Şampiy10
Magazin
Gündem

Şadan Kalkavan; unutamadığım bir dostluk ve şamdan gecesi...

Türkiye’nin Show Haber’e kitlendiği günlerdi... Hayatı çalışma ve başarı üzerine kurulmuş genç bir ekiple Türkiye’de televizyon haber merkezlerini ve gazeteleri kasıp kavurduğum yıllardı...

Show Haber, Türkiye’de bir numara olduktan birkaç yıl sonra, kalbimin engel tanımadığı rotası, “rahmetli ustamın kızına kaymıştı...”

***

Gazeteciliğine, genel yayın yönetmenliğine öykündüğüm ustam Çetin Emeç’in, uluslararası çapta bir piyanist olan kızıyla beraberliğim; önüne geçemediğim bir “kader çizgisi”nin sonucunda başlamıştı o günlerde...

***

Babasının gazetede çalıştığı gibi, gecenin saat 22’lerine, 23’lerine kadar çalışıyordum...

Yine babasının yaptığı gibi, gecenin o saatinden sonra şık bir restoranda yemeğe gidiyor, birkaç lokma atıştırdıktan sonra, keyfim yerindeyse Şamdan’a uğruyordum...

Müziğe ve dansa doyuyor, hayatımı ve yaşadıklarımı sindiriyordum o mekanda...

*****

BİR ŞAMDAN GECESİNİN ÇIKIŞI

Bir gece yemek sonrası biraz oturmuş, dans etmiş Şamdan’dan çıkıyorduk...

Uzun zamandır “ustamın kızıyla” bir aradaydık ve beraberliğimizin haber değeri; gazeteler için pek kalmamıştı artık... Daha doğrusu ben sadece gazeteci olarak öyle zannediyordum...

***

Bir arkadaşımın yakın bir dostu olan İspanyol Fehmi’yle o akşam tanışmıştım...

O da bizimle Şamdan’a gelmiş; biz ayrılırken; o da arkadaşlarıyla başka bir mekana gitmek üzere hareketlenmişti... İspanyol Fehmi; Şadan Kalkavan’ın çok yakın dostu olduğunu söylemişti o akşam konuşurken... -“Sizi Şadan Abi de çok sever Reha Bey...” demişti...

***

Mutlu olmuştum;

-“Benim de nüfus kütüğüm Trabzon... Hemşehri sayılırız biz Şadan Kalkavan’la...” cevabını vermiştim... Konuşa konuşa, keyifle gece kulübünden ayrılıyorduk... Kapıdan dışarı çıkmamızla birlikte ne olduğumuzu anlayamadık...

Elliye yakın, fotoğraf makinesi, televizyon kamerası ve ışığı, üzerimize doğrultulmuştu...

***

Gece vakti Etiler Nispetiye caddesinde hava bir anda aydınlanmış, üzerimize bir ışık hüzmesi bombardımanı boca edilmişti... Sorular soruları kovalıyordu...

Televizyoncuydum... Gazeteciydim...

Neyin nasıl haber yapılacağını bilirdim... Yapılan bir haber çalışması değildi... Yapılmak istenen “korkutmaydı...” Niye bizi korkutmaya çalışıyorlardı; o sırada bilmiyordum...

*****

HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLAYAN BİR GENÇ KADIN...

Flaşlar mitralyöz gibi arka arkaya patlıyordu...Kameralar ışıklarını öylesine zoomlayarak üzerimize fokusluyorlardı ki; ortada gizli saklı hiçbir şey yokken, her şey doğal ve kendi halindeyken, “ustamın kızı” gazeteci kisvesindeki bu açık tacizden korkuyor kendini tutamayarak hüngür hüngür ağlamaya başlıyordu...

***

Babası aklına gelmiş, onun ölümü aklına gelmiş ve deli gibi ağlıyordu ve elini tutarken bana; “bunlar ne yapmak istiyor bize?..” diye soruyordu...

***

Onu teskin etmeye çalışıyordum...Bir taraftan da “Usta’mın Kızı’nın korkudan ağlama görüntülerini, ballandıra ballandıra nasıl yayınlayacaklarını” düşünüyor, bu psikolojik harekatın nereye varacağını hesaplamaya çalışıyordum... “Tacizden nasıl kurtaracağız yakamızı?..” diye kafa yoruyordum...

***

Bir haber çalışması, bir görüntü alma mücadelesi değildi bu... Psikolojik bir savaştı; yıldırmaya ve korkutmaya yönelik...

*****

ŞADAN KALKAVAN’IN ARKADAŞI İSPANYOL FEHMİ’NİN DOSTLUĞU...

Ustamın Kızı ürküp, hüngür hüngür ağlayana kadar hiçbir şey yapmadı Şadan Kalkavan’ın yakın arkadaşı İspanyol Fehmi...

Biraz arkamızdaydı...

Yanımdaki kadının çaresizlikten ağladığını görünce, dayanamadı; arkadan fırladı ve psikolojik harekatın unsuru olarak üzerimize çullanan birkaç kişiyi alarak; havaya kaldırdı ve püskürttü...

-“Aman Fehmi yapma...” diye arkasından yalvarmaya başladım...

-“Sen bu işlere karışma abi...” dedi...

-“Arabanıza binin siz...

Yengeyi alın gidin... İyi geceler abi...”

***

İspanyol Fehmi ne olduğunu anlamıştı...

Ben anlamamıştım...

Birileri bir şey yapmaya çalışıyordu...

Gecemiz rezil olmuştu... Yalnız; hiçbir desteği olmayan bir gazeteci olduğumu biliyordum...

Bir gün sonra gazeteler kim bilir aleyhime neler yazacaklardı?..

Bilmiyordum ki; herkesin bir hesabı vardı...

Ama Allah’ın da bir hesabı vardı...

*****

“BABAMA BAKAN KEM GÖZLER...”

Ustasının kızıyla, ustasının muhabiri “beraberler”ken Şamdan’a gitmeleri kaçınılmazdı... Üçünün de birleştiği ortak kültürün mirasıydı orası... Şamdan’a gittiğimiz bir gün “Ustam’ın Kızı” bana; -“Burası babamın kem gözler tarafından göze geldiği yerdir... Burada annemle saatlerce dans ederdi... Burada göze geldiler... Buraya çok gelmeyelim...” demişti...

***

Kem gözleri değil, hayatın coşkusunu ve cıvıltısını hissettiğim, hayatın kem gözlere galebe çalacağına inandığım günlerdi o günler...

***

Aslında farkındaydım ki; televizyonlardaki onca tantanaya, halkın içindeki onca ilgiye karşın; yapayalnız ve korumasız bir gazeteciydim... Karşımda beni yok etmeye, itibarsızlaştırmaya çalışan bir medya ordusu vardı... Daha doğrusu; ben o sıralarda derin operasyonların farkında olmadığımdan, onları medya ordusu gibi görüyordum...

*****

RAHMET...

Sabahı zor ettim... Televizyonun yöneticilerine önceki gece; “ustamın kızını ağlatan” bir tacizle karşılaştığımı, Şadan Kalkavan’ın çok yakın bir dostunun, duruma müdahale edip, bizi oradan arabayla uzaklaştırdığını söyledim...

Böyle durumlarda olduğu gibi;

“Ertesi günü yine rakip gazetelerin ve televizyonların başıma ne çoraplar öreceklerini, ne yazacaklarını söyleyeceklerini bilemediğimi” anlattım...

***

Bir sonraki gün; gazetelere baktım “acaba bu sefer beni nasıl, linç etmişler, asmışlar, manşetlerinde?..” diye...

Hayret!.. Tek kelime, numune niyetine tek bir kelime, tek bir satır yoktu hakkımızda yazılmamıştı... İspanyol Fehmi’yi aradım...

-“Arkadaş ne yaptın ne oldu; kimsecikler tek bir satır yazmamışlar?..”

-“Bir şey yok abi...” dedi:

-“Yenge iyi mi?.. Akşama müsaitsen Büyük Kulüp’e gel abi... Şadan Abi’yle seni bekliyoruz...”

***

Olay Cuma gecesi olmuştu...

