Şampiy10
Magazin
Gündem

Einstein’in oğluna verdiği şifre...

“Keyif alarak bir şey yapıyor ve zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsan, bu öğrenmenin en iyi yoludur...” Albert Einstein 11 yaşındaki oğlu Hans Albert’e; hayatının sırrını bu sözlerle veriyordu...

Amerika’da yayınlanan “Büyük Amerika’lıların Çocuklarına Mektupları” isimli kitap; dünyanın gelmiş gençmiş en önemli bilim adamının “başarısının altındaki formülleri” anlatıyor...

Milliyet Internet sitesi Einstein’in başarısının altında yatan 10 şifreyi anlatıyor...

Herkes “zeka”nın hayatta başarının kesin anahtarı olduğunu zanneder...

Oysa Einstein’in şifreleri, zekadan çok daha önemli şeyleri anlatıyor...

MERAKININ PEŞİNDEN GİDEN ADAM...

“Benim özel bir yeteneğim yok...

Yalnızca tutkulu bir meraklıyım...

***

Sizin merakınızı nedir?..

Neyi en çok merak ediyorsunuz?..

Benim merak ettiğim, neden bazı insanların başarılı olup, bazılarının olmadığıdır...

Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım...

Merakınızın peşinden giderseniz; başarıya ulaşırsınız...”

AZMİNİN PEŞİNDEN GİDEN ADAM...

“Çok zeki olduğumdan değil,

sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum...

***

Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız?.. Posta pulları; gideceği yere varıncaya kadar, mektuba yapışıp kalırlar...

Onun için çok değerli oldukları söylenir... Posta pulu gibi olun; başladığınız işi bitirin...”

“GÜZEL BİR KIZI ÖPERKEN, ARABAYI DÜZGÜN KULLANAMAZSINIZ...”

“Güzel bir kızı öperken, düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hak ettiği dikkati veremiyor demektir...

***

İki atı aynı anda süremezsiniz... Bir şeyler yapabilirsiniz... Ama her şeyi yapamazsınız... Şimdiye odaklanın ve bütün enerjinizi şu anda yaptığınız işe verin...”

HAYALİMİN GÜCÜ...

“Hayal gücü her şeydir...

Sizi bekleyen güzelliklerin önizlemesi gibidir...

Hayal gücü bilgiden daha önemlidir...

***

Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür bilgi değil...

Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin...”

“HATALARIM OLMASA BEN OLMAZDIM...”

“Hiç hata yapmamış bir insan; yeni hiçbir şey denememiş demektir...

***

Hata yapmaktan korkmayın... Eğer nasıl okuyacağınızı bilirseniz, hatalar sizi daha iyi bir konuma getirebilir... Başarılı olmak istiyorsanız yaptığınız hataları üçe katlayın...”

BURADA VE ŞİMDİ...

“Ben geleceği hiç düşünmem...

Nasıl olsa gelecektir...

***

Geleceği ayarlamanın tek yolu, olabildiğiniz kadar şimdide olmaktır...

Şu anda dünü ya da yarını değiştiremezsiniz...

Önemli olan tek an şimdidir...”

BAŞARILI DEĞİL... DEĞERLİ...

“Başarılı olmaya değil; Değerli olmaya çalışın...

***

Zamanınızı başarılı olmak için harcamayın...

Değerler yaratın...

Eğer değerli olursanız; başarı zaten kendiliğinden gelecektir...”

AYNI ŞEYLERİ YAPARAK, MUTLULUK ARAMAK...

“Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklemek deliliktir...

***

Her gün aynı rutinde yaşayarak, farklı görünmeyi bekleyemezsiniz... Hayatınızın değişmesini istiyorsanız, kendinizi değiştirmelisiniz...”

BİLGİ MALUMAT DEĞİLDİR...

“Bilgi malumat değildir... Bilmenin tek yolu deneyimlemektir...

***

Bir konuyu tartışabilirsiniz...

Ama bu size sadece felsefi bir anlayış kazandırır... Bir konuyu bilmek istiyorsanız, onu deneyimlemelisiniz...”

OYUNCU OLABİLMEK...

“Kuralları öğrenin, daha iyi oynayın... Oyunun kurallarını öğrenmek zorundasınız. Böylece herkesten iyi oynayabilirsiniz...

***

Yapmanız gereken iki şey var... Birincisi oynadığınız oyunun kurallarını öğrenmek... İkincisi ise oyunu herkesten iyi oynamayı istemek... Bu iki şeyi yaparsanız, başarı sizinle olur!..”

BAŞARIYI VE DEĞERLİYİ EİNSTEİN ÜZERİNDEN MODELLERKEN...

Yıllar önce kısa adı NLP olan Nörolinguistik Programlama (Duyu, dil programlaması) tekniklerini öğrenirken; işin uzmanları bana şöyle söylediler:

-”İnsanoğlu uzun çalışmaları sonucu, hayatta başarılı olan insanların, dünyanın değişik coğrafyalarında, değişik alt kültürlerinde, farklı ırklarda, cinslerde, şaşırtıcı biçimde aynı davranış kalıplarını, benzer davranış şekillerini benimsediklerini gördüler...

Sonra bu davranış biçimlerini modellediler...

O modeli benimseten yeni teknikler yaratarak, modeli dünyaya şamil hale getirmeye çalıştılar...”

***

Albert Einstein’in anahtar niteliği taşıyan sözlerini, yayınlama nedenim; “olgun, değerli ve başarılı insan modellemesinin” doğru olduğuna duyduğum inanç...

Bir başka deyişle; Einstein’in yıllar önce oğluna ve insanlara sunduğu başarı formülleri; şimdilerde yaşam gurularının dünyaya önerdiği “modellenmenin hemen hemen kendisi...”

***

İnsanoğlu değişik kültürlerin, dinlerin, etnisitelerin, coğrafyaların, ırkların, cinslerin yaşadığı büyük Matruşka’nın farklı hücreleri olarak faaliyet gösteriyor...

Bu hücrelerin çalışma sistematiğini bilmek; fonksiyonlarını anlamak, “büyük resmin içindeki yerlerini anlamlandırabilmek”, “bölgesel değil, evrensel ve kozmik manalarını çözebilmek; ‘bilimsel’ bir uğraş...”

Onun için de değerli...

***

Albert Einstein’in söylediklerini bu perspektiften okumanızı öneririm...

O zaman “şifreleri çözmenin evrensel ve kozmik düzeyine erişme yolunda önemli adımlar” atabileceğimizi görürüz... Cumartesi; hafta sonu tatilinin ilk günü olması nedeniyle, rahatlık ve dinginlikle harmanlanan, güzel bir mecra...

İyi okumalar...

R.M.

Yazının devamı...

Aşkı saf ve nahif haliyle bırakabilmek için kendisini ‘yarım’ bırakıyorum...

O gece; çok özel bir konuyu paylaşmak ve ortak bir çözüm bulmak amacındaydım...

Biraz limoni, biraz gel gitli; biraz nörotik olmaya başladığı belliydi ilişkimizin...

Yine de o akşam sevgililer günüydü... “Bizim” günümüzdü...

Tatlı bir romans; bizi kendine getirir, aşkı daimileştirir, sevgiyi müstakbel kılardı...

***

Konuşacağım konunun; aşkımızla bir ilgisi yoktu...

Varlığı “sevgimizden” kaynaklanıyor; fakat bağımsız bir kimlik kazanıyordu...

Konuyu paylaştığımda; ondan hiç beklemediğim bir tavır geldi...

