Ne mutlu insanım diyene...
.
1.5 milyon dünyalı “Paris’te Republic Meydanı’nda; terörü lanetliyor Pazar günü...”
Yirmi gün önce Paris’teyim...
Paris’in, saldırı öncesi egzantrik ambiyansının son demlerini, yudum yudum içiyorum çocuklarımla birlikte...
***
Paris benim için hiçbir zaman “sadece bir şehir olmuyor...”
Hayatımın şehri her zaman Paris...
Çocuklarım az biraz büyür büyümez, onları Paris’e götürüyorum...
Anılarını Paris’le zenginleştirmekten, vizyonlarını Paris’le geliştirmekten mutluluk duyuyorum...
***
Sonra biz dönüyoruz İstanbul’a...
Paris saldırıların merkezi oluyor birkaç gün içinde...
Pazar günü, Paris Republic Meydanı’nın 1.5 milyon insanla dolduğu sıralarda benim şehrim Paris, canım şiddetle bir sinemaya girmek ve bir filmin dehlizlerinde kaybolmak istiyor...
Son Umut filmine ben de Pazar günü kendi adıma son bir umut olarak giriyorum...
***
Paris saldırısını ve sonrasını Som Umut filminin etkisinde “okumaya“ çalışıyorum...
Filmde Çanakkale Savaşı’nda savaşan üç Avustralya’lı gencin, savaşta yaşadığı korkunç olay işleniyor...
Babaları üç oğlunun birarada yaşadığı o korkunç saatleri, dakikaları bir kez daha yaşıyor, savaşın korkunçluğu bütün boyutlarıyla izleyicinin gözleri önüne seriliyor...
***
Savaşın flashback’leri gösterilirken, o üç gencin yaşadığı korkunç trajedinin “müsebbipleri“ gibi görünen, Türk ordusunun mensupları da karşı çadırda kendi dramlarını yaşıyorlar...
Bir ara Avustralyalı baba Türk komutanlara doğru koşup “katiller“ diye bağırıyor...
***
Sonra “baba“; onların hayatlarının içine giriyor... Onların gözünden Çanakkale savaşını yaşıyor...
Çocuklarını savaşta kaybeden Avustralyalı baba, çocuklarının savaştığı birliklerin komutanından ve askerinden “karşı tarafı“ öğreniyor...
Karşı tarafı yaşıyor...
Karşı tarafı öğrenmeden, karşı tarafı yaşamadan, karşı tarafla empati kurmadan “oğullarının savaşını; ve yaşadıklarını anlamanın mümkün olmadığını fark ediyor...”
Hayatı ancak, karşı tarafı anlarsa, tamamlayabileceğini hissediyor...
***
Üç oğlunun trajedisini, ancak Osmanlı binbaşısı ve askerinin dramı ve savaşıyla birlikte anlamaya çalışırsa, hayatı anlamlandırabileceğini hissediyor...
Aksi halde; hayat nakıslaşıyor...
Bir tarafın mağduriyeti diğer tarafın saldırganlığını anlatan tek bir boyuttan ibaret oluyor...
Bu haliyle yavan kalıyor, doyurmuyor...
***
Paris katliamı; dünyanın yaşadığı tüm katliamların penceresinden, ölen tüm suçsuz insanların trajedisinden, suçsuz bütün masumların coğrafyasından görülmedikçe, “yavan“ kalıyor...
Acı ve tepki büyük olsa da; “global ve caydırıcı“ olmaktan uzak oluyor..
***
Paris; hayatımın İstanbul’la birlikte en özel iki şehrinden birisi...
Benim için bu kadar özel anlamı olan şehre; yapılan saldırı “ruhumun derinliklerine yönelik yapılmış gibi...”
Bu saldırının yarattığı infial içimde sonsuz ve sınırsız...
Ne ki Paris’i kurtarmanın yolu; başka coğrafyaları kurtarmaktan geçiyor...
Bunun farkındayım...
Bunun bilincindeyim...
Paris’in düşmemesi için; diğer coğrafyaların ayakta kalmasının elzem olduğunu görüyorum...
Paris’in; yani şehrimin düşmemesi için;
Müslüman, Hristiyan, Musevi, Ateist, Budist bütün masumların yaşam hakkının tanınmasının şart olduğunu görüyorum...
Ne mutlu “insanım“ diyene...
*****
SON UMUT FİLMİNDEN ÇIKARKEN...
Üç çocuğunuz olacak...
Üçü de savaşa gidecekler...
Üçü de dönmeyecekler...
Karınızla bir başına kalacaksınız Avustralya’da...
Üç oğlunun kaybına karınız daha fazla dayanamayacak, siz uyurken intihar edecek...
***
Tek başınıza bütün acılarınızla başbaşa kalacaksınız...
Karınızın mezarının başında “ölen eşinize söz vereceksiniz...”
Ne yapıp edip akibetleri meçhul çocuklarınızın hiç olmazsa naaşlarını getirip yanına gömmeyi...
Bu trajedinin ortasında 1900’lü yılların başında İstanbul’a gelip, bir Osmanlı pansiyonunda kalmaya başlayacaksınız...
İngilizler İstanbul’u işgal etmişler...
***
İşgal kuvvetleri, güç toplamaya çalışan Kuvay-ı Milliye, Birinci Dünya Savaşı’nın bitimi, Kurtuluş Savaşı’nın başlaması arasında çok karışık bir durumda İstanbul 1919 yılında...
Osmanlı pansiyonunu bir hanım işletiyor; bir küçük oğlu var...
Siz Gelibolu’ya gidip, nerede öldüklerini bilmediğiniz çocuklarınızı bulmaya çalışıyorsunuz...
***
Bu senaryoda; çocuklarını bulmak için ta Avustralya’dan kalkıp gelen babayı Russell Crowe, pansiyonu işleten Osmanlı kadını Olga Kurylenko; Çanakkale’de savaşan Osmanlı binbaşısını Yılmaz Erdoğan, yardımcısını Cem Yılmaz oynuyor...
***
Draması çok güçlü bir film Son Umut...
Russell Crowe muhteşem oynuyor...
Yılmaz Erdoğan, Olga Kurylenko ve Cem Yılmaz da öyle...
Film bir savaşı; yalın ve sade insanların hikayesi haline getiriyor...
Savaşın; gerçek ve yalın halini sunuyor seyirciye...
***
Filme gitmeden önce; bu kadar beğeneceğimi hiç tahmin etmiyordum...
Cast’ı çok güçlü olan böyle “proje filmler“in iyi olmayacağını bilirdim...
Özellikle tasarlanan muhteşem kadrolar, genelde çok iyi olmayan senaryolar ve zorlama algı yönetiminin esiri olan filmler hiçbir şeye benzemezdiler...
***
Son Umut, bütün önyargılarımı yıktı...
Senaryosu müthiş...
Çanakkale’deki kahramanlığı, çok okudum, çok izledim, şiirlerini ezberledim...
Mehmet Akif’in şiirlerinden taşan duygu seli, benim yüreğimde sel oldu aktı...
Fakat Çanakkale savaşını bu kadar yalın, bu kadar insani, bu kadar empati yüklü, bu kadar sade ve bu kadar dokunaklı izlemedim...
Savaşın ne olduğunu, kendi savaşınızın içinden öğrenmek istiyorsanız, Son Umut’u mutlaka izleyin...
Muhteşem bir filmin buruk tadı damağınızda uzun süre kalacak...
Gitmeyecek damaktan...