Tuncay, Soner, Barış’lar, Balbay, Nedim, Ahmet için yazan kalem, Baransu için de yazacak...
.
Beni inanılmaz “profesyonel bir derin istihbarat operasyonuyla” hapse girmem yolunda; hedef tahtasına koyduklarında; iki yaşını süren çocuklarımı baba olarak görme mücadelesi veriyordum...
Onlar büyürken yanlarında olmak, uzaklarında kalmamak, büyümelerine tanık olmak için uğraş veriyordum...
Annelerinden ayrılmıştım...
Bebekler, sorunların ortasında, yaşamın zor labirentleri arasında kalmış; aile dört bir yana dağılmış, savrulmuştu...
***
Çocuk yaparken, gün gelip anneden ayrılmayı aklından geçirmezdi insan...
Çocukların anneyle babayla bir arada yaşamasının dışında bir ihtimali pek düşünmezdim...
Elli yıldır annemle babam öyle yaşamışlardı...
Başka türlüsünü bilmezdim...
Ama hayat böyledir...
Çalıştığınız yerlerden değil, çalışmadığınız yerlerden gelir imtihanın soruları...
O imtihan soruları benim başıma geldiğinde bir başınaydım, yapayalnızdım...
Konuşacağım, danışacağım, paylaşacağım kimsecikler yoktu...
Evin içinde yapayalnız, kapının açılıp çocukların içeri girmesini bekliyordum...
Hayatımın o güne kadarki en zor günlerini yaşıyordum...
***
Tam o sırada oldu olaylar;
Çocuklar “babasız” büyümesinler diye sonsuz uğraşlar verirken, cezaevine düşmem için beni hedefe koyan derin bir operasyona giriştiler...
Ne olduğunu, kimin yaptığını anlayamadığım bir şekilde; beni hedefliyorlardı...
“Hapse girmem için” korkunç ve derin bir operasyonu devreye sokuyorlardı...
Kim yapıyordu, niye yapıyordu o sırada bunu çözmenin, imkanı yoktu...
***
Hiçbir şeyle, hiç kimseyle ilgim, hiç kimseden aldığım telkin, hiçbir talimat, gizli veya açık menfaat yoktu...
Neyin ne olduğunu anlayamıyordum...
Ben gazetecilik dışında bir şey yapmasını bilmiyordum ki...
Ancak gazeteciliğin ne olduğunu bile sorgulamaya başlayacağım günler başlıyordu...
***
İnsanın kendinden bile kuşkuya düştüğü anlar vardır...
Hafızamı zorluyordum;
“Acaba bilmeden bir şey yapmış olabilir miyim” diye?..
Hayır hiçbir şey yoktu...
Hiçbir şey yapmış olamazdım...
Gazetecilik dışında hayatımda, Beşiktaş kulübüne kongre üyeliği dışında hiçbir yere üyeliğim, gizli veya açık ilişkim, bağlantım, temasım yoktu...
***
Derin ve gizli teşkilat üyeliği bir yana, Gazeteciler Cemiyeti’ne ve Sendikası’na bile üye değildim...
Hatta “suçlu gösterilmeye çalışıldığım dönemde” gazetecilik gözümde o kadar kutsal bir yerdeydi ki; “hayattaki en büyük sevgim; kulübüm Beşiktaş’a bile üye olmamıştım...”
“Aktif gazetecilik hele bir bitsin öyle üye olurum” diye...
***
Beni korkunç bir intikamın hedefine koyanlar; çocuklarımın masum “bebekliğine” aldırmıyor;
Günahsız çocukların, babalarına bir şey olur, öksüz kalırlar; üç günlük bebelerin “ahı” üzerimizde kalır bile demiyorlardı...
Gaddarlık ve intikam birbiriyle harmanlanmış, “ailemi toptan dağıtmak için bir giyotin gibi üzerime doğru geliyordu..”
***
O günler; gazetecilerin arka arkaya hapse atıldığı günlerdi...
“Gazetecilik suçuyla değil, terör örgütü kurmak, çete oluşturmak” iddialarıyla...
