Şampiy10
Magazin
Gündem

Yaşar Kemal’e özeniyorum...

Dün uzun bir yürüyüşe çıkıyorum...

Sonra ondört yıl İngiltere’de kalan bir tanıdığımla yemek yiyorum...

Biriyle konuşurken; insanın zihni farklı çalışıyor...

Konuşmanın gidişatı, zihni farklı türlü açıyor...

Muhatabımın; Londra tecrübelerini dinlerken;

-“Dünyayı baştan aşağı etkileyen üç büyük ‘din’in üçü de, yaşadığımız bu coğrafyada dünyaya geldi...” diyorum...

-“Bunun bir anlamı var...

Dinler ruhani özelliklerinin dışında günlük hayatı regüle eden sistemler...

Bütün dinlerin Ortadoğu coğrafyasına inmesinin nedeni;

En çok bu coğrafyanın toplum hayatının regüle edilmesine ihtiyaç duymasından kaynaklanıyor gibi... Ruhani nedenlerin ötesinde; bu pratik nedeni yabana atmamak lazım...”

***

Sabah gazetelere, televizyonlara baktığımda, içimi hafakanlar basıyor...

-“Hiç kimse; kendi yarını açısından güvende yaşamıyor bu ülkede; bunun farkında mısın?..” diye soruyorum muhatabıma...

-“En güvenli konumlarda olması gereken insanlar; yarın endişesi duyuyor...

‘Kimsenin kendi ve çocuklarının geleceğinin ne olacağını bilemediği’ bir dünya burası...

Herkes kendisini güvence altına almak için, başkasından hesap soracağı bilgi ve belge biriktiriyor...

***

Böyle bir süreçte, barış, huzur ve dinginlik hiçbir zaman gelmeyecek...

Sistemin kendisi, yeni intikamları, yeni hesaplaşmaları, yeni çatışmaları, yeni düşmanlıkları, yeni tohumları yaratmaya meğlediyor...

İnsanlar psikolojik olarak, tahrip oluyor...

İntikam biriktiriyor;

Her intikam insanları yeniden maddeten ve manen ölüme sürüklüyor...

Canları, malları ve gelecekleri her gün daha fazla ipotek altına alınıyor...

Bu savaşın sonu yok...

Ve kimse bunun farkında değil...

Hala herkes karşısındakini yok ederek bu savaşı kazanacağını sanıyor...”

***

Bitmeyen bir çatışma kültürü...

Bitmeyen bir hesaplaşma azmi...

Sınır tanımayan bir intikam asabiyeti...

Televizyon programlarını artık izleyemez hale geliyorum...

Herkes ezberine aldığı demagojik repliği, rakibi saydığını; köşeye sıkıştırmak için, usta bir demagoglukla münazara ediyor...

***

Arada bir şöyle düşünüyorum...

Bu insanlar, söyledikleri şeylerin “gerçeğin bütününü temsil ettiğine hakikaten inanıyorlar mı?..”

İnanmıyorlarsa; niye böyle fuzuli çabanın içinde gırtlaklarını zorluyorlar?..

***

Yaşamı; insanlararası sinerjiyle yaşayan, yaptıkları işlerde, mesleklerde, hobilerde, hayatlarında mükemmeli bulmaya çalışan insanların huzurunun karşısında; “böyle bir hesaplaşma ve linç kültürü”nün; toplumu ve insanlığı götüreceği yer hakkında ne düşünüyor bu profesyonel tartışmacılar acaba?..

***

Muhatabım; beni dinledikten sonra;

-“Gençlerin dünyasına girin...” diyor...

-“Onların sonsuz ufuklarını, hayatı mükemmel yaşamak için hayal ettikleri rüyaları, pratik çözümleri içeren hayatları ve yaşama azmiyle, enerjilerini hissedin...” diye ekliyor...

***

Ona söyleyemiyorum ki;

Ben zaten uzun zamandır böyle yapıyorum...

Gündemimi “çocukların ve gençlerin dünyaları üzerinden yeniden inşa etmeye çalışıyorum...”

Kendi kuşağımın kavgaları, bitmeyen lafazanlıkları, hesaplaşmaları, Rus Ruleti’ni andıran kumarları, beni zerrece enterese etmiyorlar...

***

İstanbul’da güneş uzun zaman sonra dün yeniden açıyor...

Mart geliyor; bahar gelmekte olduğunu müjdeliyor...

Uzun uzun yürüyorum...

Uzun uzun geçmişe sünger çekiyorum...

Uzun uzun gelecek planları yapıyorum...

35 yıllık gazetecilik hayatımın, korkunç bir süreçten geçmiş olduğumu fark ediyorum...

Bu labirent süreçte, bunca linçten, bunca gizli operasyondan, bunca kirli darbeden, yüzü gözü kan içinde kaldığımı anlıyorum...

Yine de yaşamaya susamış bir şekilde hala ayakta kalmama ve bu kör labirentten çıkmama sonsuz kere şükrediyorum...

***

Bana “gelen mücadele gücü”, içimden fışkıran azim ve en önemlisi ‘nahiflikten ve dürüstlükten’ asla vazgeçmeyen masumiyetime şükran duyuyorum...

Bu değerlerin bitmemesi için, sonsuz dualar ediyorum...

Kurnazlığa sapmadan...

Başka hesapların üzerinden taammüden insanların ocağını karartmadan...

The Truman Show’daki Jim Carrey gibi...

Gardener filmindeki Peter Sellers gibi yaşamayı yeğliyorum...

***

Dün filmlerin ötesinde bir gerçeği daha fark ediyorum...

Yaşar Kemal; bütün filmleri aşıyor...

Filmlerin hiçbirinin ve hiçbirimizin ulaşamayacağı bir çıtaya “kendi hayatını resmediyor...”

Cenazesinde bu dingin gerçeği kavrıyorum...

Yaşar Kemal’e özeniyorum...

Yazının devamı...

Gazeteciliğe başladığım o gün...

Bugün Ulusal Basın Ajansı’nda (UBA) gazeteciliğe full-time başladığım günün 35. yıldönümü... 1 Mart 1980 günü; Ulusal Basın Ajansı resmen yayın hayatına başlıyor...

Ajansın ilk kadrosunda, Erdoğan Örtülü yönetiminde, Ankara’nın iyi gazetecileri ile acar muhabirlerinin bulunduğu kıdemli ekibin yanında, beş okullu arkadaşımla beraber ben de “siyaset ve diplomasi muhabiri” olarak gazetecilik hayatına başlıyorum...

Full-time çalışan stajyer konumundayım...

Parasız, pulsuz, maaşsız, yol parasız, yemesiz, içmesiz, günde 12-14 saat arası bir mesai bekliyor beni...

***

12 Eylül darbesinin gizli gizli tezgahlandığını bilmiyorum o sırada...

Meclis; kilitleniyor...

Bir yerlerden basılan düğmeyle bir yıldan fazla süre Türkiye’ye Cumhurbaşkanı seçilemiyor...

Türkiye demokrasisinin Cumhurbaşkanı olmuyor...

Bu korkunç durumun; birkaç ay sonra yapılacak askeri darbenin “zemin çalışması” olduğunu bilmiyoruz...

***

Abdi İpekçi çok ünlü bir gazeteci, yazar ve Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni...

Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet Partisi’ni geniş tabanlı bir koalisyonda birleştirebilecek, tek gazeteci...

Aniden öldürülüveriyor...

Bunun da 12 Eylül darbesinin, uzlaştırıcı güçleri yok eden, askeri darbe dışı bütün ihtimalleri ortadan kaldıran bir zemin çalışması olduğunun farkında değiliz henüz...

***

O sırada Mülkiye’de Gazetecilik okulunda okuyorum...

Sağ sol kavgasında her gün arkadaşlarım ölüyor, yaralanıyor, içeri tıkılıyorlar... Herkes vatanı kurtarmaya çalıştığını söylüyor...

Ancak aynı silahlardan çıkan kurşunlarla hem sağdan hem soldan; 78 gençlik kuşağı ölümlere yollanıyor...

Bir kuşağın baştan sona yok edilmesinin de gizli bir askeri darbe projesi olduğunu fark edemiyoruz...

