecin yeni bir aşamaya gelmiş olmasıdır” dediğini biliyoruz. Zaten son İmralı görüşmesinin yazılı açıklamasında öncekilere kıyasla çok pozitif ve ileriye bakan bir üslubun hakim olduğu da açık. Bunlara Beşir Atalay’ın söyledikleri de eklenince pekala “yeni bir aşama”nın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.

2) Başbakan Erdoğan’ın dünkü AKP Grup toplantısında özel olarak BDP’ye, genel olarak Kürt siyasi hareketine karşı üslubu çok sertti. Hal böyleyken yeni bir aşamadan nasıl söz edilebilir?

Hafızamızı zorladığımızda, gerek “demokratik açılım”, gerek Oslo, gerekse de son çözüm sürecinin arifesinde ve en kritik anlarında Erdoğan’ın benzer bir şekilde “şahin” bir üslup benimsemiş olduğunu hatırlarız. Bunun bir nedeni, Kürt hareketiyle görüşmelerde elini güçlü tutmak istemesiyse, esas amacının MHP başta olmak üzere, muhalefetin karşı propagandalarına karşı hazırlıklı olmak olduğu açıktır. Nitekim Erdoğan dünkü konuşmasının ilk bölümünde ağırlıkla MHP tabanına seslenmeye özen gösterdi.

3) Kürt siyasi hareketi de son günlerde daha çok, yol kesilmesi veya çocukların dağa götürülmesi gibi ülkenin batısında rahatsızlık yaratan konularla öne çıkıyor. Bütün bunlarla yeni bir aşamaya geçmek nasıl mümkün olabilir?

Kürt siyasi hareketinin de tıpkı iktidar partisi gibi, görüşmelerde elini güçlü tutmak için sert tutumlardan taviz vermeme gibi bir yaklaşıma sahip olduğu açık. Fakat bütün bunlar belli bir aşamadan sonra süreci tıkama riskini de beraberinde getirebilir. Nitekim Öcalan da herkesi “iki taraftan da kaynaklanan zorlayıcı gelişmelere karşı dikkatli olmaya, tarafları süreci provoke edecek tutumlardan alabildiğine kaçınmaya, dikkatli ve duyarlı davranmaya” çağırdı. Sürecin başarılı olmasını istemeyen iç ve dış odakların bazı provokasyonlara girişebileceği de akılda tutulursa işlerin hiç de kolay olmadığı anlaşılır.

4) Yeni aşamanın ayırt edici özelliği ne olacak?

İlk mesajlardan, yeni aşamada bürokratların (ki kastedilen esas olarak Öcalan ile görüşen MİT yetkilileri) yerini siyasetçilerin alacağını çıkartabiliyoruz. Ancak bu, iktidar partisi ve hükümet yetkililerinin İmralı’ya gidecekleri anlamına gelmiyor. Artık HDP’nin daha fazla öne çıkacağını, bir yandan hükümetle yoğun bir müzakere yürütüp diğer yandan İmralı ve Kandil ile sürekli istişare içinde olacağını düşünüyorum. Buna paralel olarak akil insanlar heyeti deneyiminden hareketle, daha az sayıda kişinin oluşturacağı bir komitenin süreci yakından gözlemlemesi söz konusu. Ayrıca Öcalan’ın koşullarının yeni aşamaya uygun bir şekilde yeniden düzenlenmesini, örneğin gazetecilerle ve bazı sivil toplum temsilcileriyle görüşmesine izin verilmesini de bekleyebiliriz.

5) Yeni aşamanın cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir ilgisi var mı?

Hem de çok ilgisi var. Şu ana kadar yapılan değerlendirmelerden, Köşk seçiminin kaderini büyük ölçüde HDP/BDP seçmeninin ikinci turda yapacağı tercihin belirleyeceği sonucu çıkıyor ve bunun yüksek ihtimalle AKP adayı (o da yüksek ihtimalle Erdoğan) olacağı tahmin ediliyor. AKP liderinin, belli bir süredir fazla ilerlemeyen sürece hız vermeye karar vermesinde HDP oylarını garanti altına alma arayışı muhakkak etkili olmuştur. Hatta Erdoğan’ın, partisinin adayının (hele bu kendisiyse) ilk turda seçilmesini çok istediğini biliyoruz. Bunun belki de tek yolu HDP/BDP’nin hiç aday çıkarmayıp alenen AKP adayını işaret etmesi veya hiçbir iddiası olmayan bir adayla seçime girip el altından AKP’ye oy verilmesini teşvik etmesidir. Açıkçası buna fazla ihtimal vermiyorum ancak yine de “herşey mümkün” diyelim.

Yazının devamı...

