Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Yarı reşit’ bir aşka ettiğim ‘veda’mın karşısında yediğim yemek...

1978 yılı bir gençlik kuşağının; Ölümlerden ölüm beğendiği...

Her gün onar onar katledildiği... İçerlerde süründürüldüğü...

Okul önlerinde bombalandığı...

Silahlarla tarandığı...

Yaralanıp, sakat kaldığı...

Okullarında okuyamadığı...

Okuyamadığı okullardan atıldığı...

Hüsranların yılıdır...

***

18-19 yaşlarını sürüyordum 78 yılında...

Kendimi “solcu” sayıyor, sol dünyaların kitaplarıyla büyüyor, hayatı anlamlandırmaya çalışıyordum...

Her gün öldürüyor, içeri alınıyor, sakat bırakılıyorduk...

Taze bir gençlik esintisi yerine “Rus Ruleti”nin sokaklara taşan versiyonuyla, sabah evden, ‘akşama buraya dönemem’ duygusuyla çıkmaktaydık...

***

Fizyolojiye ve psikolojiye aykırı bir hayat sürüyorduk hepimiz...

Ne doğru düzgün bir aşk, ne heyecanlı bir duygusal kıpırtı, ne de doyasıya aşkların kendine hayat bulabildiği, bir birliktelik yaşayabiliyorduk...

Ruhumuzu ve fizyolojimizin kovuğunu doldurmayan, “aşk mı, sevgi mi, yoksa öylesine bir yürüme mi” olduğunu kestiremediğim “adsız buluşmalar” yaşıyordum...

***

Dünyayı ve ülkeyi kurtarmam beklenirken; “kendi aşkına düşmek” çevrede kıyasıya eleştirilen bir davranış biçimiydi...

Saatlerce okuyor, yazıyor ve dünya ile ülke meselelerini tartışıp, konuşuyorduk...

Minik bir duygusal kıpırtı oluşsun da hayat birazcık renklensin, neşe saçsın diye kalbimiz küt küt atıyordu...

***

Yüzümüzdeki keskin ifadeler, ruhumuzdaki taze kıpırtılarla zikzaklar çizmekteydi...

Bir yaz akşamı; yine aynı dünyalardan söz ederken; yıldızların altında hayatın romansını hissettim...

Bir genç kızla yakınlaştığımı hissetmiştim...

Ruhum siyaset dünyasının erkeksi acımasızlığında o kadar öksüz, kalbim silahların gölgesinde öyle kimsesiz kalmıştı ki; yıldızların altında yan yana oturmak, “aşk sandığım bir romansın doğması” için yeterli olmuştu...

***

O Eylül ayında İstanbul’da; Taksim Gümüşsuyu’nda, “acımasızlıklarla dolu hayatımın duygu yüklü küçücük kaçamaklarından birini yaşamıştım...”

Yıldızların altında elim eline değmiş, genç kızla ilk buluşmamı o sıralarda yapmıştım...

Ben 19...

Genç kız 16 yaşındaydı...

Uzun uzun dolaşmış, arada bir el ele tutuşmuş, denize sonsuz bakan mekanlarda, “içimizden taşan romantizmin suya vuran yansımalarıyla” dans etmiştik...

***

Birkaç gün sonra, hiç hesapta olmayan bir şey olacağını, içimizdeki romantizmin denize gömüleceğini bilmiyorduk...

Gümüşsuyu’nda “yarı reşit aşka” veda ettiğimizde, denizdeki yansımaların da suya gömüleceğini fark etmemiştik...

***

Eski haber müdürlerimden Havva Kızılırmak; Gümüşsuyu’nda “Izaka diye bir restoran açıldı... Park Bosphorus Otelin terasında... Boğaz, Marmara ve bütün manzara ayaklar altında... Ne olur gelir misiniz?..” dediğinde;

-”Ben akşamları yazı yazıyorum... Çıkmıyorum... Bir öğlen yemeği organizasyonunu orada yaparız... Seni de kırmamış olurum...” dedim...

***

Tarif etti ama, ben oralara gitmeyeli, oraları görmeyeli, oraları yaşamayalı yıllar olmuştu...

Taksici Gümüşsuyu’ndan çıkarken, “18 yaşımın bütün flashback’leri çakmaya başlayacaktı yüreğimde aniden...”

Park Otel Bosphorus’un önünde inerken, ben caddenin karşısında kalakalmıştım...

***

18-19 yaşında bir genç vardı karşımda...

16 yaşında bir genç kızla yarı reşit bir aşkın ilk vedasını yaptığı evin kapısının tam karşısındaydım...

Kapının önünde, eski bir sevgilinin silüetini arıyordum...

Yaşanmamış bir gençliğin, yarım kalmış bir aşkın izlerinin mevcudiyetini apartman duvarlarında kazımaya çalışıyordum...

***

Gencecik bir çocuk geçti önümden...

Kahverengi şık ütülü bir pantalon giymişti...

Gömlek ve hoş bir triko vardı üzerinde...

Yeni aldığı kahverengi iskarpinlerle ‘asorti’ dedikleri bir tarzı benimsemişti...

Veda ettiler caddenin karşısında 16 yaşındaki genç kızla...

Hüzünlü gördüm genci...

Genç kızı seçemedim...

Apartmanın içinde kaybolup gitmişti...

Otele girdim...

Izaka restorana çıktım...

Boğaz’a, Marmara’ya ve panaromik manzaraya baktım...

Otelin müdürü; “buranın Osmanlı Hariciye Köşkü” olduğunu söylüyor; “zamanında Atatürk’ün bu barda ve restoranda yemek yediğini” ifade ediyordu...

***

Oysa benim aklım karşıdaki apartmanda kalmıştı...

Apartmandan ayrılan çocuğu izledim...

Hüzünlü hüzünlü yürüdü, karşıdaki yokuşlardan birine girdi...

Aşağı doğru indi...

Gözden kaybolana kadar onu izledim...

Sonra bir yudum kırmızı şarap içtim...

Denizdeki silüetimi seçebilmek için...

*****

IŞIK ‘CUMHURİYET’TEN AYRILMAK İSTEMİYOR’ CAN...

“Benim hakkımdaki yazın tam ilk gün toplantısında; ‘bu gazetenin tek bir muhabirinin, yazarının, okurunun uzaklaşmaması, dışlanmaması için ne gerekirse yapacağım’ dediğim sırada geldi...” diyor Can Dündar; dün bana gönderdiği mailde...

***

Normalde Can’ın bana gönderdiği bir maili bu köşede açıklamam yakışık almaz...

Ama burada farklı bir durum var...

Birkaç gün önce, Cumhuriyet gazetesinin 37 yıllık gece muhabiri, muhabiri, istihbarat şefi, haber müdürü ve köşe yazarı Işık Kansu; bana telefonda;

-“Ben Cumhuriyet’ten kopmayacağım.,.. Ayrılmayacağım... O gazete benim evim... Atmaya da kalksalar her gün o gazeteye gitmeye devam edeceğim... Varsın yazılarımı basmasınlar...” diyordu...

***

İnsanlar böyle anlarda hassas olurlar...

Işık bana bunu söylediğinde; Can henüz genel yayın yönetmeni olmamıştı Cumhuriyet’e... Şimdi Can; “gazetenin ilk toplantısında hiçbir muhabirin, yazarın, okuyucunun dışlanmaması için elinden geleni yapacağını” söylüyor...

Bu durumda umuyorum 37 yıllık Cumhuriyet’çi Işık Kansu, gazetesine yeniden kavuşacak...

***

Işık Kansu olayını önemseme nedenim; bir okul arkadaşı olmasından değil sadece...

Işık; gazetenin Charlie Hebdo ekini vermesine karşı çıktı kendi köşe yazısında...

Cumhuriyet gazetesinin 37 yıllık emektarı, köşe yazarı, “sırf gazetesinin bir politikasına karşı çıktı diye gazeteden atılmasını” ben ne Işık adına ne de Cumhuriyet adına içime sindiremedim...

Sindiremediğim çok şey var aslında Türk basınında... Hepsini de yazmıyorum...

Ancak 37 yıldır kurumlarla varolanlara; bir paragraf ayrıcalık; sanırım onlara ödemek zorunda olduğumuz bir borç...

O borcu ödemek istedim...

Yazının devamı...

