Televizyonun sihirbaz çocuklarının “aşk”ları...
.
İki yıl önce Şubat ayının son günlerinde gelen bir telefon; beni canlı yayına çağırıyordu...
Televizyonlardan elimi eteğimi çekmiştim...
Hiçbir gizli kapaklı bağlantım, hiçbir yasa dışı ilişkim, hiçbir gizli ya da derin bir temasım olmadığı halde; arka arkaya yapılan derin operasyonlara “siyasi gibi gösterilen mesleki intikam suikastleriyle”, hayatımı dar etmeye çalışıyorlardı...
Çetin Altan’ın “Büyük Gözaltı” ve “Viski” romanlarında yazdığı bir suikast ve linç kampanyasını andıran linçin baş aktörü haline getirilmiştim...
***
Gazetecilikte 30 yıl meslekte yediği bunca operasyondan sonra; şimdi de hayatında yasadışı tek bir adım atmamış bir televizyoncu ve gazeteciyi, kirli manevralar ve gizli şebekelere bağlı manipülatörlerle, cezaevine göndermek, mahkemelerde süründürmek için, psikolojik savaş başlatmışlardı...
Korkunç günlerin içinde “yatağın iki tarafında yatmakta olan çocuklarıma bütün bir gece sarılarak uyuyordum...”
Çocuklarım; “işlenmekte olan suikasti muhtemelen hissediyor; fakat hiçbir şey söylemeden masum masum babalarına sarılıyorlardı...”
***
Kirli savaşın nereden geldiğini çözemiyordum...
Kimin ne derdi vardı benimle özel olarak anlayamıyordum...
Devletin resmi belgeleri vardı...
“Hiç kimseyle hiçbir bağlantım olmadığını açıkça belirten” resmi evraklar “gizli damgasıyla” orada duruyorlardı...
Bu durumda; kim üzerime bu türden pis bir iftirayı atmaya çalışıyordu çıkartamıyordum o sıralarda...
Çocuklarıma sarılıp, onların sevgisinden güç alarak, hayata tutunmaya çalışmakla yetiniyordum...
***
-“Beni konu eden; hiçbir televizyon programına, hiçbir şekilde çıkmıyorum biliyorsun...” dedim Hande’ye...
-“En sevdiğim, beraber yayın yaptığım arkadaşlarım istese bile...”
Hande Ertekin Tümen; o sırada TV 8’in program müdiresiydi...
Kısa bir dönem benim yönetmenliğimi de yapmıştı...
-“Dünya Kadınlar Günü için Pelin Çini ile Sacit Aslan’ın programına çıkmanızı istiyoruz... Bantları biz kendi ellerimizle yapacağız...” demişti...
***
O zor günlerimde çocuklarımla ilgili Kenan Erçetingöz, Hande Ertekin Tümen ve Sacit Aslan’ın ayrı ayrı yardımlarını görmüştüm...
Onlara “hayır” diyemiyordum...
Yayıncı değil, insan olarak...
Sadece “insanlık” sınavı verdiğimiz günlerdi...
Sadece “insanlık”tan geçmeye çalıştığımız dönemlerdi...
-“Peki” dedim;
-“Size hayır diyemem...”
Hande’ye ve yayınına güveniyordum; bir daha ne aradım ne sordum...
Hiçbir hazırlık yapmadan canlı yayına çıktım...
***
Öyle bir Mina ve Poyraz bandı hazırlamışlardı ki; canlı yayının ortasında “gözümden yaş süzülmemesi için, sesimi kısmak, kafamı öne eğmek, bir müddet hiç konuşmadan durmak zorunda kaldım...”
Canlı yayında hüngür hüngür ağlayıp boşalan bir adam olmak istemiyordum...
Ağlamaktan çekinmezdim...
Ne ki; bunca yıllık yayıncılıktan sonra, “canlı yayında hüngür hüngür ağlamayı” ‘mesleki tecrübesizlik’ olarak algılardım...
Duygularımı vakur bir biçimde mümkün olduğunca kontrol etmeye çalışıyordum...
***
Üç yaşında babalarının yanında büyümeye çalışan çocuklar bir tarafta; kirli bir intikam operasyonu, diğer yanda; hiçbir suçu ve günahı olmayıp “içeri tıktırılmaya çalışılan” gizli ve derin bir yapıya karşı ayakta kalmaya çalışan bir baba...
Hepsi üst üste geliyordu...
Kızımın ve oğlumun canlı yayında masum yüzlerini gördüğümde artık dayanamıyordum...
sular seller gibi boşalmak üzereydi gözlerim...
Nefesimi tuttuğumu ve hiç bırakmamaya çalıştığımı hatırlıyorum...
Nefesi tuttuğum için konuşamıyordum...
Öylesine kalmıştım...
Çok zor günlerdi...
Hiç bitmeyecek gibiydi...
***
Üzerinden iki yıl geçti...
Geçen hafta; hiç beklemediğim bir olay oldu...
O gün o bantları hazırlayan, program müdiresi Hande Ertekin Tümen’den gelen bir “paket” gördüm, kargolarım arasında...
-“Hayırdır inşallah...” dedim...
Açtım; bir de baktım ki bir roman...
“Zevce...” (Bir Aşkı Bağışlamak) adını taşıyor...
***
Kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım...
Zevce 1900’lerin başında bir ailenin başına gelen zincirleme aşkları anlatan, sonunda “imkansız!” bir aşkla finale doğru heyecanla kanatlanan dört başı mamur bir aşk romanıydı...
İnanılmaz bir olayla karşı karşıyaydım...
Gözlerime inanamıyordum...
Aynı duyguyu bir süre önce başka bir kitapta yaşamıştım...
Dünya televizyon tarihine “Canlı Yayında Rüşvet” olayını belgeleyen televizyoncu olarak geçen Taner Dileklen; “Aşkım İçin” diye yazdığı uzun hikaye kitabını bana göndermişti...
***
Televizyon dünyasının sert ve acımasız rating rekabetinde, mucizevi televizyonculuk başarılarına imza atan televizyoncular, “edebiyata yelken açmışlar, aşk romanları ve öyküler yazıp, bana göndermeye başlamışlardı...”
Edebiyatta “Aşkın mucizesini” anlatmak, “televizyonların rating sihirbazı çocuklarına” kalmıştı...
Dünya Kadınlar Günü’nde 2013’ün 8 Mart’ında yayınlanan canlı yayındaki iki dakikalık bölümü yeniden indirdim youtube’dan; kitabı okuduktan sonra...
Mina ile Poyraz için hazırlanan o bandı bir daha izledim...
Konuşamayan halimi, nefesini tutup yutkunan varlığımı hepsini...
***
Sonrası tek başıma yaşadığım bir duygusal kreşendo oldu...
Müzik aleti, enstrümanı olmadan, kendi başıma ‘solo’ haykıran bir “kreşendo”...
Ya sonra?..
Sonra yine “tevekkül...”