Algılayamadım; çözemedim...

Her halükarda “sevgimize uygun düşüremedim...”

***

Midemin kronik gastriti tutmuştu... Bulantı ve yanma gittikçe artıyordu... Masadan kalkmak zorunda kaldım...

Lavaboda “içimdekilerden kurtulabilir miyim?” diye, derin öksürük krizlerine girdim...

Nafile... Stres merkezli, midemi ağzıma getiren öksürükler dışında, içimden hiç bir şey gelmiyordu...

Yüzüm yıkadım geri döndüm masaya...

***

Sigarayı sık; içkiyi kuvvetli içerdim o sıralar... Derin nefeslerden dumanlanmış zehri akciğerime estirdim... Ciğerime duman verdikçe, dışarıdaki trajik etkiyi, kendime yönelik zararla nötralize edebileceğimi düşünüyordum... Yetmezdi...

***

Hemen arkasından yüksek oranlı alkolü ihtiva eden tahta kurusu kokulu, sarı sıvıyı karaciğerime döktüm...

İçime akan alkol; ciğerimde sis bulutu halinde kesifleşen duman; beni dış etkenlere karşı sakinleştirecekti...

Nitekim; arka arkaya içtiğim bir kaç sigara, iki kadeh içtiğim tahta kurusu içkisinin ardından,

-“Hadi kalkalım artık... Geç oldu...” dedim...

***

Yol boyu konuşmadan evine geldik... Kapıyı açtım;

-“Ben gelmeyeceğim bu gece...” diye fısıldadım...

-“Bu akşam evde yatacağım... Sonra görüşürüz...”

Sevgililer Günü’nde; “Sevgililerle aşk yaşamasını öğrendiğim gibi, sevgililerden ayrılmasını da öğrenmiştim...”

Sonraki yılların birinde; “ayrılık kararını bizzat Sevgililer Günü’nde resmileştirdim...”

Zaman içinde Sevgililer Günü; aşk yaşadığım günler olduğu gibi, ayrılıkları tescil ettiğim günler haline de geldi... Öyle olması gerekmez miydi?.. Madem ki aşk; her şeyden önemliydi... Aşk devam etmeyecekse; “aşıkların gününde ilan edilmeliydi...”

Yarım ve muallakta bırakılmamalıydı aşk...

Olcay Derecik şöyle anlatır; Deniz ve Martılar ilişkisinde “aşkı...”

***

Deniz eğildi kulağına Martı’nın...

-”Yapma” dedi;

-”Maviliğime aldanıp dalma sularıma... Balık yaşamıyor içimde artık...”

Tebessüm etti Martı...

-“Sadece balık için mi dalıyorum sanıyorsun maviliğine?..” dedi...

-“Ya neden?..” diye sordu Deniz...

-“Sen ve ben...” dedi Martı;

-“Bir çok aşığın fotoğraflarında aynı karede yer alıyoruz...

Bir çok ayrılanın sakladığı resimlerde de...

‘Balık yok’ diye seni terk etsem, o fotoğrafları da terk etmiş olmaz mıyım?..

Ben ‘balığa ayıp olmasın’ diye değil; ‘Aşka ayıp olmasın’ diye hala sendeyim...”

Böyle diyor Olcay Derecik...

***

Bana gelince;

Ben Sevgililer Günü’nde yaşanan ayrılıkları “aşka karşı işlenen bir suç değil; işlenen suçlara karşı aşkı koruma içgüdüsü” olarak algılıyorum...

Aşkı korumak için; “aşıklar gününde, bozulmaya yüz tutan aşklardan aniden ayrılıyorum...”

Aşkı saf ve nahif haliyle bırakabilmek için; ‘kendisini yarım bırakıyorum...’

“ÖLÜMSÜZ ŞARKILARI YAZDIRAN KEMAL BEY’İN AŞKIYDI...”

“Kimler Geldi, Kimler Geçti; İki Yabancı; Sensiz Yıllarda; Bir Günah Gibi Gizledim Seni, Bambaşka Biri...” Bu parçaların hepsi Fikret Şeneş’in parçalara kapak olan sözleriydi...

Sonsuza uğurladığımızda onu; bu parçaların hepsinin “gizli aşkı Kemal Bey’e” yazıldığını öğrendim...

Hala soyadını gizliyordu Kemal Bey’in... Neredeyse 50 yıllık bir gizli aşkın öyküsüydü, bütün

o ölümsüz şarkılar...

***

Elif Berköz Ünyay’ın Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan unutulmaz Fikret Şeneş röportajının “gizli aşk” bölümünü aktarıyorum şimdi; Allah rahmet eylesin...

Mekanı cennet olsun unutulmaz kadın; Fikret Şeneş’in...

***

-“Şarkılarınıza ilham veren Kemal beyle nerede, nasıl tanıştınız?..”

-“Bedii ile ayrıldıktan sonra yani 35’lerimde Reşat Kulüp’te tanıştık. İhtilal kurbanıyım ben... Neden derseniz, adam askeri pilottu... Bu ihtilalden sonra askere öyle bir sempati doğdu ki ne zaman asker görsek üstüne atlar hale geldik... Kemal beni kulüpte görmüş ve beğenmiş... Ondan geldi ilk adım... Ben de onu beğendim tabii...”

***

-“O dönem ikiniz de bekardınız... Niye evlenmediniz?..”

-“Sözlendik... Ama Kemal bey çocuk diye tutturdu...

Ben ‘Bedii Beyin cicilerini büyütürken bir de senin cicilerini büyütemem’ dedim...

Bu sırada Kemal Beyin Ankara’da çapkınlık yaptığının haberini aldım... Çok kızdım... Gidip başkasıyla evlendim... O da benden 15 gün sonra Ankara’da nikah masasına oturdu... Üç yıl öncesine kadar sürdü gizli ilişkimiz... Eşi de çocukları da aşkımızı bilmiyor...”

***

-“Ailesinin bunca yıldır sizden haberi olmaması mümkün mü?..”

-“Bilmiyorlar. Kemal bir kere Ajda’nın konserine gelmişti çocuklarıyla... Ajda; ‘Ay Kemal enişte... İşte şarkıların kahramanı’ diye bağırmıştı... Boğacaktım vallahi onu...”

***

-“Eğer Kemal Beyle evlenseydiniz, biz bu şarkılardan mahrum mu kalacaktık?..”

-“Tabii... Kavuşamadık diye bu kadar büyüdü aşkımız... Hasretin verdiği duygularla yazdım şarkıları...”

***

-“Yaşınız 90’a yaklaştı... Bu saatten sonra bu ilişkiyi bitirmenizin sebebi neydi?..”

-”Kemal Bey benden beş yaş küçük... Geldi 80’e... Sağlık problemleri başladı... Birkaç ayda bir buluşurduk... Biz buluştuğumuzda Allah göstermesin Kemal Beye bir şey olursa benim günahıma girerler... ‘Azgın karı... Adam üstünde öldü’ derler diye korktum... Bilmezler ki kaç yıldır aramızda seksüel olarak bir şey yok...”

***

-“Hiç görüşmüyor musunuz artık?.. Özlemiyor musunuz onu?..”

-“Çocuk musun yavrum? Özlemez miyim? Kalk git yatak odamdaki başucuma bak... Hep onun fotoğrafları... İnsan söküp atabilir mi?.. Aldı bilmediği bir kadıncağızı... Dört senede dört çocuğu oldu... Çocukları da büyüdü... ‘Senin mesuliyetlerin var... Bu işi el aleme rezil olmadan, tadında bitirelim’ dedim...”