Pazar günü gazetelerde hiçbir şey çıkmamıştı... Pazar akşamı Büyük Kulüb’e gittim... Şadan Kalkavan, yuvarlak büyük masada, İspanyol Fehmi’yle oturmuş oyun oynuyordu... Büyük oynadıklarını hissediyordum... Şadan Kalkavan beni görünce kalktı sarıldı; öptü;

-“Takma kafana sen bunları...” dedi...

-“Yenge iyi mi?.. Sen onu öyle...” dedi...

***

Hayatın “insan kılığındaki nefret”leri ayyuka çıkardığı, rezilliği deşifre ettiği, buna karşın “insan gibi olanları” ise Allah’ın gönderdiği elçi olarak insanın karşısına çıkardığı anlar vardır... Öyle anlardan biriydi...

O güne kadar hiç tanımadığım İspanyol Fehmi ve yakın dostu Şadan Kalkavan ömür boyu unutamayacağım bir “dostluk” yapmışlardı bana...

“Ustamın kızı”nın hıçkırıklarını, görmüş onun daha fazla ağlamasına izin vermemiş ve psikolojik harekatı boşa çıkartmışlardı...

***

Ustam mezarında rahat etmiş, ruhu sıkışıklıktan kurtulmuştu... Sanırım şimdi rahmetli Çetin Emeç; yanına gelen Şadan Kalkavan’a, kızına yaptıkları için; o dünyalarda teşekkür ediyordur...

Bana gelince...

İkisine gani gani rahmet diliyorum...

Yazının devamı...

Kaplıcada yüremeye çalışan bir Amerikan başkanı...

Franklin Roosevelt; Amerika’nın en uzun dönem Başkanlık yapan; gelmiş geçmiş en sevilen dört Başkan’ından birisidir...

Amerika’da hiçbir Başkan iki dönemden fazla Başkanlık yapamaz...

Roosevelt, bu yasa çıkmadan önce, dört kez Başkan seçilen tek Amerikan Başkanı ünvanını koruyor...

Tekerlekli sandalyeye mahkum bir insan o...

Başkanlığı sırasında ayağa kalkarak geniş kitleler önünde politik konuşmaları yapabilmesine karşın; tekerlekli sandalyeden hiçbir zaman kurtulamıyor...

***

Önceki gece Roosevelt’in “zaferden zafere koştuğu Amerikan Başkanlığı yıllarını” değil, çocuk felci olan bir adamın yedi yıl boyunca yaşadığı trajik hayatı ve bitmek bilmez azmi ve mücadeleyi izliyorum...

Biyografik filmin adı Warm Springs...

***

Amerika’ya Hollanda’dan ilk göçen zengin ailelerin birinden geliyor Roosevelt...

“Beyaz Amerika’lı” dedikleri bir aileden...

Harvard gibi bir okuldan mezun oluyor...

Colombia gibi bir okulda lisansüstü eğitimini tamamlıyor...

***

Hayatta her şey genç Franklin Roosevelt için; tasarlanıyor sanki...

Kuzeni olan eşinin; amcası Teodore Roosevelt Amerika’nın 26. Başkanı...

Franklin Roosevelt 1920 yılında daha 38 yaşındayken, Amerikan Başkan yardımcılığı için adaylığını koyuyor...

Seçilemiyor...

Ama önünde uzun bir hayat ve “muhteşem bir gelecek var...”

Herkes öyle zannediyor...

ÇOCUK FELCİ GEÇİREN AMERİKAN BAŞKANI...

1921 yılında Amerika’da çocuk felci salgını başlıyor...

Amerika’nın dört bir yanı çocuk felcinden ölen insanların trajik öyküleriyle sarsılıyor...

Çocuk felcinden sakat kalanların sayısı belli değil...

Amerika kan ağlıyor...

Roosevelt; 1921 yılında çocuk felcine yakalanıyor...

Hastalığı yeniyor, ancak sakat kalıyor... İki bacağı tutmuyor... Ayakta durmasını, yürümesini tamamen unutuyor...

Hiçbir doktor; hiçbir hastane fayda vermiyor...

Newyork ve Atlanta’daki bütün doktorlar ve hastaneler duruma biçare kalıyorlar...

***

1924 yılında o güne kadar kaplıcasıyla birçok hastaya şifa dağıtan Warm Springs’i öneriyorlar Roosevelt’e...

Georgia’daki kaplıcaya gittiğinde, kendisine kalması için önerilen harabe şeklindeki ahşap evi görünce; oraya girmek istemediğini söylüyor Roosevelt...

Sahibi, onu hiç önemsemeden “niye” diye soruyor...

Roosevelt;

-“Yangın...” diyor;

-“Yangından korkarım... Bu evde yangın çıkarsa yukarıdan aşağı inemem... İçerde kalır yanarım...”

Bu insani tepkisi üzerine; Roosevelt için küçük tozlu kır evini açıyor kaplıcanın işletmecisi...

***

Tozlu kır evini gören karısı Elenor; “Neden insanlardan kaçıp buraya sığınmak istiyorsun” diye onu azarlıyor ve evi düzenledikten sonra kocasını Newyork’ta beklediğini söyleyerek oradan ayrılıyor...

KÜÇÜK BEYAZ SARAY...

Dört yılını sonradan adı “Küçük Beyaz Saray” olarak adlandırılacak olan kır evinde geçiriyor Roosevelt...

İlk günler, kaplıcanın diğer müşterileri, çocuk felçli hastaları kabul etmediğinden, özel zamanlar dışında kaplıcadan yararlanamıyor müstakbel Amerikan Başkanı...

Hatta kaplıcanın müşterileri, çocuk felci geçirenlerden mikrop kaparız diye, onlarla aynı salonda yemek yemek istemiyorlar...

Roosevelt, kendisi gibi diğer felçli hastalarla bu tecrit sorununu da aşıyor...

Dört yıl sonra; nihayet oğlunun kollarından tutarak yürüttüğü sahnede; ayakta yaptığı konuşmayla Newyork valisi seçileceği politik mücadeleyi başlatıyor...

1928 yılında, kaplıcaya gelişinin dördüncü, çocuk felci geçirip sakat kalışının yedinci yılında Newyork valisi seçiliyor...

***

Dört yıl sonra; sakatlığının 11. yılında; 1932’de bu kez Amerikan Başkanı oluyor Roosevelt...

Üç dönem Amerikan Başkan’lığı yaptıktan sonra, dördüncü dönem de Amerikan Başkan’lığına seçiliyor...

Amerika’nın 1929 ekonomik krizi ve ikinci dünya savaşıyla uğraştığı en zor yıllarında Amerikan halkının sevgilisi olarak, arka arkaya dört kez başkan seçiliyor...

İkinci Dünya Savaşı’nı kazanmasının kesinleştiği günlerde; Warm Springs’deki kaplıcanın kenarındaki küçük kır evine gitmek istiyor...

Adı “Küçük Beyaz Saray” o kır evinin...

Roosevelt; Washington’dan sıkıldığı tüm zamanlarda Amerikan Başkanı olarak, o küçük kır evine ya da nam-ı diğer “Küçük Beyaz Saray’a gitmeye devam ediyor...”

1945 yılının bahar aylarında da yine Warm Springs’e gitmek istiyor...

Ölümünün orada olmasını arzuladığını, vefatın orada vukuu bulmasından anlıyoruz...

KIR EVİ

O kır evi; ilerde Amerika’nın en sevilen, en uzun dönemli Başkanı olacak adama; hayatı öğreten, insanlığı anlatan, zayıfların ve güçsüzlerin yaşam mücadelesini göstererek, ona hayatın gerçek değerlerini tanıştıran bir ‘okul’ haline geliyor...

***

Orada insanlığı öğreniyor...

Orada güçsüzlerin farkına varıyor Roosevelt...

Orada, yürümeye çalışan 10 yaşındaki felçli çocukla tanışıyor...

Orada, siyahları, orada sakatları, orada çaresizleri, orada ölüme terkedilmişleri görüyor Franklin Roosevelt...

“Nasıl bir Amerikan Başkanı olması gerektiğini” hayat; Amerika’nın müstakbel Başkanı’na orada o yeşillikler arasındaki kaplıcada, o sıcak suyun yanındaki harabelerde öğretiyor...