***

12 Mart’ın Başbakanı Nihat Erim bir suikastle öldürülüyor...

DİSK Başkanı Kemal Türkler de aynı günlerde suikaste kurban gidiyor...

Bir sağdan bir soldan etkili kişiler öldürülüyor;

DİSK Başkanı, 12 Mart Başbakanı gibi şahsiyetlerin çetelesi, “biri sağdan, biri soldan” şeklinde tutuluyor;

Bunun da gelecek darbenin gizli psikolojik zemin çalışması olduğu gizleniyor, anlaşılamıyor...

***

Darbenin olacağını bilmiyorum...

Okulun ölüm saçan atmosferinden uzaklaşıp, “sadece gazeteci olarak” yaşamaya ve “mesleğimi öğrenmeye” çalışıyorum...

Hiç para almadan; günde 12-14 saat çalışmanın nedeni bu...

Usta bir gazeteci olacak, hayatı gazeteci ve yazar olarak yaşayacak; ülkeme yararlı olacağım...

Bunu düşünüyorum... Gazeteciliğe o kadar tutkuyla bağlıyım ki; kız arkadaşmış, aşkmış her şey o günlerde rafa kalkıyor...

Yazının devamı...

Abdullah Gül’ün; görüşmemesi istenen 7 gazeteci...

O hükümet 1997 yılının Haziran ayında düştü...

Yıllar yılları kovaladı...

Ben SHOW’dan bankaların batmasından sonra ayrılmak zorunda kaldım...

Star televizyonunda, ana haber bültenini bırakmış, televizyon programları yaparak, mesleğimi sürdürüyordum...

***

Tayyip Erdoğan’ın; yasaklı olduğu ve Başbakan olamadığı günlerdi...

Eski dostum Abdullah Gül Başbakan olmuştu... Ankara eski haber müdürüm Müşerref Seçkin’e telefon ettim...

-”Ankara’ya geldiğimde, eski dostum Abdullah Gül’ü görebilirsem sevinirim...” dedim...

Müşerref iki gün içinde bana geri döndü...

-”Başbakanlık’ta geldiğiniz gün saat 15’de Başbakan sizi bekliyor...”

***

Artık genel yayın müdürü değildim...

Yine mutlu olmuştum...

İstanbul’dan gelen bir programcı, eski dostu Abdullah Gül’ü ziyaret ediyor, Başbakan’ın ofisinde onunla kısa bir süre dertleşiyordu...

Bir gazeteci için mesleki açıdan mutluluk verici olaylardı bunlar...

***

Abdullah Gül o görüşmede bana;

-”Beraber geldik bu yollardan seninle... Ta nerelerden geldik hatırlıyor musun?..” demişti...

Doğrusu, bu kadar içten ve samimi bir tavrı beklemiyordum ondan...

Şaşırmış, mutlu olmuş, o duygularla İstanbul’a geri dönmüştüm...

***

Abdullah Gül’le o sıcak görüşmeden sonra bir daha, bir resepsiyonda uzaktan karşılaşıp “Reha” diye birkaç saniye bana bakarak duraksamasının dışında, hiç karşılaşmadık...

***

Abdullah Gül Başbakan’lıktan sonra Cumhurbaşkanı oldu...

Cumhurbaşkanı olunca, benim Çankaya Köşk’ündeki resepsiyon listesinden adım çıkartıldı...

Hiçbir Cumhuriyet Bayramı’na davet edilmez oldum...

Uzun zaman bunun nedenini anlayamadım...

Bu resepsiyonlara zaten katılmadığımdan üzerinde pek durmadım...

Fakat; “ne olduğunu bir türlü anlayamamıştım...”

***

İki ay önce çok yakın bir dostum; “bilmiyor musun?..” diye sordu bana...

-”Bir meslektaşınız; Abdullah Gül’e Cumhurbaşkanı olduğu sırada, seninle beraber; yedi gazetecinin tehlikeli ve derin ilişkiler içinde olduğunu söyleyerek; Cumhurbaşkanı Gül’ün hiçbir şekilde sizlerle görüşmemesini istedi...”

Ağzım açık kalmıştı...

-”Ciddi mi söylüyorsun sen?..” dedim...

-”Emin misin bir hata olmasın?..”

***

Yalan söyleyecek bir dostum değildi...

Üstelik bu tip şeyleri çok iyi bilirdi...

“O gazeteci, Abdullah Gül’e çok yakın birisiydi ... Sana bu konuşma yapılırken orada bulunan tanıkların isimlerini sayabilirim...” dedi... Saydı...

-”O bir meslektaşınızdı ve Gül onun sözlerine çok değer verirdi...”

-”Sizlerin; Cumhurbaşkanı Gül’le bir daha temas etmemeniz için bir mekanizma kuruldu... O mekanizmada görevli olan isim de şuydu... O ismi de meslektaşınız olan gazeteci önerdi...”

***

Benimle beraber verilen o isimleri bana teker teker saydı...

Hiçbirini elbette yazmayacağım o isimlerin...

O meslektaşımın adını da...

Görevlendirdiği kişinin ismini de...

Olayın tanıkları, hayattalar...

Yaşamında; “hiçbir derin, gizli güçle, bağlantısı olmayan, tek başına bir gazeteci adem olarak davranıp, kimsenin adamı olmadan tek başına gazetecilik yapmaya çalışan”, bu yüzden yeri geldiğinde derin bütün güçlerin şimşeklerini üzerine çeken benim için; “derin ilişkilerim olduğu iftirasını atmak; “tehlikeli olduğumu bildirmek;” Cumhurbaşkanı’nın benimle hiç görüşmemesini” istemek...

28 Şubat...

Başından sonuna karanlık bir süreçtir bu süreç; Karartılmaya çalışılan süreçten, manüpüle edilerek değiştirilmeye çalışılan yargı sürecine kadar her şey vardır o dehlizde...

Hayatın güzel tarafı şu...

Hiçbir şey gizli kalmıyor demokrasilerde...

*****

28 ŞUBAT BAŞBAKANI’YLA TARİHİ BİR AKŞAM YEMEĞİ...

Ankara’dan gelen telefon; Başbakan Necmettin Erbakan ve çalışma arkadaşlarının; bizimle bir akşam yemeğinde buluşmak istediğini söylüyordu...

Ankara’da mesleğe yeni başlamış genç bir muhabirken; en imrendiğim şeylerden biri; İstanbul’dan Ankara’ya temaslar için gelen gazetenin tepe yöneticileriydi...

***

Kuyruklu bir yıldızı seyreder gibi seyrederdim onları...

İstanbul’da gazetenin merkezinde çalışıyor, gazeteyi yönetiyorlardı...

Ankara’ya hükümet ve muhalefet yetkilileriyle görüşmeye geliyor, Başkent’te bir iki gece kaldıktan sonra İstanbul’a dönüyorlardı... Arada Ankara bürosunu ziyaret ediyor, bazen bir akşam büronun kıdemli muhabirleriyle, Ankara’nın şık bir restoranında yemek yiyor, başkentin nabzını tutuyorlardı...

***

Genç bir Ankara muhabirinin, hayatta en öyküneceği gazetecilik hayali; bir gün İstanbul’da yönetici ya da yazar olup, mesleğe başladığı başkente “nabız yoklamaya gelen” usta bir gazeteci olmaktı... SHOW’un genel yayın yönetmeniydim... Dönem 28 Şubat dönemiydi... En ateşli günleriydi 28 Şubat’ın... Fadime Şahin’ler, Ali Kalkancı’lar ortalığa sökün etmişler, kasetler, Müslüm Gündüz’ler, Fadime Şahin’ler gırla gitmekteydiler...

***

Televizyonlarda rating rekorları kırmamıza rağmen, ne hikmetse; ne Fadime Şahin, ne Ali Kalkancı, ne Aczimendi lideri Müslüm Gündüz hiç birisi bizim yayınımıza gelmemişlerdi...

Hayatı salt haberden ibaret gördüğüm;

Derin ilişkileri, derin bağlantıları, profesyonel algı yönetimlerini, ince operasyonları, bilmediğim sezemediğim dönemlerdi... Durumu haber merkezimin basiretsizliğine ve beceriksizliğine bağlıyor, geride kalmamak için, her tür habere televizyonculuk yöntemleriyle abanıyordum...