Yazının devamı...

Her şeyin bırakılıp gidilesi bir yer burası nihayet!..

Dün bir çocukluk arkadaşıyla oturan eski bir arkadaşımı görüyorum; cafe’de...

-“Gelsene otursana...” diyor;

-“İki satır laf edelim; çocuklarla ilgili...”

Büyük kızımla aynı okulda okuyor ikisinin de çocukları...

Birininki lise 1’de...

Diğerinki lise 2’de...

Benim büyük kızım da lise 1’de...

***

Çocuk yetiştirmenin, baba olarak bize verdiği sorumlukları; hayatın çocuklarla ilgili getirdiklerini konuşuyoruz bir süre... Okul yıllarında her ikisinin de; liselerinin muteber öğrencilerinden olmadıklarını öğreniyorum...

Çift dikiş giden, sınıfta kalmamak için okul değiştiren öğrenciler olduklarını anlatıyorlar...

Bugün artık birer “baba” onlar;

Çocuklarını kollamaya çalışıyorlar...

***

Laf dönüyor dolaşıyor;

Miami’ye mi göç etsek; Londra’ya mı, Los Angeles’a mı noktasına gelip dayanıyor... Herkes çocuklarını alıp, bir yerlere götürmenin hesaplarını yapıyor...

Buralardan uzayıp gitmenin, olası planlarını gözden geçiriyor...

-“Çocuklar burada ne yapacak?..”

Herkes bunu düşünüyor...

***

Kendi 15 yaşım gözümün önüne geliyor...

Umut dolu olduğum, aklıma Türkiye’yi değiştirmenin ilk düştüğü günler gözümün önünden geçiyor...

Kırk yıl boyunca, kendi mütevazı ölçülerimde “Türkiye’yi kurtarmaya çalıştığımı” fark ediyorum...

1975’den 2015’e geçen kırk yılda; Kırk’larca kez bu buğurda kullanıldığımı...

Vatan, ülke, insanlık, eşitlik, gazetecilik, yazarlık, özgürlük adını tepe tepe üzerimden silindir gibi geçtiklerini anlıyorum... Ben o kelimeleri sevdikçe, onlar o kelimeleri üzerimde “malzeme” yapıyorlar...

***

Ömrümün tam kırk yılının;

Ülkeyi gençlik hareketi yoluyla kurtarmak...

Ülkeyi gazetecilik mesleğiyle özgürlüğe kavuşturmak...

Ülkeyi televizyonculuk yaparak insanileştirmek...

Ülkeyi yazarlık yaparak edebileştirmek ve ebedileştirmek istediğimi hissediyorum...

***

Sonuç edebi ve ebedi olmuyor!..

Tecavüz edilmeye çalışılan yirmi yaşında genç kızların hunharca katledildiği...

Kar topu oynayan gazetecilerin bağırlarına saplanan bıçakla yok edildiği...

Bir ülkede “geçen kırk yılda hiç bir şeyin kurtarılamadığını” anlıyorum...

***

-“Burası bir üçüncü dünya ülkesi...” diyor masadakiler...

-“Burası bir nevi Suriye... Burası Ortadoğu’da sıradan bir ülke... İçinde yaşarken göremesek de; dışarıdan görenler, fark ediyor; ürküyor...” diyorlar...

***

Masanın cevabı bulunamayan sorusu şu; Kırk yılın sonunda; çocuklara nasıl bir ‘hayat’ bırakacağız?..

Siyaset yaparak mı yaşayacaklar?..

Genç kızlara yapılan tecavüze maruz kalan bir ülkede mi mutluluk arayacaklar?..

Kar topu yüzünden işlenen gazeteci cinayetlerini mi protesto ederek demokratik haklarını kullanacaklar?..

Bunlar hangi mesleği, nasıl yapacaklar?..

***

Son beş yılda; 2010 yılından, 2015’in başına kadar; çocuklarım, annem, babam ve benim başıma gelenleri, bize yapılanları gözümün önüne getiriyorum...

Bu nasıl bir ülke?..

Bu nasıl bir hayat?..

Bu nasıl bir intikam?..

Bu nasıl gözü dönmüş bir kıyım?..

Bu nasıl bir vahşet?..

Bu nasıl “insanlıktan çıkmış” bir canilik?..

***

-“Bir varmış bir yokmuş... Bir Özge varmış... Bir yokmuş...” diyor zavallı babası kızın...

Masalların trajedi olduğu bir ülke burası...

Babasız, annesiz,; hülasa öksüz kalanların derin çukurlarda, yengeç sepeti misali birbirlerini yiyerek öksüzlüklerini giderdikleri bir ülke burası...

Masalların trajedi haline geldiği bir memleket; Cinayetin cesaret zannedildiği bir sefalet;

Tacizin flört;

Tecavüz nedeninin “tahrik” zannedildiği bir “kıyamet” burası...

Her şeyin bırakılıp gidilesi bir yer burası nihayet!..

Yazının devamı...

Kadınlarla karda... Dr. Jivago ve Dr. Tomas...

Sabah gün ağarırken Boğaz’ın derin sularını coşturan tipiyi gördüm...

Deniz “nehir sularının rengine çalan bulanık haline” bürünmekteydi yine...

Kar geliyordu...

Dışarıda korkunç bir ayaz vardı...

***

Bir süre sonra, dolu biçiminde kar yağmaya başladı suyun ve Boğaz’ın üzerine...

Üstüme bir şeyler giyindim...

Deniz kenarına “buz tanecikleri şeklinde yağan karın altında” yürüyüşe çıktım...

Yüzüme, başıma, boynuma, bedenime değen, buz parçacıkları, kar taneleri, beni kendime getirdi...

Arkamdan esen rüzgar, beni ileriye fırlattı...

İstanbul’da tipi vardı...

Boğaz’a kar yağıyordu...

***

Bir kez daha iki aşk arasında kalan, romantik şair doktor Juri Jivago’yu hatırladım...

Yokluklarla dolu ülkede, Sovyet ihtilalinin kanlı savaşının ortasında; iki kadın arasında kalan romantik şair; burjuva aydını; tıp doktoru Jivago gibi savrularak yürümeye başladım Boğaz’ın kıyısında...

***

Boris Pasternak roman kahramanının aktörü Omar Sharif gibiydim sanki...

Sadakat ile ihtiras arasında kalmış gibiydim;

Julie Christie ile Geraldine Chaplin’in zıt kadın karakterlerinin ortasında tenis topuna dönen; bir erkek figüran mıydım acaba?.. Doktor Jivago gibi?..

***

Buz tanecikleri halinde yağan kar bana Rusya’yı;

Rusya bana Doktor Jivago’yu;

Doktor Jivago bana, sadakat ile ihtirasın sembolü iki kadın arasında kalan dramatik aşk üçgenini hatırlattı...

Dorkor Jivago’nun müziğini içimde hissettim...

O muhteşem müziği içimden çaldım...

***

“Karda Aşk” önce bana Jivago’nun hüzünlü romantik yüzünü, karla kaplı Rusya ormanlardaki tren yolculuğunu, beyaz karlar arasında kalan bir aşk yuvasını, buzlar arasında kalan bir harabede ormanın derinliklerinde gerçekleşen bir kaçamak buluşmayı ve nice dramla trajediyi arka arkaya flashback’ledi...

İçimin titrediğini hissettim...

Mutluluğu bir türlü bulamayan hüzünlü Juri Jivago’nun öyküsünden, Boğaz’daki martıları seyrettim...