Yalova ve Ağrı dersleri

2 il, 7 ilçe ve 5 beldede önceki gün yenilenen yerel seçimlerde gözler tabii ki Yalova ve Ağrı’daydı. Her iki ilde de az farkla kaybetmiş olan AKP’nin itirazları üzerine yenilenen seçimlerden Yalova’da CHP, Ağrı’daysa BDP yeniden galip çıktı. Başbakan Erdoğan’ın bizzat kolları sıvaması, iktidar partisinin bütün imkanlarını seferber etmesi ve bakanların seçim bölgesine akın etmesine rağmen ortaya çıkan bu sonuçtan birçok mesaj çıkarmak mümkün. Ayrı ayrı değerlendirmeye çalışalım:

Yalova :

CHP adayı Vefa Salman 30 Mart’ta 6 oy farkla kazanmıştı, ikinci turda fark 228’e çıktı. Bu durumdan hareketle, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri için CHP ve MHP tarafından dillendirilen “çatı adayı” formülünün pekala başarılı olabileceği yorumları yapıldı. Çünkü yapılan ilk hesaplamalarda 30 Mart’ta MHP ve HDP’ye oy vermiş bazı seçmenlerin bu sefer CHP ve AKP’ye yönelmiş olduğu, aslan payının da CHP’ye düştüğü anlaşılıyor.

Yalova’da “çatı adayı” formülünün kendiliğinden hayata geçtiği ve tutmuş olduğu açık. Ancak Yalova’nın tüm Türkiye’yi ne derece temsil ettiği tartışmalı. Özellikle Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu’daki MHP seçmeninin, cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda AKP ve CHP adayları başbaşa kalması halinde, tercihlerini mutlaka CHP’den yana yapacağının bir garantisi yok.

Bununla birlikte tekrarlanan Yalova seçiminin önce CHP, kısmen de MHP’ye moral verdiği, onları Çankaya seçimlerinde olumlu anlamda motive ettiği kesin. Benzer bir şekilde, AKP’liler de herhalde bu seçimi tekrarlatmış olmaktan pişman olsalar gerek.

Ağrı :

İktidar partisi yöneticileri benzer bir pişmanlığı Ağrı konusunda da yaşıyor olmalılar. Zira BDP adayı Sırrı Sakık 30 Mart’taki 10 oyluk farkı 2579’a çıkarma başarısı gösterdi. Ağrı seçimleri üzerine şu notları düşebiliriz:

1) 30 Mart öncesi, çözüm sürecine karşı olan bazı odakların ortaya attığı “AKP Güneydoğu’yu bilerek BDP’ye terk etti” spekülasyonunu tekzip etmek için Ağrı seçimleri tek başına yeterli olabilir: 30 Mart sonrası oylar defalarca sayıldı, ardından itirazla seçim yeniletildi ve nihayet Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin birçok ağır topu buraya taşındı. Ama olmadı.

2) Ağrı seçimleri, Kürt seçmen için yerel seçimlerde bile “kimlik” konusunun “hizmet”ten önce gelebildiğini gösterdi.

3) Ağrı, Kürt siyasi hareketinin geleneksel olarak en az etkili olduğu yerlerden biri olarak bilinirdi. Gerek bir önceki genel seçimler, gerekse yerel seçimler bu geleneğin aşındığını, Ağrı’nın da Diyarbakır, Batman, Şırnak gibi illerle aynı lige terfi etmekte olduğunu gösterdi.

4) BDP yerel seçimlerde hiçbir il belediyesini kaybetmediği gibi, Mardin ve Bitlis’ten sonra Ağrı’yı da AKP’den almayı başardı. Böylece Şanlıurfa, Ardahan, Muş ve Bingöl dışındaki tüm iller BDP’nin denetimine girdi. Sonuçta Kürt siyasi hareketinin “demokratik özerklik” konseptini hayata geçirmesine elverişli bir yerel yönetim zemini ortaya çıkmış oldu.

5) Ağrı seçimleri, bütün eleştirilere rağmen çözüm sürecinin devam ettiğini, bundan hem iktidar partisinin, hem de ve asıl olarak Kürt siyasi hareketinin olumlu manada istifade ettiğini gösterdi.

Diyanet’e takdir

Soma faciasının ardından camilerde okutulan Cuma hutbesi nedeniyle Diyanet İşleri Başkanlığını eleştirmiştim: http://rusencakir.com/Bosuna-umutlanmayin-Diyanet-hep-ayni-Diyanet/2667

Dün Mardin’deki İl Müftüleri İstişare Toplantısı’nda uzun bir konuşma yapan Başkan Prof. Mehmet Görmez, bu faciayı kadere bağlama yaklaşımlarını açık ve vurgulu bir şekilde eleştirmiş. “Nasıl ki, sonuçlar karşısında müminin metâneti önemliyse sebepler karşısında da feraseti o kadar önemlidir” diyen Prof. Görmez’in konuşmasını şu bağlantıdan okuyabilirsiniz: http://www.diyanet.gov.tr/tr/icerik/il-muftuleri-toplantisi-mardin %E2%80%99de-basladi%E2%80%A6/15978

Keşke onun bu yaklaşımı sıcağı sıcağına hutbeye de yansımış olsaydı. Neyse, zararın neresinden dönülse kârdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.