***

Necmettin Erbakan’ın beni ve arkadaşlarımı, kendi çalışma arkadaşlarıyla yemeğe çağırdığını öğrendiğimde; mutlu olmuştum... Ankara kökenli bir gazetecinin, Başbakan’la yiyeceği yemek, benim gibi gazeteciliği Milliyet Ankara bürosunda öğrenmiş bir muhabir için, “muhteşem bir tatmin ve prestij ölçütüydü...”

Artık Genel Yayın Müdürü olmuştum...

Üstelik Başbakan beni ve arkadaşlarımı çalışma yemeğine çağırıyordu...

***

İnanılmaz bir adam olduğunu o gece farketmiştim Erbakan’ın...

Dışarıdan anlaşılmayacak ölçüde, kıvrak bir zekası vardı... Bildiğim politikacılar gibi, bir politikacıydı...

Gösterilmek istendiği gibi, radikal şeraitçı bir kişiliği, gizli bir ajandası, başkalarından farklı bir portresi yoktu; gözükmüyordu...

SHOW Haber’in çok izlendiğini biliyordu... Arkadaşlarıyla bizi etkileme yemeğine çağırmıştı...

***

Benim ise, arkamdan idare edilen hiçbir güç odağıyla bağlantım olmadığından, bu inanılmaz zeki adamı sevmiş, “haber müdürlerim, akşam yemeğinde yanlış bir laf edip, adamı üzmesin diye” aşırı titizlenmeye başlamıştım...

Her zamanki gibi, bir Yengeç duygusallığındaydım...

Karşımda benimle doğru iletişim kurana karşı, duygusallaşır, kollayıcı bir tavra bürünürdüm...

***

Yemekte Erbakan’ın yanında; TRT’deki programlara çağırdığım Abdullah Gül vardı...

Okul arkadaşım; Radyo Televizyon Üst Kurulu Başkanı Fatih Karaca ise yemeğin davetlileri arasındaydı...

Belli ki Necmettin Erbakan, tanıdıklarım ve dostlarım kanalıyla üzerimde bir sempati rüzgarı estirmeyi amaçlıyordu...

***

Buyduysa niyeti, bu niyetinde başarılı olmuştu...

Uçakta dönerken arkadaşlarıma;

-“Yazık adamlara... Bir şey yaptıkları yok... Günlük siyaset yapıyorlar... Bu adamlarla ilgili, artık kaset maset yayınlamayın... Dikkatli olun...” dedim.

***

O yemekte televizyon programlarından dostum Abdullah Gül sessiz ve sempatik haliyle olayı izliyordu...

Arada bir onunla göz göze geliyor, manevi destek alıyordum eski dostumdan...

Erbakan başbakandı, ama başbakan gibi güçlü görünmüyordu...

İnanılmaz bir kıskacın içinde olduğunu fark ediyordum...

Üzülmüş ve duygusal olarak durumundan etkilenmiştim...

Hükümetin baskı yoluyla düşürülmemesi için, bundan böyle kendi çapımda çabalayacaktım...

Yemekte o konuşurken, ben kendi kendime bunu söylüyordum...

***

“İrtica tehdidine karşı önlem alınmasını” demokrasi ve laiklik açısından önemli görüyordum...

Ne var ki hiçbir hal ve şart altında o hükümetin baskı yoluyla düşürülmesinden yana değildim...

Bu görüşmenin yapıldığı kış aylarından hükümetin düştüğü Haziran ayına kadar, bu tutumumu sürdürecek; hükümetin düştüğü ve Refah Partisi hakkında dava açıldığı gün, canlı yayında buna karşı bir konuşma yapacaktım...

***

Televizyon ratinglerini ben ve arkadaşlarımın, Türkiye’nin olaylarını ise başkalarının yönettiğini ve onlar üzerinde pek bir dahlimizin olamadığını bilmiyordum o günlerde...

O gece Necmettin Erbakan ve Abdullah Gül’le dostça öpüşerek ve sıcak bir vedayla ayrıldık...

Altı ay boyunca, Refah-Yol hükümetinin, başka yol ve yöntemlerle düşmemesi için; kendi kalbimin ve beynimin özümsediği bir çabanın içine girdim...

Fakat heyhat!..

O hükümet düşecekti...

Demokrasiye ve laikliğe özen gösteren, fakat “tek kişiden ibaret olan” varlığım, bu duruma hiçbir şey yapamayacaktı...

Yazının devamı...

Varşova’ya finale gideceğimi söylemiştim...

“İki yarım kalmış aşkı elimden alan Varşova’ya, büyük aşkımı yaşamaya gitmek istiyorum...”

***

Bu başlıkla; yazımı 30 Ağustos 2014 Cumartesi günü Vatan gazetesinde yazıyorum...

2014 Ağustos’unun son günü “Hayatımda biri Paris’te, diğeri Berlin’de iki sevgiliyi elimden alan Varşova şehrine; en büyük aşkım Beşiktaş’la büyük aşkı yaşamaya ve Mayıs ayındaki UEFA finaline gitmek istediğimi yazıyorum...”

Ağustos 2014’de Beşiktaş’ın UEFA’da final oynamasını istiyor, hissediyor ve bunu bütün niyetim ve saf duygularımla evrene gönderiyorum...

***

Bursa maçının 3-2 bittiği gece; dostum Şükrü Yazıcıoğlu’nun restoranında, Başkan Fikret Orman, yöneticiler Muzaffer Nasıroğlu, Deniz Atalay, Hakan Özköse; Beşiktaş takımının sponsoru Axel Topalyan ve Şükrü Yazıcıoğlu’yla beraber, sohbet ediyoruz...

Tolga o gün sakatlanıyor ve Liverpool maçı öncesi kaleyi Cenk’in koruyacağı anlaşılıyor...

***

Beşiktaş’ın yönetici masasında; Tolga’nın sakatlanmasının verdiği bir moral bozukluğu var...

-”Bu ara Tolga’nın morali iyi değil... Formda değil... Cenk’in böyle bir dönemde kaleye geçmesi Beşiktaş’ın şansı...” diyorum...

Masada kısa bir sessizlik oluyor...

Şükrü Yazıcoğlu futbolu ve futbolcu psikolojisini iyi bilen bir futbol adamı...

Ben bu sözleri söyledikten bir süre sonra; cep telefonunu bana uzatıyor...

-”Ne oluyor?..” gibisinden ona bakıyorum...

-”Cenk telefonda...” diyor...

Arada derede Cenk’i arayıp; benim onunla konuşmamı sağladığını fark ediyorum Şükrü Yazıcıoğlu’nun...

Cenk’e “Liverpool maçlarında ona ne kadar güvendiğimi” söylüyorum...

-”Yüzünü kara çıkartmam abi...” diyor...

***

Dün öğleden sonra; Beşiktaş kulübünü arıyorum...

Maça 4-5 saat kala, takım kadrosunu soruyorum...

-”Solda kim oynuyor?..” diyorum... -”Opare...” diyorlar...

-”İkinci stoper kim?..” diyordum... -”Necip...” diyorlar...

-”Kimin ne dediğine kesinlikle kulak asmayın... Hoca en iyi takımı kurmuş...” diyorum...

***

Dün bir ara Mina’yla sarılarak, sonra Poyraz’la sarışarak; liverpool maçını izliyorum...

Penaltıları, çocuklar yattıktan sonra kendimle başbaşa izlemeği yeğliyorum...

Öyle anlarda kimselerin olmasını istemiyorum yanımda...

Her zamanki gibi yalnız ve yapayalnız; Beşiktaş’la baş başa...

“Varşova’ya UEFA finaline Beşiktaş’la gitmek istiyorum...” diyorum aylar öncesinden ben...

30 Ağustos 2014’de...

21 Ağustos 2014’de ise “Beşiktaş iki nokta transferle UEFA finali oynar” diye yazıyorum...

Varşova...

30 Ağustos 2014 tarihli Varşova yazısını şimdi sizin için, yarım kalmış sevgililer adına ve bitmeyen aşkım Beşiktaş aşkına yayınlıyorum...

