Şampiy10
Magazin
Gündem

Ölüm yıldönümünde; Uğur Mumcu’yla karşılaşmam...

“Bir maruzatımız var...” demiştim...

-“Ne maruzatı; öztürkçe konuş...” demişti bana... Gazeteciliğe stajyer olarak adı sanı duyulmamış bir ajansta, ilk başladığım günlerdi...

Henüz 20 yaşındaydım...

1979 yılında üniversitenin ikinci sınıfında öğrenciydim...

Uğur Mumcu’nun, “araştırmacı gazeteciliğinin doruğa çıktığı” yıllardı...

Onu okur; her gün biz de “araştırmacı gazeteci” olacağız diye, etrafımızda gördüğümüz pislikleri, kirlilikleri araştırır, Ankara’nın mütevazı araştırma ortamında bir üniversite gencinin görebileceği “amatör perspektiften, büyük gazetecilik başarısı çıkartacağımızı” sanırdık...

***

Siyasal’ın o dönemdeki sosyal demokrat gençleri olarak; “Üniversitede diğer solcu gruplarla didişmek yerine”, gazetecilikte bir şeyler öğrenmeyi doğru buluyorduk...

Gazeteci ustalarla ve ünlü akademisyenlerle ilişkilerimiz “bu düşüncemizden hareketle” başlıyordu...

Bir gün arkadaşlar; kendilerine göre büyük! “araştırmacı gazetecilik” yaparak, Ankara’lı bir işadamının “kirli ve bulanık bağlantılarını” bulduklarını düşünecekler ve bunu;

-“Uğur Mumcu’ya anlatalım... O bu olayın üzerine gider... Rezaleti ortaya çıkartır... En azından bize yol gösterir...” diye tutturacaklardı...

***

Gençtik, heyecanlıydık...

Gazeteci olmak, araştırmalar yapmak olayları ortaya çıkartmak istiyorduk...

Ne ki, aynı zamanda görüyordum ki; arkadaşların ilginç bağlantılar dediği olayın kendisi, bizim “mütevazı öğrenci boyutlarımızı aşıyor”, bizim çapımızın çok ötesine taşıyordu...

Kurduğumuz bağlantıların; ne kadarı Uğur Mumcu’ya özenti, ne kadarı ise “gerçekten araştırmacı gazetecilik örnekleriydi” pek kestiremiyordum...

***

O tıfıllığımızda “rüşvet, kirli para gibi, örtülü bağlantılar gibi”, boyumuzu aşan işleri çözebileceğimize inanmıyordum...

Yine de çok hevesli görünen arkadaşlarımın heveslerini kursaklarında bırakmak istemiyordum...

Uğur Mumcu’dan Siyasal Basın Yayın öğrencileri olarak randevu istedik...

Hiç tahmin etmiyorduk...

Kısa bir süre sonra Mumcu’nun bizi beklediğini söylediler...

***

Görüşme Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda olacaktı...

Konukların kabul edildiği, küçük camekan odada...

Çok kalabalık olmasın diye aramızdan beş kişilik bir grup seçmiştik...

Arkadaşlar konuşmaya benim başlamamı uygun görmüşlerdi...

Konuya bir girizgah yapacak; sonra da arkadaşlar gerisini getireceklerdi...

***

Bense ne söyleyeceğimi biliyor; fakat konuşmaya nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremiyordum...

-“Uğur Abi; bir sorunumuz var...” diye başlasam yanlış olacaktı...

Sorun bizim kendi sorunumuz değildi...

Mumcu yanlış anlayacaktı...

Kendi sorunumuzu anlatmaya gelmişiz sanacaktı... -“Bir derdimiz var...” desek aynı yola çıkıyordu... “Dert” bizim değildi; “Dert Türkiye’nin derdiydi!.. Biz de genç araştırmacı gazeteciler olarak onu ortaya çıkartıyorduk!..”

***

-“Bir konu var... Sizinle paylaşmak istedik...” gibi bir girizgah da bana çok iddialı geliyordu... Adam içinden;

“Siz hangi gazetecilik becerilerinizle, benimle konu paylaşma noktasındasınız” diye içinden geçirebilirdi...

Ona saygısızlık yapmak istemiyordum...

Tek bir alternatifim vardı düşündüğüm...

Onu da Uğur Mumcu’nun hiç sevmeyeceğini biliyordum...

Haddini bilecek bir şekilde ünlü yazara;

-“Bir maruzatımız var; Uğur Abi...” diye başlayacaktım...

***

Uğur Mumcu sıkı bir Öztürkçe’ciydi...

Maruzat kelimesini sevmeyeceğini biliyordum...

Ne ki; bizlerin onun karşısında eşit olmadığımızı; anlatan tek sözcük olarak “maruzat” geliyordu aklıma; başka da bir sözcük gelmiyordu...

Babam Arapça-Osmanlıca profesörüydü... Annem edebiyatçı...

Bizim evde böyle kelimeler sıkça kullanılırdı...

Solcu olmasına solcuydum o günlerde...

Ama Türkçe’yi konuşurken; “eski kelimelerin şiirsel tadından ayrı bir haz alırdım...” Beynime öyle yerleştirilmişti...

***

Tahmin ettiğim tepkiyi hiç beklemeden verdi Uğur Mumcu;

-“Gencecik adamsın... Nereden çıkartıyorsun ‘maruzat’ kelimesini?..” deyiverdi...

Yıkılmıştım...

Konunun ne olduğu kafamdan gitmiş; neden ‘maruzat’ kelimesini kullandığımı söylemeye çalışıyordum...

Neyse...

Takılmadı ve konuyu geçti...

Bizi dinledi...

Tahmin ettiğimin aksine; “konuyu küçümsemedi...”

Yaptığımız araştırmanın bir kopyasını “kendisine iletmemizi” istedi...

İnceleyip, araştıracağını sözlerine ekledi... Dünyalar bizim olmuştu...

Daha Basın Yayın’ın ikinci sınıfında, dönemin en ünlü araştırmacı gazeteci ve yazarıyla sohbet etmiş, ona “kendi amatör perspektifimizden hazırladığımız bir gazetecilik dosya”sını sunmuştuk...

Artık biz de araştırmacı gazeteci sayılabilirdik...

***

Üzerinden yıllar geçti...

“Maruzat” kelimesi yüzünden ilk fırçasını yiyen 20 yaşındaki çocuk; onu programına televizyon programına davet edecek; “Birinci Cumhuriyet; İkinci Cumhuriyet” tartışmasını TRT ekranlarında, Mehmet Altan’la yaptıracaktı...

Birinci Cumhuriyet-İkinci Cumhuriyet tartışmasının TRT’de yapılması korkunç bir fırtına kopartacaktı...

O günden sonraki hafta TRT’de bana “Ateş Hattı’nda ‘Trafik’ konusu”nu işlemem önerilecekti... Herkes “Ne yapıyor bu çocuk?..” diyordu...

***

Bense o gece Ankara Oteli’nin barının dışardaki masalarından birinde oturmuş, program sonrası iki saate yakın Uğur Mumcu’yu dinlemiştim...

Ne kadar çok şey biliyordu...