Romantikleştim...

***

Martılar beni Rusya’dan kopardılar...

Çekoslovakya’ya attılar...

Prag’a demirlediler...

Dün Boğaz’a buz tanecikleri şeklinde kar yağmaktaydı...

Dondurucu soğukta, rüzgar arkadan esmekteydi...

İnsanı öne doğru savurmaktaydı...

Soğukta ve tipide yarım saat kadar yürüdüm...

***

Rusya’nın kalın karlarında hüzünlü aşklar arasında ölümle dans eden Boris Pesternak’ın Doktor Jivago’suyla konuştum...

Çekoslovakya’nın karlarla kaplı, taşrasında; ormanlık alanda genç sevgilisi Tereca’yla birlikte; kamyonla ölüme direksiyon kıran Milan Kundera’nın Dr. Tomas’ını hüzünlü bir gülümsemeyle selamladım...

***

Onların yarım kalan aşklarını bütünleştirmek için, ölüme gittiklerini...

Böylece yarım kalan aşklarını sonsuzlaştırdıklarını ve ölümsüzleştirdiklerini anladım...

Onlar karlar ardasında çapkın aşklar yaşarken bile hüzünlü...

İki aşk arasında kalırken bile romantik sevdalı...

Yakışıklı dünyalarında kadınlar arasında hayatı yaşamaya çalışırken bile kesif bir dramın ortasındaydılar...

***

Dün onları düşünerek Boğaz’da yürüdüm...

Karda kendi ayak izimden ürkek izler bıraktım......

Boğaz’a kendi çapımda bir çeltik attım...

Martılarla, denizin ortasına bir konup bir yükseldim...

Dün iki doktorla; Jivago ve Tomash’la, martılar arasında Boğaz’ın karlı sularından hafif hafif süzüldüm...

Doktor Jivago çalıyordu içimde...

Boğaz’a kar yağıyordu...

Yazının devamı...

Sabahları televizyon, gazete, twitter ve internetsiz bir hayat...

Sabah saatlerinde televizyon izlemiyorum...

Erken saatlerde güne nasıl başlanırsa, bütün günün; sabahın ilk saatlerindeki resmin duygusal kontekstinde devam ettiğini biliyorum...

O yüzden sabahın ilk saatlerini, televizyon, gazete, internet, twitter gibi; çatışan enerjilere açık alanlarda geçirmiyorum...

***

Kendi içimi dinleyerek; bir süre iç huzuru ve dinginliği yakalamaya çalışıyor ve güne öyle başlamaya çaba gösteriyorum...

Kendimle kurduğum iletişim; içimden gelen dingin, huzurlu ve barışık enerjiyi alarak günün akışına kendini hazırlıyor...

***

Günün ilk saatlerinde kendi gerçeklerimin ışığında ayaklarımı yere sağlam basamazsam, dışarıda cereyan ediyor görünen olaylar beni istedikleri yöne sürükler...

Dışarda oluyor görünen olaylar, sabahın ilk saatlerinde beni alıp istediği yöne götürmesinler diye, kendi farkındalığımı yaratıyorum...

***

Böylece hayat daha kolay ve yönetilebilir hale geliyor...

Televizyonlar o saatlerde kendi planladıkları program akışlarında; genelde “bir gün öncesinin bol çatışmalı, cinayetli, tartışmalı, kavgalı gündemini” sabah haberleri olarak izleyiciye sunuyorlar...

Sabahın köründe güne; bir gün öncesinin; tartışma, kavga, cinayet gündemiyle başlamak bütün bir günü, aynı etkinin altında sürdürmeye yol açıyor...

***

Keza internet, twitter, sosyal medya mecralarındaki kavgalar, tartışmalar, çatışmalar, dışardaki kavga gündemini, çatışma titreşimlerini, direkt içimize sokuveriyor...

Bunları “almamak” günün ilk saatlerinde; hayatın barış dolu esintisini hissetmek için, bir müddet sessiz, sakin ve dingin bir ortamın oluşması gerekiyor...

Bu ortamı yarattığımda, günün o saatinde enerjiler; büyük ölçüde geri çekildiğinden, duyu organlarım çok daha geniş bir perspektiften hayatı ve olayları okuyabiliyor...

Evrensel akılla o saatlerde çok rahat bir iletişime geçebiliyorum...

***

Aynı etkinin benzerini akşam havanın kararmaya başladığı saatlerde de hissediyorum...

İnsanlardan yayılan enerjiler geri çekiliyorlar...

Beyinlerden saçılan dalgalar, bir miktar azalıyorlar...

“Alan” nispeten boşalıyor...

O saatlerde yazı yazıyorum...

İnsanın, kişisel hayatını yönetebilmesinin, ona egemen olmasının yolunun, kendi içiyle günde en az iki kez iletişim halinde olması gerektiğini biliyorum...

***

O zaman “içimiz” dışarısını yönetiyor... Aksi halde “dışarısı içimize giriyor ve orayı istediği gibi, istediği yöne savuruyor...”

KARISINA VE ÇOCUKLARINA, İLGİLİ AMA DUYARSIZ BİR ‘GODFATHER...’

Dün sabah kalktıktan sonra, ne olduğunu, nasıl olduğunu tam anlayamadığım bir enerji; muhtemelen bir el çarpması, Digitürk’ün birinci kanalını kendiliğinden açıverdi...

Digitürk’te bir yıldır görmediğim, izleyemediğim Oscar kanalını gördüm...

***

Ben sabahları o saatte televizyon açmam...

Hele televizyon kumandasının birinci kanalına hiç basmam...

Geçen yıl Oscar törenleri esnasında yayına giren Oscar kanalı; birinci kanaldan yayın yapmıştı...

Dün aynı Oscar kanalı, bir yıl aradan sonra; kendisini bir kez daha bana fark ettirdi...

-“Ben buradayım atlama beni...” diyordu...

***

Digitürk Şubat ayında Los Angeles’ta Oscar ödül töreni yapılacak olması nedeniyle, bu ayı bir sinema şölenine çeviriyor...

Geçtiğimiz yıllarda Oscar alan muhteşem filmleri arka arkaya ekrana getiriyor...

Dün sabah ünlü Baba filminin 2’ncisi yayındaydı...

***

Her şeyi bir kenara bırakıp, kimbilir kaçıncı kez, Michael Corleone’nin, “mafya dünyasında inanılmaz bir güce kavuşmasını”, eşi ve çocuklarıyla yaşadığı sorunları, ailesini koruma çabalarını, “artan ve önlenemez gücü karşısında”, “gittikçe büyüyen acımasızlığını, gaddarlığını” izledim...

***

Aileye ihanet eden kendi öz kardeşine karşı acımasızlığı...

Çocukları alıp gitmek isteyen karısına karşı, onu çocuklardan zaman zaman mahrum eden duyarsızlığı...

Düşmanlarına karşı artan gaddarlığı; Al Pacino’nun ve Robert De Niro’nun gençlik yıllarının performansından, Baba filminin unutulmaz müziği eşliğinde muhteşem bir etki bırakıyordu...

***

Hayatta acımasızlığın hiçbir şeye çare olmayacağını; Baba filminin üçüncüsünün sonunu bildiğimden fark ediyordum...

Michael Corleone’nin çocuklarına, annelerine, öz ağabeyine ve hayata karşı yaptığı gaddarlıkların; üçüncü bölümün sonunda kendisine nasıl yol, su, elektrik olarak döneceğini biliyordum...