*****

İKİ YARIM KALAN AŞKI ELİMDEN ALAN VARŞOVA’YA; BÜYÜK AŞKIMI YAŞAMAYA GİTMEK İSTİYORUM

(30 Ağustos 2014)

Benim şehirlerim var...

Yaşarken geçmişle paralel yaşadığım... Her gittiğimde, öncekilerin anılarıyla birkaç hayatı bir arada yaşadığım... Meydanlarında kendimi bulduğum... Yürürken ben olduğumu hissettiğim...

Şehrin “benim“ olduğunu varsaydığım... Girdiğimde, “tanıdık bir mekana girmiş“ duygusuna kapıldığım... Bir kısmı için “Zaten burası benim evim“ dediğim...

Şarkılarında hüzünlendiğim...

Ritimlerinde coştuğum...

Gülümserken gölgelendiğim...

Neşelenirken, hasretlendiğim...

Severken özlediğim...

İçindeyken dışında...

Dışındayken içinde hissettiğim...

Şehirlerim var...

***

Paris... Prag... İstanbul... Atina... Berlin... Ankara... Nice... Londra... Nafplio... Los Angeles... Budapeşte... Newyork... Milano... Tokyo... İzmir... Roma... Moskova... Monako... Barselona... Vicky-Christina-Barcelona... Sofya ile Vitoşa... Korfu ve Kerkira... Şehrimsi gibi de; Cambridge... Bodrum... Positano...

***

Buralar hayatımdaki diğer şehirleri andırmıyorlar...

Buralara geldim mi;

“Benden bir yerlere gelmiş gibi oluyorum...”

Hayatımın duraklarında duraklıyorum... Kişisel inşaatımın, harcına, çimentosuna, kumuna, taşına rast geliyorum...

Bu şehirlerde “benden olan şeylerin mimarisini” görselleştiriyorum...

***

Bunlar arasında olmayan...

Ama bunlar arasında olması mukadder olan bir şehrim daha var...

Paris’te “bitmiş paramızın hazin vedasında gençlik aşkı Ursula’yı ellerimle göndermek zorunda kaldığım şehir orası...”

Berlin’de başlayan...

Yıllar sonra yine Berlin’de yaşayan...

Bir gizli aşkın, yıllar sonra meçhul kimlikle; meçhul bir yolculuğa çıktığı şehir orası...

Biri yarım kalmış gizli bir aşk...

Diğeri yarım bırakılmış züğürt bir gençlik tesellisi...

İkisi de alabildiğine sevgili...

İkisi de alabildiğine kadın...

İkisi de alabildiğine samimi...

İkisi de alabildiğine dürüst...

İkisi de bütünüyle yarım...

İkisi de doyumlara ulaşmamış bir aşkın... Yarım kalmış sevdası gibi...

***

İki hüzünlü sevgiliyi...

Sonsuz hüzünler içinde benden alan şehrin ismi...

Varşova’ydı...

Nazım’ın; bir taraftan Vera’ya aşık Moskova’daki sürgün günlerinde “eşi Münevver Hanım’ı beş yıl boyunca beklettiği şehirdi Varşova... Buluşmak için gittiği“, üç tek gecelik seferde...

Münevver Hanım’la değil...

Bristol Otel’de tek başına gecelediği...

Vera’sına “kendi karısıyla ihanet etmekten“ imtina ettiği...

O hüzünlü...

Ve meçhul kalmış şehir...

Şöyle değil miydi Nazım’ın Varşova’daki Bristol Otel için döktüğü dizeler sanki;

***

“Seher vakti habersizce girdi gara ekspres... Kar içindeydi...

Ben paltomun yakasını kaldırmış perondaydım...

Peronda benden başka da kimseler yoktu...

Durdu önümde yataklı vagonun pencerelerinden biri...

Perdesi aralıktı...

Genç bir kadın uyuyordu

Alacakaranlıkta alt ranzada...

Saçları saman sarısı

Kirpikleri mavi...

Kırmızı dolgun dudaklarıysa

Şımarık ve somurtkandı...

Üst ranzada uyuyanı göremedim...

Habersizce usulcacık çıktı gardan ekspres...

Bilmiyordum nereden gelip nereye gittiğini...

Baktım arkasından...

Üst ranzada ben uyuyorum...

Varşova’da Bristol Oteli’nde...

Yıllardır böyle derin uyumuşluğum yoktu...”

***

Hiç gitmiyorum Varşova’ya...

Gidersem sanki hep;

Yarım kalmış sevgilileri...

Arayıp da bulamayacakmışım...

Gibi geliyor...

Gözlerim onları ararken...

Kalbim bitmeyen aşkların acısıyla...

Öksüz hüzünlere savrulacakmış duygusuna kapılıyor...

Varşova’ya hiç gidemiyorum...

Ne Nazım gibi...

Ne Münevver Hanım türü...

***

Oysa dün; Beşiktaş’ın UEFA grubuna bakarken... Sezonun UEFA Kupası Finali’nin 27 Mayıs 2015’te Varşova’da olacağını fark ediyorum...

Yarım kalan aşklarımdan mütevellit... Gittikleri meçhulde sevgilileri göremediğimden muzdarip... Bir türlü gönlümün gitmek istemediği...

Nazım’la Münevver’in...

Nazım’la Mehmed’in

Bir türlü doğru düzgün buluşamadığı...

Gönüllerince hasret gideremediği... O malum başkent...

Varşova’ya...

27 Mayıs 2015’te gitmek istiyorum... Beşiktaş’la beraber...

***

Futbol;

Hayatta gerçekleşmemiş sevgileri ikame eden bir büyük AŞK’sa eğer...

Futbol;

Gerçekte sevgililerle yaşayamadığın aşkları, yalnız başına... Bir başına...

Senin gibi milyonlarcasıyla...

Yaşamının adıysa eğer...

Yarım kalmış aşkların niyetine...

Bir türlü gitmeye cesaret edemeyen kalbin yüzüsuyu hürmetine...

Avrupa Finaline en büyük aşkla gitmeyi içimden geçiriyorum...

Varşova’ya ancak böyle gidebileceğimi hissediyorum...

Kısmetse olur diye içimden geçiriyorum...

Belki yarım kalmaz, kupayı da alır geliriz diye hayal ediyorum...

Umut bazen hayattır...

Hayal ise gerçek...

Yazının devamı...

Gülden Mutlu isminde gürül gürül esen bir genç kadın...

Genç kızı gördüğüm an; çok ender rastlanacak bir şekilde dikkatimi çekiyor; canlı yayında söylediği çarpıcı sözler...

Yanında üç müzisyeniyle şarkılar söylüyor o sırada genç kadın;

-“Ben kendi bestelerimi yapıyor; kendi bestelerimi söylüyorum...” diyor... -“Hayatımda hiç başkasından beste almayı düşünmedim... Başkasından alınan besteyi söyleme nasıl bir duygudur, onu da bilmiyorum... Kendi yaptığım besteler ve güftelerle mutluyum...”

***

Genç kızın gözle görülür bir özgüveni var... Yaptığı şeye inanıyor...

Yaptığı şeyin tutacağına güveniyor... Özgüvenin aurası, vücut diline yansıyor...

***

İtiraf etmeliyim ki; hayatımda genç kadını hiçbir yerde gördüğümü hatırlamıyorum...

Hiç kimsenin bana bu genç kadından bahsettiğini de bilmiyorum...

Ekrana yazılan KJ’den adının Gülden Mutlu olduğunu fark ediyorum...

Emre Aydın’ın söylediği Soğuk Odalar şarkısını çok iyi biliyorum...

İki ay boyunca, o müziğin eşliğinde Bodrum’da kapalı salonda spor yaptığımı hatırlıyorum... Emre Aydın’ın o parçada düet yaptığının da farkındayım...

Ne var ki; düet yaptığı kişinin Gülden Mutlu olduğunun ayırımında değilim...

***

Bunu fark etmemiş olmamı doğal karşılıyorum...

Fakat; parçanın bestecisinin de “Gülden Mutlu olduğunu” bilmemenin, genç sanatçıya karşı büyük bir haksızlık olduğunu anlıyorum...

