Şampiy10
Magazin
Gündem

Işık Kansu’nun; 37 yılın ardından Cumhuriyet’ten ayrılması...

Dün Işık Kansu’nun 37 yılın ardından, Cumhuriyet gazetesinden ayrılmak zorunda bırakıldığını, yazılarına son verildiğini okudum internet sitelerinde...

37 yıl öncesinden tanıyordum Işık Kansu’yu...

Aynı okuldaydık...

Benden iki yıl ilerdeydi...

***

Birkaç hafta önce; Işık Kansu bir yazı yazarak Cumhuriyet’in Charlie Hebdo olayındaki politikasını eleştiriyordu;

-“Fransa’da Charlie Hebdo dergisine düzenlenen aşağılık saldırı sonrası Cumhuriyet gazetesi düşünce ve basın özgürlüğünden yana tutumunu sürdürürken, 14 Ocak Çarşamba günü dergi ile dayanışma gerekçesiyle yaptığımız yayına katılmadığımı vurgulamak isterim...” dedi...

***

Kansu’nun katılmadığını söylediği yayın; dergideki karikatürlerin Cumhuriyet gazetesince de basılmasıydı:

-“Cumhuriyet gazetesi, evrensel gazetecilik ilkelerinin ötesinde kendi dünya görüşü ve değerleri açısından, halkın kutsal bildiği simgeler dahil, hiç kimseye hiçbir düşünce ya da inanca saygısızlık yapmamayı bugüne değin özenle savunmuştur...”

***

“Vurulan parçalanan yakılan öğretmenim Muammer Aksoy’u, gazetecilik ustam Uğur Mumcu’yu, Kemalist toplumculuğun izcisi olduğum Ahmet Taner Kışlalı’yı, sevgili şair ağabeyim Behçet Aysan’ı, karikatürist kardeşim Asaf Koçak’ı, değerli büyüğüm Muzaffer İlhan Erdost’un kardeşi İlhan Erdost’u hiç unutmadık...

Dolayısıyla her büyük terör eyleminin ardından, kirli tezgahlar yattığını çalışmaları, kitapları ve yazıları ile kanıtlamaya çalışmış bir gazeteci olarak, gazetemiz Cumhuriyet’in çeşitli bahanelerle hedef haline getirilmesinin ya da gösterilmesinin ve adeta kuşatılmasının, boğazlanmak istenmesinin perde gerisinde mutlaka kötü niyetler olduğu kanısındayım...

Okurlarıma yazılarıma bir süre ara vermek için izin istiyorum...”

***

Böyle diyordu son yazısında Işık Kansu...

Dün Işık Kansu’nun Cumhuriyet’te bir daha yazamayacağını aktarmaya başladı internet siteleri...

Görüşleri kendisinindir...

Benim değil...

Ama bu görüşleri savunuyor diye, 37 yıldır Cumhuriyet gazetesinde gece muhabirliği, muhabirlik, büro şefliği ve yazarlık yapan bir gazeteci dostum ayrılırken; içimde oluşan hüzün benimdir...

Kimsenin değil...

*****

IŞIK KANSU YOKSA, CUMHURİYET KALBİMDE DEĞİL, RAFTADIR...

Onu; Mülkiye’liler Birliği’nde ilk gördüğüm günü hatırlıyorum şimdi...

Bir akşam üstü okuldaki arkadaşlar;

-“Hadi...” demişlerdi;

-“Mülkiye’liler Birliği’ne gidelim... Herkes oradadır... Oturur sohbet ederiz masalarda... Çok cıvıltılıdır orası...”

Yüksel caddesinde önünden hep geçtiğim Mülkiye’liler Birliği’nin kapısından içeri hiç girmemiştim...

Önünde kocaman bir bahçesi vardı...

Bahar ve yaz aylarında dolu dolu masalar, geceleri beyazlaşmış kadehlerde içilen rakılar, yaz gecelerinden süzülen anason kokusu, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olmanın dayanılmaz karizması, mezeler ve kahkahalarla dolu sohbetlerin dayanılmaz cazibesi...

Mülkiyeliler Birliği benim için buydu...

***

Şimdi ben; Siyasal Basın Yayın öğrencisi olarak oraya mı gidecektim?..

Alırlar mıydı ki beni oraya?..

-“Mezunlardan başka, dördüncü sınıfları alıyorlar...” dedi arkadaşlar...

-“Aramızda bir tane dördüncü sınıf öğrencisi var... Ama içeride tanıdık da vardır... Biz gireriz...”

Korka korka gitmiştim Mülkiye’liler Birliği’ne;

Alacaklar mıydı acaba beni oraya...

Daha henüz birinci sınıf öğrencisiydim...

Gazeteci de değildim...

***

-“İçerde mezunlar bizi bekliyor...” dedi arkadaşlar ve biz kapıdan yavaştan süzüldük...

İçeri girmiştim...

Mutluydum...

Bütün masalar doluydu...

Bahçede şenlik var gibiydi...

Mezunlar, öğrenciler, Mülkiye mezunu bürokratlar, diplomatlar, kaymakamlar, hukukçular, gazeteciler; herkes ama herkes oradaydı sanki...

***

Üçüncü sınıf öğrencilerinin olduğu bir masaya iliştik...

Onu ilk orada gördüm...

-“Işık Kansu...” dediler...

-“Ceyhun Atıf Kansu’nun oğlu...”

Minyon, yakışıklı bir çocuktu...

Yanımdakiler fısıldadılar kulağıma.

-“Cumhuriyet’te çalışıyor...”

Gözümde aniden bir ikon halini almıştı Işık...

-“Gece çalışıyorum...” diyordu; Cumhuriyet’te...

-“Akşam 16’da gidiyorum gazeteye... Gece 1-2 gibi çıkıyorum işin bitiş saatine göre...”

***

Kuyruklu bir yıldız gibi seyrediyordum Işık Kansu’yu...

-“Kaçıncı sınıftasın?..” diye sordum...

-“Üçteyim...” dedi...

Dördüncü sınıfa geçecekti...

Okul bitmeden gazeteciliğe başlamış, üstelik Cumhuriyet gibi hepimizin hülyası ve rüyası olan gazeteye girmişti...

Gıpta etmiştim ona...

İçimden şöyle geçirmiştim;

-“Ben ne zaman gazeteciliğe başlayacağım da, merdivenleri atlayıp Cumhuriyet gibi bir gazeteye geçebileceğim?..”

Hiç mümkün görünmüyordu bu olasılık o sıralar bana...

***

Işık’ın ise çoktan davranışlarına “bir gazetecinin, bir cumhuriyet muhabirinin vücut dili yerleşmişti...”

Artık bizim gibi bir Basın Yayın Öğrencisi değil, Cumhuriyet gazetesinin bir muhabiri gibi davranıyor, öyle konuşuyordu...

En çok onun, Cumhuriyet gazetecisi kimliğine gıpta etmiştim...

***

İki yıl sonra, Işık gibi, benim de Milliyet gazetesinin Ankara bürosundan içeri muhabir olarak adım atacağımı o sırada söyleseler, diyenlere “deli” diye bakardım...

Işık Kansu’ya o kadar gıpta etmiş, ona o kadar öykünmüştüm ki, hayat iki yıl için de beni en fazla sevdiğim gazetenin Ankara bürosuna taşımıştı...

Şimdi 35. yılını kutladığım gazetecilikte, 37 yıl önce Cumhuriyet’e başlayan gece muhabiri o genç gazeteci; bugün bir yazıyla gazetesini eleştirdi diye, o gazeteden ayrılmak zorunda bırakılıyordu...

***

O gün Cumhuriyet gazetesini her haliyle içselleştirmiş, her haliyle yaşayan o gece muhabiri genç gazeteci geliyor gözümün önüne şimdi...

Işık Kansu yoksa...

Benim için Cumhuriyet kalbimde değil raftadır...

Bunu da böyle bilsin o Cumhuriyet’i yönetecekler...