Can Dündar; sınıf arkadaşına ‘can’ mektuplar...

Geçenlerde yazdım...

35 yıllık gazeteciliğin sonunda;

“kurmaca zannettiğim edebiyatın gerçek, gerçek zannettiğim gazeteciliğin kurmaca olduğunu anladığımda çok geç olmuştu” dedim...

Beni eskiden tanıyorsun...

Bendeki hayal kırıklığının nasıl olduğunu tahmin ediyorsun...

***

Çevremde neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu yıllar sonra; her sabah yaşadığım bir başka bir şokla öğreniyorum...

Dün yazını okudum...

“Meslek hayatımın en gurur duyduğum günü” diyordun Cumhuriyet’e genel yayın yönetmeni olduğun gün için...

O yazıdaki duygularının “gerçek” olduğunu fark ettim sınıf arkadaşı...

***

Cumhuriyet gazetesine gün gelip genel yayın yönetmeni olmak; biliyorum ki senin henüz 1978 yılının Ekim ayında girdiğimiz sınıfın ilk sırasında oturduğun gün; kurduğun ilk hayalindi...

Şimdi oradasın işte...

Başarılı olmanı; yıllar sonra; içinde biriktirdiklerini, içinden taşanları, içinden geçenleri yapabilmeni diliyorum...

*****

SINIF ARKADAŞINA ‘CAN’ MEKTUPLAR 2...

Hasan Cemal’i, seni ve Umur Talu’yu yazdığım geçen hafta; Hasan Cemal’den bir mesaj aldım...

Asya’nın uzak bir köşesinde eşiyle tatildeydi...

Bana şöyle diyordu:

“Cumhuriyet... Zor görev...”

***

Biliyorum ki şu anda sana da etrafında herkes; “bu zor günlerde Cumhuriyet’in başında olmanın ne kadar zor bir iş olduğunu” söylüyor...

Ben başka bir şey hatırlatacağım sana...

Cumhuriyet’e genel yayın yönetmeni olmandan daha zor olan şey ne biliyor musun sınıf arkadaşı?..

Cumhuriyet’teki görevini bitirdikten sonra, genel yayın yönetmenliğini terk ettikten sonraki günlerin...

***

Etrafındaki genel yayın yönetmenlerine bak...

Genel yayın yönetmenliğini bitirdikten sonra, esas hesaplaşmalarını nasıl yaşadıklarını izle...

Esas zorlu hesaplaşmalar, hayatla ve çevreyle helalleşmeler o zaman ortaya çıkıyorlar...

*****

SINIF ARKADAŞINA ‘CAN’ MEKTUPLAR 3...

Hesaplaşmalar zirvedeyken değil, zirveden sonra yaşanıyor...

Sana onun için; zirveye göreve geldiğin gün; eski sınıf arkadaşın; anılarından derlediği bir demet hatıratın eşliğinde; birkaç mütevazı not sunacak...

***

Suçsuz, günahsız; önü arkası olmayan;

Derin bağlantılardan bihaber insanlar göreceksin çevrende ve olayların göbeğinde...

Onları “yalnız” bırakma;

Onlara açılan “çapraz ateşleri” koruma...

O “yalnız” insanları, kendileri ve ailelerini zor korudukları hayatlarına; operasyonlar yapılmasına, hayatlarının mahvedilmesine izin verme;

Onu yapanlara alet olma, onları kendi ekibin sayma...

***

Bunu “kutsal!” sayıldığı söylenen örtülü amaçlar uğruna da yapma...

Okulda aynı sıralarda okuduğumuz kitapların güzelliklerine sadık kal...

Ahmet Taner Kışlalı temizliğini... Emin Özdemir’in dürüstlüğünü...

Çok sevdiğin Ünsal Oskay’ın nahifliğini anılarından koparma...

***

Sadece gazeteci olanları; “gazetecilik mesleğinden uzaklaştırtma...”

Onları uzaklaştırmayı hedefleyen operasyonlarına alet olma...

Ben senin sınıf arkadaşınım...

Senden hiç kimse için hiç bir şey istemiyorum...

“Sınıf arkadaşı istedi, sınıf arkadaşıma çıkar sağlayacağım” diye “günahsız gazetecileri işlerinden, güçlerinden, mesleklerinden, kariyerlerinden etme...”

Onlara olmayan suçlar atfetme;

“Onlar bu ülkede gazetecilik yaparsa bu ülkeye komünizm gelir” türü safsatalar söyleme...”

Bırak herkes istediği ve arzu ettiği mesleğini yapsın, söyleyeceğini söylesin...

***

“Günahsızın ‘ah’ını alma...”

O “ah”lar alanların üzerinde kalıyorlar...

Genel yayın yönetmenliğinden sonraki zorlu dönem dediğim şey öyle başlıyor...

ne belgesel, ne kitap, hiçbir şey yapılanları örtmüyor, örtemiyor...

Gerçekler bir yerden bir dere bulup, nehir olup ortaya dökülüyor...

*****

SINIF ARKADAŞINA ‘CAN’ MEKTUPLAR 4...

Resimleri iyi oku...

Fotoğrafları ve arkasındakileri...

Suçsuz insanları suçluymuş gibi kurban edenlerin oyununa kanma...

Sanatçılara yapılan derin operasyonların, arkasındaki gizli gerçekleri araştır...

Sanatçılara, gizli güçlerin “niye şantaj yaptıklarını”, “neyin şantajını yaptıklarını”, bul çıkart...

***

“Yakınlarının hayatını kurtarmak için vermek zorunda kaldığı paraları; acaba öğrenip, sanatçıları zor durumda bırakmışlar mı?..”

Bunun üzerine onları “itibarsızlaştıran eylemlere girişmişler mi?..”

‘Teröre yardım ediyorlar’ diye gösterip, o insanları hedef haline getirmişler mi?..

Gizli operasyonları, ortaya çıkart; örtme, gizleme “suçsuz kurbanlar yaratarak onları hedef haline getirtme operasyonlarına” imkan verme...

Bunların hepsi yapıldı; yapılıyor ve yapılacak...

***

Suçsuz gazetecileri, insanları, babaları, anaları cezaevlerine götürtecek; mahkemelerde süründürecek, yargı süreçleri açtırtma...

Bunları açtırtanlara mesafeli dur...

O süreçlerin bir parçası olma...

Günahsız çocukları, babasız annesiz bırakacak hareketlerin içinde olma; onları deşifre et...

Olmasını önle...

***

Türkiye’de gerçek sandığımız her şey kurmaca...

Kurmaca sandığımız şeyler ise gerçek...

Bunu ikimiz de artık biliyoruz...

Ben senin bunca yıl yaptığın şeylerden bazılarını kendime çok uzak bulsam, içimden ağır eleştirsem de;

Otuz beş yıl önceki arzunun gerçek olduğunu biliyorum...

“Cumhuriyet’in başına geçip, iyi işler yapma özleminin sahici olduğunu” hissediyorum...

18 yaşının sahiciliğini ve nahifliğini unutmuyorum...

Umarım Cumhuriyet’in başına gelmen;

Baş olmaktan ziyade, 18 yaşında yapmak istediğin “nahif” şeylerin vesilesi olur...

Cumhuriyet kazanır...

Sen kazanırsın...

Hayat kazanır...

Suçsuz ve günahsız insanlar nefes alır...

***

Onun dışında...

İstediğin kadar muhalif ol...

İstediğin kadar eleştirel...

İstediğin yerde dur...

Demokrasiyi ve gazeteyi; Ahmet Taner Kışlalı’nın bize öğrettiği şekilde yap...

Demokrat; dengeli, istediği kadar eleştirel, insan onuruna leke düşürmeyecek kadar ilkeli...

Gün gelip görev bittiğinde;

“Ah”lar boyunu aşmasın...

Belgesel de yapsan, kitap da yazsan; temizlenmiyor o “masumların ve çocukların ah”ları...

Başarılar sınıf arkadaşı!..

Yazının devamı...

Fatih Altaylı’nın Aziz Yıldırım’ı Federasyon Başkanlığı’na önermesi...

Geçen hafta gözlerime inanamadığım bir röportaj okuyorum...

Röportajı Fatih Altaylı veriyor...

Söylediği söz; röportajın manşetine çekiliyor...