Hayat Roosevelt’e, yaşanabilecek en acı tecrübelerin içinden geçerken, iki ayağı, iki bacağı tutmaz, sıcak havuzda yürüme talimleri yapar ve şifa bulmaya çalışırken, kendi şifresini öğretiyor...

Harvard ve Colombia mezunu zengin Beyaz Amerikalı gence hayat; onu sakat bırakarak yardım etmesi gerektiğini, yardıma muhtaçlara yardım ettiği ölçüde insan olabileceğini, insan olduğu ölçüde, hayata değerli katkılar sunabileceğini öğretiyor...

Yazının devamı...

Beşiktaş’a önlem alamazsanız, sonra ağlamayalım...

İtiraf ediyorum...

Beşiktaş’ın Sivas maçındaki kötü futbolunu gördükten sonra, kazanılan üç puana tek sevinme nedenim;

Geçmiş maçlarda, hakem hataları ya da şanssızlıklarla kaybedilen puanları telafi ettiğini düşündüğümden kaynaklanıyor...

Beşiktaş bu maçta üç puanı hak etmiyor...

Ben de hak etmediğimiz üç puandan hiç bir keyif almıyorum...

Tek tesellim; “hakem hataları ve şanssızlıklarla o kadar çok puan kaybı var ki Beşiktaş’ın, hak edilmeden kazanılan bu üç puan onların telafisi olur” diye kendimi teselli ediyorum...

***

1) Beşiktaş; hava toplarından savunmasının delik deşik olduğu Sivas maçını; “Allah’ın son uyarısı demek olan lütfu sonucu”, 1-0 kazanıyor...

***

2) Önceki günkü Sivas-Beşiktaş maçını izledikten sonra, bu savunmaya önlem alınmazsa, Beşiktaş’ın kaybedeceği şampiyonluğa “üzülmeyeceğime” kanaat getiriyorum...

***

3) Biliyorum ki Allah gören gözler için uyarısını, bir olmadı iki kez yapar...

Gözler görmek istemiyorsa yapacak başka bir şeyi yoktur; bedelini ödetir...

***

4) Beşiktaş; Eskişehir, Balıkesir, Bursa maçlarında o kadar kolay goller yiyor ki; bir takımın bu kadar kolay gol yiyerek, şampiyon olması mümkün değil...

***

5) Herkes Beşiktaş’ın sorununu; “Demba Ba ve Gökhan’ın durmasına; ya da Sosa’nın doğru düzgün oynamamasına” bağlıyor...

Oysa orta saha ve ileri üçlünün Beşiktaş’a kazandırdığı maçların haddi hesabı yok...

Yine de şöyle veya böyle gollerini atıyor onlar...

Atmasa da, bir maç iki maç herkesin bir marjı olur...

Ancak bu kadar kolay gol yiyen bir takımın, her maçta kalesinde yediğinden fazlasını çıkartması mümkün değil...

***

6) Sivas’ın, arka arkaya havadan bulduğu gol pozisyonlarına bakanlar, ne dediğimi anlayacaklar...

***

7) Bursa maçında 2-1 olan maçın aniden nasıl 2-2’ye geldiğini görenler de...

***

8) Balıkesir maçında 2-1 galip takımın nasıl 2-2’ye düştüğünü fark edenler de...

***

9) Bu maçların hepsinin tesadüf olması mümkün değil...

Beşiktaş savunması hava toplarında, hiç yok...

Sergen Yalçın bunu çözmüş; sürekli hava toplarından indirme yapıyor Beşiktaş kalesine...

Kaleyi melekler koruyor...

***

10) Atınç yavaş olabilir...

Yerden ve hızlı oynayan Liverpool maçında oynamaması doğru...

Ancak hava toplarında güçlü olan ve Liverpool kadar hızlı olmayan süper lig takımlarına karşı, Atınç şart Beşiktaş’ta...

En azından hava toplarını karşılıyor...

***

11) Bu günlerde Gökhan’ı, Demba Ba’yı eleştirmek Beşiktaş’ın intiharı demek...

Gökhan da Demba Ba da, bir sezon için Beşiktaş’a herhangi bir futbolcunun yapabileceği katkının fersah fersah fazlasını yapıyorlar...

Onları suçlamak; Beşiktaş’ın intiharı anlamına geliyor...

***

12) Ersan çok çalışmalı... Antrenmandan sonra, en az bir saat hava topu çalışması yapmalı...

***

13) Atınç kendisini hızlandırmalı...

***

14) Necip bu takımın asil futbolcusu...

Franco’nun yerini almalı...

Son maçlarda gösterdiği özveriyi ve özgüveni arttırarak, takımı kurtarmalı...

***

15) Cenk bu takımın her zaman çok güvendiğim kalecisi...

Hava toplarına ve yan toplara çıkışlara daha çok çalışmalı...

***

Beşiktaş’ın saha içi, saha dışı etkili, yetkili tüm birimlerine son notum:

Savunmaya, bir gün daha beklemeden etkili önlem alırsanız; Beşiktaş’ın yüzü güler...

Almazsanız, sonra hep birlikte ağlamayalım...

*****

“YÜZYILIN SON DERBİSİNİ GALATASARAY KAZANIYOR...”

Son yıllarda en keyif aldığım Fenerbahçe-Galatasaray derbisini, izliyorum...

Derbiden keyif almam için birçok nedenim olduğunu maç başlamadan fark ediyorum...

Maç başlar başlamaz derbinin keyif nedenleri artıyor...

***

Şöyle ki;

1) Derbiyi; hiçbir puan hesabım olmadan tam bir futbolsever gibi izliyorum...

***

2)Fenerbahçe yense fark etmez... Beşiktaş; Fenerbahçe; Galatasaray kafa kafaya gelir...

***

3) Galatasaray yense fark etmez...

Yarış Galatasaray’la Beşiktaş arasında kalır...

***

4) Berabere kalsa fark etmez...

Beşiktaş beraberliğin eksik bir puanından avantaj elde eder, iki ezeli rakibine karşı...

***

5) Hiç germeden kendimi, bir futbol şölenini izliyorum Pazar gecesi...

***

6) Derbiyi Fenerbahçe Kuyt’un attığı golle kazanıyor...

Benim maçtan sonra Emre’nin yaptığı açıklamadaki bir ufak söz dikkatimi çekiyor...

***

7) Emre; “16 yıl olmuş Galatasaray Kadıköy’de derbi kazanamayalı” dedikten sonra, müstehzi bir ifadeyle “demek o kadar olmuş oynamayalı” gibi bir söz söylüyor...

***

8) Emre’nin kendisiyle ilgili bir referans yaptığı aşikar...

Durumu ve Galatasaray’ın Kadıköy’de kazandığı son derbiyi izlemek için you tube’a gidiyorum...

***

9) Tarihler 22 Aralık 1999’u gösteriyor...

Ve Emre Fenerbahçe’de değil; Galatasaray’da oynuyor o maçta...

***

10) Emre; “Benim Kadıköy’de Galatasaray’lı olarak oynadığım derbiyi 2-1 kazandı Galatasaray” demeye getiriyor önceki geceki maçın ertesinde...

***

11) Güntekin Onay o sırada yayıncı kuruluşta çalışıyor ve o anlatıyor Fenerbahçe-Galatasaray derbisini...

***

12) Son sözleri şu Güntekin Onay’ın;

‘Yüzyılın son derbisini Galatasaray kazanıyor...’

***

13) Güntekin Onay o sırada şunu bilemiyor elbette;

“Yeni yüzyılda henüz Galatasaray Kadıköy’de kazanamadı...”

***

14) 2014-2015 futbol sezonuna adını yazdıran efsanevi Başkan Süleyman Seba, o günlerde Beşiktaş’ın aktif olarak başında...

Yazının devamı...

Erkek ve tatmin edemediği kadın...

“Kadın popülizminin eteklerine sığınmak istemem, Dünya Kadınlar Günü’nde...” diye başlamıştım geçen yılki Kadınlar Günü yazıma...

“Kadını kutsayıp, vazgeçilmezliğini tekrarlayıp “Dünya Kadınlar Günü” yazısı niyetine vasat bir güzelleme yapmayı doğru bulmam...” diye devam etmiştim... Bu yıl pencereyi biraz daha açayım...

