“Özal’la; Demirel’i tartıştıramadığım gün...”
.
Emin Çölaşan’la, Mehmet Barlas’ı; Uğur Mumcu’yla Mehmet Altan’ı; Nazlı Ilıcak’la, Emin Çölaşan ve Mehmet Barlas’ı aynı masa etrafında; TRT’ye Ateş Hattı’na çıkardığımız günlerdi... Hızımızı alamamıştık...
Her gün daha fazla uçuyor, her gün daha imkansızı deniyorduk...
***
TRT’nin uzun dikdörtgen biçimindeki eski yönetim kurulu masasına kurulur, saatlerce o haftaki programımızda imkansız neyi yapabileceğimizi konuşurduk...
Bir akşam üzeri uçakla Ankara’dan İstanbul’a dönerken havaalanında; ünlü sanatçı Metin Akpınar’ı görmüştüm...
Kimsenin TRT’yi izlemediği, “devlet kanalı diye aşağıladığı” günlerdi... Özel kanallar rağbetteydi...
***
TRT; Ateş Hattı gibi birkaç programla özel kanallarla rekabet etmeye çalışıyordu... Metin Akpınar; Ateş Hattı’nı izliyordu... Beni görünce, masada kulağıma eğilmiş; -“Devlet kanalında uçmak isteyip ama bir türlü uçurulamayan uçaklara benziyorsun...” demişti...
***
Sözleri beni daha da kamçılamıştı...
TRT de olsa en imkansızın nasıl yaratılacağını, göstermeye yemin etmiştim...
İmkansız görünen birkaç tartışma programını yayınladıktan sonra; kafamı, gecenin bir vakti yaptığımız program toplantısında “imkansız ötesi bir fikre takmıştım...” Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ı Ateş Hattı stüdyosunda canlı yayında tartıştırmak...
***
Devletin en tepesindeki iki kişinin; birbiriyle bir televizyon stüdyosunda tartışması imkansızdı... Böyle bir şeyi düşünmeye cesaret edebilmek için “deli” kelimesi yeterli gelmezdi... Ne ki;
Konu televizyon programcılığı oldu mu; benim hiç bir sınırım yoktu...
“Deli” sıfatı, televizyon yayıncılığında benim için bir iltifattı...
***
Böylesine “deli”cesine bir fikrin; tamamen deli saçması olmadığını gösterecek, mini minnacık bir gerekçem de vardı...
Turgut Özal o sırada, ANAP milletvekillerinin oylarıyla Cumhurbaşkanlığı’na seçilmişti... Özal Cumhurbaşkanlığı’na seçilse de; ANAP son yerel seçimlerde yüzde 21.80 oy almış ve halk nezdindeki çoğunluğunu yitirmişti... Bu bir yerel seçimdi; fakat Süleyman Demirel yerel seçimin genel seçim niteliği taşıdığını söylüyor; bu sonuçlarla ANAP’ın iktidar meşruiyetini yitirdiğini iddia ediyordu...
ANAP milletvekillerinin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilen Turgut Özal’ı “meşru Cumhurbaşkanı olarak saymıyordu...”
***
Ona “Çankaya’nın şişmanı” diyor; Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna ve diğer kabullere katılmıyordu...
Hiç bir davete icabet etmediği için, Özal muhalefetin tanımadığı, elini sıkmadığı bir cumhurbaşkanı olarak Çankaya’da tek başına koyu bir yalnızlığa itilmişti...
***
Çağdaş demokrasilerde bir Cumhurbaşkanı’yla, bir Başbakan’ın televizyon stüdyolarında canlı yayında tartışması abesti; burası doğruydu...
Böyle bir şey olamazdı...
Düşünülemezdi bile...
Ne var ki; aynı çağdaş demokrasilerde “Başbakan’ların ve muhalefet partilerinin seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı, Cumhurbaşkanı olarak tanımamaları da mümkün olmazdı...”
***
Başbakan, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı; resmen Cumhurbaşkanı olarak saymıyordu... Ona “Çankaya’yı işgal eden zat” sıfatını yapıştırıyor; “Çankaya’nın şişmanı” adını takıyordu...
***
Bu durumda; Ateş Hattı gibi bir televizyon programının; “Cumhurbaşkanı Özal’la; Başbakan Demirel’i” bir masa etrafında tartıştırması; televizyonculuğun ve yayıncılığın doğası gereğiydi...
-“Ne yapıp edip, yapmalıyız bu tartışmayı...” diyordum da; başka bir şey demiyordum...
***
Program ekibindeki arkadaşlar her zaman olduğu gibi; “yine delirdi” mealinden yüzüme bakıyorlardı...
Böyle anlarda; durumu biraz yumuşatmam, ayakları yere basan bir sözle ekibi hareketlendirmem gerektiğini biliyordum...
-”Size böyle bir televizyon programı için elimizde bulunan iki büyük avantajdan söz edeyim...” diyordum...
Böyle söyleyince meraklı gözlerle bana bakmaya başladılar:
***
-“Bu televizyon programı, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında olacağından olsa olsa sadece TRT’de olabilir... Dolayısıyla özel kanallardaki programlar bu işi yapamazlar... Arkamızdan nal toplayacaklar...”
Gözleri hafiften parıldamaya başlamıştı... Bu sefer ikinci bombamı patlatmıştım:
-“En kolay televizyon programımız olur bu... TRT’de kimse programı denetlemeye kalkmaz... Bir tarafta Cumhurbaşkanı, öbür tarafta Başbakan... Tartıştır tartıştırabileceğin kadar... Kimsecikler tek laf edemezler...”