Bütün isimleri, bütün bağlantıları, herkesin ne yaptığını, hangi kirli işinin olduğunu nasıl da biliyordu...

Ağzım açık onu dinliyordum...

Hiç bitmesin istedim o gece...

Hep konuşsun, ben de hatırımda tuttuklarımla olayları anlayabileyim demiştim içimden...

Gece yarısına yakın bir saatte “Ben kalkayım” demişti...

“Niye teyp getirmedim de bu konuştuklarını kaydetmedim, diye içten içe hayıflanmıştım...”

***

Herhalde bunu bildiklerinden, onu dinleyemememiz için bir süre sonra öldürdüler onu...

Gerçek katillerinin hala kim olduğu bilinmiyor, ya da bilinmesi istenmiyor...

Söylemeye çalıştıkları; ortaya çıkmasın; kirli gerçekler, orta yere dökülmesin, ortaya saçılmasın diye yapıyorlar bunu...

Çok uzun yıllar sonra bir gün Güldal Mumcu’yla konuşurken; o günün Türkiye’sinden bazı olayları anlatıyor, aralarındaki bağlantıları söylemeye çalışıyordum...

-“Sen de Uğur kadar safsın; öyle anlıyorum” demişti bana...

“Usta”nın naifliğini, benim saflığım üzerinden ustaca bir çırpıda anlatıvermişti eşi Güldal Mumcu...

Yazının devamı...

‘Nehir kenarında, düşmanlarının cesetlerinin geçmesini bekleyenler..’

Dün bir kaç yakın arkadaşımla; öğle saatlerinde uzun bir sohbete dalıyorum...

Bir ufuk turu kıvamında, konudan konuya atlıyoruz, bir arada...

Her konudan dersler, öğretiler çıkartıyor; gırgır ve şamata yapıyoruz...

Gırgır ve şamata dozu yerinde, öğreti ve entelektüel yüzleşme ise tadı kıvamında doyulmaz bir sohbet biçiminde sürüyor...

***

Sohbetin entelektüel boyutuna gelindiğinde laf dönüyor, dolaşıyor;

Türkiye’de “savaş sanatını bildiği”ni zanneden kesimlerce bolca edilen bir lafa takılıyor...

O söz şöyle:

-“Nehir kenarında yeterince beklersen;

Düşmanlarının cesetleri yüzerek gelir; önünden geçerler...”

Sözü söyleyen Çinli, filozof, komutan ve askeri bilge Sun Tzu...

***

Çok uzun yıllar önce bu sözü duyuyorum...

Duyduğum ilk andan itibaren; sözün altında yatan ‘mistik’ anlamı fark ediyorum...

O zamanlar uzak doğu felsefeleriyle, Budizm’le, Kuantum’la bu kadar fazla ilgilenmediğim yıllar...

Ancak “doğu mistisizminin içeriğini bilenler; nehrin kenarında yeterince beklersen derken, ‘bekleme’ sözcüğünde fiilin pasif bir içerik” taşıdığını kavrarlar...

***

Sun Tzu; yıllara meydan okuyan bu sözünde;

“Nehrin kenarında yeterince beklemeyi bilirsen, sana kötülük yapanların cesetlerinin önünden geçtiğini görürsün” diyor...

***

Ne var ki; ünlü sözü hayatına rehber edindiğini söyleyen “Türkiye’deki muhteris kalabalık”, “nehir kenarındaki ‘beklemeyi savaşma olarak’ alıyor;” ve tarihi sözü pratikte şöyle değiştiriyor:

-“Nehrin kenarında savaşarak, ölmeden yeterince bekleyebilirsen; düşmanlarının cesetlerinin önünden geçtiğini görürsün...”

***

Külliyen yanlış bir “okuma”...

Sun Tzu ise tam tersini söylüyor...

-“Hiçbir şey yapmadan beklemesini becerebilirsen eğer” diyor;

-“Sana kötülük yapanların cesetlerinin önünden birer birer geçtiğini göreceksin...”

***

Türkiye’de Sun Tzu’nun sözünü referans aldığını söyleyen bir sürü adam yıllardır;

-“Nehrin kenarında oturmuş intikam saatini bekliyor...”

Düşman saydığından intikam almak için her yolu deniyor, sonra da oturup, nehrin önünden ‘düşmanlarının cesetlerinin geçmesini’ arzu ediyor...

Bir müddet sonra gerçekten “düşman saydıklarından bir bölümünün cesedi nehirden geçiyor, geçmesine...”

Ama o cesetler savaşın doğal sonucu oluşan ‘metaforik cesetler...’

***

Nehrin kenarında, hayatın karmik sonuçları çerçevesinde beklediğiniz; kendiliğinden oluşan “cesetler” değil...

Onlar; Çinli bilgenin sözlerini anlamadıklarından, “nehirde oturmuş, intikam ateşiyle kıvranarak kendilerine düşmanlık edenlerin cesetlerinin geçmesini” bekliyorlar...

***

Dün dostlarıma; Çin’li bilgeyi kendi ihtirasları için kurban edenlerin, bu sözün sonuçlarını yaşayamayacaklarını anlatıyorum...

-“Çin’li bilgenin sözlerinde kastedilen; düşmanlara karşı intikam peşinde koşmama, seyir halinde kalma durumudur... Onlara ters köşe yapıp, intikam almaya çalışarak, nehrin yanında beklemek ve cesetlerin geçmesini ummak; başına bela almaktan başka hiç bir sonuç vermez...” diyorum...

Dikkatlice bakıyorlar yüzüme...

*****

‘SAVAŞMADAN KAZANILAN SAVAŞ’

The Art Of War; Savaş Sanatı kitabı, dünyanın en eski savaş strateji kuramı olarak kabul görüyor...

Onüç bölümde toplanan yazılar; Çin’de eski dönemlerde kullanılan savaş ilkelerinin toplu bir sunumu niteliği taşıyor...

***

Nitekim tıpkı söylediğim gibi; Sun Tzu bu sohbetlerde “Gerçek Zafer”i tam tersi bir biçimde tanımlıyor:

“Gerçek zafer...” diyor;

-“Savaşmadan kazanılan zaferdir...

Gerçek önder, savaşmadan kazanan önderdir...”

***

Bu yazıların temel anlayışı, dostlarıma söylemediğim şu felsefede düğümleniyor:

-“Kainatın bütünlüğünün doğal akışına yönelik her türlü müdahale ve zorlama ‘tükenme’nin işaretidir...

Evrenin bütünlüğünün akışına uyum sağlamak önemli ve esastır...”

***

Bu felsefeyi bildiğimden; hayatın şifrelerini deşifre etme dışında hiç bir şey yapmıyorum...

Hayatıma, aileme, çocuğuma, çocuğuma kast edenler; sadece kimlikleri ve yaptıklarıyla deşifre oluyorlar...

Onun dışında; ‘evrenin doğal akışını bozacak’ intikam ateşiyle dolu herhangi bir zorlamada bulunmanın, doğru olmadığını biliyorum...

***

Dün masada arkadaşlarımdan biri soruyu soruyor:

-“Peki sen ne yapıyorsun, böyle durumlarda?..” diyor...