***

Gerçek şudur...

Bir erkek; kadının sonsuz ve sınırsız dünyasının duygusal yoğunluğunu...

Çeşitliliğini...

Duygusal ve tensel isteklerini tatmin edebileceğine inanmaz...

***

Erkek bir kadını tatmin edebileceğine inanmadığı ölçüde;

Yüzeyselliklerin verdiği böbürlenmelerle avunur...

Muhteşem ölçüde kadınların karşı koyamayacağı bir erkek olduğunu ispata yönelir...

Çok kadınla çok “kusursuz çapkınlıklar” yaptığını anlatmaya yeltenir...

***

Erkek kadını tatmin edemediği ölçüde, başka kadınlara yönelir...

Farklı kadınlarla beraber oldukça, beraberliği bilindikçe, nakıs zevahirini kurtaracağını düşünür...

***

Erkek kadına göre, yetersizdir...

Yetersizdir; çünkü kadın tarafından yetiştirilir...

Şekillendirilir...

Ustası ve hocası kadındır; Annesidir...

Ustasının ve Hoca’sının şekillendirmesini aşabilmesi...

Annesinin ona öğrettiklerinin üzerine “kadınla ilgili yeni değerler” katabilmesi...

Kattığı değerlerden yeni sentezler oluşturabilmesi...

Yeni sentezlerden çıkarttıklarından; kadınlara, fazlalık sunabilmesi neredeyse imkansızdır...

***

Erkek annesinden yani Hoca’sından öğrendiği kadardır;

İlerki yıllarında Hoca’sının yerine ikame ettiği kadınlarla “sağlama yaptığı oranda” ruhsal zenginliğe kavuşur...

Onun ötesinde bir yere taşamayacaktır...

***

Erkek; doğduğu andan itibaren annesine “kendisini gösterme dürtüsüyle” şekillenir...

Büyüdüğünde önce annesine; sonra da “annesinin yerine geçecek kadınlara kendini göstermek şeklinde” hayatı tescillenir...

Erkek kendisini ispat edeceği “cinsi, yani kadını” aşamaz...

Kadın erkeği yetiştirdiği için; “esas unsur”...

Erkek kadın tarafından yetiştirildiği için “tali unsur”dur...

*****

ERKEĞİN BİTTİĞİ ANLAR; KADININ BAŞLADIĞI ANLARDIR...

Erkek kadına karşı fiziksel olarak daha “fazla”dır...

Ancak aynı erkek cinsel olarak kadına karşı daha “az”dır...

Bir erkek; konu fiziksel güç gösterisine geldi mi kadını dövebilir...

Fiziksel gücünü kullanarak kadını taciz edebilir...

Kadına tecavüz edebilir...

Kadını öldürebilir...

Onu yaralayabilir...

***

Ancak kadına fiziksel güç kullanarak tacizde bulunabilse de, “kadının sayısız ve sınırsız cinsel gücü karşısında, yetersizdir...”

Kadının sevişme arzusu ve katsayısı karşısında çaresizdir...

Erkeğin “bittiği” anlar; kadının “başladığı” anlardır...

Doğanın sunduğu cinsel yetersizliğini; kapatabilmek için; günlük çapkınlıklarla “daha güçlü” portresi çizmeye yeltenir...

***

Doğa dengesizdir...

Kadının ruhu komplikedir...

Duyguları ve yoğunluğu derindir...

Cinselliği erkek cinselliğinin fersah fersah üstündedir...

Erkek kendi bilinçaltında yetersizliğinin farkındadır...

Yetersizliğini bildiğinden, kadını “cinsel açıdan hor görerek” aşağılayarak, denge sağlama uğraşı verir...

***

Kadınlara karşı “kendini güçlü gören erkek” sanıldığından çok daha azdır...

Kadını idare edebileceğine, onu çekip çevirebileceğine inanan erkek, nadirdir...

Salt beyin değil...

Sadece cinsel değil...

Yaratıcı güç de kadındır...

Bütün bunlara karşı; erkek dışarıda güç ve para kazanarak, doğanın ihtiyacına cevap verir...

***

Kadın erkeklerin kendinden çok daha “güçsüz” olduğunu bilir...

Bunu erkeğe hissettirmeyecektir...

Erkeği güçlü gösterir; ki kendi rahata ve huzura ersin...

Kadının erkeğe tavrıyla; annenin oğluna tavrı arasında bir fark yoktur...

Anne de çocuğunu pohpohlar...

Kadın da erkeğini pohpohladığı ölçüde rahatlar...

Tartışan kadınların sevilmemesi; kadın erkek eşitliğine inanmamaktan değil, anne figürünü yerine oturtamamaktan peydahlanır...

*****

KADININ; YARATTIĞI ERKEKLE, KARŞISINDA BULDUĞU ERKEK ARASINDAKİ FARK...

Kadının “hayati çelişkisi”; “yarattığı erkekle, aradığı erkek arasındaki derin farklılıktır...”

Fay hattıdır kırılmış ve ayrılmıştır...

Kadın erkeği yaratırken; kendine aşık, kendi onayını bekleyen, kendine bağımlı bir erkek çocuk yaratır...

Karşısına erkek çıktığında ise, “kadından ve anneden bağımsız; ona kol kanat gerecek güçlü bir erkek arayışındadır...”

Yetiştirdiği erkeğe; çocuğu olduğu için aşık; başka kadının yetiştirdiğine “kocası” olduğu için “takık”tır...

Müzmin arayışı bu yüzdendir...

***

Bir türlü ne aradığını bilememesi “esasen güçlüyü hiç bulamayacağını hissetmesindendir...”

Azıcık güçlü görünen bir erkek portresini; uzaktan görse de fark edecektir...

***

Kadın Kokusu filminde kör bir emekli yarbayı oynayan Al Pacino böyle bir erkek karakteri çizer...

***

Alexis Zorba “kadınla baş edebilen erkek karakterinin” tarihteki en nadide örneklerinden biridir...

***

-“Yatağında yalnız yatan her kadından bir erkek sorumludur...”

Bunu diyebilen bir erkek, “erkeğin güçsüzlüğünün kadının ise inanılmaz gücünün farkındadır...”

***

Zorba; buna karşın her lafının başında “şeytan götürsün kadını” diyecek kadar korkutucu bulur buna karşın kadını...

Çünkü Zorba da “Kadınsız bir hayatı düşünemezken, kadınlarla dolu bir hayatın başına belalar açtığını düşünür...”

***

Şöyle der Alexis Zorba kadın hakkında;

“Bu kararsızlık geçidini,

Bu günah testisini,

Bu şarlatanlık tapınağını

Bu hile otlarıyla kaplı tarlayı,

Bu cehennemin giriş yerini,

Bu kurnazlık taşan sepeti,

Bu bala benzeyen zehri,

Bu dünyaya bağlayan zinciri,

Yani bunların hepsi;

Kadını kim yarattı?..”

***

Kadınlar günü; mutlu ve kutlu olsun herkese...

Yazının devamı...

Ölümünün 25. yıldönümünde... Ustam...

Milliyet gazetesinin Ankara bürosunda çalışıyordum...

Henüz Atina’ya gitmemiştim...

22 yaşlarında tıfıl bir gazeteciydim

***

Kendi gazetemin birinci sayfasını, spotlarını, mizanpajını, haber işleyişini beğenmezdim...

Aklım Hürriyet’e giderdi hep...

Yakın arkadaşlarımla konuşurken; -“Bakın gazete bu... Nasıl çarpıcı koyuyor manşetleri... Genel Yayın Yönetmeni haberi kokluyor... Manşeti patlatıyor...” derdim...

***

-“Fakat adam, çok despotmuş” derlerdi...

-“Gece yarılarına kadar milleti dikiyormuş... Doğru düzgün haber getirmeyeni, acayip fırçalıyormuş... Onunla çalışmak çok zormuş...” diye konuşurlardı...

***

Onlar bu konuşmalarıyla beni Çetin Emeç’ten soğutacaklarını zannederlerdi...

Oysa ben hiç tanımadığım gibi, aynı gazetede çalışmadığım bu adama daha fazla tapardım...