Altaylı; “Futbol Federasyonu Başkanlığı için en uygun adayının Aziz Yıldırım olduğunu” söylüyor...

***

Birkaç yıl önce kendisinin; kendi stadında; “Ali Sami Yen’in şeref tribününde; Aziz Yıldırım’ın adamlarının saldırısına uğradığını” söyleyen; “bu olayda eşkiyaya pabuç bırakmayacağı” gibi iddialı sözler sarfeden bir kişi Fatih Altaylı...

***

Aziz Yıldırım’ın futbol yöneticiliğiyle ilgili yazdığı öyle ağır yazılar bulunuyor ki; bunların onda birini kaleme almaktan zinhar imtina ederim...

İnsan değişebilir...

Veya eleştirdiği insan değişebilir...

Bunlar olabilir...

Ancak; bu kadar ağır ve okkalı laflar ettikten sonra; aynı “Aziz Yıldırım’ı bu kez Futbol Federasyonu Başkanı” olarak önerebilmek için, önemli bir şeylerin değişmiş olması gerekiyor...

***

Evet bir şeyler değişiyor...

Ancak bu değişiklik, Aziz Yıldırım’ın futbola bakışındaki bir değişiklik değil...

Aziz Yıldırım; “Fenerbahçe ve Galatasaray’ın havuzdan kazanacağı parada” bugüne kadarkilerin de ötesinde bir özel statüye sahip olmalarını arzuluyor...

Anadolu kulüpleri, Beşiktaş ve Trabzonspor’u dibe iterek; “aslan payını da aşarak, daha özel bir miktar almasını” istiyor...

***

Fatih Altaylı’nın bir zamanlar evim dediği Ali Sami Yen’de; kendisine saldıranları dolaylı olarak teşvik ettiğini ima ettiği, eşkiyalığa prim tanıdığı için suçladığı Aziz Yıldırım’a karşı tavrının değişmesindeki esas neden bu...

***

Anadolu kulüplerini, Beşiktaş’ı, Trabzon’u, aşağı itip, “benim decoder alan taraftar sayım daha fazla diyerek”, “varolan özel statüyü bile değiştirmek isteyen”lerin ittifakı bu...

Bu acayip ittifakı görünce, geçtiğimiz yıl kulüplere miktarları teker teker ortaya çıkartıyorum...

Geçen yıl Fenerbahçe şampiyon kulüp olarak 84 milyon lira para alıyor; Federasyon’un tespiti ve onayıyla yayıncı kuruluş Digitürk’ten... Galatasaray aynı şampiyonluk sayısında olduğundan ve ligi ikinci bitirdiğinden 82 milyon lira kazanıyor...

***

Digitürk’ten alınacak paralar, şampiyonluk sayısı, puan durumu ve kazanılan maçlarla direkt orantılı olduğundan, bu noktada 19’ar şampiyonluk sahibi olan; Fenerbahçe ve Galatasaray; zaten aslan payına sahip oluyorlar...

Beşiktaş 13 şampiyonlukla üçüncü sırada...

Trabzon'un 6 şampiyonluğu, Bursa’nın bir şampiyonluğu olduğundan; Digitürk’ten çok daha az para alıyorlar...

Beşiktaş geçen yıl 68 milyon lirada kalıyor...

Bursa geçen yılki puanlarına göre 40; Kasımpaşa 40, Trabzon 37 milyon lira alabiliyor...

***

Aynı ligde aynı şampiyonluk mücadelesi veren dört büyüklerden Fenerbahçe ve Galatasaray 80-82 milyon sınırına ulaşırken; Trabzonspor bu rakamın yarısından azında; sadece 37 milyon lirada kalıyor...

Şu andaki statü işletildiğinde şimdiden bu fark oluşuyor takımlar arasında...

Her şeye rağmen bu adil bir fark...

Kazanılan şampiyonluklar ve o sezondaki galibiyetler ve puanlara göre belirleniyor...

***

Ancak bu takımlar bir sonraki sezon da aynı ligde mücadele ediyorlar...

Digitürk gelirleri açısından arada iki mislinden fazla fark var...

Beşiktaş’la fark 15 milyon lira...

Bu kulüpler aynı ligde mücadele edecek yeni takımlarını, transferlerini, bu gelirler üzerinden yapacaklar...

Aziz Yıldırım ve Fatih Altaylı; aradaki bu gelir farkını da yeterli görmüyor; “decoder alan seyirci sayısının da baz alınacağı daha yüksek bir miktar” istiyorlar...

***

Oysa Türkiye’de milleti, hayatı ve toplumu bütünleştirici ve birleştirici kimliğiyle, nadir unsurdan biri olarak “toplumsal lehim” vazifesi gören “futbol” daha da eşitsiz hale getiremez...

Böyle bir eşitsizlik ve adaletsizlik; “ligi ve futbolu bitirir ve katleder” bunda her iki kişi bir beis görmüyorlar...

***

Aslında Fatih Altaylı’nın Aziz Yıldırım’ı Federasyon Başkan’lığına önermesi bir çelişki değil...

Aynı anlayışın tezahürü iki yönetici de...

Aralarında mazide kalmış olan kavga; “aynı anlayışın, aynı sistematiğin, güçlünün güçsüzü ezmesi stratejisinin benzer tezahürünün arızi bir çelişkisi...”

Acımasız ve adaletsiz bir sistemin oluşması temelinde birlikte yürüyorlar...

Anayasa’nın sosyal devlet ilkesini, hiçe sayarak...

***

Birbirlerini Federasyon Başkanlığı için önermeleri;

Fenerbahçe-Galatasaray dostluğunu değil...

Aynı tip yönetici ittifakının; “Türk futbolunu nerelere götürebileceğinin” bir vesikası niteliği taşıyor...

*****

ÇARŞI’YA DECODER SAYISI ÜZERİNDEN BEDEL BİÇMEK; YAKIŞIYOR MU SİZE?..

Çarşı’nın yıllar önce tribünlere astığı o zamanki Beşiktaş yönetimlerini de kızdıran bir sloganı vardı...

-“Biz müşteri değiliz... Taraftarız biz...”

***

Hayat yıllar içerisinde; Çarşı’nın nasıl bir taraftar ve oluşum olduğunu, tüm Türkiye’ye gösteriyor...

Bugün kelle sayısıyla “Digitürk’ten para isteyen” insanlar da hayatın başka gerçeklerini görüyorlar...

Ne var ki; insanoğlu eline güç geçtiğine inandığında; hidayete erdiği günleri çabuk unutuyor...

Yine ve yeniden; “Ben en büyüğüm... Benden başka büyük yok...” diyor...

***

Büyük olmak ve sadece kendisinin büyük olduğuna inanmak...

İnsanın böyle olmadığını anlamasına “bazen koskoca bir ömür yetmiyor...”

*****

ÇARŞI VE BEŞİKTAŞ EN SEVİLEN MARKA... TERSİNİ SÖYLEYEBİLİR MİSİNİZ?..

Decoder alan taraftar sayısında en yüksek olduğunu söyleyenler; acaba tespiti “neden en sevilen takım” üzerinden yapmıyorlar?..

***

Böyle olursa, “en sevilen takım” açık ara Beşiktaş...

En sevilen taraftar grubu Çarşı olacak...

Bizzat Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarları kendi kulüplerinin hemen arkasından Çarşı’yı ve Beşiktaş’ı en sevdikleri listesinin ikinci sırasına yerleştirecekler...

***

En sevilen marka sıralamasında Beşiktaş ve Çarşı, ezeli iki rakibinin çok önünde yer alacak...

Neden?..

Çünkü Fenerbahçe’li sayısı kadar futbolsever; Fenerbahçe maçlarını seyretmek isteyecek... Bir o kadar Galatasaray’lı da Fenerbahçe maçlarını izlemekten nefret edecek...

Veya tam tersi...

Galatasaray’lı sayısı kadar futbolsever; Galatasaray maçlarını izleyecek... Bir o kadar Fenerbahçe’li de bu maçlardan nefret edecek; hiç izlemeyecek...

***

Her iki taraftar kitlesi kimin maçlarında kısmi olarak buluşacak?..

Hangi tribün markasını “kendinden bir parça sayacak?..”

Bunlara Beşiktaş ve Çarşı demeyecek futbol yöneticisi var mıdır?..