-“Yapılanları ortaya çıkartıyorum... Hepsi bundan ibaret... Başkaca hiçbir şey... Hayat yapılanları yanlış görüyorsa, doğrusunu gösterir... Yapılanlar ‘iyi’yse, yapana ‘iyi’ sonuç verir...

Yapılanlar “kötü”yse yapana ‘kötü’ sonuç verir...

Benim bir şey yapmama gerek yok ki...

Ben bir şey yaparsam ‘evren’in iradesine müdahale ederim...

Evren kendi iradesine müdahaleyi kabul etmez... Müdahale edene; müdahale edemeyeceğini olaylarla gösterir...”

***

Çin’li düşünürün savaş stratejisiyle ilgili sözlerini yazmamın nedeni; bu konuda inanılmaz bir düşünce kirliliği oluştuğuna inanmam...

Her konuda varolan yarı aydın tavrı burada da kendini gösteriyor...

“Ringo’nun İntikamı”nı andıran bir spagetti-western sinema senaryolarından öykünme entelektüel birikim, Çinli bilgelerin savaş stratejileri kitaplarına meze ediliyor...

Egosantrik bir muhteris sosun bulamaçında...

Yazının devamı...

Einstein ve astroloji...

Ünlü fizikçi Albert Einstein; 1933 yılında astrolojiyle ilgili şöyle diyor:

-“Astroloji kendi içinde aydınlatıcı bilgiler içeren bir bilimdir... Bana çok şey öğretti... Ona çok şey borçluyum...”

Çocukken; gazetelerin burçlar köşesinden “fal” niyetine baktığımız... İlk gençlik yıllarında arkadaşlarımız ve flörtlerimizle ilişki geliştirme aracı olarak kullandığımız...

“Yıldız hareketleri, mevsimler ve insan üzerindeki etkileri” konusu, “evrenin içindeki konumlamamızı anlayabildiğim ölçüde, bana bilimsel ve gerçekçi gelmeye başlıyor...”

***

Astrolojinin bir “fal bakma seansı” niteliği taşımadığı...

Çok önemli bilgiler ve bilimsel veriler ihtiva ettiği...

Gezegenlerin, yıldızların ve uzaydaki hareketlenmelerin canlılar üzerindeki direkt etkisinin “bir fal değil, evrenin içinde yaşayan canlılara ait bir evrensel gerçeklik olduğu”nu zamanla anlıyorum...

***

Albert Einstein gibi, dünya çapında gelmiş geçmiş en önemli fizikçilerden birinin; astrolojiyle ilgili söylediği sözleri önemsiyorum...

Einstein “astrolojiyi daha 1933’lerde önemseyerek aslında mesleki kariyerini ve şöhretini tehlikeye atıyor...”

O gerçek bir bilim adamı...

Ortaya çıkardığı gerçekliği, kariyerini bozacağı endişesi taşımadan söylüyor...

Mesleki reputüsyonuna zarar vermesi ihtimalini hiçe sayma pahasına yapıyor bunu...

***

Hangi burcun; hangi burçlarla iyi anlaştığı; hangileriyle hiç anlaşamadığını içeren bilgileri bugün bir kez daha okuyucumla paylaşıyorum...

Astrolojinin beni dünyada bedensel olarak yaşamadığım ilerki yüzyıllarda; bugünkünden de daha itibarlı ve önemli bir bilim olacağı gerçeğini öngörerek...

*****

HANGİ BURÇ HANGİ BURÇLARLA ANLAŞIYOR; HANGİLERİYLE ANLAŞAMIYOR?..

KOÇ;

Çok iyi anlaşıyor: Aslan, Yay...

İyi anlaşıyor: Boğa, İkizler, Kova, Balık...

Anlaşamıyor: Yengeç, Terazi, Oğlak

Ne iyi ne kötü: Başak, Akrep...

BOĞA;

Çok iyi anlaşıyor: Başak, Oğlak

İyi anlaşıyor: İkizler, Yengeç, Balık, Koç...

Anlaşamıyor: Kova, Aslan,Akrep

Ne iyi ne kötü: Terazi, Yay

İKİZLER;

Çok iyi anlaşıyor: Terazi, Kova

İyi anlaşıyor: Yengeç, Aslan, Koç, Boğa

Anlaşamıyor: Başak, Yay

Ne iyi ne kötü: Akrep, Oğlak, Balık...

YENGEÇ;

Çok iyi anlaşıyor: Akrep, Balık

İyi anlaşıyor: Aslan, Başak, Boğa, İkizler...

Anlaşamıyor: Koç, Terazi, Oğlak

Ne iyi ne kötü: Kova, Yay...

ASLAN;

Çok iyi anlaşıyor: Yay, Koç

İyi anlaşıyor: Başak, İkizler, Yengeç...

Anlaşamıyor: Akrep, Kova, Boğa

Ne iyi ne kötü: Terazi, Balık, Oğlak...

BAŞAK;

Çok iyi anlaşıyor: Boğa, Oğlak

İyi anlaşıyor: İkizler, Yengeç, Balık, Koç...

Anlaşamıyor: Kova, Aslan, Akrep

Ne iyi ne kötü: Terazi, Yay

TERAZİ;

Çok iyi anlaşıyor: Boğa, Başak

İyi anlaşıyor: Kova, Balık, Akrep, Yay

Anlaşamıyor: Koç, Yengeç, Terazi

Ne iyi ne kötü: İkizler, Aslan

AKREP;

Çok iyi anlaşıyor: Yengeç, Balık

İyi anlaşıyor: Yay, Oğlak, Başak, Terazi...

Anlaşamıyor: Kova, Boğa, Aslan...

Ne iyi ne kötü: Koç, İkizler

YAY;

Çok iyi anlaşıyor: Koç, Aslan

İyi anlaşıyor: Oğlak, Kova, Terazi, Akrep

Anlaşamıyor: Balık, İkizler, Başak

Ne iyi ne kötü: Boğa, Yengeç...

OĞLAK;

Çok iyi anlaşıyor: Boğa, Başak

İyi anlaşıyor: Kova, Balık, Akrep, Yay

Anlaşamıyor: Koç, Yengeç, Terazi

Ne iyi ne kötü: İkizler, Aslan...

KOVA;

Çok iyi anlaşıyor: İkizler, Terazi

İyi anlaşıyor: Yay, Oğlak, Balık, Koç

Anlaşamıyor: Boğa, Aslan, Akrep

Ne iyi ne kötü: Yengeç, Başak...

BALIK;

Çok iyi anlaşıyor: Yengeç, Akrep

İyi anlaşıyor: Oğlak, Kova, Koç, Boğa

Anlaşamıyor: İkizler, Başak, Yay

Ne iyi ne kötü: Aslan, Terazi...

Yazının devamı...

Adının Ernest Hemıngway olması; içindeki erkek çocuğu büyütmüyor ki!..

Robin Williams gibi muhteşem bir oyuncunun intiharının beni derinden sarstığı günlerden birinde; 21 Temmuz’da Yengeç burcu olan bir arkadaşıma mesaj atıyorum...

-“Üstüne duygusal fazla yükler alma... Robin Williams Yengeç burcuydu... Ernest Hemingway 21 Temmuz doğumlu bir Yengeç’ti... İntihar etmişti... Yengeç duygusal... Yaşamı derin yaşıyor... Bu durumda yükü fazla gelebiliyor...” diyorum...