-“Gazeteci böyle olur... Orası Kamu İktisadi Teşekkülü değil...” derdim...

***

Gel zaman git zaman, bir gün Milliyet gazetesinin başına Çetin Emeç’in geleceğini söylediler bize...

Ankara büro haber üzerine, ip gibi gerildi...

Çetin Emeç’le çalışmak, dünyanın en zor şeylerinden biriydi...

Gece 12’de pat diye arar, haber sorardı...

Gecesi, gündüzü, sabahı, akşamı olmazdı...

***

İzin, tatil hak getireydi...

En önemlisi de attığı fırçaların şiddetiydi...

Daha gelmeden Çetin Emeç’in Hürriyet’te attığı fırçalar “şehir efsanesi” haline gelmişti...

***

Benimse bu laflar bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyordu...

İçim içime sığmıyordu...

Mutluluktan havalara uçuyordum...

Her gün özel haber yapacaktım artık... Haberlerimi manşete taşıyacaktı... Onun ne istediğini biliyordum, ben de genç ve o tipte bir gazeteciydim ve öyle haber yapıyordum...

*****

MİLLİYET’İN PATLAYAN TİRAJI...

Çetin Emeç’in gelişiyle birlikte gazetenin tirajı 100’er bin 100’er bin artmaya başladı... İnanılmaz bir şekilde patlıyordu tiraj...

***

İki günde bir özel haberlerim manşetleri süslüyordu...

Genceciktim...

Ne ben doyuyordum haberlerimle manşet olmaya...

Ne Çetin Emeç doyuyordu benim haberlerimi manşete taşımaya...

***

Bir buçuk iki ay sonra “Çetin Bey Ankara’ya gelecek...” dediler;

-“Büroyu ziyaret edecek... Çalışanlarla tanışacak... Talepleri dinleyecek... Kendisi de bazı söyleyecek...”

***

Ankara büronun en genç muhabiriydim...

Esasen sigortalı bir muhabir bile değildim... Telifle ücret alıyordum, henüz kadroya geçmemiştim...

***

Büroya koyu lacivert kruvaze ceketiyle geldiği o sabahı hiç unutmuyorum... Ankara bürosunda yapılan yeni toplantı odasında masanın etrafına oturduk...

***

Herkes nefesi bile kontrollü alıyordu... O derece gergindi... İstanbul’u duymuşlar, Çetin Bey’in nasıl fırçaladığını öğrenmişlerdi...

***

Mümkün olduğunca toplantı içinde masaya yayılarak “arazi” olmaya çalışıyorlardı...

Oysa toplantıdan önce herkes, “Maaşlarımız diğer gazetelerden az... Bunu dile getiririz toplantıda...” diye atıp tutmuştu...

***

Köşeleri yuvarlak dikdörtgen masanın etrafında herkese söz verildi, herkes konuştu...

Ben Çetin Bey’in solunda oturuyordum...

Masada söz sağdan başlanıp bir yuvarlak çizilip verildiğinden en son bana geldi sıra...

***

Kimse tek bir kelime söylememişti, söyleyemiyordu...

Dışarda atıp tuttukları türden maaşların azlığından söz eden kimsecikler yoktu...

Büronun sorunlarını da anlatmıyordu kimse...

***

Herkes “fırtına benim üzerimden geçmesin” tedirginliğiyle sırasını geçiştirmeye çalışıyordu...

Nihayet bana gelmişti sıra...

Hayatımda ilk defa konuşacaktım Çetin Bey’le...

***

Aslında hayatımda ilk defa bir gazetede üst düzey bir toplantıda söz alıp konuşacaktım...

Toplantıdaki tek kadrosuz stajyer telifli muhabir ise yine benim...

-“Çetin Bey” dedim,

-“Diğer gazetelerden iyi gazete yapmak için, bu haberlerden daha fazlasını çıkartmamız gerektiği konusunda haklısınız... Fakat en iyisini yapmak için, en iyi ödemeyi yapmalı gazete... Bizim gazetede maaşlar, diğer gazetelerden düşük... O seviyeyi yakalar, hatta geçerse, haberler ve performans da geçer... Performansı iyi olmayan da o zaman gider...”

***

Çetin Bey’le bu türden bir konuşma olacak iş değildi...

Konuşanın kimliği ise, bir kamera şakası gibiydi...

-“Yavrucuğum sen kimin adına konuşuyorsun?.. Senin kadron bile yok... Maaşların azlığından şikayet etmek sana mı kaldı?.. Sen milletin maaşını konuşacağına kendi sigortanın yapılmasının peşinde koşsan ya...” dese verecek cevabım yoktu...

*****

BEŞ KATINA ÇIKAN TİRAJA RAĞMEN, MİLLİYET’TEN GİTMEK ZORUNDA KALAN GAZETECİ...

Hiç beklemiyordu benden böyle bir konuşma Çetin Bey... Çetin Bey’in gözdesiydim... İki günde bir haberlerimi manşete koyuyordu... Haberciliğime inanıyordu güveni tamdı bana...

***

Rahatsız olmuş bir şekilde, “Bunları sonra konuşalım seninle baş başayken Reha...” dedi... O gün fark etmiştim ki, “Ne kadar büyük bir usta olursa olsun; esen gürleyen genel yayın yönetmenleri bir şehir efsanesi gibi yaşasalar da, kimse onlara karşı duygularını doğru düzgün dile getiremiyor...” Onların büyük gazeteciliği yaratılan “endişe ve korku” ortamına maalesef yenik düşüyor...

***

Çetin Emeç inanılmaz usta bir gazeteciydi... Gecesi, gündüzü, Pazar’ı, yazı yoktu... Aylarca tek bir gün izin yapmadan çalıştı gazetede...

***

115 binden aldığı Milliyet gazetesini kısa zamanda 593 bin tiraja oturttu... Birinci gazete oldu Milliyet, yayın hayatı boyunca sadece o yıl Hürriyet’i tirajda geçti...

***

Fakat Çetin Bey’in bu başarıları konuşulmadı... Hep insanları nasıl fırçaladığı, gece büroda gazetecileri nasıl diktiği, haber getirmeyene nasıl “bir daha böyle yaparsan muhasebe servisine gidip ilişiğini kesersin...” diye söylendiği anlatıldı...

***

Bir süre sonra; gazete içinden Milliyet’in “sansasyonel bir gazete olduğu” eleştirileri yapılarak Çetin Emeç yıpratılmaya başlandı...

Hiç hakkı olmadığı halde, “cenaze halindeki gazeteyi, Türkiye’nin en çok satan ve konuşulan gazetesi haline getirdiği halde” o malum ve mahut çevreler bozulan çıkarlarını kollayabilmek için, Çetin Emeç’i ağır biçimde yıpratmaya başladılar...

***

Sonunda morali bozuldu Usta’nın... Takdir beklerken, sürekli eleştiriliyor... Beş katı arttırdığı Milliyet’in tirajından dolayı neredeyse suçlanıyordu...

Soru da o mahut soruydu?..

-“Nereye gidiyor bu Milliyet?..”

İşin enteresan tarafı soruyu soranlardan birisi de 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’di... Milliyet’ten ünlü bir yazarla yaptığı görüşmede şöyle diyordu:

-“Cumhurbaşkanı Kenan Evren olarak değil... Vatandaş Kenan Evren olarak soruyorum: Nereye gidiyor bu Milliyet...”

Bu sorudan bir süre sonra Milliyet’in bir yere gitmediği anlaşılacaktı...

Çetin Emeç gidecekti...

*****

SUİKAST...

Çok uzun yıllar geçmesi gerekti, Çetin Emeç’in kıymetinin anlaşılması için gazeteciler arasında...

O fırçalayan halinin, aslında iyi bir gazete yapmak için muhabirleri teşvik etmek amacıyla olduğunu çok sonra anladı o da bir kısım gazeteci...

Bazıları ise hiç anlamadılar Çetin Bey’i...

Onlar için Çetin Emeç hep “fırçalayan” bir genel yayın yönetmeni olarak hafızalarda kaldı...

***

Öldürüldüğünde, Atina’da büromdaydım...

Haberi alınca yıkıldığımı hissettim...