Yazının devamı...

Yakıcı bir aşk... Anna Karenina...

“Mutlu aileler hep birbirine benzer ama mutsuz ailelerin hepsinin farklı mutsuzluğu vardır...”

Böyle başlar Lev Tolstoy; ünlü romanında Anna Karenina’nın öyküsüne...

***

Evli, bir erkek çocuk annesi, çok güzel ve genç bir kadındı Anna Karenina...

Kocasıyla aşk evliliği yapmamıştı...

Esasen onu çok sevdiği söylenemezdi...

Sevdiği tek şey küçük oğlu Seryosa’ydı, öyle düşünürdü...

***

Çetin Altan “Kadınlar esasen sevmedikleri adamların çocuklarını da çok sevmezler... Âşık oldukları adamın çocuklarını severler...” derdi...

Anna Karenina da bu gerçeği çok sonraları çocukları arasında bir tercih yapmak zorunda kaldığında anlayacaktı...

***

Trenle bir gün Moskova’ya giderken istasyonda yakışıklı Kont Aleksei Vronsky ile tanıştı Anna...

Tanışır tanışmaz birbirlerine yıldırım aşkıyla vuruldular...

Anna evliydi...

Bir çocuğu vardı...

Bugün olsa sadece ‘yasak’ kapsamına girerdi evli ve bir çocuklu Anna Karenina’nın aşkı...

1800’lü yılların Rusyası’nda ise bu aşk esasen “ölüm” demekti...

***

Tehlike; duyguları tetikler...

Korkusu adrenalin salgılatır...

Anna Karenina ve Kont Vronsky yıldırım aşkı başlatan bu karşılaşmadan sonra kalplerine ve alev alev yanan vücutlarına söz geçiremeyeceklerdi...

***

Buluşmaya başladıklarında Anna her seferinde içinden “Hayır buna bir son vereceğim...” derdi...

Sonra o yakıcı duygunun esiri olurdu...

Vronsky’i görünce her şeyi unuturdu...

Ondan ayrılırken onu yeniden görmek isterdi...

Sırılsıklam aşıktı Kont’a ve hayatında ilk kez gerçekten

sevdiğini hissediyordu...

*****

KADININ TEHLİKELİ AŞKI...

Bir kadın “aşık” olduğunda tutkusunun onu sürekleyeceği yerin haddi hesabı yoktur...

Erkekler, kadının her şeyi “hesaplayıp kitaplayıp” yaptığını zannederler...

Oysa gerçek şudur...

Bir kadın “Aşık olana kadar çok hesaplıdır...”

Kadının aklının ereceği hesaba kafası basan erkek henüz dünyaya gelmemiştir...

Ama bu bir erkeğe gerçekten âşık olana kadar geçerlidir...

Olduktan sonra, kadının kimyası bozulur...

Tutkuları, vazgeçilmez duyguları, erkeğinden kafasını uzaklaştıramadığı takıntıları ve tümüyle değişen kimyasıyla “kadın artık kendi çıkarlarını kollayabilen bir hesap kadını” olmaktan çıkmıştır...

***

Artık tehlikeli bir aşıktır o kadın...

Her an her şeyi yapabilecek bir cesarete sahip yırtıcı bir panter, aşkı ve tutkusu için gerekirse yedi düvelle çarpışacak bir savaşçıdır o sırada...

Bu söylediklerimiz Anna Karenina için de geçerliydi...

***

Anna kocası Karenin’e ve küçük oğluna aldırmadan Vronsky’den hamile kaldı...

Artık Vronsky’nin bebeğini karnında taşımaktaydı...

Evli ve çocuklu bir kadın, 1800’lerin Rusyası’nda, “kendisine bir âşık ediniyor ve inanılmaz bir şekilde ondan hamile kalıyordu...”

***

Çünkü...

Aşık olan kadın tutkusundan “utanmazdı...”

Bir gün at yarışlarını izlerken, Kont attan düştü...

Anna sevgilisinin attan düşmesi üzerine, herkesin ortasında korkudan ve üzüntüden düşüp, bayıldı...

Dedikoduları ayyuka çıkmış olan yasak aşk deşifre olmuştu...

Herkes Anna’nın; Kont’a âşık olduğunu iyice anlamıştı...

***

Anna kocasına Kont’a âşık olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı...

Kocası Karenin; karısına müthiş bir öfke duydu...

Bir avukatla görüşerek, “karısıyla boşanmasının sebebinin aldatılma olduğunu” kayıtlara geçirmesini istedi...

Ancak Karenin doğumdan sonra boşanmaktan vazgeçti...

Anna ise bir kız çocuğu dünyaya getirmişti...

*****

YAKICI AŞKIN KISKANÇLIĞI...

Sevgilisinden kızı olan Vronsky, onun boşanamadığını görünce, intihara kalkıştı, ancak tetiği; kurşunun karnını sıyıracak şekilde çektiği için ölmedi...

Anna Karenina bunun üzerine boşanmayı boşverip, sevgilisi Kont Vronsky ve bebeğini alıp İtalya’ya gitti...

***

Kocasından olan oğlunu ise geride bırakmak zorunda kalmıştı...

Çetin Altan’ın dediği gibi; “Kadın, esasen âşık olduğu adamın çocuğunu sever”di...

Bu arada kocasını ve erkek çocuğunu bıraktığı Petersburg’da herkes Anna’nın dedikodusunu yapmaya başlamıştı...

***

Aşk çekici ve yakıcı bir duygudur...

Tehlikeler, imkânsızlıklar, zorluklar aşkı tetikler, duyguları kamçılar...

Ne ki, çoğu aşk yıllar geçtikçe, aynı yakıcılıkta, aynı ateşte, aynı arzuda, aynı cazibede ve aynı heyecanda sürmez...

Hele hele aşkı için büyük fedakârlıklar yapanlar, bir süre sonra o fedakârlıklarına karşılık gelmediğini hissettiklerinde, büyük hayal kırıklıkları yaşarlar...

***

Aşkın yakıcılığının yerini, yavaş yavaş kuşkuların ve kendine dönüşün aldığı dönemdir o dönem...

Aşkın tetiklediği deli duygular yerini kıskançlıklarla tetiklenen, “pişmanlıklar”a bırakır...

***

Bir süre sonra Anna ile sevgilisi Vronsky arasında da sorunlar baş gösterdi...

Uğruna kocasını ve oğlunu terk eden Anna Karenina, sevgilisinin artık onu “sevmediğini” düşünüyordu...

***

Ve bu aşk uğruna terkettiğini düşündüğü oğlu aklına düşmeye başlıyordu...

Ona haksızlık yaptığını düşünüyordu...

Oğlunu özlemişti, oğlunun hasretine dayanamayacaktı ve ne pahasına olursa olsun geri dönecekti...

***

Petersburg’a geri dönmeye böyle karar verdi...

Fakat çevre yasak aşk yaşayan kadını dışladı...

Ona lanetli muamelesi yaptı...

Eski arkadaşları onunla arkadaşlık yapmak istemediler...

Bir daha aralarına kabul etmemeye kararlıydılar...

***

Sahip olamadığını kazanmanın tetikleyici ateşi; sahip olduğunu kıskanmanın arızsıyla birleşince; tutku gitmiş, sihir bitmişti...

Anna artık vicdan azabı çekiyordu...

Öte yandan kocası ise ona oğlunu göstermiyordu...

***

Anna oğlunu görmek istiyor, ancak pek bir şey yapamıyordu...

Perişan bir ruh haline sürüklenmişti...

Altı ay boyunca kocasının boşanmaya razı olması için bekledi...

Toplum içine çıkamıyordu...

Üstelik sevgilisi Vronsky’yi de kıskanmaya devam ediyordu...

Sevgilisiyle kıskançlık tartışmaları çekilmez hale gelmişti...

*****

TREN GARINDA BAŞLAYAN...

Bir tren garında âşık olmuştu Anna Karenina...