***

İlk zamanlar Michael Corleone’yi, İtalyan bir mafya babası olmasına karşın, tavırları, davranışları, sakin ve kararlı duruşuyla, ailesini ve yakınlarını korumasıyla herkes gibi ben de gizli bir hayranlıkla izlerdim...

***

Dün Michael Corleone’yi yıllar sonra “hayranlıkla” izleyemediğimi fark ettim...

Al Pacino’ya ve oyunculuğuna duyduğum onca saygıya ve sempatiye karşın; Michael Corleone artık benim için “iyi bir karakter” çizmiyordu...

“Büyük ve kutsal gözüken amaçlar” uğruna yapılan gaddarlıklar telafi edilebilir görünmüyordu...

Michael Corleone’nin hayatının adil tecelli eden “son”unu biliyordum...

O “son”a vakıfken, “acımasız yaşamından bir kahramanlık öyküsü yaratmak”, fazla romantik gelecekti bana...

38 SAAT SONRA YAYINLANAN YAZININ ÖZRÜ...

Sevgili okuyucularım,

Pazar günü Vatan gazetesinde çıkan yazım; ne yazık ki Pazar günü tüm gün boyunca Vatan Internet sitesinde yayınlanamadı...

Dün sabah yazı yayınlanmaya kalkılınca, bu kez de Pazar gününün yazıları arasında yayınlandı ve bir gün geçmiş olduğundan Pazartesi günü yine okuyucuya sağlıklı bir şekilde ulaşamadı...

Nihayet yazı ancak dün akşam 18 sularında Vatan Internet sayfasına girebildi... “Mina’ya 9 yıl önceki ve Sevgililer Günü’ndeki mektupları” içeren “Sevgililer Günü” yazısını; dünkü Vatan internet sayfasında, ya da benim geçmiş yazılarım arasında bulabileceksiniz...

Bu “absürd” karışıklıktan dolayı; okuyucularımdan özür dilerim...

Yazının devamı...

MİNA'YA 9 YIL ÖNCEKİ MEKTUP...

"MİNA'NIN KAHVALTISI..."

Sabah gazetesinde yazmaya başladığımda, her Pazar günü Mina'ya Mektuplar yazardım...

Var mıydı; yoksa gerçekte yok muydu Mina diye birisi bilinmez...

Gerçek miydi, sanal mıydı, yoksa birkaç kadının birer parçası mıydı o da söylenmez...

Adına Mina demiştim...

Mektupları Mina için yazmaya başlamıştım...

Mina'ya Mektuplar şimdi kitap oluyor...

Aşağıdaki mektup sonuncusu...

Adı Mina'nın Kahvaltısı...

***

Seninle kahvaltı nasıl bir şeydi acaba Mina?..

Kahvaltı Kadınları yazısını yazdıktan sonra düşündüm...

İlk zamanlar sen de kahvaltı kadınlarından olacağını biliyor muydun ki?..

Her zaman benim için çok mücadele ettiğini söylerdin...

Acaba ilk günden mi başlamıştın mücadeleye?..

Her kahvaltı kadını gibi ilk günden doğal olarak mı planlamıştın Kahvaltı Kadını olmayı?..

***

İlk beraber olduğumuz gün kahvaltı edilecek bir zaman hiç değildi hatırlıyor musun?..

Kim derdi ki o gün ne kahvaltılara gebedir?..

Ben demezdim...

Eminim sen diyordun...

Ama eminim sen de emin değildin...

***

Mutlu muydun kahvaltı kadını olmaktan?..

Mutlaka...

Ama mutlu olduğunu göstermek istemezdin...

Hep bir bilinmezliği yaşar ve yaşatırdın...

Kahvaltı kadınlığının da ötesini istediğini bilirdim...

Ama kahvaltı kadınlığının ötesinin bile seni mutlu edeceğinden kuşkuluydum...

Kahvaltı kadınıyken bile, kahvaltısız kadınlar gibi hareket edebilirdin...

Onun için kahvaltılar kahvaltı gibi olmazdı zaten...

***

Hayat ilginç...

İnsan istediği şeye tam sahip olacakken, kaybediyor...

Tam kahvaltılık oluyorduk ki; mesaj geldi...

Kahvaltının da kahvaltıların da içine etti...

Bir daha uzun süre, bizi kahvaltıdan etti...

***

Umarım şimdi; güzel bir kahvaltı kadını olarak keyifle kahvaltı ediyorsundur...

Umarım öyle bir erkekle berabersindir...

Umarım kahvaltılar, huzursuz ve meçhul değildir...

Bana gelince;

O olaydan sonra uzun süre kahvaltı etmedim Mina...

Çok sonraki buluşmalarımızda; kahvaltı etmedim, seninle bile...

Bilerek etmedim kahvaltı seninle...

Kahvaltı huzurlu olmak demekti...

Güneşin ışıklarını teninde hissetmek demekti...

Güneşin ve huzurun verdiği iştah demekti...

Yanında olduğun kadına çok güvenmek demekti...

Kahvaltı güven demekti...


.***

Kahvaltı kadını olmak için; kahvaltı kadgibi olmak gerekiyor galiba...

Kahvaltı erkeğini bulmak da gerek sanırım...

Umarım şimdi kahvaltı erkeğinle birlikte...

Kahvaltı kadınları gibisindir...

Sevgiyle kal...

Hoşça kal...

(Haziran 2006 İstanbul)

-------

9 YIL SONRA... 14 ŞUBAT 2015...

KIZIM MİNA'YA MEKTUP...

Sevgili Mina;

Dün öğlen bir erkek arkadaşım yeni tanıştığı kız arkadaşıyla bizimle yemek yemeğe gelmişti...

Onlar masaya geldiği andan itibaren huysuzlaştın...

En sevdiğin yemeği beğenmedin...

Ağladın...

Koltuğa yattın...

Misafirler ne yapacaklarını şaşırdılar...

Sana sempatik davranmak istediler...

Ama hiç oralı olmadın...

Ağlamaya, huysuzlaşmaya, yemekleri istememeye devam ettin...

***

Dostuma ve kız arkadaşına; "baba kız aşkından" söz ettim...

Göz kaş işaretiyle...

Sen duysan daha da huysuzlaşıyordun çünkü...

Onlara; 9 yıl önce Mina'ya yazdığım mektuptan ve kitaptan söz ettim...

Kadınlarla hayatımı, aşklarımı, duygusallıklarımı yazdığım Mina'ya Mektuplar'ı paylaştım onlarla...

Gerçekte hayatımda Mina isminde hiçbir kadın olmadığını; ilk Mina'nın sen olduğunu söyledim onlara...

Mina isminin bir "sembol" olduğunu; yaşadığım kadınları ve hayatları kitaplaştırdığımı

anlattım onlara...

***

"Çocuk"tan o kitapta hiç söz etmediğimi söyledim onlara...

Hayal kırıklıkları...

Duygusallıklar...

Bir parça sevda...

Bir miktar yaşanmış aşkların duygusal seraplarından ibaretti o kitap ve "Mina'ya Mektuplar..."

Adı senin adını taşısa da; o kitap yazılırken sen yoktun...

Senden bahsetmeyen...

Senin dünyaya geleceğinden bile haberi olmayan...

Babanın kadınlarla ilişkilerini ve hayatını anlatan...

Aşkları, hayal kırıklıkları ve edindiği tecrübeleri aktaran o kitap, seni çağırdı bana...

Sen geldin babana...

Yanına erkek kardeşini alarak...

***

Dün; tanımadığın kadınları masamızda gördüğünde "huzursuzlaştığını" fark ettim...