Zavallı babam; benim onu ne kadar sevdiğimi bildiğinden İstanbul’dan Atina’yı aramış beni teskin etmeye çalışmıştı...

Sadece gazetecilik yapmaya çalışan, gazetesine tiraj aldırmaya, televizyon haber merkezlerine rating yapmaya çalışan gazetecilerin kaderlerinin operasyonlarla “gazetelerden, televizyonlardan gönderilmek” olduğunu bilmiyordum o zamanlar... Başıma geldiğinde anlayacaktım... Sonraları bir şeyi daha anladım... Kontrol edilemeyenler, suikastlere kurban gidiyorlar...

Ölümünün 25. yılında hala gerçekten kimin niye öldürdüğü belli değildir Çetin Emeç’i...

Yazının devamı...

Güzel bir kadına Dubai’de öğle yemeği teklifi...

Güzel, şık ve bakımlı bir kadındı o...

Uzun zamandır tanırdım...

Hayatının koordinatlarını, üç aşağı beş yukarı bilirdim...

Çok zamandır süren ve yeni sona eren ilişkisi...

Ayakta kalabilmek için verdiği inanılmaz mücadele...

Çocuğunu iyi yetiştirmek için çabası...

Şirketini yürütmek için ayakta kalma uğraşısı...

Ailesine vermek zorunda olduğu destek;

Asya ile Avrupa’yı birleştiren İstanbul adındaki megapolde güzel bir kadın olarak varlığını özgür sürdürebilme çabası takdir-e şayandı...

***

Onunla uzun sohbetler gerçekleştirir, etrafımıza fazla yük olmadan, birbirimizi anlayan bir havada dostluğumuzu sürdürürdük...

Dün sohbetin koyulaştığı bir anda;

-“Birkaç gün önce öğle yemeğini Dubai’de yeme daveti aldım...” dedi...

-“Kaç saat ki buradan Dubai?..” dedim...

-“Dört saat civarında gidiyormuş özel uçak...” dedi...

-“Dört artı dört eder sekiz saat... Bir öğle yemeği için uzun değil mi; akşam kalmayacak mısın?..” dedim...

-“Hayır...” dedi...

-“Akşam yemeğine çıkmadığımı söyledim... O kişi de bunun üzerine öğle yemeğine davet etti... Önce ‘Bodrum’ dedi... Ne var ki ‘Bodrum’da deyince; Dubai dedi... Akşam da dönülecek kalınmayacak...”

***

-“Kabul etmedin herhalde...” dedim...

-“Kabul etmemi mi bekliyordun ki?..” dedi...

-“Kabul edebilirdin ama etmemen gerekiyor...” dedim...

-“Ama niye olduğunu sormalısın bana?..”

-“Soruyorum o zaman...” dedi...

***

-“Özel uçağı olan zengin bir adam, beğendiği bir kadını, kendi uçağıyla başka bir kente götürmek istiyorsa;

Bu kent üç saat mesafedeki Paris olabilir...

Romantik bir şehirdir...

Yemekleri mükemmeldir...

Estetiği zirvedir...

Müziğin tınısı kadınsı;

Şarabın burukluğu kırmızıdır...

***

Roma, Firenze, hatta Londra bile bir gün için zor da olsa olabilecek kentlerdir...

Sanat vardır, estetik vardır... Rönesans vardır...

Hiçbir şey olmasa, muhteşem bir ambiyans ve mutfak vardır...

Milano’ya götürmek isteyen bir erkek de olabilir...

“Kadının alışveriş yapmasını tetikliyor” ve böylece kadını etkilemek istiyordur... Bir öğle yemeği alışverişi için ilk randevuda Milano, biraz sonradan görme işidir... Ama o bile Dubai yanında daha anlaşılabilir...

Hiç olmazsa Milano bir moda merkezidir...

Beyrut olabilir...

Gizemi ve Akdeniz’i uygundur...

Fakat özel uçağı olan bir zengin işadamının...

Çok beğendiği bir kadını, etkilemek üzere ilk davet edeceği kent Dubai olmaz...

Şehir kadına bir şey vaat etmez...

İlk yemekte onca para harcayıp kadına hiçbir şey vaat etmeyen, hiçbir hayali beslemeyen, hiçbir romantikaya hitap etmeyen bir şehri teklif eden ‘zengin adam’, kadının hayallerini zengin edemez...”

***

Yandaki masada oturan burjuva kadınlar beni onayladılar...

Güzel kadın arkadaşımın yanında o sırada pek belli etmedim...

Ancak aklım Robert Redford’un yıllar önce Demi Moore’la oynadığı, dünyada sansasyon yaratan Ahlaksız Teklif filmine gitti... Robert Redford mülti milyarder bir işadamını; Demi Moore ise, kocasıyla sıfırı tüketen muhteşem güzellikte bir genç kadını oynuyordu...

***

Robert Redford kumarhanede gördüğü genç kadına, inanılmaz bir ilgi duyuyor ve kendisiyle bir gece beraber geçirmenin karşılığı 1 milyon dolar teklif ediyordu...

Ahlaksız Teklif, genç karı kocadan başlayarak dünyada yarattığı “ahlak” tartışmasıyla kadın ve erkekleri allak bullak ediyordu...

***

Redford’un teklifi ahlaksızdı...

Film ahlaksızlığı ve ahlakın ne olduğunu tartışmaya açıyordu...

“Kaç para” sorusunu müthiş bir cüretle soruyor, “evlilik kurumunu fuhuş karşılığı sayılabilecek bir paranın üzerinden sorguluyordu...”

Demi Moore evli bir kadındı...

Teklifi kabul ederse, evliliği maddi olarak kurtulacak, ama asla bir daha eskisi gibi olamayacaktı...

***

Güzel ve bakımlı kadın dostuma gelen “Dubai’de öğle yemeği teklifi ise” ahlaklı bir teklifti...

Arkadaşım evli değildi...

Onu çok beğenen erkeğin; uçakla dört saat uzaklıkta bir şehirde bir öğle yemeği teklif etmesi egzantrik bile sayılabilirdi...

Ne var ki;

Dubai’de öğle yemeği teklifi beni hiç heyecanlandırmıyordu...

Sıradan, hatta çok banal buluyordum teklifi...

Böylesi bir maddi zenginliğin, bu ölçüde bir hayal fakirliğiyle yarışır gözükmesi sükut-u hayal hissi yaratıyordu bende...

***

Acaba gizli bir kıskançlık var mı; beni derinden tetikleyen, özel uçaklı günü birlik öğle yemeğinde diye içimden geçirmeye başlıyordum az kaldı...

O sırada bir telefonum çaldı...

Karşımdaki hanımefendi; beni Türkiye’nin iki ünlü gazetecisiyle birlikte çok özel bir gezi için dört günlüğüne İngiltere’ye çağırdıklarını söylüyordu...

Davet İngiliz yaşam tarzını egzersiz edeceğimiz çok özel ve üst düzey bir davetti ve İngiliz Konsolosluğu’nda görevli hanımefendi bizi davet ediyordu...

***

Tarihlere baktım...

O sırada yurt dışından bir İngiliz gazeteci misafirimin geleceğini, davete çok üzülerek katılamayacağımı söyledim muhatabıma...

Telefonu kapattığımda, kafamı kurcalayan sorunun cevabını da vermiş bulunuyordum...

İngiltere’deki muhteşem geziyi, bir saniye duraklamadan gelecek dostu için tereddüt etmeden reddedebilen bir adam, özel uçakla yapılacak bir Dubai yemeğini kıskanamazdı...

O öğle yemeğini kıskanacak birisi, o muhteşem Londra gezisini bir çırpıda reddedemezdi...

***

Kendimden ve hayallerimin içindeki zenginlikten memnun, tek kadehden ibaret kırmızı şarabımın son yudumunu aldım...

Güzel kadına karşı kaldırıp;

-“Mutluluğuna...” dedim...

Onun mutluluğuna içerken, kendi mutluluğumu tadıyordum...

Yazının devamı...

Tuncay, Soner, Barış’lar, Balbay, Nedim, Ahmet için yazan kalem, Baransu için de yazacak...