O aşk onun bütün hayatını değiştirmiş, o yakıcı tutku, onu maceradan maceraya sürüklemiş, kocasından ayrılmış ama boşanamamış, çocuğunu terk etmiş, yeni çocuk yapmış, âşık olduğu ve uğruna her şeyi göze aldığı sevgilisini kıskanmış, onun kendisini sevmediğini düşünmüş, geri dönmüş, bu kez de oğluna kavuşmamıştı...

***

Şimdi hayatında ne okkalı bir aşk, ne çocukların huzuru, ne de bir erkeğin varlığı görünüyordu...

Ona hayat “lanetli kadın” muamelesi yapmaya başlamıştı...

Herşeyi kaybetmişti...

Öyle hissediyordu...

Kendisini tren raylarına atarak hayatına son verdi...

***

Bir tren garında başlayan aşkla altüst olan hayatı, bir trenin altında kalarak bitmişti...

Kadınların her şeyi hesaplı yaptığını söyleyen erkekler, hayatı “hesaplı ve ruhsuz olan erkeklerdir...”

Bir kadını anlayabilmek için “kadının içindeki tutkuyu yakalayabilmek gerekir...”

***

Tutkusu yakalanmamış kadın aşık olmayan kadındır...

Anna Karenina öyküsü bir aldatma hikayesi değildir...

Anna Karenina “bir kadının tutkusunun” hikayesidir...

Kadının; ölümü göze alan “ölümsüz” tutkusunun!..

(10 Ocak 2013 tarihli yazımı bazı değişiklik ve düzenlemelerle yayınlıyorum...)

Yazının devamı...

Medya yazıları... Cumhuriyet’in başına Hasan Cemal geçebilir mi?..

Utku Çakırözer TRT’De Ateş Hattı programını yaparken, benim yanımda çalışıyordu;

“Akıllı, zeki ve çalışkan bir muhabirdi...”

1995 yılında TRT’den ayrılıp Ateş Hattı programını İstanbul’a taşıyarak Star televizyonuna transfer ettiğimde, Utku Ankara’da kaldı...

Milliyet gazetesine girdiğini öğrendim...

Başkentte, yıllar içinde meslek merdivenlerinde yükseldi ve önce Ankara temsilciliği, sonunda da, ateşten gömlek olan; böyle bir dönemde Cumhuriyet gibi bir gazetenin genel yayın yönetmenliğini üslendi...

***

Dediğim gibi ateşten bir gömlekti giydiği...

Uzun süre bu görevde kalması mucizeydi...

O da kalabileceği kadar kaldı...

Dün ayrıldı...

Utku’nun ayrılmasıyla medyada bir “fırtına” koptu...

Cumhuriyet’in başına kim geçecekti?..

Sınıf arkadaşım Can Dündar ile;

Milliyet’ten uzun yıllardan gelen dostum Umur Talu’nun isimleri ön plana çıktı dün internet sitelerinde...

***

Can; zaten Cumhuriyet gazetesinde yazıyordu...

Onun genel yayın yönetmenliği sürpriz olmazdı...

Umur Talu; Milliyet gazetesine; Cumhuriyet’ten gelmişti...

Orijini orasıydı...

Meslekte bu noktada genel yayın yönetmenliği yapmak ister miydi bilmem; ama ikisi de Cumhuriyet’te yayın yönetmenliği yapabilecek isimlerdi...

***

Ancak ben; sanki bu dönemde çok başka bir ismin Cumhuriyet gazetesine genel yayın yönetmeni olarak düşünülebileceğini hissediyordum...

Öyle bir isim ki;

Cumhuriyet gazetesine; kamuoyunda yeni bir rüzgar yaratsın... Öyle bir isim ki;

tarihte Cumhuriyet gazetesinin ikiye bölünmesiyle; ağır bir mücadelenin sonunda genel yayın yönetmenliğini bırakmak zorunda kalmış olsun...

***

Öyle bir isim ki;

Yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde “İlhan Selçuk, Uğur Mumcu ve Ali Sirmen’in başını çektiği ulusalcı kanata” karşı, “gazetenin sahiplerinden Emine Uşaklıgil ve yazı işleri müdürü Okay Gönensin’le beraber” karşı mücadeleye tutuşmuş olsun...

Gazetenin ‘harcı’ sayılan bir genel yayın yönetmeni olsun...

***

Cumhuriyet gazetesi bugün mazideki “ulusalcı-demokrat ayrımını ve bölünmesini” yaşamıyor...

Tarih iki tarafın arasındaki, derin ayrılıkları kırdı, yamadı, birleştirdi, yakınlaştırdı...

Siyasi fay hatları, kalkınca ortadan; fay hattının mazide bir tarafında kalıp görevi terk eden genel yayın yönetmenine; bugünlerde “yeni misyon biçilmesi”; ona “göreve gel, gazeteye ağabeylik yap, gazeteyi kaldır” denmesi akla yakın bir ihtimal...

***

Bir süredir “nereden geldiği belli olmayan bu sezgi” içimi kaşıyor...

Utku dün görevden ayrılınca; elim ister istemez, Hasan Cemal’in yazısına gidiyor...

T24 internet portalında Hasan Cemal’in yazısını arıyorum... Hayret!..

Hasan Cemal; “Uzun zamandır hiç izin yapmadım... On gün için izninizi istiyorum...” diye okuyucularından izin istiyor...

Yıllık izin günlerinde bile “dünya kupasında maç izleyip, maç yorumu yazan” Cemal; kışın ortasında on günlük izin alıyor...

İlginç bir gelişme...

Hasan Cemal; seçimlerin yaklaştığı, siyasetin keskinleştiği bu günlerde mesleki finali anlamında Cumhuriyet’in başına gelebilir mi?..

Ona böyle bir misyon teklif edilir mi?..

O bu teklifi 70 yaşını aştığı bugünlerde kabul edebilir mi?..

Kim bilir?..

*****

GAZETECİLİKTE 35 YAŞ...

Otuzbeşinci yaşımı dolduruyorum gazeteci olarak bugünlerde...

1980’in Ocak ayında başlayan meslek serüveni, hiç kesintiye uğramadan, sürüp gidiyor...

Otuz beş yıl içinde kaç kere “bırakmayı” düşünüyorum gazeteciliği hatırlamıyorum...

Kaç kere, “küsüyorum, darılıyorum, bir daha yapmayacağım” diye yemin ediyorum anımsamıyorum... Sonunda otuz beş yılı, hiç ara vermeden, hiç bir işe bulaşmadan yapıp bitiriyorum...

***

Cahit Sıtkı ünlü şiiri ‘35 Yaş’ı; bir ömrün yarısını anlatmak için yazar...

OTUZBEŞ YAŞ

“Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder...

Dante gibi ortasındayız ömrün...

Delikanlı çağımızdaki cevher

Yalvarmak yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider...

***

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?..

Benim mi Allahım bu çizgili yüz?..

Ya gözler altındaki mor halkalar?..

Neden böyle düşman görünürsünüz?..

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar...

***

Zamanla nasıl değişiyor insan...

Hangi resmime baksam; ben değilim...

Nerede o günler, o şevk, o heyecan

Bu güler yüzlü adam ben değilim...

Yalandır kaygısız olduğum yalan...

***

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız..

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız...

***

Gökyüzünün başka rengi de varmış!..

Geç fark ettim taşın sert olduğunu.

Su insanı boğar ateş yakarmış...

Her doğan günün bir dert olduğunu,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış...

***

Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar!

Her yıl biraz daha benimsediğim

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?..

Nerden çıktı bu cenaze; ölen kim?..

Bu kaçınca bahçe; gördüm tarumar?..

***

Neylersin ölüm herkesin başında...

Uyudun uyanmadın olacak...

Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak?..

Taht misali o musalla taşında...”

CAHİT SITKI TARANCI

***

Dün otuzbeşinci gazetecilik yılımı düşünüyorum sabahın erken saatlerinde...

Uzun bir yürüyüşe çıkıyorum...