Üstelik içime damardan giren “Unutamam Dedin” parçası da aynı sanatçının bestesi...

Canlı yayında “Yarım” isimli bir parçasını seslendiriyor önceki akşam...

O parçanın tınısı bana Gülden Mutlu’yu Google’de araştırttırıyor ve bu özgeçmişle karşılaşıyorum...

***

Televizyon haberleri yaparken de aynı bireysel ve nev-i şahsına münhasır duygularımla hareket ettiğimi hatırlıyorum... Bir şeyi duyar, hisseder, sever ve ancak öyle ön plana çıkartır, yayına verirdim... Bana “proje” olarak getirilen hiçbir parçayı, müzisyeni, sanatçıyı, ya da ‘özellikle’ parlatılması istenen şahsı “parlatmaya” çalışmazdım...

***

Turkcell’in yaratıcısı; Çukurova Holding’in Show TV İcra Kurulu üyesi Murat Vargı geçen gün bir brasserie’de beni gördüğünde; etrafındaki arkadaş ve yönetici grubuna şöyle diyor:

-“Odasını kilitler ve kimseden telkin almadan kendi bildiğini okurdu... Ona hiçbir telkinde bulunulamazdı... Ancak televizyon ratinglerini patlatmasındaki sır, kendi hisleriyle hareket etmesini bilme becerisiydi...”

***

Gülden Mutlu’yu da böyle fark ediyorum... Televizyonları ve gazeteleri yönetenler, toplumun algısını kendilerinin oluşturduğunu zannedenler; temel bir hata yaparlar...

“Proje” olarak çeşitli amaçlara hizmet adına hazırlanmış; “unsurları” telkinle ve üslendikleri misyonla, parlatmaya ve palazlandırmaya çalışırlar... Oysa gerçek ve sahici “değer”ler değildir çoğu zaman pazarladıkları ve parlatmaya uğraştıkları “şeyler...”

***

O gazetecilerin meslek hayatları çokça; “talimatlı projeleri parlatmak” üzerine kurulu olduğundan, yaptıkları gazeteler, yönettikleri televizyonlar, “toplumda beklenen patlamayı bir türlü gerçekleştiremezler...”

Önceleri; bu durumun nedenini onların “kapasite eksikliğine ya da obsesif meslek anlayışlarına verir; niye düzelemiyorlar diye için için hayıflanırdım...”

***

Bir gün onlardan bir tanesi; SHOW TV’nin patronuna şöyle dedi:

-“Reha Muhtar’ı genel yayın yönetmeni olarak çalıştırırsan, bankana el konulmasının önüne elbette geçemezsin... Haberleri yetkin ellere verseydin; banka sahibi olmaya devam ederdin...”

Ancak o zaman anlayacaktım ki;

“Türkiye’de haberler, gazetelerde birinci sayfalar, geniş kitlelere yönelik bir ürün, ilgi ve merak unsurlarına cevap veren bir mevkute olarak çıkmaktan ziyade; önceliği siyasi ve ticari konjonktürde bir silah olma niyetine göre hazırlanırlar...”

***

Böyle çarpık bir yayın anlayışının sonunda; -“Haberleri Reha Muhtar’a teslim ederseniz; bankanızı kurtaramazsınız...” sözleri sonsuz bir cüret ve etik dışı bir yayıncılık cesaretiyle söylenebilir... Gülden Mutlu’nun “Unutamam Dedin, Yalan mı Söyledin?..” parçasından; “Soğuk Odalar” düetine meğlederken; yazı nereden ta nerelere geldi?..

***

Haberlerin ve gazetelerin “bankaları kurtarmak için yapılmasının, maalesef gazeteci görünenler tarafından istendiği bir ülkede”, “kendi çalıp, kendi söyleyip, kendi bestelerinden kalplerde bir tatlı esinti yaratmak isteyen genç bir kadın sanatçı” milyonlar üzerinde hak ettiği rüzgarı estirebilmesi ne kadar zamanını alır kim bilir?..

Ben yine de; her zaman yaptığım gibi “projeleri değil...”

Kalbimin sesini yazayım:

“Gülden Mutlu isminde, yaptığı parçalarla, yürekleri titreten genç bir kadın sanatçı esiyor Ege’nin imbatında... Denizden karaya; gürül gürül esmekte...

Parçaları içimi bir tuhaf ediyor...”

ON YIL ÖNCE BAŞLADIĞIM HAYAT...

İki ayrı kız arkadaşım; iki gün içinde arka arkaya, bana “tanışmamızın ve arkadaşlığımızın onuncu yılını” hatırlatıyorlar...

-“Sigarayı yeni bırakmıştın o günlerde...” diyorlar;

-“Onun tazeliği ve motivasyonu içindeydin...”

O günlerin nostaljisinden kalan anılar mutluluk enerjisini üzerime yayıyorlar...

***

Kız arkadaşlarımla ayrı ayrı konuşur ve mesajlaşırken; kendi gerçek hayatımı on yıl öncesinde yaşamaya başladığımı fark ediyorum... Daha öncesi; biraz ailevi yükleme...

Ailevi bagajı taşıma dönemi...

18 Şubat Cuma akşamı ise; bir Gaziantep-Beşiktaş maçını seyrederken, ertesi günü için sigarayı bırakmaya karar veriyorum...

19 Şubat Cumartesi sabahı; Sabah gazetesine günde iki paket içtiği sigarayı bırakmış bir kişi olarak geliyorum...

O günden itibaren de yepyeni bir hayata yelken açıyorum...

***

Kendini seven, kendiyle barışık, kendi huzurunu ve dinginliğini ön plana alan, bir kimliğe bürünüyorum...

Birkaç gün arayla tanıştığım iki kız arkadaşım “artık kendimin olarak başlayan güzel günlerin ilk tanıkları ve yadigarları...”

On yıl oluyor, “İkinci Bahar” başlayalı...

***

Sadece kendime ait olan yeni hayatım; yüzleştiğim yeni gerçekler, beni olabildiğince zorluyorlar bu on yıl içinde...

Ne ki; artık sigarayı bırakıyorum ve kendimi seviyorum...

Bana Sabah gazetesinin ve ATV’nin ikinci katındaki odamı hatırlatıyor, kızlardan birisi...

Camekan oda geliyor gözlerimin önüne...

Yirmi yıl televizyon yayıncılığının, altını üstüne getirdikten sonra, yazı yazmak için sığındığım camekan oda...

Kendimle barışık, kendimi yaşadığım, zaman dilimi; her gün yazı yazmaya başladığım o odada oluyor...

“Yazı” denilen şey beni kendime getiriyor...

On yıl geçiyor üzerinden...

Artık yazı odaları evime taşınıyor...

Artık ev yazıların bir parçası oluyor...

Yazının devamı...

Sean Penn’in basiretinin tutulduğu an; Allah’ın hikmeti...

Bütün bir gece yayın devam etmiş; artık en sonuna gelmiştik...

Sabah saatler 07’yi gösteriyordu...

Oscar ödül töreninin yapıldığı Los Angeles; Amerika’nın doğusundan 3 saat; Türkiye’den 10 saat geride olduğu için, törenin yapıldığı Dolby Teather’da gecenin 9’uydu saat... Los Angeles dünyadan farklı saatlerde yaşardı hayatı...

Orada bulunduğum sırada gazeteye yazımı; sabah en geç 9-10 gibi göndermek zorundaydım, yazıların girebilmesi için...

***

Bütün Oscar’lar dağıtılmış; sırada tek bir Oscar; “En İyi Film Oscar”ı kalmıştı...

2014 yılının en iyi filmi seçilecekti Oscar gecesinde... Heyecan doruktaydı...

İki Oscar’lı oyuncu; Hollywood’da mazlumların!, ezilmişlerin, eşcinsellerin, duyarlı! temsilcisi; Amerika’nın Irak’taki savaşına karşı çıkan bir oyuncu gelecekti ödülü vermeye... Sean Penn...

***

O kadar ki o “Bağımsız Amerikan Sineması”nın en önemli siması olarak bilinir; yıllar içinde Hollywood’a alternatif olarak ortaya çıkan, Avrupa sinemasının egemen olduğu Cannes film festivalinin Jüri Başkan’lığı ona önerilirdi...