Bu gerçekleri de düşündü mü acaba futbolun yeni şövalyeleri?..

Yazının devamı...

Çok güzel bir kadının iç burkan hüzünlü hikayesi

Etrafına ışık saçan güzel mi güzel çocuklar vardır...

İlk gördüğünde fark eder insan onları... O da öyle ilk bakışta herkesin fark edeceği kadar güzel bir kız çocuğuydu...

Gözleri buz mavisiydi ve çok güzeldi... Kendisi de çok güzel konuşuyor ve gülüyordu...

***

5 yaşında bir gün, bir doğum gününe davet edildi...

Akşam eve geldiğinde annesi doğum günü partisinin nasıl geçtiğini sordu ona... -“Berchtesgaden’in en güzel kızı olduğumu söylediler bana anne...” dedi...

***

Sanatçı bir aileden geliyordu...

Babası aktör, annesi aktristti...

Ancak anneyle baba bir süre sonra boşandılar...

Annesi bir süre sonra yeniden evlendi... Üvey babası 15 yaşına geldiğinde onu taciz etti...

Sonradan itiraf ettiği gibi açıkça “dünyalar güzeli kendi üvey kızıyla yatmaya yeltendi!..”

***

Muhteşem güzelliği, aktör ve aktrist aileden gelme genetik mirasla başlayan hayat yolculuğu, üvey babasının taciziyle travmatik ve dramatik bir hal almıştı...

Bir süre sonra aktrist olan annesiyle birlikte Sisi filminde oynadı... Büyük sükse yaptı...

Dünya çapında bir film yıldızı olmaya doğru gitmeye başladı...

Adı Romy Schneider’di...

YAKIŞIKLI PRENSLE GÜZEL PRENSES...

Kadersiz bir kadındı Romy Schneider...

Aşkta aradığını hiç bir zaman bulamayacaktı...

Dünyanın gıptayla baktığı muhteşem güzelliğine rağmen, sevdiği erkek tarafından terk edilecek ve nice trajedilerin beklediği bir hayata yelken açmak zorunda kalacaktı...

***

Hayatını kökten değiştiren olay, henüz 20 yaşındayken bir film setinde, dünyanın gelmiş geçmiş en güzel yüzlü aktörü olarak kabul edilen adamla karşılaştığında meydana geldi...

O adam o sırada 23 yaşını sürmekte olan Alain Delon’du...

***

Romy güzeller güzeli bir genç kız, Alain dünyanın gelmiş geçmiş en güzel yüzlü erkek oyuncusuydu... Prensle prensesin masalsı beraberlikleri böyle başladı...

***

Avusturya’da doğmuştu, ancak doğduğu Avusturya o sırada Alman işgali altındaydı...

Onun için hem Alman hem Avusturyalı sayılırdı...

Ancak bir Fransız’a âşık olmuştu...

***

Sevgilisiyle rüyalarını gerçekleştirmeyi düşündüğü Paris’e gitti...

En sevdiği kent haline gelen Paris’e yerleşti...

***

Dünyanın en güzel ve anlamlı yüzüne sahip kadınlarından biriydi Romy...

Ve sevgilisi Alain’e deliler gibi âşıktı... “Yazık ki o bir fahişe” isimli oyununu birlikte oynadıkları, beraber sanat icra ettikleri bir oyundu genç sevgililerin...

BİSEKSÜEL AŞKLAR VE AYRILIKLAR...

Hayat yıllar içinde; bana hiç şaşmayan çok ince bir kuralı derin anlamlarıyla öğretti...

Biseksüel erkek ve kadınlar; her iki cinsle de beraber olan kişiler; “karşı cinsle yaşadıkları aşklarında; karşı tarafın kolay anlayamayacağı ağır bir arıza çıkartırlardı...

Sevgililerine hasar verecek ve onun tam olarak ne olduğunu anlayamayacağı bir şekilde ilişkilerini bitirirlerdi...”

***

Böyle olmasının nedeni; “aşkı iki cinse karşı yaşayabilmeleri, yani aşkı tek bir cinsle bütünleştirememeleriydi...”

Biseksüel olduğu söylenen kadınlar ve erkekler; karşı cinsten sevgililerini hiç olmadık zamanlarda, hiç olmadık biçimlerde, hiç olmadık kırıcılıkta terk edebilirlerdi...

Bu onların yaşadıkları hayatın doğal mecrasıydı...

Terk edilenler; çoğu zaman neden terk edildiklerini anlayamazlardı...

***

Terk edilme nedeni hemcinsi olmayabilirdi;

Ancak bu terk edişin altında aslında “karşı cinse âşık olamama ve tek bir cinsle bütünleşememe” hali bulunurdu...

***

Alain Delon hayatında sayısız kadın ve erkekle beraber olduğu söylenen bir aktördü...

Biseksüel olduğu söylenir, pek de inkar edilmezdi...

Birçok erkek yönetmenin ona aşık olduğu ve sinema kariyerinde ona yardımcı olduğu bilinirdi...

Annesi Romy’e daha ilk günlerde “Bu Fransız Kazanova’sı ile kesinlikle beraber olmaması” gerektiğini söylemişti...

Ona göre, bu kadar yakışıklı bir erkeğe tek bir kadının sahip olması imkânsızdı...

***

Ama aşk öyle anne sözü falan dinlenilen bir şey değildi...

Romy de dinlemedi annesini ve sevdiği erkekle bütün kalbiyle beraber oldu...

Ne yazık ki; Alain’in bütün kalbi Romy’de değildi...

Olamazdı; sorun buradaydı...

6 yıl nişanlı kaldılar...

Bir gün Romy’e aniden şöyle bir not bıraktı Alain:

-“Nathali’yle Meksika’ya gidiyorum... Hoşçakal... Alain...”

***

Nathalie dediği, bir süre sonra evleneceği Nathalie Delon’du Alain’in...

Altı yıldır beraber olduğu Romy’e; bir başka kadınla tatile gideceğini söyleyerek “veda mesajı” veriyordu...

Alain’in bu denli acıtıcı bir biçimde Romy’den ayrılmasının nedeni sadece bir başka kadın mıydı;

Yoksa bu davranışı onun cinsel kimliğinin detaylarında mı saklıydı?..

Burası bilinmiyor...

İçten içe bir intikam duygusunu barındıran veda mesajı biseksüel tepkinin bir tezahürü mü; bu hiçbir zaman çözülemiyor...

Fakat Alain; Romy’e yaptığı bu davranıştan dolayı hayatı boyunca pişman oldu... Bu pişmanlığını 20 yıl sonra gidermek için bir vesile aradı ve buldu...

ROMY’NİN İNTİHARI ANDIRAN ÖLÜMÜ...

Normal biçimde ayrılsalar, muhtemelen unutabileceği bir aşkı, “Nathali’yle gidiyorum” sözünden dolayı, unutamadı Romy...

Bir türlü çıkamayacağı bir travmanın içine girdi...

Yıllar önce babası da annesinden ayrılmıştı...

Üvey babası onu taciz etmişti...

***

Olaylar beyninin içinde, kırılması mümkün olmayan bir travma zincirinin parçacıkları haline geliyordu...

Durumu düzeltmek için “sığınabileceği bir baba figürü aradı...”

Kısa zaman içinde kendisinden yaşça büyük Harry Meyen’le evlendi...

***

Oğlu David o sırada doğdu...

Fakat artık buzlu gözlerinde sevinç pırıltısı yoktu...

Bir süre sonra baba yerine koyduğu kocasının; kendisine ilaç olamayacağını anladı...

1975 yılında Schneider; Harry Meyen’den boşandı...

***

Güzel kadınlar, kadersizdirler...

Birçok erkek onları ister, ama onlar istedikleri erkekle istedikleri şekilde bir türlü beraber olamazlar...

Düşmanlık çekerler başka kadınlardan ve onları elde edemeyen diğer erkeklerden...

Kin ve öfkeyi üzerlerinde biriktirirler...

Hata yaptıkça, mutsuz olur; iyice yalpalarlar...

***

Romy de aynen böyle yaşamaya başladı kendi kadersizliğini...

Babası yerine koyduğu Meyen’den ayrıldığında bu kez kendisinden on yaş küçük, para ve kadın peşinde koşan asistanı Daniel Biasini ile evlendi... Bu evlilikten de kızı Sarah doğdu...