Şevkle, heyecanla yürüyorum Boğaz boyunca...

Kilometrelerce yürüyorum, yürüyorum...

Çocuklarımı alıyorum tenise götürüyorum... Onlar tenis çalışırken, parkur buluyorum yine yürüyorum...

Güneş var İstanbul’da dün... Kendimi sadece “gazeteci hissetmediğimden mi nedir?..

Cahit Sıtkı ustaya inat!..

Bir iyimser bir iyimserim dün...

Aynalarla barışık...

Güneşle barışık...

Kendimle barışık...

Sevgiyle sarmalanıyoruz çocuklarla dün... Aşkla büyüyoruz hep beraber yudum yudum...

Yazının devamı...

Fatih Karaca evlendi...

Dört yıldır; “Mutlaka baba ol” diyordum ona...

Çocukluk arkadaşımdı...

Ankara Kolej’inde aynı yıllarda okumuştuk...

Benden bir yaş küçük; bir sınıf gerideydi...

İlkokul, orta okul liseyi bir yıl arayla okuduk...

O biraz sağcıydı...

Ben biraz solcu...

***

Yıllar sonra karşıma 35’li yaşlarımızda Radyo Televizyon Üst Kurulu Başkanı olarak çıktı...

O televizyonlara ceza kesen RTÜK’ün Başkanı’ydı...

Ben SHOW’un genel yayın yönetmeni...

Sürekli uyarı ve kapatma cezası yemekten sıtkım sıyrılmıştı...

O zamanlar çok kızardım ona...

Ama bir şey oldu mu; yine de onla konuşurdum...

***

Sonra ben televizyondan o RTÜK Başkanlığı’ndan ayrıldı...

Çıplak, eldivensiz, eskisi gibi kaldık...

Kanaltürk medya grubunun başındaydı İstanbul’a geldiğinde...

Ben de CNN’de program yapıyordum...

İstanbul’daki ilk aylarıydı...

Gustosuna ve janrına uygun bir öğle yemeği mekanı arıyordu...

-“Gel seni Paper Moon’a götüreyim, seversin orayı, servisini ve havasını...” dedim...

Paper Moon tam istediği gibi bir mekandı...

Müdavimi oldu...

Gün geldi ben Paper Moon’a gitmedim; o gitmeye devam etti...

***

Sonra Kanaltürk grubundan ayrıldı...

Kısa bir süre onun kanalına “Spor programı yorumculuğu” yapmıştım...

“O programın muhitinin bana göre olmadığını” anladığımda; kopmuştum...

Ama ne kanaldan ayrıldığımda, ne RTÜK Başkanı’yken ona kızdığımda, arkadaşlığımız hiç bozulmadı...

En zor günlerimizde birbirimize insanca ve arkadaşça manevi destek olmaya çalıştık...

Haftada bir öğle yemeklerimiz hiç aksamadı sürdü gitti...

***

Çocuklarımı Kolej’e yazdırırken; bütün Ankara Kolej’ini ayağa kaldırdı...

Bir gün içerisinde çocuklar Kolej’li oldular...

Çocuklarımdan uzak kaldığım günlerde; yanı başımda onun dost elini buldum...

Hiç unutmadım çocuklarım için yaptığı dostluğu...

***

O günden beri de ne zaman buluşsak aynı şeyi söyledim durdum;

-“50 yaşını geçiyorsun... Evlen ve çocuk sahibi ol...” diye...

O bana günlük olaylardan ve gelişmelerden söz açtıkça ben ona “özel hayatından ve aile kurup kurmayacağından” söz ediyordum...,

Benim gibi; mesleki başarıya koşullanmış bir hayatın esiri olduğunun farkındaydım...

Bizi biraz yanlış kodlamışlardı...

“Mesleki başarı, mesleki başarı...” hayatın diğer gerçek başarılarını ıskalamaya başlamıştık...

Başarı ölçüsü olarak “mesleki başarıyı” biliyor, başka bir şeyi görmüyorduk...

***

Oysa hayatımın son altı yılında; yaşamın bambaşka “başarı öykülerini” görmeye başlamıştım...

Doğan çocuklarla beraber hayatımı sıfırlamış; temize çekmeye başlamış ve yepyeni bir dünya yaratmıştım...

Artık ne siyasetin bitmek bilmez kavgaları, ne mesleki ayak oyunları, ne de ‘kariyerde başarı’ adı altında oynanan orta oyunu beni etkisi altına almaz olmuştu...

***

Hayata daha reel, daha sahici, daha gerçek değerlerle bakıyordum...

Gerçek ve sahici şeyler, değerler, hayatıma daha fazla egemen olmaya başlamıştı...

“Erkek olmanın” mahallede kovboyculuk oynamakla eşdeğer olduğunu, kadın olmanın “insan yetiştirmedeki etkisinin” inkar edilmez bir farklılık yarattığını anlamaya başlamıştım...

***

Vakt-i zamanında küçümsediğim şeylerin “değerli”, gözümde büyüttüğüm şeylerin “kof” olduğunu hissediyordum bir süredir...

Onun için arkadaşım; “Türkiye’yi kurtarmaya kalktıkça; ben kişisel durumunu ne yapacağını” sormaya başlıyordum...

***

İki gün önce telefon açtı;

-“Ben evleniyorum” dedi...

Hazırlıkları yaptık oteli ayarladık...

Aile içinde sıcak, sevecen, minik bir nikah kıydık...

Erkek kardeşi, eşi, gelinin kız kardeşi, eşi ve küçük oğulları Ankara’dan geldiler...

Nikah şahidi olarak da aile dışından Fehmi Koru’yla, ben seçildik...

RTÜK Başkanı, farklı medya gruplarının sahibi, bir zamanlar ortağı ve Başkanı Fatih Karaca’nın; Sevgi Sara’yla nikah töreni böyle gerçekleşti...

Sıcak, sempatik ve şatafatsız bir sadelik hakimdi nikaha...

***

Yaşamım boyunca çok kazık yedim...

Çok operasyon, çok haksızlıklar gördüm... Çok büyük günahlara girdiler...

Hepsini bir süre sonra “Allah affetsin...” dedim geçtim...

Hayatımın turnusol kağıdı ise altı yıl önce çocuklar oldu...

Onların “masum ahını alanları”, affetsem de derinlerden ve yürekten o insanları Allah’a havale ettim...

***

Masum çocukların masum hayatlarına “katkı sağlayanları, iyilik edenleri, onların mütevazı yaşamlarını zenginleştirenleri” hiç unutmadım...

İnsanları; kalibrelerini ve değerlerini “masum çocuklara gösterdikleri katkılara, değerlere ve kalleşliklere ‘göre’, değerlendirdim...”

Hayattaki en önemli insani başarı ölçütünün bu olduğunu düşünüyorum...

Çoluklu, çocuklu sonsuz mutluluklarla dolu bir evlilik nasip etsin Allah; Sevgi Sara ve Fatih Karaca’ya...

*****

TÜRKİYE’DE ALTERNATİF SOL LİDER Mİ ÇIKAR, SAĞ LİDER Mİ?..

Yunan seçimleri; Türkiye’de yeni bir tartışmayı başlatıyor...

Çipras gibi, bir sol lider Türkiye’de alternatif olarak çıkıp; Başbakan’lığa doğru gider mi?..

***

Selahattin Demirtaş bu konuda adı ilk ortaya atılan isim...

Selahattin Demirtaş’ın da özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde eşiyle çizdiği portre, Çipras’ın portresine benziyor...

Demirtaş da Çipras gibi; Amerika tarafından “olumsuz” karşılanmayan, sempatiyle baktılan bir isim...

Bu noktadan Demirtaş’ın şansı açık olabilir...

***

Ancak konu birinci parti ve Başbakanlık oldu mu; Türkiye ile Yunanistan arasında önemli bir farklılık var...

Yunanistan’da genel eğilim sol ağırlıklı...