***

Sean Penn; San Francisco Belediye Meclisi üyeliğine seçilen bir gay olan ve homoseksüel haklarının alınması mücadelesinin Amerika’da idolü haline gelen Harvey Milk’in hayatını canlandırdığı filmiyle Oscar ödülüne layık görülmüştü...

İşçilerin sendikal mücadelelerinde hep Sean Penn vardı Amerikan sinemasının duyarlı oyuncusu olarak...

Irk ayrımına karşı mücadelede; Amerika’nın savaş politikalarına yönelik eleştirilerde, başı daima Sean Penn çekerdi...

***

Onun; Amerikan aleyhtarı “tepkilerin”, sinemada yönlendirildiği, kanalize edildiği bir “proje figür” olduğunu düşünürdüm...

Düşüncemi haklı çıkartacak, sayısız örnek ve sezgisel izlenimim vardı...

Sean Penn hem Amerikan sinema endüstrisinin “en değer verilen figürlerinden biri” hem de en Amerikan karşıtı politikaların lideri gibiydi...

Bu nasıl oluyordu?..

*****

BOHEM; PROTEST, EZİLENDEN YANA BİR SANATÇININ PATLADIĞI! AN!..

Amerikan demokrasisi; karşıtlarını absorbe edebilen, tahammül ve tölerans gücü yüksek bir demokrasiydi...

Ne var ki; “en Amerikan aleyhtarı gözüken politikaların şampiyonluğunu yaparken, Hollywood’un en ayrıcalıklı koltuklarından birinde oturmak” o kadar da kolay değildi...

Amerikan politikalarına karşı çıkmaya tölerans başka bir şey, onun şampiyonluğunu yapanlara, en ayrıcalıklı koltuğa oturtmak başka bir şeydi...

Sean Penn bu ikincilerdendi...

***

Önceki sabah saat 07’de; Sean Penn’i 2015 Oscar’larının en prestijli ödülünü vermeye gelirken sahnede gördüğümde, hislerimde yanılmadığımı anlamıştım...

Yine en prestijli rolde; “popüler Hollywood karşıtı sayılan” Sean Penn vardı işte...

Her nasılsa “en karşıt olan” en ayrıcalıklı konumda; en prestijli ödülü vermek üzere geliyordu...

***

Ünlü oyuncunun bohem ve protest tarzına uygun, yakası açık bir gömleğin üzerine giyilen gri bir kravat kıyafetini tamamlıyordu...

Herkesin “papyon taktığı, bir gecede elbette protest ve marjinal kalmaya özen gösteren sanatçının aksesuarı gömlek düğmesi açık gri bir kravat olmalıydı...”

Sean Penn’de kendisinden beklenen dekora ve role uygun bir aksesuarı taşıyordu...

***

Her şey tamamdı... Geriye kalan tek sahne; Sean Penn’in zarfı açıp, ödülü kazanacak filmi açıklaması ve ödülü vermesiydi... İşte ne olduysa o anda oldu... Penn; zarfı açtı...

Gördüğü isim karşısında kazananı hemen anons etmek gelmedi içinden...

Fazladan bir şeyler söylemek istiyordu...

Kazanan ismi öylesine “açıklayıp” gitmeyecekti o sahneden...

***

En İyi Film ödülünü de Birdman filmi alıyordu ve onun Meksika’lı yönetmeni Alejandro Gonzales, sahneye üçüncü kez Oscar almak için çağrılacaktı...

Amerikan sinemasında, tek bir Oscar ödülünü hayatları boyunca kazanamayan nice ünlü aktör, aktrist ve yönetmen varken; bizzat Sean Penn bu ödülü tüm sinema hayatı boyunca iki kez alabilmişken; Meksika’lı bir göçmen aynı törende üçüncü Oscar ödülünü onun elinden alacaktı...

Kabul edemezdi bunu!..

*****

EGOYU DİZGİNLEYEMEMEK...

Buna dayanamadı Sean Penn... Egonun patladığı bir yer vardır hayatta... İnsanın yıllarca oynadığı rolü; bir anda deşifre eder, onu ele verir, kimliğini açığa düşürür...

İnsan aklının üzerinde bir “evrensel aklın insanı etkisi altına aldığı” ve varlığını gösterdiği anlardan biridir o an...

İnsanın ötesindeki bir büyük güç;

-”Sen değil benim gücüm idare ediyor, dünyayı, evreni ve hayatı” şeklinde iletir mesajını o anda... Değişik dinlerde değişik şekillerde formüle edilir bu durum... “Allah’ın hikmeti” deyimi, en basit, en yalın, tüm dinleri, Budizmi de kapsayacak bir ifade tarzıdır...

***

Sean Penn’in yıllarca oluşturduğu imajda, kendini ele veren o cümle o anda Dolby Teather’da döküldü ağzından: -“Bu o... çocuğuna Yeşil Kartı kim verdi?..”

Yeşil Kart Amerika’da göçmenlere verilen oturma müsadesinin adıydı...

O gece üç Oscar alan Meksika’lı yönetmen Alejandro Gonzales de Amerika’da yeşil kart alarak yaşamaya başlayan bir göçmendi...

Ezilmişlerin, işçilerin, homoseksüellerin, Amerikan sinemasının popüler, ırkçı, faşist ve duyarsız görünen tüm politikalarının amansız karşıtı Sean Penn, güya espri yaparak;

“Bu o... çocuğuna Yeşil Kartı kim verdi?..” diye soruyordu...

***

Latin kökenliler, bir anda sosyal medyayı bombardımana tutuyor ve Sean Penn’e olan tepkilerini boşaltıyorlardı...

Alejandro Gonzales; “Sean Penn benim arkadaşım” demesine rağmen, Oscar konuşmasına son anda bir ek yaparak; “Meksikalı göçmenlerin Amerika’da insanca yaşaması için çağrı”da bulunuyordu...

*****

BUMERANG...

Silah bir anda ters tepmiş Bumerang halini almıştı... Benim bu olayda ilgilendiğim taraf; Amerikan karşıtlığı, Amerikan yanlılığı, Sean Penn’in kimliği, rolü ya da algısının çok ötesindeydi...

Hayatı sahici duygularla yaşamayanlar bir gün mutlaka bir yerde “patlarlar...”

Hiç kimse sonsuza dek kendisini gizleyemez...

Hayatımı son beş yılda; cehenneme çevirmeye çalışan “makyajı muhteşem, demokrat ve liberal görünümlü, hoşgörü abidesi!! bir aile vardı...”

Allah’ın hikmetiyle makyaj aniden bir gün dökülüverdi...

Cascavlak ortaya çıktı “hoşgörünün ardında yatan kin ve tölerans diye görünen intikam...”

Gabriel Garcia Marquez’in söylediği gibi;

“Öfkemi, buzun üzerine yazdım... Güneşin çıkmasını beklemeye koyuldum...”

Fazla zaman geçmedi...

Güneş açtı;

Yüreğim sevgiyle doldu...

Hayat sevgiyle içimde ve dışımda akmaya devam etti...

Gaddar kinlere; cellad intikamlara inat...

Yazının devamı...

“Bu o... çocuğuna yeşil kartı kim verdi?..

Dün gecenin tam ortasında saat 03 gibi uyanıyorum...

Her sene olduğu gibi...

Kendiliğinden...

Beynimin içinde işleyen alarm; hiçbir saati kurmayı gerektirmeden; Oscar törenlerinin hız aldığı saatlerde, beni hayatın doğal mecrasında uyandırıveriyor...

***

Türkiye’nin gündemi her geçen yıl bir öncekine göre o kadar çok Batı’nın ajandasından uzaklaşıyor ki; Civarımda Oscar törenlerini konuşan kimsecikler kalmaz hale geliyor... Yaşadığımız günlerin, aslında ne anlama geldiğini, üzerinden yıllar geçtikten sonra fark edeceğiz... Neo Osmanlı ya da yeniden Osmanlı olmak; Siyasi bir durum gibi gözüküyor...

Elbette siyasi...

Ama esasen, değişik gündemi, sosyo psikolojik sonuçları, kültürel makasları olan büyük bir yol ayrımı bu...