6 yaşına geliyorsun; büyüyorsun...

Büyüdükçe; "babanın kızı" oluyorsun...

Serpildikçe; "babanın kızı olduğunu" etrafa fark ettiriyorsun...

Dün Sevgililer Günü'ydü kızım...

Dün ilk kez bir Sevgililer Günü'nü seninle ve kardeşinle yemek yiyerek geçirdim...


***

Hiçbir kahvaltıda ve hiçbir kahvaltı kadınında bulamadığım huzur vardı seninle ve kardeşinle yediğim yemekte...

Hayat böyle kalmayacak belli ki...

İstikbalde; nice Sevgililer Günü'nde; ben başka kadınlarla yemekler yiyeceğim...

İlerde, sen, kardeşin, ablan kendi sevgililerinizle 14 Şubat yemekleri yiyeceksiniz...

Emin ol ki Sevgili Mina'm...

Hiçbir 14 Şubat'ta...

Ömrümün hiçbir Sevgililer Günü'nde...

Kendimi sizinle yediğim bu yemekteki kadar huzurlu hissetmedim...

Sanırım bundan sonra da hissetmeyeceğim...

Babacığın...

(14 Şubat 2015)

Yazının devamı...

Aldatan aldatılan bir kadının hikayesi...

“Ailenin çirkin ördeğiydim ben... Şişko, sakar, sevilmeyen... Bir çocuğa çirkin olduğunu hissettirmek çok zalimce bir şeydi...”

Annesi; ablası olan “Jackie’nin büyük bir müzisyen olmasını” istiyordu... Ablasına piyano dersi aldırırken, Maria sadece dinliyordu... Anneye göre paralarını iki kardeşe saçacak maddi durumları yoktu...

***

Küçük yaşında tek arkadaşı kendisinden sonra doğan erkek kardeşi Vassilis’ti...

Bir gün tek can yoldaşı Vassilis için Paloma şarkısını söylemek geldi içinden...

***

Pencereden sokağa ulaşan çocuksu müthiş ses, sokakta yankı buldu; sokaktan geçen insanları durdurup onu alkışlamalarını sağladı... Maria için hayatının dönüm noktası o gündü...

***

Ablası kendisine nefretle bakıyordu...

Annesi ise “bir şeyler kazanır; bizi kurtarır” beklentisine girdi...

Uğruna şarkı söylediği erkek kardeşi Vassilis kısa bir süre sonra öldü...

Ablasına piyano dersi aldıran annesi, Maria’ya şan eğitimi için 3 kanarya aldı...

Maria böylece havayı ciğerlerine doldurmayı... Yavaşça ve notaya uygun olarak kuvvetlice çıkarmayı en küçük kanaryası Elmina’dan öğrendi... İlk şan dersini kanaryadan alıyordu Maria...

***

Annesi bir süre sonra Maria’nın evde tek sevdiği babasından ayrıldı. Para kazanmak için göç ettikleri Amerika’dan Yunanistan’a geri döndü...

Hep ablasını kayırırdı annesi...

Maria’ya ise güzel sesiyle Pire’deki tavernalarda 5 drahmi ve bir tabak çorba karşılığı şarkı söylemek kalmıştı...

***

Bir gün kızını “orada şarkı söylersin” diyerek kışlaya götürdü annesi... Amacı Maria’yı kışlada pazarlamaktı...

Şişko, sakar ve sevilmeyen Maria bütün cesaretini topladı; trajik ve sihirli şarkısıyla pazarlanmak üzere getirildiği kışladan, şarkıcı olarak çıktı...

***

Onu artık annesi bile tutamayacak; o merdivenleri teker teker tırmanacak ve zirveye çıkarak dünya çapında bir opera sanatçısı olacaktı... Şişmandı ve fiziksel halinden memnun değildi...

*****

ONASSİS’İN YENİ AŞKI...

Bir süre sonra; Ari Onassis, öldürülen Amerikan Başkanı John Kennedy’nin eşi Jackie Kennedy’le karşılaştı ve ona âşık oldu... Ünlü yatına Jackie’yi alıp, geziye çıktı ve Maria’yı yata almadı... Maria yıkılmıştı, ama yeniden müziğe sarıldı ve dağılan parçalarını toplamaya başladı...

***

Şarkılarıyla küllerinden yeniden doğacaktı... 1968’de Ari ve Jackie, Skorpios Adası’nın küçük bir kilisesinde sessiz sedasız evlendiler... Maria matemdeydi:

-“Önce kilo kaybettim, sonra sesimi. Ve şimdi de Onassis’i...” diyecekti...

***

Ari onu reddetmesine rağmen o hâlâ Yunanlı milyonere âşıktı... 1969’da gazetecilere şöyle dedi: -”O benim aşkım ve aynı zamanda benim en iyi arkadaşımdı...

Ayrıldık ama hiçbir şey değişmedi. Başka bir kadınla bile olsa o mutluysa ben de mutluyum...”

***

Nitekim Jackie’yle evlendikten bir kaç gün sonra Ari, Maria’yı reddetmekte hata ettiğini anladı... Maria zamanı geçmiş ve sesini kaybetmiş olabilir, Jackie kadar göz alıcı olmayabilirdi; Ancak onu hayatında yeniden görmek istiyordu... Maria onun bir parçasıydı... Onunla ilgili açık açık yeniden güzel sözler söylemeye başladı...

***

Onassis yeni evlendiği eşinin hızına yetişmekte güçlük çektiğini fark ederek Maria’ya giderek daha da çok yaklaşmaya başladı... Ancak yaşadığı bunca fırtınadan sonra, genç Jackie onun gençleşmesini sağlamış görünürken, ölümünün de habercisi olacaktı... 1975 yılında hayata veda etti...

***

Maria o sırada onunla beraber değildi fakat şöyle dedi ölümün ardından:

-“Birdenbire dul kaldığımı hissettim...”

Ari olmadan hayat anlamsızdı... O da yeni bir anlam bulmaya uğraşmadı...

***

Onassis’in ölümünden sonra eve kapandı, müziği tamamen bıraktı... Yine de sadece iki yıl dayanabildi ve 54 yaşında kalp krizi geçirip öldü... Dünyanın en ünlü opera sanatçılarındandı Maria Callas...

Şöyle demişti hayatının bir yerinde:

***

-“Ben bu yaşıma kadar çok şeyler yaşadım ama yanlışlıkla arka balkonun ışığını açık unuttum... Uyuduktan sonra ışıkları içimden söndürdüm...”

*****

ZENGİN İTALYAN İŞ ADAMIYLA EVLİLİK

İtalyan zengin bir iş adamı olan Giovanni Battista’yla işi için İtalya’ya gittiğinde evlendi Maria...

Giovanni ona âşık olmuştu... Maria’dan iki kat daha yaşlıydı, ancak mutlu görünüyorlardı...

***

Giovanni kendi kariyerini bırakmış, tüm zamanını ve parasını karısı Maria için harcamaya başlamıştı... Onun menajeri ve temsilcisi oldu... Onu bir yıldıza dönüştürmeye kararlıydı...

***

Birlikte oldukları sırada, Maria tenya yumurtası yiyerek zayıflıyordu... Artık narin ve çekici bir kadın haline gelmişti... Ari Onassis’in adını duymuştu elbette Maria... Onu duymayan yoktu...

***

Maria’yla tanışmak istediğini söyledi Ari Onassis... Maria ise onlara şöyle diyecekti ilk seferinde:

-“Onassis mi?.. Onun çok bayağı bir adam olduğunu düşünüyorum... Zenginliğini görgüsüzce gözler önüne seriyor...”