***

Dün Hemingway’in büyük aşkı Gellhorn’la ilişkisini anlatan; filminden bir bölüm izliyorum...

Philip Kaufman; Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanını da sinemaya uyarlayan, en favori yönetmenlerimden biri...

Hemingway’in Gellhorn’la ilişkisinden sonra; duygusal anlamda bir daha, dikiş tutmadığını fark ediyorum...

***

İntiharına kadar giden olaylarda, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ve “İhtiyar Adam ve Deniz” romanlarının yazarı Hemingway’in, güzel gazeteci kadın Gellhorn’la ilişkisinin “izlerini” arıyorum...

Usta yazarın intiharının anatomisini; bir cinayetin dedektifliği titizliğinde araştırıyorum...

İntihar eğilimi ile doğum günü arasında astrolojik potansiyel bir ağın olup olmadığını, defalarca check ediyorum...

***

Hemingway’in babası ve iki kız kardeşinin de intihar ettiğini görüyorum...

Ünlü yazarın torununun da intihardan öldüğünü, öteki torununun ise “hayatta kendisine hem hediye, hem de lanet olarak geldiğini” düşündüğü Hemingway soyadını terk ettiğini öğreniyorum...

O sırada televizyon haberleri; tıbbın ulaştığı son noktayı müjdeliyorlar...

***

Bir süre sonra yeni doğacak bebeklerde; genetik hastalıklara neden olan DNA’ların değiştirilebileceği müjdesini veriyorlar...

DNA’lar değiştirilse Hemingway’in yaşamı ne olurdu onu düşünüyorum...

Ancak bu düşünceden çabuk sıyrılıyorum...

Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanını ithaf ettiği ve o romanın yazımında kendisine ilham olduğunu ikrar ettiği; Gellhorn’la psişik aşkının üzerimde yarattığı etkiden kurtulamıyorum...

***

Son bir hafta ikinci kez bir filmde Nicole Kidman’ı izliyorum...

En sevdiğim kadın sanatçılardan birisi Nicole Kidman...

Onun; benimle aynı gün doğan ünlü yazarın hayatını alt üst eden Gellhorn’u oynamasına zihnimin derinliklerinden gelen bir çentik atıyorum...

***

Ünlü yazarın “göbek bağını koparamadığı annesinden ve beraber büyüdüğü dört kız kardeşten mütevellit kadına bağımlı erkek çocuk kişiliğinin” hayatını nasıl bir manevi yük haline geldiğini görüp; yarattığı edebiyat için seviniyor, kişiliği ve mutsuzluğu adına üzülüyorum...

***

Erkeğin annesiyle zamanında koparmayı beceremediği göbek bağının, ilerki yıllarda hayatındaki kadınlarla onu kaçınılmaz “bağımlı” ilişkilere nasıl soktuğunun farkındayım...

Çözemediği anne bağımlılığının; onu yaşamının ilerki dönemlerinde nasıl sonsuz dertlere muzdarip kıldığını da biliyorum...

Ernest Hemingway’in hayatından bir kesiti izlerken; bir erkeğin genetik trajedisinin ve annesiyle ilişkisinin yarattığı kördüğüm olmuş dramanın tam göbeğinden geçtiğimin farkındayım...

***

“Beraber olduğu kadına karşı sınırsız bencillik ve o kadına sınırsız ve önüne geçilemez bir bağla; bağımlılık...”

Tıpkı küçük bir erkek çocuk gibi...

Adının Ernest Hemingway olması, erkek çocuğu büyütmüyor ki...

LENİN’E GENÇLERİN ‘DİRİL’ ÇAĞRISI...

Dün Moskova’daki Kızıl Meydan’a gençlerin ellerinde “kutsal su”yla geldiklerini öğreniyorum...

Gençler; Kızıl Meydan’da mozolenin içinde yatan Ekim Devrimi’nin lideri Vladimir İliç Lenin’i kutsal suyla kutsuyorlar...

Bolşevik lider’in dirilmesi için onu kutsadıklarını anlatıyorlar...

***

Moskova’ya gittiğimde, dünya tarihini değiştiren “20. yüzyıl”da tarihin ilk komünist ülkesini gerçekleştiren Sovyetler Birliği devriminin lideri Lenin’in mozolesini görebilmek için ne kadar yoğun çaba harcadığımı hatırlıyorum...

Yoğun çaba harcamamın nedeni; ünlü liderin mozolesinin önünde toplanan kalabalık değil...

Lenin’in ziyaret saatlerini, yeni Rus yönetimi o kadar kısıtlı tutuyor ki; bir türlü istenen saatte Kızıl Meydan’da olup, Lenin’i rahat rahat ziyaret edemiyor kimsecikler...

***

“Geçmişin nostaljik anıları uğruna”; Sovyet liderini birkaç denemeden sonra nihayet mozolesinde ziyaret edip, mumyalanmış halini görebiliyorum...

Bugün Lenin’in ölüm yıldönümü...

Lenin’in vefat ettiğinde sadece 54 yaşında olduğunu fark ediyorum...

Bir insanın 54 yıllık yaşamına; böylesi bir “tarih”i sığdırmasındaki olağandışılığı anlamlandırmaya çalışıyorum...

***

Tüm bunları, 20. yüzyılda milyarlarca genci, işçiyi ve aydını etkileyen bir sosyalist lider için; nostaljik bir anma niyetine yapsam da; Lenin’in artık yaşadığımız çağda siyasi görüşlerinin geniş kitleler üzerinde fazla geçerlilik yaratmadığının farkındayım...

“Onun dirilmesi için kutsal su” taşıyan Rus gençlerinin, çabalarını “geçmişe uzanan anlayış dolu bir tebessümle” karşılıyorum...

Arkasından; hayatın bundan sonra getireceklerine yoğunlaşmaya çalışıyorum...

***

Türkiye’nin gündeminden o kadar yorulmuşum ki, ilk gençlik yıllarımda olduğu gibi dünyanın farklı merkezlerinden farklı gündemler için medet umuyorum...

Oralardan hayat kesitlerini yaşamıma sokuyor; oradaki ilginçliklerden besleniyorum...

Türkiye’nin gündemi “gıda zehirlenmesi yaratıyor ruhumda...”

Yazının devamı...

40 yaşında güzel bir kadının sabah uyandığında başına gelenler...

Christine sabah kalktığında, bir gün öncesini hatırlayamayan kırk yaşlarında güzel bir kadın...

Başından geçen bir kaza onu bu hale getiriyor...Sabah kalktığında, yanında “kocası”nı görüyor...

“Koca”sı ona; geçirdiği hafıza kaybından sonra, çocuklarını menenjitten kaybettiklerini söylüyor...

***

“Koca”sıyla cinsel ilişkiye giremiyor, korkuyor...

Bir psikiyatra gidiyor...

Psikiyatr ona; “her sabah uyandığında, bir gün öncesini kaydedeceği bir kamera veriyor...”

Her sabah onu telefonla uyandırıyor...

Sonra gardroba sakladığı kamerasını alıp, kendi sesi ve görüntüsünden bir önceki günü ve öncesini hatırlamasına uğraşıyor...