Oyların yüzde 60’ı sol tandanslı...

Türkiye’de ise durum tam tersi...

Oyların yüzde 60’ı sağ tandanslı Türkiye’de...

***

Bu şartlarda olağandışı durumlar hariç; Türkiye’nin alternatif lideri soldan değil, sağdan olursa Başbakan’lığa yakın olur...

Soldan çıkan aday ancak sağ bölünürse Türkiye’de Başbakan’lığı hedefleyebilir...

Aksi halde muhalefet lideri olmanın ötesine geçemez...

Yazının devamı...

Kuaför ve alışveriş sevmeyen kadının; Yunan başbakanı olan kocası...

Benim; Atina’da eşimden ayrıldığım yıl, onlar Atina’da evimizin çok yakınındaki bir orta okulda karşılaşıp tanışıyorlardı...

Peristera Batziana o yıllardan beri aktif ve dinamik bir komünist genç kızdı...

Yakışıklı sevgilisi Alexis’i “Yunan Komünist Gençlik Örgütü“ne girmeye o ikna etti...

Yoksa Alexis sporla ilgilenen, orta sınıf küçük burjuva aileden gelen yakışıklı bir Atina’lı gençti...

Oysa Peristera; “ilk genç kızlık dönemlerinden itibaren aktif, dinamik ve politikayla yaşayan bir sosyalistti...”

***

Beraber okudukları ve siyasi mücadele verdikleri lise yıllarının ertesinde; Peristera Batziana Patra Teknik Üniversitesi’ne gitti...

Sevgilisi Alexis Atina’da kalmış, Atina Politeknik’e yazılmıştı...

Peristera ise elektrik mühendisliği okuduğu yıllarda daha da aktif bir militan kız oldu...

Patra Üniversitesi’nde kendisine doktora tezinde haksızlık yaptığına inandığı “hoca”sını mahkemeye vermekten bile çekinmedi...

***

O yıllarda üniversitedeki kız arkadaşlarının saatlerce “alışveriş yapmalarına isyan ediyor“; alışveriş için dükkanlarda vakit kaybedilmesine karşı çıkıyordu...

Patra kentine defalarca gitmiştim...

Atina’ya otoban yoldan iki saat mesafedeki şirin kentte; “güzel Peristera“ hangi alışveriş merkezinde hangi dükkanda yapılan alışverişlere karşı çıkmıştı doğrusu kestirmek pek mümkün değildi...

Patra mütevazı bir Yunan kentiydi...

Saatlerce alışveriş edilecek pek bir dükkana bile rastlayamamıştım o zamanlarda...

***

Peristera ya da bilinen adıyla Betty mütevazı Patra şehrindeki alışveriş alışkanlığına bile karşı çıkıyordu...

Bu davranışı “onun militan kişiliği” hakkında yeterince ipucu veriyordu...

Kişiliğinin daha ilginç bir başka özelliği ise Patra’daki üniversite arkadaşlarının söylediklerinde gizliydi...

Peristera (Betty) “kuaföre gitmeyi pek sevmiyordu; ve birçok kadının olmazsa olmazı olan düzenli kuaföre gitme alışkanlığı Betty’de hiç yoktu...”

***

Son yıllarda revaçta olmayan ve “suç oranının yüksekliğiyle bilinen Kypseli“ semtinde oturuyordu; yeni Yunan Başbakanı ve eşi Peristera (Betty)...

Atina’nın merkezindeki tarihi beyaz sütunlarla kaplı Megaro Maksimu’ya (Başbakanlık ofisi ve rezidansına) taşındıklarında; hayatlarının değişeceğini belirtiyordu Yunan gazeteleri ve Batı medyası...

***

Megaro Maksimu‘nun tarihi sütunlarından tek başına girdiğim gün geldi gözlerimin önüne...

Yunan Başbakanı Andreas Papandreu; iktidara geldiği günden beri ilk defa, tam beş yıl sonra hiç konuşmadığı Turgut Özal da Davos’ta buluşmaya gidecekti...

Megaro Maksimu kıpır kıpırdı...

Papandreu’nun diplomasi koridorlarından tanıdığım, dış politika başdanışmanı Rodusakis, “Davos üzerine harıl harıl çalışıyordu...”

Son dakikada zirvede bir aksaklık çıkmasın diye, kılı kırk yarıyordu...

Beni Megaro Maksimu’ya davet etmiş; son anda zirvede bir aksilik çıkmasın diye nabız yoklamıştı...

***

Yunan Başbakanı’nın rezidansını ve çalışma ofisini o sırada görmüştüm...

Kapıda kısa etekli tarihi kostümleriyle Yunan askerleri nöbet bekliyordu..

O esnada; yıllar sonra oraya Başbakan olarak oturmaya gelecek Alexis Çipras; sevgilisi ve hayat arkadaşı Peristera’yla (Betty) Atina’nın evime yakın bir orta okulunda yeni tanışıyorlardı...

Ne ben ne de başdanışman Rodusakis bu durumun farkında değildik...

O günkü Türk-Yunan zirvesini mutlu bir şekilde çözmeye çalışmakla meşguldü Yunanlı muhatabım...

Benden de bir aksilik çıkmasın diye son dakika yardımı istiyordu...

***

Genç ve güzel Peristera; 16 yaşında yakışıklı Yunan gencini sonunda ikna etmeyi başarmış; sporla haşır neşir olan; orta sınıf küçük burjuva ailesinden gelme Alexis’i, militan bir komünist genç yapmayı başarmıştı...

Kuaföre ve alışverişe pek ilgi göstermeyen hayatında; sevgilisi Alexis’le beraber Peristera “solcu mücadelenin girdaplarında, politikanın labirentlerinde radikal bir mücadeleye başlıyordu...”

1990 yılında...

16 yaşındaydılar istikbalin Yunan Başbakan’ıyla eşi...

***

Ben de o yıl; hayatımda çok farklı radikal bir değişiklik yapıyor; Atina’da geçen uzun yıllardan sonra yeniden Türkçe konuşan babası Türk annesi Rum bir İstanbul’lu ‘güzel’le yeni bir aşka yelken açıyordum...

O aşk beni bir süre sonra İstanbul’a döndürecekti...

Alexis ve Peristera’yı ise Atina’da bırakacaktım...

Onlar “gelecekte” Yunan Başbakanı’yla eşi olmak üzere mücadeleye başladılar...

Ben ve sevgilim de kendi yolumuza gittik...

İstanbul’da yalnız ve yeni bir hayatın mecrasında...

Merhaba Hayat!..

“BİR ZAMANLAR İYİ ÇOCUKTUM...”

Alexis Çipras ve Peristera Batziana’nın Başbakanlık serüvenleri; beni Atina günlerime geri götürdü...

Şimdilerde “Imouna Alitis“ şarkısını dinliyorum o günlerden yadigar kalan...

“Ben iyi bir çocuktum seni görmeden önce...

Ben böyle değildim seni tanımadan önce...” diyen o muhteşem Yunan klasiği “Imouna Alitis“ parçasını Dimitris Kontolazos’un yorumundan dinliyorum...

Yeniden ve yıllar sonra...

***

Atina sahillerini değil, ama Atina şehrinin içini yeniden yaşamaya başlatıyor beni o parça ve bugünlerde oluşan yeni Yunan siyaseti...

Kıpır kıpır ediyor şimdi yüreğimi; Yunan halkının taze başlangıçlarında, yeşeren umutlarında...

Bir dostluk köprüsünden bir kalbi; “selam” gönderme hissi geçiyor içimden...

Eski komşularıma ve eski hemşehrilerime...

Atina’da bir akşamüstü uzosu içmek istiyorum şimdi...

Omonia Meydanı’nın yanındaki o eski uzeri’mde... Eski mezelerim; o eski muhabbetlerimde...

Yazının devamı...

Alexis Çipras... Atina’daki evimin yanında oynayan çocuk

1974; 20 Temmuz’unda Ecevit’in Kıbrıs Harekatı’yla devrilen Albaylar Cuntası’nın yıkılmasından üç gün sonra dünyaya geliyor Alexis Çipras...