Beni inanılmaz “profesyonel bir derin istihbarat operasyonuyla” hapse girmem yolunda; hedef tahtasına koyduklarında; iki yaşını süren çocuklarımı baba olarak görme mücadelesi veriyordum...

Onlar büyürken yanlarında olmak, uzaklarında kalmamak, büyümelerine tanık olmak için uğraş veriyordum...

Annelerinden ayrılmıştım...

Bebekler, sorunların ortasında, yaşamın zor labirentleri arasında kalmış; aile dört bir yana dağılmış, savrulmuştu...

***

Çocuk yaparken, gün gelip anneden ayrılmayı aklından geçirmezdi insan...

Çocukların anneyle babayla bir arada yaşamasının dışında bir ihtimali pek düşünmezdim...

Elli yıldır annemle babam öyle yaşamışlardı...

Başka türlüsünü bilmezdim...

Ama hayat böyledir...

Çalıştığınız yerlerden değil, çalışmadığınız yerlerden gelir imtihanın soruları...

O imtihan soruları benim başıma geldiğinde bir başınaydım, yapayalnızdım...

Konuşacağım, danışacağım, paylaşacağım kimsecikler yoktu...

Evin içinde yapayalnız, kapının açılıp çocukların içeri girmesini bekliyordum...

Hayatımın o güne kadarki en zor günlerini yaşıyordum...

***

Tam o sırada oldu olaylar;

Çocuklar “babasız” büyümesinler diye sonsuz uğraşlar verirken, cezaevine düşmem için beni hedefe koyan derin bir operasyona giriştiler...

Ne olduğunu, kimin yaptığını anlayamadığım bir şekilde; beni hedefliyorlardı...

“Hapse girmem için” korkunç ve derin bir operasyonu devreye sokuyorlardı...

Kim yapıyordu, niye yapıyordu o sırada bunu çözmenin, imkanı yoktu...

***

Hiçbir şeyle, hiç kimseyle ilgim, hiç kimseden aldığım telkin, hiçbir talimat, gizli veya açık menfaat yoktu...

Neyin ne olduğunu anlayamıyordum...

Ben gazetecilik dışında bir şey yapmasını bilmiyordum ki...

Ancak gazeteciliğin ne olduğunu bile sorgulamaya başlayacağım günler başlıyordu...

***

İnsanın kendinden bile kuşkuya düştüğü anlar vardır...

Hafızamı zorluyordum;

“Acaba bilmeden bir şey yapmış olabilir miyim” diye?..

Hayır hiçbir şey yoktu...

Hiçbir şey yapmış olamazdım...

Gazetecilik dışında hayatımda, Beşiktaş kulübüne kongre üyeliği dışında hiçbir yere üyeliğim, gizli veya açık ilişkim, bağlantım, temasım yoktu...

***

Derin ve gizli teşkilat üyeliği bir yana, Gazeteciler Cemiyeti’ne ve Sendikası’na bile üye değildim...

Hatta “suçlu gösterilmeye çalışıldığım dönemde” gazetecilik gözümde o kadar kutsal bir yerdeydi ki; “hayattaki en büyük sevgim; kulübüm Beşiktaş’a bile üye olmamıştım...”

“Aktif gazetecilik hele bir bitsin öyle üye olurum” diye...

***

Beni korkunç bir intikamın hedefine koyanlar; çocuklarımın masum “bebekliğine” aldırmıyor;

Günahsız çocukların, babalarına bir şey olur, öksüz kalırlar; üç günlük bebelerin “ahı” üzerimizde kalır bile demiyorlardı...

Gaddarlık ve intikam birbiriyle harmanlanmış, “ailemi toptan dağıtmak için bir giyotin gibi üzerime doğru geliyordu..”

***

O günler; gazetecilerin arka arkaya hapse atıldığı günlerdi...

“Gazetecilik suçuyla değil, terör örgütü kurmak, çete oluşturmak” iddialarıyla...

“Gazeteciler” arasında bir iki tanesi, bana o günlerde çok ağır saldırılarda bulunmuşlardı...

Davalık olmuş mahkeme kanalıyla saldırıları durdurmak için uğramaya başlamıştım...

Nefesimi daraltmışlardı...

Çocuklarımın kokusuna bile hasret bırakmışlardı...

***

Onların bir ikisinin; o günlerde cezaevine girdiğini gördüğümde; korkunç bir hesaplaşmanın ortasında kalacaktım...

Ben ailemi korumak, çocuklarıma kavuşmak için onlara dava açmıştım, ama onlar “gazetecilik adı altında suç örgütü oluşturmak” iddiasıyla, cezaevine girmişlerdi...

***

O sırada benim çocuklarımdan daha önemli olan şeyin, onların özgürlüğü olduğunu o sırada düşünecektim...

Avukatlarla konuşacak, mahkemeye başvuruda bulunacaktım...

“Onları cezaevine götüren bu davalar sürerken, benim hiçbir davamın üzerlerinde kalması mümkün olamazdı... Bütün davaları geri çekecektim... Hepsinin bütün ücretlerini ödeyecek, cezaevindeki gazeteci meslektaşlarımın, onca hayati davanın arasında, cezaevi duvarlarına bakıp gün sayarken, bir de benim davamla uğraşmalarının önüne geçecektim...”

***

Hiçbir gazetecinin, tutuklu yargılanmasını içime sindiremezdim...

Ne Tuncay, ne Soner, ne Barış’lar, ne Balbay, ne Nedim, ne Ahmet...

Şimdi de;

Mehmet Baransu...

Kimse kusura kalmasın...

Benim fıtratım, içtihadım, hayatım ve duruşum böyle...

*****

ŞAFAK PAVEY İÇİN...

Onu iyi bir televizyoncu ve gazeteci yapmak için uğraşıyordum İsviçre’ye gitmeden önce...

Beni dinlemedi İsviçre’ye gitti...

Sonra hayat ona, çok başka bir mecra çizdi...

Geçirdiği kaza, çok uzun süren bir tedavi dönemi, ölümden yaşama yeniden merhaba deyişi ve Birleşmiş Milletler görevlisi olarak çalışmaya başlaması...

***

Şafak Pavey’le gurur duyarken, aldığım bir haber beni; şok etmişti...

Şafak CHP’den milletvekili oluyordu...

Muhteşem bir milletvekilliği dönemi geçirdi bu dört yıl içinde Şafak...

Bu süre içinde, bir kez bile onunla konuşmadım...

Kendi hayatının ve pratiğinin içinde, bir zamanlarki “meslek abi”sinin, ukalalıklarıyla vakit geçirmesin istedim...

Kendi gerçeğini yaşasın, kendi bildiğini okusun istedim...

***

Onunla bu süre zarfında hiç konuşmadım ama, onu hiç de uzak olmayan bir mesafeden hep izledim...

Hissediyordum, hatta biliyordum artık bir dönem daha milletvekili olmak istemediğini...

Kemal Kılıçdaroğlu’nun çok istediğini söylüyorlardı Şafak Pavey’in yeni dönem milletvekilliğini...

***

Ama Şafak artık istemiyordu, hissediyordum...

Genç kadının “milletvekilliği şevki kırılmış, ayak oyunlarının ve Türkiye’nin meçhul siyasi panaromasının ortasında kendini yapayalnız” hissetmeye başlamıştı...

***

Birleşmiş Milletler’de; çok iyi bir maaşı, gelecek garantisini ve Cenevre’deki önemli bir postu bırakarak Türkiye’ye gelmişti...

Dört yıl aradan sonra, eski görevini bulamayacak olsa da, eski kadrosunu bulur, hayatına bıraktığı yerden devam ederdi...

Genç bir kadının uluslararası çok prestijli bir örgütten gelip, Türkiye’de denediği siyasi mecrası da “bu kadar olabiliyordu” işte...

Şafak’ın “Birleşmiş Milletler’deki görevine dönmesini ve kendisine, huzurlu, barışık bir istikbal çizmesini, hararetle destekliyorum...”

Yazının devamı...

Güzel kadına duyulan şehvet...

Monica Belluci “Çok güzel bir kadının ilişkileri asla normal olmaz” der bir söyleşisinde... Ben ise “Çok güzel olan kadınların, şanssız ve bahtsız kadınlar” olduğunu düşünürüm genelde...