Kamera’yı, kocası da dahil kimsenin bilmemesini istiyor...

***

Christine; bulunduğunda, çok kötü bir halde olduğunu öğreniyor...

Yüzü gözü kan içinde, havaalanı pistinin; görünmez bir köşesinde bulunuyor Christine...

Hatırlamayamadığı olayın beyninde çakan şimşeklerinden; bir adamın kendisini öldürmek istediğini hayal meyal hatırlıyor...

Bir otelin koridorunda...

Ancak bu hangi otel...

Christine o otelde ne arıyor?..

Bu kişi kim;

Kocası o sırada nerede?..

Arkadaşları nerede?..

Hiçbir şey bilmiyor ve öğrenebilecek hiçbir yol bulamıyor...

***

Hafızası her gece; yattıktan sonra, uyandığında bir gün öncesini hatırlamıyor...

Kocası ona, çok sevdiği oğullarının, bir süre sonra annesinin kendisini hatırlamamasından duyduğu hayal kırıklığını anlatıyor...

***

Çocuk bir süre sonra “menenjitten ölüyor...”

Kocasıyla yaşayan, “çocuğunu kaybeden” hafıza sorunlu güzel bir kadının gerilimli öyküsü insanı film başlar başlamaz etkisi altına alıyor...

Nicole Kidman’ın natürel güzelliği, ve çekiciliği bu rol için biçilmiş kaftan...

Bir kadının beyninin içine girerek, kadınla beraber “onu kimin öldürmek istediğini, kocasından başka sevgilisinin olup olmadığını, varsa o sevgiliye ne olduğunu” öğrenmeye çalışıyorum...

***

40 yaşlarında güzel bir kadının hikayesi gibi görünen filmin; hayatta karşıma çıkan olaylarla taşıdığı benzerlikler “beni şok ediyorlar...”

Tıpkı 40 yaşındaki güzel kadın gibi; farkediyorum ki benim de hayatımda karşıma çıkan karakterler ve etrafımda yaşayan insanlar; “kendilerini bana tanıttıkları şekilde karakterler değiller...”

Yıllardır çevremde “game filmi gibi”, “görünen karakterlerin, esasen ardına gizlenmiş başka karakterlerin simülasyonları olduğunu fark ediyorum...”

***

Filmi izler ve olayları çözmeye çalışırken, kendi hayatımın çevresinde dönen dolapları bulmaya çalışırkenki psikolojide buluyorum kendimi...

“Uyumadan Önce” filmi, insanın aklının, beyninin ve zekasının önüne konan görünmez blokları kaldırabilecek bir beyin egzersizi filmi...

***

Yakın geçmişe kadar, gizemli filmlerin; senaryo yazarı ile yönetmenin beyin fanteziyle dolu yaratıcılıklarını içeren hayal ürünü yapıtlar olduğunu düşünüyorum...

Bu filmlerin fantezi değil, yaşamakta olduğumuz gerçeklerin kendisi olduğunu, son yıllarda kendi hayatımın tecrübeleri öğretiyor bana...

“Komplo” denilen olgunun; insan beyninin fantezi dolu bir sapması değil, hayatın gerçek bir kurgusu olduğunu neden sonra anlıyorum...

***

Uyumadan Önce filmini izlerseniz; beyninizin algı kapasitesinin arttığını hissediyorsunuz...

Beyninizin bu kapasitesine ihtiyaç duyuyorsunuz...

Yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında; ayakta kalabilmek bu kapasiteyi geliştirmeyi “asgari gereklilik” sayıyor...

Bu durumda ne kadar yaşarsınız bilemem...

Ama “size yaşatanları ve yaşatılanları” mutlaka deşifre edersiniz...

“İyi geceler Türkiye...

Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan...”

*****

BÜYÜK GÜNAH!..

Son yıllarda gözden kaçırılan çok önemli bir şeyi fark ediyorum...

Türkiye siyasi suikastlerin, faili meçhullerin gırla gittiği, birçok insanın “planlanmış bir nedenle taamüden öldürüldüğü”; cinayetlerin üzerinin bilinçli bir şekilde örtüldüğü bir ülke...

***

Kimsenin ilk bakışta kolay kolay fark edemediği çok önemli bir şey yapıyorlar “kuşkulu gölgeler...”

Suikaste uğrayan “mağduru”; yaşadığı hayattan, söyledikleri gerçeklerden, şüphelendikleri kişilerden, üstüne gittiklerinden davalardan bilinçli bir şekilde kopartıyorlar...

Maktülün yaşarken izlediği yolun, üstüne gittiği olguların içini planlı bir şekilde boşaltıyorlar...

***

Yok hükmünde sayıyorlar...

Dün Hrant Dink olayında bunu bir kez daha fark ediyorum...

Hrant Dink kendi ölümünün nasıl geldiğini, ölmeden önce adım adım yazıyor...

Yaşarken potansiyel bir mağdurdu

Hrant Dink...

Potansiyel mağdur herkesten önce önce kendisi bilir;

“Kimler kendisiyle uğraşıyor, kimler onun gerçek potansiyel katilleri?..”

Ancak ölümünden hemen sonra “gizli eller” araya girip; olayı “ustaca” örtüyorlar...

“Maktül’ün arkadaşı”, “maktül’ün yakını”, “maktül’ün dostu”, “maktül’ün yoldaşı” gibi kimlikler ortaya çıkıveriyor ve her biri kendi ezberleri bir senaryoyu “ölüm senaryosu olarak topluma sunuyor...”

***

Manipülasyona ve gerçekleri değiştirmeye yönelik bir durum bu...

Arkasında kimin olduğu belli olmayan bir sürü “komplo iddia” gerçek nedenlerin ve müsebbiplerin üzerini örtüyor...

Algı başka yönlere kaydırıyor...

Öldürülen kişi esasen bir kez daha öldükten sonra öldürülüyor...

***

Son yıllardaki suikastlerde, “Cinayet mahalli, anında ortaya çıkan derin etki ve algı operatörleri tarafından temizleniyor...” Algıyı değiştirecek suç unsurları monte ediliyor... Sonra ölümün üzerinden olayla ilgisi alakası olmayan bir gerçeklik; sorumluymuş gibi sunuluyor...

***

Olayda o kadar çok günah var ki...

“Maktül’e” suikaste kurban gittiği için yazık...

“Öldükten sonra gerçek katiller gizlenip, suç başkasının üzerine atıldığı için bir daha yazık...”

Maktüllerin ruhları; yaşadıkları ortamda “gerçek katilleri bulunmadığı” için nasıl bir sıkışıklık yaşıyorlar kim bilir?..

Ne büyük bir günah bu?..

Yazının devamı...

Ölümü bekleyen güvercinin ürkekliği...

Hrant Dink’in kendi ağzından ölümün gelişi; “Başlangıçta, ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım...

Bu ilk değildi...

Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım... 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada ‘Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu’ söylediğim için ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum...

***

Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım... Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum... Savcı, yazımın sadece bir başına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim ‘Türklüğü aşağılamak’ gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti...

***

Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum...

Kendimden emindim...

Ama hayret işte!..

Dava açılmıştı...

Yine de iyimserliğimi kaybetmedim...