***

Bir süre sonra; yeni eşinin başka kadınların ve kendi parasının peşinde koştuğunu anladığında, boşanmaya çalıştı...

Hayat gün geçtikçe elinden kayıp gidiyordu...

O sırada gelen bir haber, hayatı Romy’nin elinden bütünüyle alıp götürdü...

***

14 yaşındaki oğlu David, bahçenin parmaklıklarının üstüne düşmüş ve parmaklık vücudunu delip geçmişti...

David inanılmaz bir kazada ölmüştü...

Babası Meyen de bir süre önce vefat etmişti...

Kendisi o sırada diğer kocasından boşanmak için uğraşıyordu...

***

Büyük ve masalsı aşkı Alain onu bir başka kadın için terk etmişti...

Alkol ve uyuşturucu hayatına o günlerde bütünüyle girdi Romy’nin...

Ne hayatta kalan tek varlığı kızı ne de son ilişkisi, onu hayata döndüremedi...

***

Bir gün yine fazla miktarda uyuşturucu aldığı sırada Paris’teki evinde kalbi durdu ve öldü...

43 yaşındaydı dünyalar güzeli Romy öldüğünde...

Elinde gerçek babasının çocukken kendisine yazıp verdiği notun biraz değiştirilmiş bir şekli vardı...

Şöyle diyordu:

-”Çocukluğunu cebine koy ve kaç, Çünkü yapabileceğin tek şey bu hayatta...”

O da babasının sözünü dinleyip öyle yapmaya çalışmıştı...

***

Ama çocukluktan kaçmak öyle kolay olmamıştı...

İçindeki çocuğun, yaşadığı travmalar bir ömür boyu onu takip etmişti...

Alain Delon, Romy’nin ölümünden tam 24 yıl sonra 2006 yılında Alman Diva Ödülü’nü almaya geldi...

***

Ödülü alırken içindeki pişmanlığı boşaltmak istercesine; yıllar önce “acı bir şekilde terk ettiği” kadın adına bu ödülü aldığını söyledi...

Ödülü Romy Schneider’e ithaf etti...

Romy kendisini acıtarak terk eden adamın ithaf ettiği Alman Diva Ödülü’nden haberdar olmadı...

***

Çok sevdiği adam uğruna Fransız Sezar ödülünü iki kez almış ve Fransız olmayı kabul etmişti...

Şimdi talihsiz kazada ölen oğlu David’le yan yana çok sevdiği Paris yakınlarındaki mezarında yatıyordu...

Yazının devamı...

Namuslu, onurlu ve kimsesiz bir fikir işçisi...

Onu tanıdığımda TRT’de Ateş Hattı programını yapıyordum...

32 yaşındaydım; yedi yıl Atina’da kaldıktan sonra Türkiye’ye dönmüştüm...

Yunanistan’da ve gittiğim her dünyada, “çok farklı görünen insanların” içlerindeki insanlığı görmüş; hayatı “ötekileştirerek değil, ancak insanileştirilerek” yaşayabileceğimi anlamıştım...

***

92-93 yıllarıydı...

Fikret Ertan isminde gözlüklü, şişman, entellektüel ve halim selim bir genç; Zaman gazetesinde dış politika yazıları yazıyordu...

Bir arkadaşımın arkadaşıydı...

Benim deli dolu programcılığımı merak etmiş, geldiği bir kaç ziyarette beni izlemiş, gözlüklerinin arkasından beni süzmüştü...

***

İnsanın “has”ını “iyi”sini tanımaya başlamıştım...

“İnsanın yaramaz”ıyla arasındaki farkı artık anlayabiliyordum gözlerden ve davranışlardan...

O yıllarda İslami dünyaya ve çevrelere çok uzaktım...

Yugoslavya’daki farklı etnisiteleri, Bulgaristan’daki komünist rejimi, Arnavutluk’taki otoriter düzeni, Yunanistan’daki Ermeni, Yunan, Musevi, Makedon, Türk etnisiteleri dibine kadar biliyordum;

Ne var ki Türkiye’deki İslami çevreleri, yaşamları ve tarzları hiç bilmiyordum...

***

Fikret Ertan; yıllar önce tanıdığım Abdurrahman Dilipak’tan sonra; İslami tarza yakın, muhafazakar olarak tanıdığım ilk gazeteci yazardı...

Tanıştığımızda; esasen hamurunun “iyi insan” olduğunu fark etmiştim...

Mahçup, kavga etmeyen, kendi halinde; saatlerce araştırmalar yapıp yazı yazan, onca yazının karşılığı aldığı üç beş kuruş parayla kıt kanaat geçinmeye çalışan bir gençti...

***

Yazıyla haşır neşir olmaktan o derece mutluydu ki; yüzlerce sayfa okuyor; yüzlerce sayfadan iki sayfa yazı çıkartıyor; onca araştırmanın sonunda çıkan iki sayfalık yazısı için aldığı entellektüel övgüden; duyduğu mutluluğu mahçup bir gülümsemenin ardında gizliyordu...

***

Ne İslami dünyaları biliyordum;

Ne de İslami dünyaların insanlarının yaşam tarzlarını, zevklerini, muhabbetlerini, ilgilerini, değerlerini...

O sıralarda Türkiye; bugünün Türkiye’sinden çok farklıydı...

“İslami yaşam tarzı, ya da muhafazakar kalemler”, bugünlerde olduğu gibi revaçta değillerdi...

İki üç kez, TRT’ye ortak arkadaşımızı ziyarete gelirken, beni program yapmak için izlerken bile hafiften tedirgin olduğunu

hissediyordum...

***

Hiçbir tedirginlik duymaması için, ona aşırı bir özen gösteriyordum...

Deli dolu halime şaşırıyor, içki içen, muhafazakar hayatla ilgisi alakası bulunmayan bu genç gazetecinin; ‘niye böyle davrandığını’ çözmeye çalışıyordu...

Gözlüklerinin arkasından, mahçup mahçup beni izlediğini fark ediyordum...

Her rengin, her cinsin, her dilin, her dinin, her düşüncenin, her değerin, her farklılığın bir potada eriyeceği bir sistemi arzuluyordum...

Amerika; sinerjiyi “farklılıkta” bulmuş, öyle kanatlanmıştı...

Türkiye’nin de öyle olması gerektiğine inanıyor, farklılığa ve “öteki”ne duyduğum, vazgeçemediğim sempatiyi Fikret Ertan’a da gösteriyordum...

Aslında Fikret Ertan benden kat be kat daha entellektüel bir yazardı o günlerde...

Ne var ki benim gazetecilik müktesabatım ve konjonktür; “benim yetiştiğim dünyaların değerlerinden yanaydı...”

***

Çok sonraları kendimde bir özelliği fark etmiştim...

Ben henüz 6 yaşında “Fenerbahçe ve Galatasaray gibi” popüler ve güçlü görüneni değil, “Beşiktaş gibi ‘halk ve öteki’ görüneni” seçtiğim günden beri “yaşamda güçlü değil; öteki”ne karşı duyduğum, vazgeçemediğim derin sempatiyle yaşıyordum...

Yıllar içinde Fikret Ertan’ın izini kaybettim.

Bir iki kez, ortak tanıdıklarımız, yaklaşık yirmi yıldır hiç sektirmeden, göz nuru alın teriyle yazdığı yazılara devam ettiğini söylediler...

Kimsenin adamı olmazdı...

Kimsenin dediğini yapmazdı...

Mütevazı evinin bir köşesinde, saatler boyu; Amerika’yı Rusya’yı analiz eder, okur çalışır; değme entellektüellere taş çıkartacak yazılar yazardı...

***

Hayret etmiştim; bu kadar çalışıp çabalayan bir adamın, “dünya nimetlerine bu kadar uzak olmasına, maddi, manevi hiçbir talepte bulunmadan, mahçup haliyle köşe yazarlığını inanılmaz bir disiplinle gerçekleştirmesine...”

Dün Ekşi Sözlük’te hakkında çıkan yorumlara baktım...

Bir Ekşi Sözlük yazarı; “Aradan geçen uzun bir sürenin sonunda artık iyice eminim ki Türkiye dışındaki olaylara en hakim, en bilgili köşe yazarı Fikret Ertan...” diyordu:

-”Milli Savunma ya da Dışişleri’ne atasınlar bu adamı...”