“Gazeteciler” arasında bir iki tanesi, bana o günlerde çok ağır saldırılarda bulunmuşlardı...
Davalık olmuş mahkeme kanalıyla saldırıları durdurmak için uğramaya başlamıştım...
Nefesimi daraltmışlardı...
Çocuklarımın kokusuna bile hasret bırakmışlardı...
***
Onların bir ikisinin; o günlerde cezaevine girdiğini gördüğümde; korkunç bir hesaplaşmanın ortasında kalacaktım...
Ben ailemi korumak, çocuklarıma kavuşmak için onlara dava açmıştım, ama onlar “gazetecilik adı altında suç örgütü oluşturmak” iddiasıyla, cezaevine girmişlerdi...
***
O sırada benim çocuklarımdan daha önemli olan şeyin, onların özgürlüğü olduğunu o sırada düşünecektim...
Avukatlarla konuşacak, mahkemeye başvuruda bulunacaktım...
“Onları cezaevine götüren bu davalar sürerken, benim hiçbir davamın üzerlerinde kalması mümkün olamazdı... Bütün davaları geri çekecektim... Hepsinin bütün ücretlerini ödeyecek, cezaevindeki gazeteci meslektaşlarımın, onca hayati davanın arasında, cezaevi duvarlarına bakıp gün sayarken, bir de benim davamla uğraşmalarının önüne geçecektim...”
***
Hiçbir gazetecinin, tutuklu yargılanmasını içime sindiremezdim...
Ne Tuncay, ne Soner, ne Barış’lar, ne Balbay, ne Nedim, ne Ahmet...
Şimdi de;
Mehmet Baransu...
Kimse kusura kalmasın...
Benim fıtratım, içtihadım, hayatım ve duruşum böyle...
*****
ŞAFAK PAVEY İÇİN...
Onu iyi bir televizyoncu ve gazeteci yapmak için uğraşıyordum İsviçre’ye gitmeden önce...
Beni dinlemedi İsviçre’ye gitti...
Sonra hayat ona, çok başka bir mecra çizdi...
Geçirdiği kaza, çok uzun süren bir tedavi dönemi, ölümden yaşama yeniden merhaba deyişi ve Birleşmiş Milletler görevlisi olarak çalışmaya başlaması...
***
Şafak Pavey’le gurur duyarken, aldığım bir haber beni; şok etmişti...
Şafak CHP’den milletvekili oluyordu...
Muhteşem bir milletvekilliği dönemi geçirdi bu dört yıl içinde Şafak...
Bu süre içinde, bir kez bile onunla konuşmadım...
Kendi hayatının ve pratiğinin içinde, bir zamanlarki “meslek abi”sinin, ukalalıklarıyla vakit geçirmesin istedim...
Kendi gerçeğini yaşasın, kendi bildiğini okusun istedim...
***
Onunla bu süre zarfında hiç konuşmadım ama, onu hiç de uzak olmayan bir mesafeden hep izledim...
Hissediyordum, hatta biliyordum artık bir dönem daha milletvekili olmak istemediğini...
Kemal Kılıçdaroğlu’nun çok istediğini söylüyorlardı Şafak Pavey’in yeni dönem milletvekilliğini...
***
Ama Şafak artık istemiyordu, hissediyordum...
Genç kadının “milletvekilliği şevki kırılmış, ayak oyunlarının ve Türkiye’nin meçhul siyasi panaromasının ortasında kendini yapayalnız” hissetmeye başlamıştı...
***
Birleşmiş Milletler’de; çok iyi bir maaşı, gelecek garantisini ve Cenevre’deki önemli bir postu bırakarak Türkiye’ye gelmişti...
Dört yıl aradan sonra, eski görevini bulamayacak olsa da, eski kadrosunu bulur, hayatına bıraktığı yerden devam ederdi...
Genç bir kadının uluslararası çok prestijli bir örgütten gelip, Türkiye’de denediği siyasi mecrası da “bu kadar olabiliyordu” işte...
Şafak’ın “Birleşmiş Milletler’deki görevine dönmesini ve kendisine, huzurlu, barışık bir istikbal çizmesini, hararetle destekliyorum...”