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan Avukat Kerinçsiz’e ‘Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi’ dahi dile getirdim...

Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu...

***

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu... Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

‘Ya sabır’ çeke çeke...

Ama dönülmedi...

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi... Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi... Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum... Şaşkındım...

Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı...

***

‘Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız’ diye dayanmıştım günlerce, aylarca...

Davanın her celsesinde ‘Türkün kanı zehirlidir’ dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında... Her seferinde ‘Türk düşmanı’ olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle...

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı...

***

Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu... Tüm bunlara ‘Ya sabır’ çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum... Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı... Tek silahım samimiyetimdi...

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı... Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım...

***

Hakim ‘Türk Milleti’ adına karar vermişti ve benim ‘Türklüğü aşağıladığımı’ hukuken tescillemişti... Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi...

Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı...

***

İşte bu ruh haliyle, ‘ülkeyi terk edip etmeyeceğim’i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: Aklanamazsam ülkemi terk edeceğim...

Çünkü ‘böyle bir suçu işlemiş birinin; kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur...’ Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım...

Tek silahım samimiyetimdi...”

KARA MİZAH

“Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı...

‘Kara mizah’ dedikleri bu olsa gerekti...

***

Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?..

Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor... İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki ‘Adalet sistemi’ne ve ‘Hukuk’ kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım...

***

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti, beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu... Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı...

Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı...

Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi...”

YALNIZLAŞTIRIP ÖLDÜRMEK

“Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler...

Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık ‘Türklüğü aşağılayan’ biri olarak gören bir kesim oluşturdular...

Bilgisayarım; bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü...

(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim...)

***

Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı?.. Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil... Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence...

“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren...

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum... Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye...

***

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik... Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım...

Başım onunki kadar hareketli...

Ve anında dönecek denli de süratli...

ÖDETECEKLERİ BEDEL...

İşte size bedel...

İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..?

Bilir misiniz..?

Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?..

“Ölüm-Kalım” dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım...

Ve ailece yaşadıklarımız...

Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu...

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım.

“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek...

Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlikeye atmaya hakkım yoktu...

Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım...

***

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım...

Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı...

“Gidelim” dersem geleceklerdi; “Kalalım” dersem kalacaklardı...

Kalmak ve direnmek..

İyi de, gidersek nereye gidecektik?..

Ermenistan’a mı?.. Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı?..

***

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi... Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?..

Rahat bana batardı!

Biz çevremizdeki cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık...

Kalacaktık ve direnecektik...

ÜRKEK VE YALNIZ...

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız...

Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten...

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum...

Bu dava kaç yıl sürer, bilemem...

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim...

Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?.. Bu arada şu gerçeği tek güvencem sayacağım... Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim.. Ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz... Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler... Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce...”

***

Bunları yazdığı gün öldürüldü Hrant Dink...

Bu ülkede yazılan yazının bile katilleri durdurmayacağını henüz bilmiyordu...

*****

KENDİ AĞZINDAN ANLATIYOR HRANT DİNK KENDİ ÖLÜMÜNÜ

Dün; hayatımı, çocuklarımı, anne ile babamı ve yaşamlarını beş yıldır bir suikast zincirinin hedefi yapan “derin bir adresten ve suikastçilerden” bahsetmiştim...

Bir dünya haritası yayınladı dün...

“Gazetecilerin ölümleri”nin haritasını yayınlıyorlardı...

Bizim bölgemiz “tamamen kanla kaplıydı...”

Türkiye’de gazeteci ölümü; çok kolaydır...

***

Cinayet şöyle işlenir Türkiye’de;

Önce suçsuz ve günahsız yere hedef yapılır...

Sözcüklerinden tek bir cümle seçilir;

“İşte böyle söyledi... İşte böyle yaptı...” denmeye başlanır...

Kamuoyu buna hazırlanır...

***

Bunu diyenler, algıyı manipüle edip, o insanı hedefe bilinçli koyan; “derin odakların derin etki ajanlarıdır...”

Kendinizi savunamazsınız...

Kendinizi savunurken, bir ordu halinde tutulmuş ve üzerinize gelen etki ajanlarının saldırısına ve istilasına uğrarsınız...

***

Sonunda günahsız yere hakkınızda “suçlu algısı yaratırlar, hedef haline getirirler”; böylece infazın “işaret fişeğini tetiklerler...”

Cinayeti “adı sanı duyulmamış bir genç işlemiş görülür...”

Cinayeti işleyenler; aslında tetikleyenlerdir...

***

Bu kirli oyun Türkiye’de hep böyle oynanır...

Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürüldüğü gün; nasıl öldürüleceğini biliyordu; ve ölümünü adım adım bir güvercin ürkekliğiyle yazdı...

Bugün onun yazısının çok geniş bir kesitini yayınlıyorum...

Hrant Dink’in nasıl öldüğünü kendi ağzından okumanız için...

İnsanların bu ülkede nasıl öldürüldüğünü bilmeniz için...

Yazının devamı...

“Eğer bir kalbim olsaydı; nefretimi buzun üzerine kazır, güneşin çıkmasını beklerdim...”

Bir ay önceydi...

Öğlen saatlerinde, bir brasserie’de oturmuş yemek yiyordum...

Bir isim söylendi konuşmanın bir anında...

Bir anda; hayatımın son beş yılındaki bütün şifrelerin çözüldüğü, bütün nefretin, kinin ve intikamın ortaya çıktığı isimdi bu...

Beş yıldır beni “günahsız“ yere ölüme göndermeye çalışan adresin ta kendisiydi o isim...

***

Ne olduğumu şaşırmış, durumu tam anlayabilmek için günlerce, haftalarca olayların üzerinden geçmiştim...

Nasıl bir intikam duygusunun “böyle bir suikast zincirini tetikleyebileceğini“ anlayamamıştım...

Düşündükçe, konuştukça, paylaştıkça olayların gerisi geliyordu...

Her şey bütün gerçekliğiyle ortaya çıkıyor;

Ben, çocuklarım ve ailem, anneme ve babamdan öteye; geçmiş nefretin öznesi sayılan tüm insanlara yapılmış; bitmek bilmeyen bir intikam operasyonu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyordu...

***

Son yıllarda yaşanan davaların özellikle birisinin ardında “sanıklara ve cadı avına maruz kalanlara yönelik“ kampanyanın intikam mimarisi ortaya çıktıkça gözlerim faltaşı gibi açılıyordu...

Her şey ortaya çıkıyor, karanlık noktalar deşifre oluyordu...

***

Önceleri “öğrendiklerime“ inanamıyordum...

Zaman insan için inanılmaz bir panzehir oluyor...

En ürkütücü gerçeklere bile hayat sizi alıştırıyor...

“Bu büyük ve bitmek bilmeyen nefret“ karşısında, önce öfkeleniyor, sonra bunu nasıl anlayamadığınıza hayıflanıyor; sonunda rahatlıyordunuz...

Ancak rahatlama; “ilk andaki öfkenizi“ yatıştırmaya yetmiyordu...

***

Bu süre zarfında Paris’e gittim...

Çocuklarımla yakın durup, birbirimize sokulup sevgimizi buram buram hissettiğim günler geçirdim...