***

Geçen Mart ayından beri çalıştığı gazetedeki yazılarını kestiğini dün söylediler bana;

Hafta içinde “evinde çalışırken vefat ettiğini” söyleyen arkadaşlar...

Uzun zamandır Eskişehir’de yaşadığı mütevazı evinde, çalışırken, üç damarı tıkalı kalbi daha fazla dayanamamış; ölüvermişti Fikret Ertan...

Fikir işçiliği namusunun, popülerlik, şan, şatafat gerektirmediğini anlatmak istercesine Türkiye’ye...

Bu satırları, yaşarken hakkını hiç veremediğimiz bir fikir işçisinin, namuslu, onurlu ve kimsesiz yaşamının nadide enllektüelitesinin, “insanlık için bir katkı oluşturması” için yazıyorum...

Fikret Ertan; az kişinin bildiği, öz kişinin takdir ettiği, çok mütevazı ama kendi içinde çok tutarlı ve mutlu bir hayat yaşamıştı...

O dört dörtlük bir entellektüeldi...

“Oyuncak bebeklerin” televizyonlarda artistik yaptığı, bas bas bağırarak, “fikir adamlığı” tasladığı bu dünyada, “namuslu ve kimsenin adamı olmayan bir fikir işçisi olarak”, hayata onuruyla veda etti...

Seni tanımak, hayatımın en “ayrıcalıklı anlarından biriydi” Fikret’im!..

Nur içinde yat...

ETRAFTAKİ KİRE VE PİSLİĞE İNAT!..

ayatın içinde olgunlaştıkça; geçmişten bugüne kişisel tarihimden süzülen değerlerin; hayatı hep “kendi mütevazı dünyalarında namusu, onuru ve bilgeliğiyle” yaşayan insanlar olduğunu fark ediyorum...

***

Onlara duyduğum bu “vazgeçemediğim ilginin”, gerçekte benden bir parçayı temsil etmiş olmalarından kaynaklandığını şimdi anlıyorum...

Gözümün önüne; Atina’nın yer altında sınırlı çevrelerde çok meşhur olan mütevazı bir müzik kulübü geliyor...

“Albaylar Cuntası”nı yaptığı müzikle devirdiği söylenen; hasır iskemleli Esperides’te, geceleri saatler boyu dinlediğim solistler geliyor gözümün önüne...

Şöhretin albenisinin dışında kalmayı başarmış; mikrofonsuz aryalar söyleyen sanatçılardı onlar...

***

Hayatta yaşadıklarımın rezümesini çıkartırken, nedense “şan, şatafat dolu kareler hiç gelmiyor gözümün önüne...”

Hep bir sahici tavır, hepbir onurlu duruş ve hep bir namuslu karakterler var, hayattaki “in”lerimin içinde...

Yaşadığım muhitte varolan kire ve pisliğe inat!..

Yazının devamı...

Televizyonun sihirbaz çocuklarının “aşk”ları...

İki yıl önce Şubat ayının son günlerinde gelen bir telefon; beni canlı yayına çağırıyordu...

Televizyonlardan elimi eteğimi çekmiştim...

Hiçbir gizli kapaklı bağlantım, hiçbir yasa dışı ilişkim, hiçbir gizli ya da derin bir temasım olmadığı halde; arka arkaya yapılan derin operasyonlara “siyasi gibi gösterilen mesleki intikam suikastleriyle”, hayatımı dar etmeye çalışıyorlardı...

Çetin Altan’ın “Büyük Gözaltı” ve “Viski” romanlarında yazdığı bir suikast ve linç kampanyasını andıran linçin baş aktörü haline getirilmiştim...

***

Gazetecilikte 30 yıl meslekte yediği bunca operasyondan sonra; şimdi de hayatında yasadışı tek bir adım atmamış bir televizyoncu ve gazeteciyi, kirli manevralar ve gizli şebekelere bağlı manipülatörlerle, cezaevine göndermek, mahkemelerde süründürmek için, psikolojik savaş başlatmışlardı...

Korkunç günlerin içinde “yatağın iki tarafında yatmakta olan çocuklarıma bütün bir gece sarılarak uyuyordum...”

Çocuklarım; “işlenmekte olan suikasti muhtemelen hissediyor; fakat hiçbir şey söylemeden masum masum babalarına sarılıyorlardı...”

***

Kirli savaşın nereden geldiğini çözemiyordum...

Kimin ne derdi vardı benimle özel olarak anlayamıyordum...

Devletin resmi belgeleri vardı...

“Hiç kimseyle hiçbir bağlantım olmadığını açıkça belirten” resmi evraklar “gizli damgasıyla” orada duruyorlardı...

Bu durumda; kim üzerime bu türden pis bir iftirayı atmaya çalışıyordu çıkartamıyordum o sıralarda...

Çocuklarıma sarılıp, onların sevgisinden güç alarak, hayata tutunmaya çalışmakla yetiniyordum...

***

-“Beni konu eden; hiçbir televizyon programına, hiçbir şekilde çıkmıyorum biliyorsun...” dedim Hande’ye...

-“En sevdiğim, beraber yayın yaptığım arkadaşlarım istese bile...”

Hande Ertekin Tümen; o sırada TV 8’in program müdiresiydi...

Kısa bir dönem benim yönetmenliğimi de yapmıştı...

-“Dünya Kadınlar Günü için Pelin Çini ile Sacit Aslan’ın programına çıkmanızı istiyoruz... Bantları biz kendi ellerimizle yapacağız...” demişti...

***

O zor günlerimde çocuklarımla ilgili Kenan Erçetingöz, Hande Ertekin Tümen ve Sacit Aslan’ın ayrı ayrı yardımlarını görmüştüm...

Onlara “hayır” diyemiyordum...

Yayıncı değil, insan olarak...

Sadece “insanlık” sınavı verdiğimiz günlerdi...

Sadece “insanlık”tan geçmeye çalıştığımız dönemlerdi...

-“Peki” dedim;

-“Size hayır diyemem...”

Hande’ye ve yayınına güveniyordum; bir daha ne aradım ne sordum...

Hiçbir hazırlık yapmadan canlı yayına çıktım...

***

Öyle bir Mina ve Poyraz bandı hazırlamışlardı ki; canlı yayının ortasında “gözümden yaş süzülmemesi için, sesimi kısmak, kafamı öne eğmek, bir müddet hiç konuşmadan durmak zorunda kaldım...”

Canlı yayında hüngür hüngür ağlayıp boşalan bir adam olmak istemiyordum...

Ağlamaktan çekinmezdim...

Ne ki; bunca yıllık yayıncılıktan sonra, “canlı yayında hüngür hüngür ağlamayı” ‘mesleki tecrübesizlik’ olarak algılardım...

Duygularımı vakur bir biçimde mümkün olduğunca kontrol etmeye çalışıyordum...

***

Üç yaşında babalarının yanında büyümeye çalışan çocuklar bir tarafta; kirli bir intikam operasyonu, diğer yanda; hiçbir suçu ve günahı olmayıp “içeri tıktırılmaya çalışılan” gizli ve derin bir yapıya karşı ayakta kalmaya çalışan bir baba...

Hepsi üst üste geliyordu...

Kızımın ve oğlumun canlı yayında masum yüzlerini gördüğümde artık dayanamıyordum...

sular seller gibi boşalmak üzereydi gözlerim...

Nefesimi tuttuğumu ve hiç bırakmamaya çalıştığımı hatırlıyorum...

Nefesi tuttuğum için konuşamıyordum...

Öylesine kalmıştım...

Çok zor günlerdi...

Hiç bitmeyecek gibiydi...

***

Üzerinden iki yıl geçti...

Geçen hafta; hiç beklemediğim bir olay oldu...

O gün o bantları hazırlayan, program müdiresi Hande Ertekin Tümen’den gelen bir “paket” gördüm, kargolarım arasında...

-“Hayırdır inşallah...” dedim...

Açtım; bir de baktım ki bir roman...

“Zevce...” (Bir Aşkı Bağışlamak) adını taşıyor...

***

Kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım...

Zevce 1900’lerin başında bir ailenin başına gelen zincirleme aşkları anlatan, sonunda “imkansız!” bir aşkla finale doğru heyecanla kanatlanan dört başı mamur bir aşk romanıydı...