Çocukluğu ve Komünist Gençlik Hareketi’ne katıldığı lisedeki gençlik yılları; o yıllarda Atina’da kaldığım evimin ve Milliyet bürosunun yanı başında geçiyor...

Ambelokipi Lisesi’nde okuyor...

Ambelokipi Caddesi’nin başında bulunan Leoforos Alexandras’ta benim evim ve bürom var...

***

Çocukluk yıllarından itibaren, hemen yakınında oturduğu Panathinaikos takımının stadına gittiğini ve Panathinaikos’un maçlarını izlediğini öğreniyorum...

Benim evimin ve büromun üç yüz metre ilerisinde Panathinaikos’un mütevazı stadı...

87-88 yıllarından itibaren 91 yılına kadar Ambelokipi Lisesi’nde komünist gençlik hareketinin önderlerinden oluyor...

Komünist gençliği örgütlüyor...

***

Alexis Çipras; benim Atina’da bulunduğum sırada, oturduğum mahallede oynayan; 13-14 yaşlarında sosyalist ve Marksist fikirlerle tanışan, Panathinaikos maçlarına giden; “Benim mahallemin çocuğu...”

Mahalle orta sınıf Atina’lıların oturduğu “Atina’nın kalbinin attığı merkezlerden biri...”

***

Atina’nın Amebolokipi, Alexandras gibi merkez mahallelerinde oturan çocukları biliyorum...

Yunanistan; Türkiye’nin aksine, yüzde 60’ı sol eğilimli, yüzde 40’ı sağ eğilimli bir ülke...

Türkiye’de “sol” taş çatlasa yüzde 42’yi buluyor...

Yunanistan’da ise sağ en fazla yüzde 42’yi görüyor...

Buna karşın sosyal demokrat ve komünist sol her zaman yüzde 60 bandında seyrediyor...

Çipras, Atina'nın merkezindeki Teknik Üniversite’den mezun oluyor...

***

Yunan Albaylar Cuntası’na karşı başlayan “Politeknik olayları” bu üniversitenin bahçesinde başlıyor...

17 Kasım aslında Çipras’ın mezun olduğu Teknik Üniversite’de başlayan ve Cunta’yı deviren olayların başladığı gün...

Çipras’ın okulu da bu olayların başladığı okul...

***

Atina’da doğan, yetişen makbul bir “öğrenci genç” örneği Çipras...

Panathinaikos Stadı yanında doğup büyüme...

Panathinaikos taraftarlığı...

İki komünist partisinin ittifakıyla ortaya çıkan “Synaspismos” hareketinde başlayan sosyalist gençlik yılları...

Ve Radikal Sol ittifakla yürüyen bir liderlik portresi...

Çipras benim mahallemin çocuğu...

Bunun inanılmaz izlerini, ilahi tesadüflerini, ona baktıkça daha açık seçik görüyorum...

Protest kişiliğimiz; Akdeniz’in doğu yakasında bizim ayrılmaz kimliğimiz...

Onun protest kimliği “Yunan Başbakanı olarak seçildiği gün; ‘Avrupa Birliği’ne rest çekmekle” kendini gösteriyor...

Ben yaşadığım bunca badireye rağmen hala tek başıma direniyorum...

Hayat direnince ve protest olunca güzel görünüyor...

Anlamlı olması, yaşadığınız acıların esansından...

*****

STİN YASU VRE ALEXİS...

Her komünist Yunan genci gibi, ateist bir insan Çipras...

Komünist orta sınıf Yunan gençlerinin trendlerinden birini de benimsiyor Çipras...

“Evlenmeden birlikte yaşadığı sevgilisinden iki erkek çocuk sahibi oluyor...”

Çocuklarından ilki Che Guevera’nın isminden esinlenerek Ernesto adını alıyor... Mahallemin çocuğunun hayatını gözden geçirirken; kendi hayatımın benzer tesadüfleri gözümün önüne geliyor...

***

Ben ateist değilim...

Ancak eski bir ‘solcu’ olarak addedilebilirim...

Hayret bir şey ki...

Ben de çocuklarımın adına onun Ernesto’yu koyduğu gibi; Deniz adını veriyorum...

Ben de Çipras gibi; evlenmeden birlikte yaşadığım sevgilimden iki çocuk yapıyorum...

***

O sırada, kifayetsiz muhteris bir sürü kendini bilmez zevat; benim o yıllarda sevgilim olan beraber yaşadığım kadını “kiralık anne” olarak gördüğümü söyleyecek kadar soysuzlaşıyor...

Şimdi alın teriyle, emeğiyle ve hakkıyla Yunan Başbakanı olan 40 yaşındaki Alexis Çipras; benim Atina’da yaşadığım ve gazetecilik yaptığım mahallede doğuyor ve büyüyor... Aynı mahallede Panathinaikos maçlarına gidip, sosyalist gençlik hareketine katılıyor...

O yıllarda, ben 28-29 yaşlarında Atina’da gazetecilik yapan bir genç gazeteciyim...

***

Yıllar sonra Alexis Çipras; resmi olarak evlenmeden, sevdiği ve birlikte yaşadığı kadından iki çocuk sahibi oluyor...

Ben de sevdiğim iki kadından evlilik yapmadan; üç çocuğun babası oluyorum...

O kadınlarla ve o çocuklarla hayatım, nikahlı birlikteliklerin çok ötesinde sevgi ve sorumluluk bağlarını taşıyor...

Ama bunu anlayabilmek için “kifayetsiz muhteris bir yarım aydın kişiliğin, ötelerine taşmak” gerekiyor...

Kim bilir belki de Ambelokipi Caddesi’nin loş parkurundan; Panathinaikos stadının Alexandras Caddesi’ne bakan geniş penceresinden hayata bakabilmek gerekiyor...

***

Oralardan bakarsanız eğer;

“Yunan gerçeğini daha iyi anlarsınız...”

Protestonun ne anlama geldiğini...

Neden “yaşamsal bir hak olduğunu...” özümsersiniz...

Başbakan olabilmek için “evli olmak gerekmediğini...”

Çocuk sahibi olmak için, “sevdiğin bir kadının” yeterli olduğunu...

“Komünist” olmanın demokrasilerde bir hak olduğunu...

Hayata komünist başlayan bir gencin Atina’da tıpış tıpış Başbakan olabileceğini...

Demokrasinin böyle bir güzellik...

Böyle bir renklilik...

Böyle bir gereklilik...

Böyle bir şölen olduğunu anlarsınız...

Şimdi bir kadeh Barbayanni kaldırmanın zamanıdır...

Stin yasu vre Alexis...

Yazının devamı...

Mesleğinde “en iyi” olmak için otuz yıl çocuk yapmayan gazeteci... “Whiplash” filminde hissettiklerim...

Hayatta bir işte “yıldız olmanın”, “star gibi parlamanın” yegane yolu, sevdiğiniz bir alanda deliler gibi çalışmak, kendinden hep daha fazlasını istemek, gerekirse yaşamın bütün temel ihtiyaçlarından fedakarlık etmekten geçer...

Daha 12 Eylül darbesinin olmadığı günlerde 20 yaşında hayatta tutunduğum tek “felsefe” bu Amerikan felsefesiydi...

***

Deliler gibi çalışıyordum iyi bir gazeteci olmak için...

Sabah 9.30’dan, gece 24’e kadar haber peşinde ayak sürüyor, bir sezonda 22 dersten oluşan üniversite programını bitirebilmek, sınavları verebilmek için, izinli olduğum Cumartesi günleri ders çalışıyordum... Her gün gazeteye en az bir özel haber getirmeye çalışıyor; okulu ve sınavları vermeye çalışırken, aynı zamanda, en genci olduğum Milliyet gazetesinin Ankara bürosunda, ayak altında dolaşarak siyaset, adliye ve diplomasi muhabirliği yapıyordum...