***

Onassis’i aşağılıyordu... Fakat Onassis pes etmek bilmeyen bir karakterdi... Maria’yı kocasıyla birlikte ünlü yatına davet etti... Winston Churchill’in de orada olacağını söylüyordu...

Kocası için bir felaket olacaktı bu yolculuk... Karısı elden gidecekti...

***

Günlüğüne şöyle yazdı Giovanni:

-“Yatta bir çok çift ayrılıp değişik eşler buldular... Kadınlar, hatta erkekler tamamen çıplak bir şekilde güneşlenip, güpegündüz herkesin önünde dolanıyorlardı... Kendimi bir domuz ağılındaymışım gibi hissediyordum... Onassis de çırıl çıplaktı... Bir insandan çok bir gorili andırıyordu... Çok tüylüydü... Maria ona baktı ve güldü...”

*****

GORİL GİBİ GÖRÜNÜYOR DEDİĞİ ADAMLA AŞK...

Maria’nın gülüşü uzun sürmeyecekti...

Onassis’e fena halde âşık oldu...

Kocasının, dünyanın en ünlü opera sanatçısı olması için ona yardım etmiş olması, bu cüretkar adama duyduğu aşkı engelleyemiyordu...

***

Şişman ve şöhretin çok uzağında olduğu günlerden itibaren kendisiyle beraber olan kocasına dönüp şöyle diyecekti:

-“Benim gardiyanımmış gibi davranıyorsun... Beni hiç yalnız bırakmıyorsun... Her şeyimi kontrol ediyorsun... Çok kötü bir gardiyansın ve bütün bu yıllar boyunca beni baskı altına aldın... Şimdi de bu ilginden boğuluyorum...”

***

Kocası Maria’yı kaybetmekte olduğunu anlamıştı... Son bir kez Onassis de varken 3’lü bir buluşmayı denedi... Bu görüşmede Onassis’i “sen hırsız ve katilsin” diye aşağıladı... İki erkeğin arasında kaldığını anlamıştı Maria... Sarsılarak ağlamaya başladı...

***

Onassis ise ona şu cevabı verdi:

- “Evet, ben bir yüz karasıyım, bir katilim, bir hırsızım, iyi biri değilim, dünyadaki en iğrenç insanım fakat bir milyonerim ve güçlüyüm... Maria’dan asla vazgeçmeye niyetim de yok... Her türlü yolu kullanıp insanları, kontratları, anlaşmaları ve her şeyi cehenneme gönderip onu kimden kaçırmam gerekiyorsa ondan kaçıracağım... Şimdi söyle, Maria için kaç milyon dolar istiyorsun? 5 mi 10 mu?..”

*****

HAMİLE KALIP ALDIRDIĞI ÇOCUK...

Erkekler bilmezler...

Bir kadın için bir erkeğin katil, hırsız ya da beş para etmez birisi olması hiç önemli değildir...

Bir erkek onun için ne yapabiliyor, neleri göze alabiliyor?..

Karizma ve çekicilik budur bir kadın için...

***

Hırsız veya katil olması kocası için bir anlam ifade edebilirdi, ama Maria için Onassis’in “her şeyi yapabilecek bir erkek olması önemliydi...”

***

Tiraddan sonra kocasını bıraktı ve gitti...

Maria evli olan Aristotelis Onassis’in metresi oldu...

Dokuz yıl, mutluluk ve kâbusun karışımı bir hayat yaşadı....

Onassis onun her şeyiydi...

Bir gün 43 yaşındayken Onassis’ten hamile kaldı...

Çocuğu doğurmak istiyordu...

İsmini bile koymuştu...

***

Yunan denizlerinin babası, şairi, ozanı Homeros’tan esinlenerek Omero adını koymuştu karnındaki bebeğe...

Oysa Ari Onassis hiç öyle düşünmüyordu:

-“Böyle bir skandalı kaldıramayız, aldır çocuğu...” dedi...

Aldırmazsa terk edeceğini söyledi Maria’yı...

Maria, aldırdığı bebeği elleriyle giydirip Bruzzano Mezarlığı’na gömmek zorunda kaldı...

Yazının devamı...

“Özal’la; Demirel’i tartıştıramadığım gün...”

Emin Çölaşan’la, Mehmet Barlas’ı; Uğur Mumcu’yla Mehmet Altan’ı; Nazlı Ilıcak’la, Emin Çölaşan ve Mehmet Barlas’ı aynı masa etrafında; TRT’ye Ateş Hattı’na çıkardığımız günlerdi... Hızımızı alamamıştık...

Her gün daha fazla uçuyor, her gün daha imkansızı deniyorduk...

***

TRT’nin uzun dikdörtgen biçimindeki eski yönetim kurulu masasına kurulur, saatlerce o haftaki programımızda imkansız neyi yapabileceğimizi konuşurduk...

Bir akşam üzeri uçakla Ankara’dan İstanbul’a dönerken havaalanında; ünlü sanatçı Metin Akpınar’ı görmüştüm...

Kimsenin TRT’yi izlemediği, “devlet kanalı diye aşağıladığı” günlerdi... Özel kanallar rağbetteydi...

***

TRT; Ateş Hattı gibi birkaç programla özel kanallarla rekabet etmeye çalışıyordu... Metin Akpınar; Ateş Hattı’nı izliyordu... Beni görünce, masada kulağıma eğilmiş; -“Devlet kanalında uçmak isteyip ama bir türlü uçurulamayan uçaklara benziyorsun...” demişti...

***

Sözleri beni daha da kamçılamıştı...

TRT de olsa en imkansızın nasıl yaratılacağını, göstermeye yemin etmiştim...

İmkansız görünen birkaç tartışma programını yayınladıktan sonra; kafamı, gecenin bir vakti yaptığımız program toplantısında “imkansız ötesi bir fikre takmıştım...” Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ı Ateş Hattı stüdyosunda canlı yayında tartıştırmak...

***

Devletin en tepesindeki iki kişinin; birbiriyle bir televizyon stüdyosunda tartışması imkansızdı... Böyle bir şeyi düşünmeye cesaret edebilmek için “deli” kelimesi yeterli gelmezdi... Ne ki;

Konu televizyon programcılığı oldu mu; benim hiç bir sınırım yoktu...

“Deli” sıfatı, televizyon yayıncılığında benim için bir iltifattı...

***

Böylesine “deli”cesine bir fikrin; tamamen deli saçması olmadığını gösterecek, mini minnacık bir gerekçem de vardı...

Turgut Özal o sırada, ANAP milletvekillerinin oylarıyla Cumhurbaşkanlığı’na seçilmişti... Özal Cumhurbaşkanlığı’na seçilse de; ANAP son yerel seçimlerde yüzde 21.80 oy almış ve halk nezdindeki çoğunluğunu yitirmişti... Bu bir yerel seçimdi; fakat Süleyman Demirel yerel seçimin genel seçim niteliği taşıdığını söylüyor; bu sonuçlarla ANAP’ın iktidar meşruiyetini yitirdiğini iddia ediyordu...

ANAP milletvekillerinin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilen Turgut Özal’ı “meşru Cumhurbaşkanı olarak saymıyordu...”

***

Ona “Çankaya’nın şişmanı” diyor; Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna ve diğer kabullere katılmıyordu...

Hiç bir davete icabet etmediği için, Özal muhalefetin tanımadığı, elini sıkmadığı bir cumhurbaşkanı olarak Çankaya’da tek başına koyu bir yalnızlığa itilmişti...