İnanılmaz bir olayla karşı karşıyaydım...

Gözlerime inanamıyordum...

Aynı duyguyu bir süre önce başka bir kitapta yaşamıştım...

Dünya televizyon tarihine “Canlı Yayında Rüşvet” olayını belgeleyen televizyoncu olarak geçen Taner Dileklen; “Aşkım İçin” diye yazdığı uzun hikaye kitabını bana göndermişti...

***

Televizyon dünyasının sert ve acımasız rating rekabetinde, mucizevi televizyonculuk başarılarına imza atan televizyoncular, “edebiyata yelken açmışlar, aşk romanları ve öyküler yazıp, bana göndermeye başlamışlardı...”

Edebiyatta “Aşkın mucizesini” anlatmak, “televizyonların rating sihirbazı çocuklarına” kalmıştı...

Dünya Kadınlar Günü’nde 2013’ün 8 Mart’ında yayınlanan canlı yayındaki iki dakikalık bölümü yeniden indirdim youtube’dan; kitabı okuduktan sonra...

Mina ile Poyraz için hazırlanan o bandı bir daha izledim...

Konuşamayan halimi, nefesini tutup yutkunan varlığımı hepsini...

***

Sonrası tek başıma yaşadığım bir duygusal kreşendo oldu...

Müzik aleti, enstrümanı olmadan, kendi başıma ‘solo’ haykıran bir “kreşendo”...

Ya sonra?..

Sonra yine “tevekkül...”

Yazının devamı...

Sevgi dolu okumalar...

Değişik yazarların ve düşün adamlarının; yaşadığımız hayat ve ötesiyle ilgili görüşlerine zaman zaman bu köşede yer veriyorum...

Burada değişik yazar ve düşünürlerden aktardığım görüşler, ‘Bire bir kendi görüşlerim ve düşüncelerim’ olmayabilir...

***

Bu yazıları benim kendi düşüncelerimin ‘bir başkası üzerinden aktarımı’ olarak algılamayın... Ne var ki;

İnsanoğlunun kendisini; ondan ibaret sandığı beş duyu organının, sınırlı kapasitesinden bakan düşünce sistematiğini yıkmaya, ‘ötesinde’kilere yer vermeye çalışan yazarları alıntılıyorum bu köşede...

***

Bu yazar ve düşünürlerin ortak özelliği, söyledikleri her şeyin çıplak ve kesin doğrular içermesi değil...

Söyledikleri her şeyin, insan beyninin düşünme kapasitesini geliştirme, bilinmeyeni düşünme ve keşfetmeye yönelik arayışını içermesi...

O arayışlarını kendi sistematiklerinde bir bütünlüğe sokma çabaları...

***

Yazılanları, söylenenleri, kendinizi geliştirmenin, beş duyu organınızı açmanın, önünüzde oluşmuş sizi kör eden blokları yıkmanın bir aracı olarak görürseniz, bu köşe amacına ulaşacak...

Sevgi dolu okumalar...

RM

ŞÜKÜR VE KÜFÜR...

“Şükür sana nimet verene gülücük yapıp ‘teşekkür ederim’ demek, yarın da hepsini inkar anlamında defterden silercesine yüz çevirmek değildir...

***

‘Küfür’ de kızıp karşısındakine sövmek değildir...

***

Şükür nimeti vereni görüp, ona minnet duymaktır...

***

Bir gün ‘küfür’ diğer gün ‘şükür’ ise değer ifade etmez...

Şükredebilenin küfrü olmaz...

***

Küfürden arınmayanın da ‘şükrü’ olmaz...

Küfür vereni inkar etmektir...

Aldığını değerlendiremektir...

***

Verilende vereni;

Görmemek yüzünden;

Verenden perdelenmiş olmaktır...

***

Ne dildekidir şükür...

Ne dildekidir küfür...”

‘YARIN’I GÖRMEK...

“Yarınınızı görmek istiyorsanız; bugününüze bakın!..

Yarın bugün yaptıklarınızın sonuçlarını yaşayacaksınız...

‘Yarın’lar ‘dün’lerin getirisidirler...

Yaşadığınız ‘an’ın hesap sonucudur; ‘yarın’lar...

Düşünün ki bugün, ‘dün’ yaptıklarınızın iyi veya kötü sonuçlarını yaşıyorsunuz...

Bugününüzün de, yarın ‘dün’ olacağını fark ederek, yaşamınıza ona göre yön vermeye, elinizdekileri bu gerçeğe göre değerlendirmeye bakınız...”

APTAL VE AKILLI...

“İnsanın inandığı yaşadıklarıdır...

Herkes inancının sonuçlarını yaşar!..

***

‘Aptal’, karşısındakinin sözlerine bakarak onu değerlendirir...

‘Akıllı’ karşısındakinin davranışlarıyla onu değerlendirir...

***

Karşısındaki açık gerçekleri değerlendirmeyip, hayalindekinin peşinde koşan, sonuçta hem elindekini yitirir hem de hayalindekini...

***

İşinin, eşinin, aşının hakkını vermek, tasavvuf dedikodusuyla ömür tüketenlerin değil, onu yaşayanların halidir...

***

Ailesinde huzur olmayanın Allah’la da huzuru olmaz...

Karşısında ve çevresinde bulunanların hakikatini göremeyerek, onları değerlendiremeyenlerin gece hayalleri, kendilerine hüsrandan başka bir şey getirmez...

***

İbadetini yapınız ama; ‘beraber olduklarınızın hakkını vermekten asla geri kalmayınız’; eğer gerçeği yaşamak istiyorsanız...

Velev ki henüz hakikati kavrayamamış olsanız bile...”

BEDENSİZ YAŞAMIN DİLİ...

İnsan bir bilinç varlığının adıdır ki; bugün ‘et kemik bir beden’ kullanır... Yarın ‘ruh bedenini...’ Cennete girebilenler ise ‘nur’ olarak yaşarlar...

***

Dünyada yaşarken, kendini bedensiz soyut bilinç varlık olarak hissedemeyenler, daha sonraki boyutlarda, bunu hissedip yaşama olanağını elde edemeyenlerdir...

***

Dünyada bedenle yaşamanın hakkını vereyim diye yalnızca iş-eş-aş hakkıyla uğraşırken, ‘bilinç varlık’ olmanın hakkını ihmal ederek bunu hissedemeyenler, ebediyen kozmik evrensel bilinç boyutunda kendilerini tanıyamayacaklardır...

***

Dünyada mertebe ve keramet peşinde koşan bedensellikle kayıtlanmış birimler; en büyük kerametin ‘evrensel kozmik bilinç boyutunda’ yaşamak olduğunun farkında bile değiller...”

KARŞINIZDAKİNİ SUÇLAMADAN ÖNCE...

“Karşınızdakini suçlamadan ve ‘niçin bana bunu yaptın’ demeden önce durun ve şu soruyu sorun kendinize...

-Acaba ben ne yaptım da karşımdaki bana böyle yaptı?..

Benim hangi davranışım, onun bana böyle yapmasına sebebiyet verdi?..

***

Bunu sorabiliyorsanız kendinize, bu pek çok konuda gerçekleri görmenize engel olacak perdelerden kurtulabileceğinizin müjdecisi olacaktır...”

AKILLI OLAN; AYRIMCILIĞIN OLDUĞU... HİÇ BİR GRUPTA YER ALMAZ...

“Baş olma hevesinden geçmemiş olanların, ‘tasavvuf önderlikleri’, ‘sigara arzusunu’ terk edemeyen şeyhlerinki gibidir... Onların alameti, kendi müntesibi olmayanları aşağılamak ve suçlamaktır...

***

Kendine bağlı olmayanlara ‘gayrı’ gözüyle bakarak; onları kendine bağlanmadıkça ayrı görüp, onların dedikodularını yapan ‘takım başları’, çelik çomak oynamaya devam edebilirler...

***

Bunun farkına varmayan müntesipleri de, onların akibetine mustahak olurlar elbette...

Akıllı olan, ayrımcılığın olduğu hiçbir takım ve grupta yer almaz...

İman, ehlinin dedikodusunu yapan bizden değildir...

Benliğini terk etmiş zatta, dedikodu ve gıybet kesinlikle olmaz...