Arkasından annemi ve babamı alıp, çocuklarla birlikte bir yılbaşının gecesinin birlikte geçen sıcaklığında “içimi huzurla doldurdum...”

***

Hiçbir şey söylemedim onlara...

Babam felç geçirmişti...

Sol bacağının üzerinde desteksiz yürüyemez hale gelmişti...

Beş yıl korku filmlerine konu olacak bir dehlizden geçmiştik, o sıralarda bir yaşında olan çocuklarım, büyüklerim ve ben...

***

Hayat bizi ailecek hiç bilmediğimiz dünyalara savurmuştu...

Olaylar yaşamımı, hiç tahmin etmeyeceğim bir düzleme taşımıştı...

Yaşam artık bambaşka bir perspektiften görünmekteydi gözlerimize...

***

Ruhum daha önce hiç bilmediği, görmediği, yaşamadığı bir mecraya doğru yönelmişti...

Hayat değişmişti...

Bütünüyle ve bir daha geri dönmeyecek şekilde...

***

Önceki sabahın ilerleyen saatlerinde, bir duygu patlaması olduğunu fark ettim yüreğimde...

Adını koyamadım o anda tam...

Dün sabah bir arkadaşımın; bir yazıma referans yaparak gönderdiği Marquez’in veda sözlerinde buldum o sihri...

***

Şöyle diyordu ölmeden önce yazdığı veda mektubunun bir satırında Gabriel Garcia Marquez:

-”Tanrım; eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin çıkmasını beklerdim...”

Dün Marquez’i bir daha okudum...

Onu izlemeye karar verdim...

Ve güneşin çıkmasını beklemeye koyuldum...

*****

TÜRKİYE VE DÜNYA İÇİN MARQUEZ’İN VEDA MEKTUBUNU YAYINLIYORUM...

“Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim;

Ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm...

***

Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim...

Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm...

***

İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır...

Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim...

Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim...

Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım...

***

Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım...

Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin çıkmasını beklerdim...

***

Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim...

Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim...

***

Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı...

Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim... Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim...

***

Ve aşk içinde yaşardım...

Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım...

Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır...

***

Çocuklara kanat verirdim...

Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım...

Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim...

***

Ey insanlar!..

Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim...

Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim...

***

Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim...

***

Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim

pek işe yaramayacak...

Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir

şekilde...

Artık ölebilir miyim?..”

Garcia Gabriel Marquez

Yazının devamı...

‘Sessiz gemi’ Nazım Hikmet’in annesine yazılan bir aşk şiiridir!

Birkaç yıl önce, Nazım Hikmet’in hayatını araştırırken; edebiyat çevrelerinde çok söylenen ve bilinen bir aşkın kapısını aralamıştım... Bu Nazım Hikmet’in büyük aşklarından biri değildi...

Nazım’ın dünyalar güzeli annesinin “satır aralarında küllenmiş, İstanbul’da bir adanın vapur iskelesinde şiire dökülmüş mahsun bir aşkının silüetiydi...”

Nazım Hikmet’in güzeller güzeli annesine; ünlü şair ve Nazım’ın hocası Yahya Kemal aşık olmuştu... Yarım kalan bu trajik aşk; sonradan ünlü bir şarkı da olacak, çok ünlü bir şiirin yazılmasına vesile olmuştu...

***

Yazıldığı günden bu yana; “ölümü en iyi anlatan şiir“ olarak bilinen Sessiz Gemi şiiri, ölümü anlatan bir şiir değil; Nazım Hikmet’in annesine yazılmış bir aşk şiiriydi...

Yahya Kemal şiiri; adadan vapurla İstanbul’a giden Celile Hikmet’e duyduğu büyük aşkın hüznünü resimlemek için yazmıştı... Celile Hanım’ın, İstanbul’a vapurla gidişi esnasında adada kalan Yahha Kemal’in duygu dünyasını yansıtıyordu Sessiz Gemi şiirindeki dizeler... Bu gerçeği, çok dolambaçlı yollardan yaptığım araştırmalar sonucu ortaya çıkarmıştım...

Yazı Vatan’da yayınlandı... Büyük ilgi gördü... Sosyal medyada, etkin ve yoğun bir dolaşıma sahne oldu... Ne ki; yazıyı Nazım Hikmet’in annesiyle, büyük şair Yahya Kemal’in yaşadığı yarım kalmış bir aşkın anatomisinden kaleme almıştım... Bu gerçekti... Ama edebiyat tarihi açısından daha önemli gerçek araştırmalar sonucu ortaya çıkan şu gerçekti; Dillerden dile dolaşan Sessiz Gemi şiiri ve Sessiz Gemi şarkısı “Nazım Hikmet’in annesi Celile Hikmet’e yazılan“ bir şiirin adıydı...

***

Dün Nazım Hikmet’in 113. doğum yıldönmüydü... Bu gerçek hikayeyi, ünlü şairin doğum yıldönümünde “Annesine yazılan muhteşem aşk şiiri”yle yeniden anlatmak istedim... Annesinin kimliğinde ve yaşadıklarında Nazım Hikmet’i Sessiz Gemi’yle anmak birçok kişiye egzantrik gelebilir... Ne ki hayat, aşk ve edebiyat görebilenler için zaten egzantriktir...

‘HOCAM OLARAK GİRDİĞİNİZ BU EVE BABAM OLARAK...’

Olayı genç Nazım Hikmet de fark etmişti...

Necip Fazıl’dan sonra bir gün Yahya Kemal’in siyah pardösüsünün cebine bir not bıraktı...

Kâğıtta Yahya Kemal’e hitaben şöyle yazıyordu:

“Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz...”

***

Bu not üzerine ünlü şair, tedirgin oldu... Bir süre Celile Hanım’ın evine gelmedi... Genç Nazım’la karşılaşmaktan çekindi.

***

Celile Hanım ise Yahya Kemal yüzünden kocasından boşanmış, bütün İstanbul’un kulaktan kulağa dedikodusunu yaptığı bir aşka “evet” demişti...

Artık evlenmek istiyordu...

Yahya Kemal bir taraftan kadını deliler gibi kıskanıyor, diğer yandan bu eviliğe yanaşmıyordu...

SESSİZ GEMİ’NİN YAZILIŞINA NEDEN OLAN OLAY

Yahya Kemal’in Nazım Hikkmet’in annesi Celile Hanım’a duyduğu aşkı anlatırken, aktardığı olay inanılmazdı...

Şöyle aktarıyordu yaşadıklarını büyük şair: “1916 yılından 1919 yılına kadar o kadına deli gibi aşık oldum... Bu kadın yazın adada otururdu... Ben de orada idim...

Deli divane olmuştum...

Sonbahar’da Nişantaşı’ndaki evini düzenlemek için İstanbul’a inerdi...

1916 Sonbaharı’nda yine İstanbul’a iniyordu... Ben müthiş muzdariptim...

***

Artık vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar...

O gidinceye kadar Ada dopdolu idi...

Gider gitmez benim için boşalıverirdi...

Tam o günlerde Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul’a dönecek lafı çıktı...

***

Hakkı Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul’a geldiğinde geceler düzenler, İstanbul’un bütün güzel kadınlarını çağırırdı... Benimki de oralara gidecek diye içim burkuluyordu...

