Sabahları televizyon, gazete, twitter ve internetsiz bir hayat...
.
Sabah saatlerinde televizyon izlemiyorum...
Erken saatlerde güne nasıl başlanırsa, bütün günün; sabahın ilk saatlerindeki resmin duygusal kontekstinde devam ettiğini biliyorum...
O yüzden sabahın ilk saatlerini, televizyon, gazete, internet, twitter gibi; çatışan enerjilere açık alanlarda geçirmiyorum...
***
Kendi içimi dinleyerek; bir süre iç huzuru ve dinginliği yakalamaya çalışıyor ve güne öyle başlamaya çaba gösteriyorum...
Kendimle kurduğum iletişim; içimden gelen dingin, huzurlu ve barışık enerjiyi alarak günün akışına kendini hazırlıyor...
***
Günün ilk saatlerinde kendi gerçeklerimin ışığında ayaklarımı yere sağlam basamazsam, dışarıda cereyan ediyor görünen olaylar beni istedikleri yöne sürükler...
Dışarda oluyor görünen olaylar, sabahın ilk saatlerinde beni alıp istediği yöne götürmesinler diye, kendi farkındalığımı yaratıyorum...
***
Böylece hayat daha kolay ve yönetilebilir hale geliyor...
Televizyonlar o saatlerde kendi planladıkları program akışlarında; genelde “bir gün öncesinin bol çatışmalı, cinayetli, tartışmalı, kavgalı gündemini” sabah haberleri olarak izleyiciye sunuyorlar...
Sabahın köründe güne; bir gün öncesinin; tartışma, kavga, cinayet gündemiyle başlamak bütün bir günü, aynı etkinin altında sürdürmeye yol açıyor...
***
Keza internet, twitter, sosyal medya mecralarındaki kavgalar, tartışmalar, çatışmalar, dışardaki kavga gündemini, çatışma titreşimlerini, direkt içimize sokuveriyor...
Bunları “almamak” günün ilk saatlerinde; hayatın barış dolu esintisini hissetmek için, bir müddet sessiz, sakin ve dingin bir ortamın oluşması gerekiyor...
Bu ortamı yarattığımda, günün o saatinde enerjiler; büyük ölçüde geri çekildiğinden, duyu organlarım çok daha geniş bir perspektiften hayatı ve olayları okuyabiliyor...
Evrensel akılla o saatlerde çok rahat bir iletişime geçebiliyorum...
***
Aynı etkinin benzerini akşam havanın kararmaya başladığı saatlerde de hissediyorum...
İnsanlardan yayılan enerjiler geri çekiliyorlar...
Beyinlerden saçılan dalgalar, bir miktar azalıyorlar...
“Alan” nispeten boşalıyor...
O saatlerde yazı yazıyorum...
İnsanın, kişisel hayatını yönetebilmesinin, ona egemen olmasının yolunun, kendi içiyle günde en az iki kez iletişim halinde olması gerektiğini biliyorum...
***
O zaman “içimiz” dışarısını yönetiyor... Aksi halde “dışarısı içimize giriyor ve orayı istediği gibi, istediği yöne savuruyor...”
KARISINA VE ÇOCUKLARINA, İLGİLİ AMA DUYARSIZ BİR ‘GODFATHER...’
Dün sabah kalktıktan sonra, ne olduğunu, nasıl olduğunu tam anlayamadığım bir enerji; muhtemelen bir el çarpması, Digitürk’ün birinci kanalını kendiliğinden açıverdi...
Digitürk’te bir yıldır görmediğim, izleyemediğim Oscar kanalını gördüm...
***
Ben sabahları o saatte televizyon açmam...
Hele televizyon kumandasının birinci kanalına hiç basmam...
Geçen yıl Oscar törenleri esnasında yayına giren Oscar kanalı; birinci kanaldan yayın yapmıştı...
Dün aynı Oscar kanalı, bir yıl aradan sonra; kendisini bir kez daha bana fark ettirdi...
-“Ben buradayım atlama beni...” diyordu...
***
Digitürk Şubat ayında Los Angeles’ta Oscar ödül töreni yapılacak olması nedeniyle, bu ayı bir sinema şölenine çeviriyor...
Geçtiğimiz yıllarda Oscar alan muhteşem filmleri arka arkaya ekrana getiriyor...
Dün sabah ünlü Baba filminin 2’ncisi yayındaydı...
***
Her şeyi bir kenara bırakıp, kimbilir kaçıncı kez, Michael Corleone’nin, “mafya dünyasında inanılmaz bir güce kavuşmasını”, eşi ve çocuklarıyla yaşadığı sorunları, ailesini koruma çabalarını, “artan ve önlenemez gücü karşısında”, “gittikçe büyüyen acımasızlığını, gaddarlığını” izledim...
***
Aileye ihanet eden kendi öz kardeşine karşı acımasızlığı...
Çocukları alıp gitmek isteyen karısına karşı, onu çocuklardan zaman zaman mahrum eden duyarsızlığı...
Düşmanlarına karşı artan gaddarlığı; Al Pacino’nun ve Robert De Niro’nun gençlik yıllarının performansından, Baba filminin unutulmaz müziği eşliğinde muhteşem bir etki bırakıyordu...
***
Hayatta acımasızlığın hiçbir şeye çare olmayacağını; Baba filminin üçüncüsünün sonunu bildiğimden fark ediyordum...
Michael Corleone’nin çocuklarına, annelerine, öz ağabeyine ve hayata karşı yaptığı gaddarlıkların; üçüncü bölümün sonunda kendisine nasıl yol, su, elektrik olarak döneceğini biliyordum...
***
İlk zamanlar Michael Corleone’yi, İtalyan bir mafya babası olmasına karşın, tavırları, davranışları, sakin ve kararlı duruşuyla, ailesini ve yakınlarını korumasıyla herkes gibi ben de gizli bir hayranlıkla izlerdim...
***
Dün Michael Corleone’yi yıllar sonra “hayranlıkla” izleyemediğimi fark ettim...
Al Pacino’ya ve oyunculuğuna duyduğum onca saygıya ve sempatiye karşın; Michael Corleone artık benim için “iyi bir karakter” çizmiyordu...
“Büyük ve kutsal gözüken amaçlar” uğruna yapılan gaddarlıklar telafi edilebilir görünmüyordu...
Michael Corleone’nin hayatının adil tecelli eden “son”unu biliyordum...
O “son”a vakıfken, “acımasız yaşamından bir kahramanlık öyküsü yaratmak”, fazla romantik gelecekti bana...
38 SAAT SONRA YAYINLANAN YAZININ ÖZRÜ...
Sevgili okuyucularım,
Pazar günü Vatan gazetesinde çıkan yazım; ne yazık ki Pazar günü tüm gün boyunca Vatan Internet sitesinde yayınlanamadı...
Dün sabah yazı yayınlanmaya kalkılınca, bu kez de Pazar gününün yazıları arasında yayınlandı ve bir gün geçmiş olduğundan Pazartesi günü yine okuyucuya sağlıklı bir şekilde ulaşamadı...
Nihayet yazı ancak dün akşam 18 sularında Vatan Internet sayfasına girebildi... “Mina’ya 9 yıl önceki ve Sevgililer Günü’ndeki mektupları” içeren “Sevgililer Günü” yazısını; dünkü Vatan internet sayfasında, ya da benim geçmiş yazılarım arasında bulabileceksiniz...
Bu “absürd” karışıklıktan dolayı; okuyucularımdan özür dilerim...