***

Orijin varken, kopya çevresinde toplananlar, kopyanın kopyası olmaktan öteye gidemezler...

“Orijin yalnızca Allah Rasulü’dür...”

SEYRETTİĞİNİZ FİLM VE SENARYOLAR?

“Seyrettiğiniz film ve oyunların senaryoları, figüranların üzerine mi kuruluydu, yoksa başroldekilerin mi?..

***

Oyunların ve filmlerin senaryoları, figüranların arzularına göre mi gelişiyor ve değişiyordu; yoksa başrole verilen istikamet doğrultusunda mı oyun ilerliyordu?..

***

Başroldekiler, figüranlara mı tabi idi; yoksa senaryoya mı?..

Başrol oyuncuları ile figüranlar arasındaki ilişki neye göre düzenlenmekte?..

***

Figüranların birbirini veya başrol oyuncularını suçlaması, onlar hakkında hangi göstergeyi ortaya çıkartır?..

Soru çok...

“Ya cevaplar?..”

AHMED HULUSİ

Yazının devamı...

Beşiktaş havuzdan çıkmalı...

Üç büyükler arasındaki denge bozulursa;

Son günlerde Fenerbahçe Başkanı yeniden; “havuzdan çıkmak istiyoruz” sözlerini söylemeye başlıyor...

Fenerbahçe Başkanı’nın bu sözleri söylemeye başlamasının önemli bir anlamı var... “Fenerbahçe havuzdan çıkarım söylemiyle, Digitürk’ten; yayıncı kuruluştan; yeni bir teklifin gelmesine zemin hazırlıyor...”

***

Digitürk “bu yönde oluşturulan baskılar sonucu”; Fenerbahçe ve Galatasaray’a ödenecek parayla; Beşiktaş’a ödenecek miktar arasında bir fark koymanın düşünce egzersizlerini yapıyor...

***

Son söylenecek şeyi baştan söyleyelim; Böyle bir gelişmeyi Beşiktaş asla ve asla kabul etmemeli...

Bunu açıkça belirtmeli...

Bu durumda ısrar edilirse; “eşitlik ilkesine, Türk futbolunun ruhuna ve sosyal devletin temel değerlerine aykırı olduğunu” belirterek “havuzdan çıkma kararı”nı hiç vakit geçirmeden almalı...

***

Türkiye Ligi zaten marka değerini gittikçe yitirmeye doğru giden bir lig...

Futbol seyircisi bu sezon maçlara gelmiyor... Ligi zar zor ayakta tutan derbi heyecanı ile şampiyonluk yarışı...

Derbi dediğiniz Trabzon maçları dışında, ligin ilk yarısında üç, ikinci yarısında üç toplam altı maç...

Şimdi bu heyecanı da yok edip, bunu topu topu iki devrede birer derbiyle sınırlamak istiyorlar...

İki kulübe fazla ödeyip, Türk futbolunun temelini dinamitlemek ve futbolu katletmek istiyorlar...

***

Haftalar öncesinden heyecanı başlayan, haftalar öncesinden hazırlanılan, haftayla birlikte zirve yapan ve puan yarışıyla katmerlenen büyük derbi heyecanı üç İstanbul takımı arasında cereyan ediyor...

Trabzon ve Bursa’nın şampiyon olmasıyla eklemlenen Bursaspor ile, bu heyecan artıyor, zirveyi güzelleştiriyor...

Bu heyecan zirve mücadelesiyle lehimlendiğinde “Türkiye süper ligi” marka değerini artırıyor, pazarını güçlendiriyor...

***

Kısa dönemli geçici üstünlükleri “başarı” zanneden “futbol yönetimi anlayışı” “futbol”u yeni bir uçurumun eşiğine getirmek üzere...

Türk futbolu; “iki büyüklü sistemle” yürümez; yok olur gider...

Futbol bir heyecan...

Bir rekabet...

Bu ülkenin, “insanlarını, kitlelerini, etnik ve kültürel farklılıklarını lehimleyen, birleştiren, bütünleştiren en güçlü sivil toplumsal değerlerden biri, en başlıcası...”

***

Futbolda üç büyükleri bölen anlayış; “geleceği göremeyen futbol yöneticilerinin aman üç kuruş daha fazla kasama para girsin” mantığıyla, yürütebilecekleri bir piyasa değil...

Türkiye’de üç büyük kulüpten başlayarak adım adım bütün kategorileri ayrıştırmaya başlayanlar, futbolu katlederler...

Anadolu kulüplerine “değersiz” muamelesi çeken anlayış; “benim seyircim var; gerisine bakmam...” diyen görüş, geçmişte Türk futbolunu nerelere sürüklediyse, şimdi katmerleyerek yeni belaların içine sürükler...

***

Türkiye bu ucuz kulüp çıkarı ve futbol yönetimi anlayışından kurtulmalı...

Beşiktaş kulübü sadece kendisi için değil; Temsil ettiği ahlaki değerler adına; üç büyük kulüp arasında yeni bir nifak tohumunun serpilmesine olanak tanıyan bölünmelere;

Anadolu kulüplerini değersizleştirerek...

Yeni; acımasız ve adaletsiz bir rekabet düzeni getirmeye çalışan anlayışa izin vermemeli, onu mahkum etmeli...

Bu anlayışın Türk futbolunu bugüne kadar nerelere getirdiğini biliyoruz...

***

Bu konuda en ibret verici acı örneklerin kamuoyunun bilgisine sunulmamış olması bir “sorumluluk, bir ahlak, bir insaniyet” meselesi...

“Ahlaklı durmak ve insanlıktan yana olmak” insanı, emeği, değerleri hiçe sayan acımasız cüretlere zemin teşkil etmemeli...

“Günah” kelimesi bütün dinlerde mevcut... “Günah”ı hatırlamak için; ihtiras duvarına toslamak zorunda kalmamalı insanoğlu...

*****

DARA DÜŞTÜĞÜN ZAMANLA, HER ŞEYE MUKTEDAR OLDUĞUN ZAMANLAR...

Hepimizin hayatında zaman zaman girdiğimiz iki temel dönem bulunur...

Güçlü olduğumuz zamanlar...

Güçsüz olduğumuz; dara düştüğümüz anlar... Hayat güçlü olduğumuzu varsaydığımız anlarda; “başkalarını ezip geçmememizi, onların yaşam haklarını korumamızı” ister...

***

Bunu yapmadığımızı gördüğünde bir süre sonra bizi “dara düşürür...”

Kendi başımıza sorunlarımızı çözemeyeceğimiz, başkalarına ihtiyaç duyduğumuz günlerdir bu günler...

O günlerde; insan muktedir ve güçlü olduğu dönemlerde yaptığı hataları teker teker hatırlar...

“Keşke bu kadar zalim, bu kadar acımasız, bu kadar başkalarının yaşam haklarını es geçmeseydim...” diye içten içe hayıflanır...

***

Dara düştüğü o anlarda, “dara düşenin halini anlar, onlara sempati duyar, dertlerine çare olmaya çabalar...”

Bu sınavı geçtikten sonra, hayat insanı yeniden güçlü ve muktedir kılar...

Esas sınav buradadır...

“Dara düşüp, darı görüp, darda kalanın halini anlaması istenenler”, yeniden güçlendiklerinde, yine eskisi gibi, “güçsüz zannetiklerini” ezip geçmeyi marifet sayar, onların yaşama hakkını yok farzederlerse, “aldıkları dersten hiçbir sonuç çıkartamamışlar” demektir...

***

Onlara ikinci sınav, daha zor gelir...

Bu sefer “pişmanlıklara” ilk seferinde olduğu kadar hoşgörülü değildir hayat...

Daha ağır, daha okkalı bedeller ödetir...

Biz hayata “ihtiraslarımızı törpüleyerek, kendimizi geliştirerek, kendi dışımızdakileri iyilikler ve katkılar sunarak; adam olmak için geliriz...”

İnsan terakkisi “güçlü olduğunu zannetmek ve geleni geçeni ezmek geçmek değildir...” Terakki; dara düştüğünde, insanlara muhtaç olduğunda, yaşadıklarını ve gördüklerini unutmamak, bundan dersler çıkartıp, çevrendekilerin kıymetini bilmek demektir... Bunlar “sadece islami” veya popülist söylemler değil, “insani” ve “hayati” söylemlerdir...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.