***

Sinemanın en büyük ödüllerinin verildiği, yüzden fazla ülkede canlı gösterilen, sinemanın dünyadaki en büyük ödül gecesi; Türkiye’de de canlı yayınlanmasına rağmen, beklenen patlamayı yapmıyor...

Oysa Dolby Theatre; yine kırmızı halılarla kaplı, yine tıklım tıklım, yine taptaze bir enerjiyle dünya insanına taze bir ilham ve soluk veriyor... Amerika’nın ve dünyanın dört bir yanından star sinema sanatçıları toplanıyor Los Angeles’a... Oscar’a aday sanatçıların ödül töreni öncesi kırmızı halıdaki röportajlarını izliyorum...

***

-“Washington DC’den Kaliforniya’nın güneşini de yaşarız diye geldik... Ama yağmur var burada...” diyorlar havadan hayal kırıklığına uğrayan bazı sanatçılar... Gecede kıyafetler; muhteşem bir defileyi andırıyor...

Lady Gaga, Jennifer Lopez; gibi ünlüler ABC’nin ödül gecesi öncesi partiden yaptığı canlı yayına katılıyorlar...

***

Lady Gaga “50 yıl öncesinin unutulmaz klasiği Neşeli Günler filminin parçasını öyle muhteşem söylüyor ki; salon alkıştan yıkılıyor...”

Neşeli Günler parçasının bitmesiyle birlikte, sahneye o filmin 50 yıldır efsane olan kadın karakteri Maria’yı oynayan Julie Andrews geliyor... Dolby Theatre o anda inanılmaz bir duygu seli yaşıyor... Meryl Streep dahil bütün ünlü starlar, ayağa kalkarak “hepsine, hayatlarındaki ilham perisi olan o unutulmaz kadını; Julie Andrews’ı çılgınca alkışlıyorlar...”

***

Gecenin en müthiş lafını ise Sean Penn ediyor...

Sean Penn; “en iyi film ödülünü” açıklamak üzere zarfı açtığında Meksika’lı yönetmen Alejandro Gonzales’in ismini üçüncü kez görüyor kartta...

Gonzales’in aynı gecede üçüncü kez ödül alacağını fark edince, bir süre duraklıyor ve şöyle söylüyor:

-“Hangi o... çocuğu, bu adama Yeşil Kart verdi...”

Sean Penn’in “Amerika’da göçmenlere verilen oturma müsadesi anlamındaki Yeşil Kart’a referans yaparak Meksika’lı yönetmeni üçüncü kez sahneye çağırması, büyük alkış alıyor...”

Meksikalı yönetmen, dün gece Oscar ödüllerinin tartışlamaz karizması ve kahramanı oluveriyor...

*****

7 ÇOCUĞA BAKMAK ZORUNDA OLAN GÜZEL KADININ ÖYKÜSÜ...

Çocukluğuma dönüyorum... Hayatımda ilk izlediğim film; Ankara Çankaya sinemasında, beş-altı yaşlarında izlediğim Neşeli Günler filmi... Rahibe olmak için manastıra giren, fakat manastırdaki sabah derslerini kaçırıp, “her gün doğaya çıkarak şarkılar söyleyen” güzel Maria’nın öyküsüne gidiyor yüreğim usul usul...

***

Onun başrahibe tarafından; hayatı tanısın diye, eşi yeni vefat etmiş yedi çocuk sahibi “Kaptan Van Trapp’a, gönderilmesi...”

Yedi çocukla kurduğu sevgi dolu iletişim, kaptanla kaçınılmaz aşkı ve devamı...

***

Çocuk yüreğim, Avusturya dağlarının, ovalarının, sonsuz yeşilliklerinde pastoral bir müzikal anlatımın hayat bulduğu unutulmaz filmi hatırlıyor... İki yanımda oturan annemin ve babamın kollarına nasıl sarıldığımı anımsıyorum... Neşeli Günler beni elli yıl öncesinin, neşeli ve mutlu çocukluğuna götürüyor...

***

Julie Andrews’ı seyreder, Lady Gaga’dan unutulmaz Neşeli Günler müziğini dinlerken, hayatta sanatı her şeye karşın muhafaza edebildiğimi fark ediyorum...

*****

SANAT, SANATÇI, SAHTE ÖZGÜRLÜK VE TRUMAN SHOW...

Sanat ve sanatçı... Bir de gazete ve gazeteci çocukluğumdan başlayarak, gençlik yıllarım ve sonrasının, hatta bütün hayatımın; idealize edilmiş yaşam tarzı iki mesleği...

Ben yıllar önce; gazetecileri, yazarları, sanatçıları “bireysel özgürlüklerine düşkün, kendi başlarına buyruk, nev-i şahıslarına münhasır, bağımsız, bağlantısız, biraz kaprisli, öz disiplinli ve kimselerin boyunduruğu altına girmeyen küçük burjuva aydın tipinin” seçkin örnekleri olarak görüyorum...

***

Onbeş yaşından başlayarak gözümde idolleştirdiğim...

Hayatlarını idealize ettiğim... Bireysel özgürlüklerine düşkün küçük burjuva aydını diyerek hafif küçümsenen;

Gazeteci-yazar ve sanatçı taifesini;

Kalbimin derinliklerinde hep başka bir kategoriye koyuyorum...

Onların paradan, sermayeden, devletlerden, herkesten ve her şeyden daha güçlü olduklarına; kişisel özgürlüklerin bir nevi manevi kalelerini oluşturduklarına hükmediyorum...

***

Hayatım gazetecilikle ve gazetecilerle geçiyor otuz beş yıl...

Aşk hayatım bazen gazetecilerle, bazen de sanatçılarla “büyük olduğunu sandığım aşkların, zirvelerinde ve dehlizlerinde” ömür tüketiyor...

***

2012 yılı başlarken, dünyanın bir saydamlaşma ve aydınlanma dönemine gireceğini, gizli saklı hiçbir şeyin kalmayacağını, müthiş bir deşifrasyonun olacağını söylediklerinde, ilk başlarda bunu söyleyenlere burun kıvırıyorum:

-“Zaten her şeyi biliyoruz... Ne öğreneceğiz ki?..” diyorum...

O günlerde 28 Şubat yargı süreci henüz başlıyor...

***

Hiçbir şey bilmediğimi, gazeteci görünenlerden, sanatçı sayılanlara kadar etrafımda gözüken hiçbir şeyin “göründüğü gibi olmadığını” anlamaya başladığımda hayretten gözlerim faltaşı gibi açılıyor...

***

Gazeteci sandığım;

Sadece gazetecilik yaptığına inandığım;

Onlara öykünüp otuz beş yıl önce gazeteci olduğum insanların “aslında çok başka ve derin operasyonların gazeteci görünen sahte yüzleri olduklarını” anladığımda, “gazeteciliği bırakmayı düşünecek kadar” altüst oluyor hayatım...

***

Sanatçıların ise; her ne kadar zaman zaman aşklar yaşamış olsam;

İşim icabı yakın teşrik-i mesaide bulunsam da; tam içlerinde saymıyorum kendimi...

Onları hala esas olarak sanatlarını icra eden kimlikler olarak görmeye devam ediyorum...

Sonra “kişisel Rönesansım dediğim aydınlanma sürecim, kaçınılmaz olarak onları da kapsama alanına alıyor...”

***

Sanatçı gibi görünenlerin, “en yakın çevrelerindeki ‘derin’ kişiler tarafından yönetildiğini anlamam güç olmuyor...”

Jim Carrey’nin The Truman Show filminde yaşıyorum sanki...

Çevremdeki her şey; tıpkı Jim Carrey’nin başına geldiği gibi sahte çıkıyor...

Hiçbir şey göründüğü gibi değil...

Her şey “sahte ve gizlenmiş bir show’un parçası...”

*****

BENİM OSCAR’LARIM...

Dün akşam Oscar törenlerini izlerken çocuklar, çalışma odamda bulunan “Türkiye Oscar’larını” kütüphanemden teker teker indiriveriyorlar ve; -“Sen de mi bu ödüllerden aldın baba?..” diye soruyorlar...