***

Çağdaş demokrasilerde bir Cumhurbaşkanı’yla, bir Başbakan’ın televizyon stüdyolarında canlı yayında tartışması abesti; burası doğruydu...

Böyle bir şey olamazdı...

Düşünülemezdi bile...

Ne var ki; aynı çağdaş demokrasilerde “Başbakan’ların ve muhalefet partilerinin seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı, Cumhurbaşkanı olarak tanımamaları da mümkün olmazdı...”

***

Başbakan, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı; resmen Cumhurbaşkanı olarak saymıyordu... Ona “Çankaya’yı işgal eden zat” sıfatını yapıştırıyor; “Çankaya’nın şişmanı” adını takıyordu...

***

Bu durumda; Ateş Hattı gibi bir televizyon programının; “Cumhurbaşkanı Özal’la; Başbakan Demirel’i” bir masa etrafında tartıştırması; televizyonculuğun ve yayıncılığın doğası gereğiydi...

-“Ne yapıp edip, yapmalıyız bu tartışmayı...” diyordum da; başka bir şey demiyordum...

***

Program ekibindeki arkadaşlar her zaman olduğu gibi; “yine delirdi” mealinden yüzüme bakıyorlardı...

Böyle anlarda; durumu biraz yumuşatmam, ayakları yere basan bir sözle ekibi hareketlendirmem gerektiğini biliyordum...

-”Size böyle bir televizyon programı için elimizde bulunan iki büyük avantajdan söz edeyim...” diyordum...

Böyle söyleyince meraklı gözlerle bana bakmaya başladılar:

***

-“Bu televizyon programı, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında olacağından olsa olsa sadece TRT’de olabilir... Dolayısıyla özel kanallardaki programlar bu işi yapamazlar... Arkamızdan nal toplayacaklar...”

Gözleri hafiften parıldamaya başlamıştı... Bu sefer ikinci bombamı patlatmıştım:

-“En kolay televizyon programımız olur bu... TRT’de kimse programı denetlemeye kalkmaz... Bir tarafta Cumhurbaşkanı, öbür tarafta Başbakan... Tartıştır tartıştırabileceğin kadar... Kimsecikler tek laf edemezler...”

***

Böyle söylüyordum;

Çünkü Çölaşan-Barlas tartışmsasından birkaç saat önce TRT Genel Müdürü’ne ulaşmışlar; “Emin Çölaşan’ın canlı yayında TRT Genel Müdürü’ne yükleneceği” iftirasını atarak; “Bu Reha Muhtar sizi mahvedecek... Bu yayına izin vermeyin, sayın Genel Müdür’üm...” demişlerdi... Tıpkı yıllar sonra; SHOW’un patronlarına;

-“Bu Reha Muhtar sizi mahvedecek... Mallarınız, bankalarınız elinizden alınacak...” dedikleri gibi...

Hayat garipti...

Yılanlar hep var olacaktı...

***

Tayfun Akgüner bana çok güvenen “adam gibi adam” bir Genel Müdür’dü...

Ancak Emin Çölaşan ona gazetesindeki sütununda “Bizanslı” adını takmıştı ve alabildiğine eleştiriyordu...

Ben Barlas’la yapacağı tartışmada; Emin Çölaşan’dan rica etmiştim;

-“Abi, Barlas’la TRT’de tartışacaksın... O gün adamın kurumunda tartışırken genel müdür yerine, Barlas’la tartışmaya odaklansan çok sevinirim... Şimdi adamdan bu tartışmanın ‘olur’unu almışken, ona yönelik özellikle bir şey yapmış olmayalım...” demiştim...

***

Çölaşan yılların gazetecisiydi...

Bu durumlarda tecrübeliydi...

-”Merak etme...” demişti;

-”Bu tartışmanın konusu; Tayfun Akgüner değil, Mehmet Barlas’la polemiğimiz...” Buna rağmen; TRT’nin o yıllarda etkin olan bazı televizyoncuları; soluğu Genel Müdür’ün yanında almışlar;

-“Bu Reha Muhtar seni mahvedecek... Yaptırtma bu programı...” diye adamın kafasının etini yemeye başlamışlardı...

***

Özal-Demirel tartışmasında, ekibe hatırlattığım olay bu olaydı...

-”Kimsecikler bize bir şey diyemez şimdi... Bir tarafta Cumhurbaşkanı Turgut Özal diğer yanda Başbakan Süleyman Demirel...” diyordum ve ekliyordum: -“Hadi bir an önce yapalım...”

***

Stratejim bu programlarda hep yaptığım gibiydi... Önce taraflardan birini ikna edecek ve söz alacaktık...

Sonra diğer tarafa;

-“Kaçmazsınız herhalde karşınızdakinden...” diye yüklenecektik...

Demirel görev olarak daha alttaydı...

Demirel’den başlayacak; sonra da Özal’ gidip; -“Süleyman Bey kabul etti... Siz kabul etmezseniz kamuoyunda kaçtı derler... Gelin biz bu yayını yapalım...” diyecektik...

***

Demirel’i ikna etmek daha kolaydı...

O Cumhurbaşkanı Özal’la zaten tartışmak ve onu oradan indirmek istiyordu...

Sonunda Celal Kazdağlı; Süleyman Demirel’e ulaştı...

-“Sayın Başbakan” dedi...

-“Turgut Özal’la Ateş Hattı’ında TRT ekranlarında buluşmanız muhteşem olur... Sizin de siyasi olarak aradığınız zemin bu zemin...”

***

Demirel pragmatik adamdı...

Böyle bir siyasi tartışmanın zeminin kendisine yarayacağını çok iyi bilirdi...

Her şart altında, demokrasi içinde pragmatik bir çare üretmekte ünlüydü...

“Demokraside çare tükenmez...” derdi...

-“Celal Bey kardeşim...” dedi...

-“Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’yla Başbakanı televizyon stüdyosunda tartışır mı?.. Olur mu böyle bir şey?.. Yakışır mı?..”

Pragmatik, hatta bazılarına göre Makyavelist bir siyasetçi bile, “bunun mümkün olmadığını” söylüyordu... Celal’in ise geri adım atmaya niyeti yoktu...

-“Siz de iki siyasetçi olarak tartışırsınız...” deyiverdi... -“Sonuçta iki siyasetçisiniz öyle değil mi?..”

Demirel “Fesüphanallah” çekiyordu, telefonun öbür ucunda... Aslında o da istiyordu böyle bir tartışmayı...

***

Ama “mümkünü yoktu bu tartışmanın...” Celal’e değil, durumun kendisine Fesüphanallah çekiyordu; Süleyman Demirel... Tartışmayı çok istediğimiz halde yapamadık... Sonra yine nahif ve deli cesareti ile imkansız başka denizlere açıldık...

Yine imkansızların peşinden koştuk...

Ara ara; içimden geldikçe Celal’i iğneliyordum: -“Şu Demirel’i; Özal’la tartışmaya bir türlü ikna edemedin... Desene tarih böyle bir tartışma görmedi, görmeyecekti... Siz kabul edin, o nasıl olsa konumu itibariyle kabul etmez... Siz kazanırsınız... Desene ha desene...”

Demirel kabul etse;

Özal; “Bu Demirel; devleti bilmiyor” diyecekti... Demirel bunu göze alamamıştı... Ama ya alsaydı... Yayıncılık, ya da başkalarının bana taktığı adla “deli yayıncılık” böyle bir şey değil miydi sanki?..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.