***
Böyle söylüyordum;
Çünkü Çölaşan-Barlas tartışmsasından birkaç saat önce TRT Genel Müdürü’ne ulaşmışlar; “Emin Çölaşan’ın canlı yayında TRT Genel Müdürü’ne yükleneceği” iftirasını atarak; “Bu Reha Muhtar sizi mahvedecek... Bu yayına izin vermeyin, sayın Genel Müdür’üm...” demişlerdi... Tıpkı yıllar sonra; SHOW’un patronlarına;
-“Bu Reha Muhtar sizi mahvedecek... Mallarınız, bankalarınız elinizden alınacak...” dedikleri gibi...
Hayat garipti...
Yılanlar hep var olacaktı...
***
Tayfun Akgüner bana çok güvenen “adam gibi adam” bir Genel Müdür’dü...
Ancak Emin Çölaşan ona gazetesindeki sütununda “Bizanslı” adını takmıştı ve alabildiğine eleştiriyordu...
Ben Barlas’la yapacağı tartışmada; Emin Çölaşan’dan rica etmiştim;
-“Abi, Barlas’la TRT’de tartışacaksın... O gün adamın kurumunda tartışırken genel müdür yerine, Barlas’la tartışmaya odaklansan çok sevinirim... Şimdi adamdan bu tartışmanın ‘olur’unu almışken, ona yönelik özellikle bir şey yapmış olmayalım...” demiştim...
***
Çölaşan yılların gazetecisiydi...
Bu durumlarda tecrübeliydi...
-”Merak etme...” demişti;
-”Bu tartışmanın konusu; Tayfun Akgüner değil, Mehmet Barlas’la polemiğimiz...” Buna rağmen; TRT’nin o yıllarda etkin olan bazı televizyoncuları; soluğu Genel Müdür’ün yanında almışlar;
-“Bu Reha Muhtar seni mahvedecek... Yaptırtma bu programı...” diye adamın kafasının etini yemeye başlamışlardı...
***
Özal-Demirel tartışmasında, ekibe hatırlattığım olay bu olaydı...
-”Kimsecikler bize bir şey diyemez şimdi... Bir tarafta Cumhurbaşkanı Turgut Özal diğer yanda Başbakan Süleyman Demirel...” diyordum ve ekliyordum: -“Hadi bir an önce yapalım...”
***
Stratejim bu programlarda hep yaptığım gibiydi... Önce taraflardan birini ikna edecek ve söz alacaktık...
Sonra diğer tarafa;
-“Kaçmazsınız herhalde karşınızdakinden...” diye yüklenecektik...
Demirel görev olarak daha alttaydı...
Demirel’den başlayacak; sonra da Özal’ gidip; -“Süleyman Bey kabul etti... Siz kabul etmezseniz kamuoyunda kaçtı derler... Gelin biz bu yayını yapalım...” diyecektik...
***
Demirel’i ikna etmek daha kolaydı...
O Cumhurbaşkanı Özal’la zaten tartışmak ve onu oradan indirmek istiyordu...
Sonunda Celal Kazdağlı; Süleyman Demirel’e ulaştı...
-“Sayın Başbakan” dedi...
-“Turgut Özal’la Ateş Hattı’ında TRT ekranlarında buluşmanız muhteşem olur... Sizin de siyasi olarak aradığınız zemin bu zemin...”
***
Demirel pragmatik adamdı...
Böyle bir siyasi tartışmanın zeminin kendisine yarayacağını çok iyi bilirdi...
Her şart altında, demokrasi içinde pragmatik bir çare üretmekte ünlüydü...
“Demokraside çare tükenmez...” derdi...
-“Celal Bey kardeşim...” dedi...
-“Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’yla Başbakanı televizyon stüdyosunda tartışır mı?.. Olur mu böyle bir şey?.. Yakışır mı?..”
Pragmatik, hatta bazılarına göre Makyavelist bir siyasetçi bile, “bunun mümkün olmadığını” söylüyordu... Celal’in ise geri adım atmaya niyeti yoktu...
-“Siz de iki siyasetçi olarak tartışırsınız...” deyiverdi... -“Sonuçta iki siyasetçisiniz öyle değil mi?..”
Demirel “Fesüphanallah” çekiyordu, telefonun öbür ucunda... Aslında o da istiyordu böyle bir tartışmayı...
***
Ama “mümkünü yoktu bu tartışmanın...” Celal’e değil, durumun kendisine Fesüphanallah çekiyordu; Süleyman Demirel... Tartışmayı çok istediğimiz halde yapamadık... Sonra yine nahif ve deli cesareti ile imkansız başka denizlere açıldık...
Yine imkansızların peşinden koştuk...
Ara ara; içimden geldikçe Celal’i iğneliyordum: -“Şu Demirel’i; Özal’la tartışmaya bir türlü ikna edemedin... Desene tarih böyle bir tartışma görmedi, görmeyecekti... Siz kabul edin, o nasıl olsa konumu itibariyle kabul etmez... Siz kazanırsınız... Desene ha desene...”
Demirel kabul etse;
Özal; “Bu Demirel; devleti bilmiyor” diyecekti... Demirel bunu göze alamamıştı... Ama ya alsaydı... Yayıncılık, ya da başkalarının bana taktığı adla “deli yayıncılık” böyle bir şey değil miydi sanki?..