Hatta kendisine bu endişemi söylemiştim... Gitmeyeceğine yemin etmişti...

***

Bir gece Ada Oteli’nde otururken, yandaki iki kişinin ‘Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor... İstanbul’daki bütün güzel kadınlar davetli’ lafını ettiklerini duydum...

Müthiş bir acıyla yerimden kalktım...

İskeleye doğru gittim... Son vapur çoktan kalkmıştı...

***

Sert bir lodos esiyordu... Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe’ye geçmeye karar verdim...

Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı...

Çok para verince biri ikna oldu...

Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı... Denizde çalkalanıp duruyorduk... Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı...

***

Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum...

Sırılsıklam Maltepe’ye gelebildik...

Hemen bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım... Yoktu...

Bunun üzerine Maltepe’den Bostancı’ya yürümeye karar verdim... Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım... Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim...”

***

“Kan ter içinde Bostancı’ya geldim...

Vakit hayli geçti... Karakola gittim. ‘Bana bir araba bulunuz hastam var’ dedim...

Aradılar taradılar birini buldular..

Yine bir sürü para verdim...

Arabayla yola koyuldum...

Kadıköy, oradan Üsküdar... Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı. Penceresini vurarak onu uyandırdım. ‘Benimki evde mi’ diye sordum? Adam halime bakıp şaşırdı: ‘Evde, bu akşam çıkmadı!’ dedi, ‘Ne diyorsun diye bağırdım?’ Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini araştırttım... Sözüne inanamıyordum. ‘Çık bir bak! Evde mi?’ diye adamı zorladım... Adam çarnaçar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş uyuyor! demiş... Geldi haber verdi... Sanki dünyalar benim oldu...

***

Apartmanın karşısında bir arabacı meyhanesi vardı. Orada sabaha kadar içtim... Sabahleyin, doğru eve çıktım... Benim halim berbat. Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı... Sarmaşdolaş olduk...”

KIRIK AŞK HİKAYESİ...

Celile Hikmet resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destan bir kadındı... İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınları arasındaydı...

1900 yılında bu dillere destan güzellik, Osmanlı’nın meşhur valilerinden Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlendi. Türk şiirinin dünya çapındaki en önemli ismi Nazım Hikmet de bu beraberlikten doğacaktı... 1916’da Celile Hanım‘la eşi Hikmet Bey arasında şiddetli bir geçimsizlik başladı...

O günlerde Yahya Kemal, Bahriye’de okuyan genç Nazım Hikmet’in şiir hocası olarak eve gelip gitmeye başlamıştı...

Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’la, Yahya Kemal arasında filizlenen aşk kısa bir süre sonra Celile Hanım’ın anlaşamadığı eşinden boşanmasıyla sonuçlandı...

***

Tutkuyla, ateşle, kıskançlıklarla dolu tarihin sayfalarının arasına gizlenen aşk başlıyordu... O aşkın aktörleri sadece Celile Hanım ve ünlü şair Yahya Kemal değildi...

Nazım Hikmet, Necip Fazıl hatta Celile’nin yeğeni Oktay Rıfat’ın, yani Türk şiir dünyasının bütün ustalarının bir tarafından dahil oldukları bir aşktı o...

***

Heybeliada’da okuyan genç Bahriyeli Nazım, hafta sonları okuldan çıkar annesinin yanına gelirdi... Yahya Kemal o günlerde genç birer Bahriyeli olan Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın bulunduğu öğrenci grubuna şiir dersleri verirdi... Yahya Kemal hafta sonları “Genç Nazım Hikmet’e Türkçe ile şiir dersleri” verirken, İstanbul’un en güzel kadınlarından Celile Hanım’la yakınlaştı...

***

Nazım’a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım ile Yahya Kemal sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetlere başlamışlardı... Bir süre sonra bu ilişkinin kokusu Nazım’ın ve Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğu Bahriye mektebinde duyuldu...

***

Dedikoduların ayyuka çıkması üzerine Yahya Kemal bir süre okula gelmedi... Geldiğinde karşısına öğrencisi Necip Fazıl çıkacaktı... Hocası Yahya Kemal’e şöyle dedi: “Hocam, kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk... Sınıfın bu durumdan duyduğu derin üzüntüyü size söylemek isterim...”

***

Hocasına yönelik bu alaycı, ironik, dalga geçen tutum bir Deniz Harp Okulu öğrencisi Bahriyeli için kabul edilmezdi. Necip Fazıl “Bu aşk ilişkisini alaycı bir şekilde ima eden” sözleri nedeniyle ‘kodes’ adı verilen tahta dolabın içinde cezaya gönderildi okulda... Ne ki Fransızcayı ana dili gibi konuşan, piyano çalan, natürmort resimler yapan dünyalar güzeli, sanatçı Celile ile Yahya Kemal’in aşkı alevinden bir şey kaybetmedi...

YARIM KALAN AŞKIN SİLÜETİ...

Yahya Kemal deli gibi aşıktı, ama evlenmekten hayatı boyunca korkmuştu...

Belki, böylesi bir kadına hiçbir zaman sahip olamayacağını bilmekten, belki o beraberlikte ters bir olaydan ürkmekten, belki de genç Nazım Hikmet’ten ve etraf ne der diye ürkmekten?..

***

O günlerde Celile Hanım, Yahya Kemal’e bir mektup yazdı, şöyle diyordu:

“Bugün Pazar belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim...

Gelmedin mahzun oldum...

Verdiğin konferansa gelmedim, kalabalıktır memnun olmazsın diye, fakat hep aklım sende idi...

Çok çok göreceğim geldi...

Beni niye aramadın...

Sana gücendim canımın içi, pek göreceğim geldi... Ben o günden beri yani Salı gününden beri evdeyim, dikiş dikiyorum... Evimiz için çalışıyorum...”

***

Celile Hanım’ın beklediği ve uğruna kocasından boşandığı o evlilik hiçbir zaman olmadı...

Yahya Kemal hep kaçtı o evlilikten ve beraberlikten...

NAZIM HİKMET’E YARDIM ETMEDİ...

Uzun yıllar geçti bu olayın üzerinden...

Nazım Hikmet büyük bir şair olmuştu...

Sosyalistti... Dönemin iktidarı tarafından hapislerde süründürülüyordu...

Celile artık yaşlanmıştı...

***

O güzelliğinden eser kalmamış üstüne üstlük kör olmuştu... Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata Köprüsü’nde açlık grevine başlamıştı o görmeyen gözleriyle anne yüreği... Tuhaf bir rastlantı sonucu, Celile açlık grevi yaparken, Yahya Kemal Galata Köprüsü’nden geçti...

***

Büyük aşkını gördü...

Ama yanına gitmedi...

Bir zamanlar “Hocam olarak girdiğin eve babam olarak girmeni istemiyorum” diyen genç Nazım Hikmet’in kurtulması için kör gözlerle açlık grevi yapan Celile’ye destek imzasını vermedi... Hızla uzaklaştı oradan...

***

Öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıktı Yahya Kemal’in...

Şöyle yazıyordu:

“Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir... Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim...”

***

Celile aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece Paris’e giderken, Sirkeci Garı’nda vermişti Yahya Kemal’e göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.