Onlara söyleyemiyorum ki;

“Ben hayatı olabildiğince sahici ve gerçek yaşamaya çalışan bir gazeteci, haberci ve televizyoncu olarak o ödülleri alıyorum...”

***

Çevremde Truman Show misali; benim yaptığım show’ları yavan ve yayan bırakacak, sahte bir dünya olduğunun farkında bile değilim o zamanlar...

Ben gazeteci gördüklerimi gazeteci, sanatçı gördüklerimi, sadece sanatçı zannediyorum...

Birçoğunun sahte figüranlar olduklarını ne yazık ki bilmiyorum...

*****

MARLON BRANDO’NUN TÖRENE GÖNDERDİĞİ YERLİ KIZ VE REDDETTİĞİ OSCAR ÖDÜLÜ...

Bilseydim, Türkiye’deki Oscar törenlerine; tıpkı 1973 Oscar töreninde, kendisine Akademi ödülünü vermek üzere sahnede bulunan Roger Moore ve kadın partnerine, Marlon Brando’nun yaptığı fantastik protestonun bir benzerini yapabileceğimi düşünüyorum...

Marlon Brando ödülü reddetmek için, kendisi adına bir “Indian Amerikalı (yerli) genç kızı” sahneye çıkartıyor...

Genç kız, Brando’nun bu ödülü alamayacağını Oscar törenlerinde canlı yayında milyonlarca insana aksettiriyor...

Yerli kız, sahneye çıkarken fonda, Godfather filminin o ünlü ezgisi çalıyor...

***

Geçmiş zaman...

Dün böyle bir şey olmuyor Oscar gecesinde...

Siyahi sanatçılar Martin Luther King’i anarak muhteşem şarkılarını söylüyorlar...

Ben “kütüphanemi süsleyen mütevazı Oscar’larımı” çocuklarımla paylaşıveriyorum sevgiyle...

Her halükarda, babalarının sonuna kadar sahici, sapına kadar hakiki bir hayatın ödülleri değil mi onlar?.. Sevgiyle Oscar gecesini yaşıyoruz hep beraber...

Yazının devamı...

Hepimiz aslında büyük bir hücreyiz...

İnsanın içinde bulunan trilyonlarca hücrenin, bir büyük Matruşka’sı olduğunu...

Kendisinin de çok daha büyük bir yapının hücresi halinde yaşadığını anlatan yazım üzerinden birkaç ay geçti...

Dün konu üzerinde çalışırken; Deepak Chopra’nın aynı meselede çok ilginç bilimsel çalışmalarının, aynı ifadeleri içeren pasajlarını fark ettim...

Kendimizin; içimizdeki hücrelerin bir büyük Matruşka’sı olduğu gerçeğini anlayabilmemiz, çok önemli...

Ancak o zaman yaşamın şifrelerini, hayatımızın yönünü, nereden gelip nereye gittiğimizin haritasını çıkartabiliyoruz...

Kendisi hipokrat olan, Hintli doktor ve yaşam gurusu Deepak Chopra’nın bu çalışmasını; Pazar günü özellikle yayınlıyorum...

*****

“NASIL YARDIM EDEBİLİRİM?..”

“Evrensel zihin, milyarlarca galakside olan her şeyi hassas bir kesinlikle, tereddütsüz bir zekayla düzenleyip yönetir...

Zekası nihai ve yücedir...

Varlığın her hücresine nüfuz eder...

En büyükten en küçüğe...

Atomdan kozmoza...

***

İnsan bedeninin herhangi bir hücresine baktığınızda, çalışma şeklinin tüm bu yasaların tezahürü olduğunu görürsünüz...

Her hücre;

İster mide hücresi...

İster kalp hücresi...

İsten beyin hücresi olsun;

Bu yasa ile doğmuştur...

DNA içsel gücü gösteren mükemmel bir örnektir...

İçsel gücün nesnel ifadesidir...

***

Her hücrede olan bu aynı DNA, bulunduğu hücrenin özgün ihtiyaçlarını karşılamak için, kendini farklı şekillerde gösterir...

Her hücre aynı zamanda “ALMA VE VERME YASASINA” uygun hareket eder...

***

Her hücre denge ve denklik halindeyken canlı ve sağlıklıdır...

Denklik hali doyum ve uyum halidir...

Ve bu durum devamlı alıp vererek sağlanır...

Her hücre diğer hücreleri besler ve destek olur...

Buna karşılık diğer hücreler tarafından beslenir...

Her hücre dinamik bir akış içerisindedir ve bu akış hiçbir zaman kesilmez...

Aslında bu akış hücrenin hayatının özüdür...

“Vererek” bu akışın devamlılığı sağlanır...

Hücre sadece bu şekilde alabilir ve hayatına sağlıklı bir şekilde devam edebilir...”

*****

İNSANLAR “HÜCRE” GİBİ NASIL ÇALIŞIR?..

“Bedendeki her hücrenin iç diyalogu “nasıl yardım edebilirim” diye sormaktır...

Kalp hücreleri; Bağışıklık sistemi hücrelerine...

Bağışıklık sistemi hücreleri; mide ve akciğer hücrelerine yardım etmek ister...

Beyin hücreleri; diğer tüm hücreleri dinler yardım eder...

Bedendeki her hücrenin, sadece bir fonksiyonu vardır...

O da diğer hücrelere yardım etmektir... Kendi bedenimizdeki hücrelerin davranışlarına bakarak “Yedi Spiritüel Yasa”nın en olağanüstü en verimli nasıl çalıştığını görebiliriz...

***

“Karma Yasası” her hücre tarafından mükemmel bir şekilde uygulanır...

Hücre; zekasıyla her durum için en uygun, en kesin, en doğru tepkiyi verebilir...

***

En Az Çaba Yasası her hücre tarafından mükemmel şekilde uygulanır...

Her hücre işini sakin bir uyanıklık içinde, sessiz ve verimli bir şekilde yapar...

***

Niyet ve Arzu Yasası’nı uygulayarak her hücrenin her niyeti, doğanın zekasındaki sınırsız düzenleme gücünden faydalanır...

Şeker molekülünün enerjiye dönüştürülebilmesi gibi basit bir niyet; bedende acilen bir seri olayı gerçekleştirir...

Belli miktardaki hormonlar doğru zamanda salgılanarak, şeker molekülünün saf yaratıcı bir enerjiye dönüştürülmesini sağlarlar...

***

Her hücre “Zihinsel Bağımsızlık Yasası”nı uygular...

Hücrenin niyeti sonuçlardan bağımsızdır...

Sendelemez, duraksamaz...

Davranışı yaşam odaklıdır; Şimdinin farkındalığıyla hareket eder...

***

Her hücre “Darma Yasası”nı da ortaya koyar...

Kendi kaynağını, yüksek benliğini keşfetmek zorundadır...

Diğer varlıklara hizmet etmeli; eşsiz yeteneklerini ortaya koymalıdır...

***

Kalp hücreleri;

Mide hücreleri;

Bağışıklık sistemi hücrelerinin kaynağı yüksek benlikte, yani sınırsız güçtedir...

Bu kozmik bilgisayara bağlı oldukları için, eşsiz yeteneklerini çaba gerektirmeyen bir kolaylıkla, ebedi bir farkındalıkla ortaya koyarlar... Sadece bu eşsiz yeteneklerini ortaya koyarak, kendilerinin ve bedenin bütünlüğünü sağlayabilirler...”

*****

“BİZLER YILDIZ TOZUYUZ...”

“Bizler kozmik bir yolculuğun gezginleriyiz...

Sonsuzluğun girdabında dönen, dans eden, bir yıldız tozuyuz...

Hayat ölümsüzdür...

Ancak hayatın ifade şekilleri;

Geçici; kısa ve fanidir...

***

Biriyle karşılaşmak, birini görmek, sevmek, paylaşmak için durduk bir an...

Bu çok değerli bir andır...

Ancak geçicidir...

Ölümsüzlükteki küçük bir parantezdir bu...

Sevgiyle, ilgiyle, yumuşak bir kalple paylaştığımızda birbirimiz için bolluk, bereket, neşe ve mutluluk yaratırız...

O an yaşanmaya değer bir andır artık...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.