***

Haftada dört gece nöbet koyuyorlardı bana... Sabah 9.30’dan gece 24’e kadar sürüyordu gazetedeki hayatım...

Tek izin günüm Cumartesi’ydi...

O gün de üniversitenin üçüncü ve dördüncü sınıflarında okuduğum 22’şer adet dersi çalışıyor, sınavlarından geçmeye uğraşıyordum...

***

Bir Cumartesi sabahı 10.30 civarında evin telefonu çaldı...

Annem açtı telefonu; gazeteden aradıklarını söyledi... Ahizeyi elime aldım...

Telefonun öbür ucunda bürodan bir arkadaşım vardı...

-“Neredesin sen?..” dedi...

-“Evdeyim izinliyim bugün... Ders çalışıyorum...” dedim...

-“Şef seni görmeyince çok kızdı...” diye başladı...

-“Nerede bu çocuk diye bağırdı... Çalışmayacaksa hiç gelmesin dedi...”

***

Başımdan kaynar sular dökülmüştü...

Şef dediği rahmetli Orhan Tokatlı’ydı...

Neden böyle demişti, hangi amaçla demişti bilmiyorum...

Haftada dört gün; gece de dahil gazeteydim... Haftanın tek izin günüm Cumartesi’ydi... Evde ders çalışıyordum...

Ertesi günü Pazar’dı ve yine ben sabahtan geceye kadar nöbetçiydim...

***

Ancak bunları düşünecek zaman değildi...

-“Sen gel en iyisi gazeteye” dedi arkadaşım...

Dört adet kalın ders kitabıyla Cumartesi sabahı büroya gittiğimi hatırlıyorum...

Kitapları masamın üzerine koydum...

Elimde hazır bekleyen iki özel haberim vardı... Pazar günü pek haber olmaz, o gün veririm diye düşünmüştüm...

***

Özel haberleri yazmaya başladım...

Kısa zamanda ikisini de şefin önüne uzattım... Siniri çoktan geçmiş; bana hiçbir şey olmamış gibi muamele etmeye başlamıştı... Büronun eskileri, o durumdan da faydalandılar ve izinli olduğum Cumartesi gününü sabahtan akşama çalıştığım yetmiyormuş gibi gece de bana nöbet olarak yazdılar...

Sesimi çıkartmadım...

Daha sabah saatlerinde işten atılıp, işe dönmüştüm...

***

Gazetecilik hayatımda bunun gibi yüzlerce olay yaşadım...

Deliler gibi çalışmak yetmiyor, “en iyi olabilmek için deliliğin de ötesine geçmek gerekiyordu...”

Show’da haber merkezini aldığım günlerin, başlarıydı...

Bir ay kadar olmuştu Show Haber’i arkadaşlarla yürüteli...

Aniden Susurluk kazası oldu...

Diğer televizyonların haber merkezleri eskiydi ve tecrübeliydi...

Biz kadroyu yeni kuruyorduk...

Onbeş gün bile olmamıştı bazı arkadaşlar işe başlayalı...

Hafif geride kaldığımızı hissediyordum....

Ratinglerde, büyük bir kıpırdanma yaratamamıştık henüz ilk ayda...

***

Gece saat 22 sularıydı...

Dört haber müdürüyle oturmuş, ertesi günler için ne yapacağımızı konuşuyorduk...

Geride kalmış olmaya tahammül edemiyordum... Delirmiştim!..

Haber müdürlerine baktım...

Onlar benim kadar delirmiş görünmüyorlardı...

Olağanmış gibi bir tavır içindelerdi...

***

Hürriyet gazetesi binasının 9. katında çalışıyorduk...

Bina havaalanı yolunda bir gökdelendi...

Kalın ve açılmaz camla kaplıydı odalar...

Dört haber müdürü bana göre “çok sakin” bir tonda karşımda oturuyorlardı...

-“Eğer bu işi yapamayacaksak; diğer haber merkezlerinin önüne geçemeyeceksek, buradan kalkar şu odamın camını kafamla kırar, kendimi aşağı atarım...” dedim...

-“Sizi de kendimle beraber...

Yapamayacaksak hep beraber intihar edelim daha iyi...”

***

Whiplash filmine girdiğimde; “kendi geçmişimi görüp, gözümden yaş akacak kadar” dramatik bir filmle karşılaşacağımı tahmin etmiyordum...

Eleştirileri okuyamamıştım...

Amerikan felsefesinin en temel öğretisinin, korkunç bir “çıplaklıkla”, 19 yaşında caz müziği yapan bir davulcu gencin hayatının üzerinden anlatılacağını bilemezdim... Ülkenin en iyi müzik akademilerinin birinin; “müzik dahisi yetiştirmeyi amaçlayan” en sert ve acımasız hocası Terrence Fletcher’in “en iyiyi yakalamak için, en mükemmel öğrencilerine yaptığı gaddarlıkları” görünce, otuz beş yıllık gazetecilik hayatım gözümün önünden geçti...

***

Kendimi 19 yaşındaki davulcu genç Andrew Neyman’ın yerine koydum...

Kendimden istediğim; bitmeyen fedakarlıklar gözümün önüne geldi...

“Mesleğimde en iyi olmak için 30 yıl çocuk bile yapmamıştım...”

Daha fazlası olabilir miydi gazetecilikte “en iyi” olmak için yapılabilecek fedakarlık?.. Bir gün tek bir derin operasyonla, 30 yıl boyunca günü 30 saat yaşayan gazeteciyi “sallayıverdiler...”

***

O yaptıkları derin operasyon sonrası ben çocuk sahibi olabildim...

Aksi halde “gazeteciliğe o kadar dalmıştım ki” çocuk yapmayı hala erteliyordum, kafamın içinde...

Whiplash filmi “en iyi olma çabasındaki 19 yaşında bir çocuğun başına gelenleri” anlatıyor... “Meslekte en iyi olmanın” tarihsel bir kahramanlık olarak tanımlanarak özendirildiği, trajediyi tüm çıplaklığıyla veriyor...

Kız arkadaşıyla, mesleğiyle ilgili bir konuşması var ki; ne kadar da tanıdıktı benim yaşadığım hayata...

Bir ara tam ağlamaya başlamıştım ki; filmin bittiğini gördüm...

Yerimden kalktım...

Çocuklarıma koştum...

Gazetecilikte “en iyi olmak uğruna’ uğruna; doğumlarını en az yirmi yıl ertelediğim çocuklarıma...

*****

AMERİKA; AMERİKA’YA KARŞI...

Mutluluğun “sevdiğin bir işte, severek çalışıp, en iyisi olmak için gösterilen çaba olduğu” televizyon dizilerinde, Hollywood yapımlarında sıkça işlenen bir Amerikan felsefesi...

Fame dizisi, Harvard Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilerin rekabetini anlatan Paper Chase dizisi, Al Pacino’nun Amerikan futbol takımının koçluğunu yaptığı filmler, Tin Cup gibi Kevin Costner imzalı klasikler, hep aynı temayı işliyorlar..

***

Yaptığınız işte mükemmel olun...

En iyi olmak için çabalayın...

Başarı ve zirve kaçınılmaz olarak sizin olacak...

Mutluluk tılsımı sizin içinizde yaşayacak...

Amerikan kültürünün bu temel öğesi; Amerika’nın içi için ne kadar geçerli oluyor bilmiyorum, ama Amerikan etkisinin siyasi olarak görüldüğü yerlerde, “işini çok iyi yapanlar başarının zirvesinde kalamıyorlar...”

***

Buralarda; Amerikan ideolojisiyle, Amerikan siyaseti birbiriyle çelişiyor...

Amerika adına iş yapanlar; “Ortadoğu usulü” kalleş belaltı operasyonlarını; Amerika buymuşcasına vizyona sokuyorlar...

Hayatını mesleğinin en iyisi olmaya adamış dünyanın dört bir yanındaki Tin Cup’lar, Paper Chase’çiler, Fame’ciler için acıklı bir durum bu... Ancak ideolojinin merkezi konumundaki Amerikan rüyası için ise sonuç trajik oluyor...

Kramer versus Kramer gibi;

America versus America...

Yani Amerika; Amerika’ya karşı...

Yazının devamı...

Alain Delon’un hayatının kırılma noktası...

O yirminci yüzyılın “güzel erkek” ikonuydu...

Yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca kadın ona aşıktı...

Ona aşık olan erkekler de vardı...

Erkek yönetmenlerin bile ona olan aşklarını, kariyerinin basamaklarını atlamak için kullandığı söylenirdi...

Bu kadar kadını kendine aşık eden; bunca ünlü kadınla ölümsüz aşklar yaşayan bir erkeğin, bugün geldiği kırılma noktasını öğrenmeye çalışıyordum...

***

Geçenlerde iki kız arkadaşıma söylediğim gibi;

“Birçok insanın hayatta büyük bir kırılma anı ve noktası vardı... Hayata küstüğü, hayatın cıvıltısından koptuğu, geçmişin labirentlerinde takılıp kalıp, kaybolduğu...”

Hayatından yüzlerce kadın geçen, “dünyanın en yakışıklı erkeği“ Alain Delon’u hayatının sonlarında yalnızlığa iten, “şatosunda köpekleriyle yapayalnız yaşamaya sevkeden kırılma anı neresiydi acaba?..”

*****

İKİYÜZ KADIN ARASINDAN SÜZÜLEN DÖRT KADIN...

Alain Delon’un “Hayatımın Kadınları” isimli albümü için seçtiği ikiyüz kadın arasında dört kilit kadının varlığından söz ediyor yakın arkadaşı ve televizyoncu dostu Michel Drucker...

***

Delon’a ilk önce o dört kadını soruyor...

Alain Delon Hayatımın Kadınları klibini izlerken de aynı kadınlar var...

***

İlk sırada Romy Schneider bulunuyor...

Yıllar sonra 43 yaşındayken intihar eden dünya güzeli, saflığın ve masumluğun sembolu müthiş kadın...

“Onunla anılarım hoş ama acı oldu” diyor Romy Schneider için Alain Delon...

Bazılarına göre onu bir erkekle aldatıyor Alain Delon...

Romy bu hayal kırıklığını hiçbir zaman üzerinden atamıyor...

***

Aktörün kronolojik yaşam öyküsü bir erkekle aldatma olayını müphem bıraksa da, Romy Schneider’den ayrılmadan Antony’ye hamile kalan Nathalie Delon’un varlığı; Alain’in; Romy’yi bir başka kadını da hamile bırakarak aldattığının göstergesi oluyor...

***

Romy Schneider, Nathalie Delon ve elbette 15 yıl beraber yaşadığı büyük aşkı Mireille Darc aktörün üç büyük aşkı...

1989 Noel gecesi Alain Delon’u Paris’te Fransız televizyonunun ikinci kanalındaki programda canlı yayında izliyorum...

Kolundaki bilekliğin özel bir hatırası olup olmadığını soruyor televizyon gazetecisi Delon’a...

-”O mu“ diyor,

-”Mireille Darc’ın bendeki hatırasıdır o...”

***

Romy Schneider “intihar” ettikten sonra, onunla çevirdiği La Piscine filmine içi kaldırmadığından bir daha bakamadığını söylüyor Delon...

Romy ise nedense hep “hüzünlü bir yüzle” yaşıyor ve öyle ölüyor...

Romy’nin hüzünlü yüzü, kamuoyunun bir bölümü tarafından; Alain’in kendisini umarsız ve gaddarca terketmesine bağlanıyor...

***

Beraber oldukları sırada, Romy, Alain’e göre daha şöhretli ve mesleğinin zirvesinde...

Ayrılıktan intihara kadar geçen sürede ise bir daha kendine gelemiyor ünlü aktrist...

Alain şöhret basamaklarında hızla tırmanırken, Romy yaptığı yeni evliliklerde bile yüzündeki hüznü gideremiyor...

*****

ANOUCHKA

Uçarı, gaddar, kendi “koruması“nın ölümünden sorumlu tutulan birisi Alain Delon...

Zamanında bir parça mafyöz ilişkilerin ibulunuyor...

Le Pen’e yakınlığından dolayı faşizm sempatizanı olarak biliniyor... Alain’in hayatındaki dördüncü kadın ise Anouchka...

Anoucka’yı gördüğümde “Elbette bir numara Anouchka” diye geçiriyorum içimden...

***

Onu Anouchka’yla katıldığı bir televizyon programında, yayınlanan bant görüntülerinin arkasından ağlarkenki görüntüsü gözümün önüne geliyor...

Anouchka Alain’in üçü bilinen üçü ise resmen konfirme edilmeyen altı çocuğun arasında en sevdiği çocuğu vazgeçemediği kızı...

***

Aşk yaşadığı Dalida, Brigitte Bardot gibi efsanevi isimleri geride bırakarak, hayatının dört kadını arasındaki en güzide yeri alıyor Anouchka...

İkiyüze yakın kadın arasında en öne en son kızı çıkıyor...

Hayatının sonbaharında yüzlerce kadından sonra, son evliliğinde 55 yaşında “baba“sı olduğu Anouchka...

Ona bakışında ilk kez Alain’i, “içi gidiyor“ gibi görüyorum...

İlk kez bir genç kadına; bugüne kadar baktıklarından başka bakıyor Alain...

***

Buna rağmen, halen şatosunda yapayalnız köpekleriyle yaşıyor... Şatoyu görenler, içerdeki “basık ve hüzünlü enerjinin“, bütün malikhanede hissedildiğini söylüyorlar...

Kırılma anı neresi acaba Alain’in?..

***

Sonsuz ve sınırsız sayıda kadının hayallerini süsleyen, sonsuz ve sınırsız ilişkiler yaşayan, kendisine aşık yönetmen erkeklerle duygusal oyunlara girmekten haz duyan, yüzyılın en yakışıklı erkeğinin hayatındaki kırılma anı ne acaba?..

***

“Genç kadınlar bütün bir günü internette, sosyal medyada vakit geçiriyorlar... Daha yaşlıların ise, mutlaka vazgeçemedikleri alışkanlıkları var... Elbette yalnızım... Köpeklerim var... Onlarla mutluyum...” diyor sadece...

***

Şato ve çevresinde en muhteşem bölümün, Alain’in köpeklerinin mezarlarının olduğu yer olması, bu sözlerin ne kadar kendini yansıttığını gösteriyor...

Hayatının içinde en büyük kırılma noktalarından birinin “korumasına söylediği o korkunç sözler olduğunu“ anlıyorum Alain’in...

-”Karımla yatarsan seni öldürürüm...” diyor korumasına...

Eşi Nathalie Delon’un, onun sınırsız bohem yaşamının ilgi patlaması esnasında kendisini korumasıyla aldatacağını düşünerek...

Yüzyılın erkek ikonu; karısı tarafından korumasıyla aldatıldı mı bilinmiyor; ancak korumasının bir cinayete kurban gitmesi akıllarda hep bu soruyu sorduruyor...

Alain ne bu olayı ne de korumasının ölümünü hiçbir zaman unutamıyor...

Yaşamının en büyük kırılmalarından birinin bu olduğunu hissediyorum...

ANNESİNİN ARZUSU

Alain’in hayatının bilinmezlerinde sörf yaparken, şu soru geçiyor aklımdan:

“Birisi bir gün benim “Hayatımın Kadınları”nı çıkarsa, kimleri koyar ön sıralara acaba?..

O kadınlara yönelik hangi replikleri?..

Hangi anlamları yükler o kadınlara, benim hayatımda?..”

***

-”Annem Mounet aktrist olmak istemişti... Karakteri de buna müsaitti... Fakat olmadı...” diyor Alain;

-”Sanırım ben onun arzu ettiği hayatı yaşadım...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.