***

En yakışıklısından, en çirkinine, en zengininden, en fakirine, en karizmatiğinden en sıradanına kadar her erkek onlardan bir parça bal almak ister...

***

İlgi kadını mutlu eder, ancak güzel kadının kaderi bir süre sonra erkekten gördüğü ilgiden, “diğer erkeklerden göreceği kıskançlığa, nefrete, düşmanlıklara” doğru kayar...

Hayat o noktadan itibaren onun için gördüğü ilginin zevkinden çok, tetiklediği kıskançlık ve düşmanlıkların yarattığı nefretin azabıyla geçmeye başlar...

***

Çok güzel bir kadına erkeğin duyduğu karşılıksız aşkın; genç kadını nasıl bir felakete sürükleyeceğini anlatan en iyi örneklerden biri Esmeralda’dır...

Paris’li çok güzel bir çingene kızı olan Esmeralda’nın; Seine nehrinin üzerinde Notre Dame katedralinin coğrafyasında; üç erkekle yaşadığı karşılıksız aşkın dramı, hayatını içinden çıkamadığı bir trajediye çevirir...

***

Esmeralda’yı anlatan Belle de Notre Dame (Notre Dame Güzeli) parçası, güzel kadınların çaresiz trajedilerinin Broadway’de, Londra’da ve Paris’te sahnelenen müzikalleşmiş bir örneğidir...

Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu romanıyla ölümsüzleşen eser; Notre Damme de Belle parçasıyla evrenselleşmiştir...

***

Hikâyenin kahramanının Notre Dame’ın Kamburu Quasimodo; üç erkeğin delicesine arzuladığı, şehvetin ölümleri çağırdığı Esmeralda adında kadına, platonik bir aşk duyan “çirkin bir kambur”dur...

Kalbi dik olan, sonsuz bir sevgi, aşk ve kahramanlıkla dolu olan kambur Quasimodo...

*****

ŞEHVETİN DANSI...

Frollo, Notre-Dame kilisesinde papazdır...

Bir gün Paris’in Seine Nehri’nin üzerindeki dünyaca ünlü kilisesi Notre Dame katedralinin önünde bir bebek bulur...

***

Bebek çok çirkindir...

Ona Fransızca’da “eksik-tamamlanmamış” anlamına gelen Quasimodo adını verir...

Quasimodo büyüyünce aynı kilisede zangoç olur...

Her gün çaldırdığı kilise çanının kulakları parçalayan sesiyle, Quasimodo kamburunun ve çirkinliğinin yanı sıra bir de sağır olur...

***

Bir gün kilisenin önünde; inanılmaz figürlerle dans eden muhteşem güzellikteki Esmeralda adında bir kız görür...

Onunla tanışır...

***

Kız bir çingenedir...

Aslında Esmeralda ile Notre-Dame’ın Kamburu Quasimodo arasında bir kader birliği vardır...

Doğdukları sırada Esmeralda çingeneler tarafından dünyaya çok çirkin ve tamamlanmamış bir bebek olarak gelen Quasimodo’nun yerine kaçırılmıştır...

Esmeralda’yı kaçıran çingeneler yerine sakat bir çocuğu bırakırlar...

Bu çocuk Quasimodo’dur...

***

Esmeralda genç ve çok güzel bir kızdır, Quasimodo’nun onu görüp de âşık olmaması mümkün değildir...

Esmeralda’ya âşık olan, Quasimodo hayatı boyunca onun için her türlü fedakârlığı yapacak, karşılıksız aşkı uğruna ölümlere gitmekten çekinmeyecektir...

İnsanlar ise Quasimodo’yu sevmezler...

Görüntüsünden dolayı ondan kaçarlar...

Tıpkı dünyaya geldiği sırada, onu kilisenin önüne bıraktıkları gibi, hayatı boyunca da ona hep uzak duracaklardır...

*****

RAHİBİN KARŞILIKSIZ AŞKI...

Papaz Claude Frollo bir din adamıdır... Esmeralda’yı “kilise önünde şarkı söyler dans ederken gördüğünde” şehvet dolu bakışlarını kızdan ayıramaz...

Genç kıza göz koyar...

Ne yapıp edip onunla beraber olacaktır...

***

Bu uğurda her şeyi, her türlü komployu yapacaktır... Esmeralda’nın bütün erkekler arasında kalbinin çarptığı tek erkek olan Phoebus’la buluştuğunda, adamı yaralar ve suçu Esmeralda’nın üzerine atarak kaçar...

***

Esmeralda için esmer günler; “kendisine göz koyan kilise papazıyla, bir türlü birlikte olmayı kabul etmeyince” başlamıştır...

Onun kalbi soylu ve zengin bir ailenin kızıyla nişanlı olan; çapkın ama yakışıklı subay Phoebus’tedir...

***

İlk başta Phoebus de Esmeralda’nın güzelliğinden çok etkilenir, ona âşık olur... Ancak Papaz Frollo kıskançlıktan, Esmeralda’ya komplo kurar ve bıçakla yakışıklı subay Phoebus’u yaralar...

***

Suç güzel ama korumasız olan Esmeralda’nın üzerine kalır...

Başta Phoebus olmak üzere herkes Esmeralda’nın büyücü olduğunu ve parada gözü olduğunu düşünür ve yara için bunu yaptığını düşünür....

Esmeralda suçsuz olduğunu haykırır ama insanlar bir çingene kızına inanmaktansa bir rahibe ve bir subaya inanmayı tercih ederler...

***

O sırada papaz bir kez daha Esmeralda’yla birlikte olmak ister...

Şansını dener;

Aşkına karşılık verirse, onunla birlikte olursa, hayatını bağışlatacağını söyler... Esmeralda, Papaz Frollo’yla yine birlikte olmaz, onu reddeder...

***

Onun kalbi; âşık olduğu ve kendisine inanıp onu kurtaracağını sandığı Phoebus’ü için atmaktadır...

*****

GÜZEL KADININ CELLATLARI

Çok güzel kadınlar, erkekleri çekseler, onları etkileseler de, erkeklerin yanlarında bulunan kadınların sonsuz düşmanlıklarını tetiklerler...

O kadınlar, çok güzel kadınlardan etkilenen erkekleri bir süre sonra kendilerine çeker, güzel kadına düşman ederler... Diğer kadınlar çok güzel kadınların cellatıdırlar...

***

Fleur-de-Lys yakışıklı subay Phoebus’ün nişanlısıdır... Çok zengin ve soylu bir aileden gelmekte ve nişanlısına parlak bir istikbal vaat etmektedir... Olaylar Esmeralda’yı içine aldıkça, genç subaydan uzaklaşır...

Esmeralda suçlandığında ise yeniden “bir yılan gibi devreye girecektir...”

***

Nişanlısı Esmeralda’yı astırırsa kendisine geri dönecektir... Zaten Esmeralda’nın para için kendisini yaraladığından şüphelenen Phoebus bu teklifi kabul eder... Esmeralda tutuklanır, ölüm cezasına çarptırılır...

***

Ancak bir süre sonra çingene dostları ile Quasimodo tarafından hapsedildiği zindandan kaçırılır... Bu sefer; Phoebus komutanlığındaki askerlerin çingene mahallesini basarlar ve Esmeralda’yı yeniden yakalarlar...

Esmeralda asılmak üzere meydana götürülür...

***

Her şeyi Papaz Frollo kurmuştur...

Esmeralda’nın âşık olduğu yakışıklı subay Phobeus nişanlısının esiri olmuş, nişanlısı da ondan Esmeralda’yı astırmasını istemiştir...

***

Güzeldir; bahtsız ve korumasızdır Esmeralda... Onu; vücudunu siper ederek koruyan kişi insanların tipinden korkup kaçtığı Quasimodo’dur...

Quasimodo, Esmeralda’nın asılmaması için, velinimeti olan Papaz Frollo’ya yalvarır...

***

Fakat Frollo son teklifinde de kendisiyle beraber olmayacağını söyleyen Esmeralda’yı öldürtür... Bunun üzerine Notre-Dame’ın Kamburu Quasimodo kilisenin merdivenlerinden Papaz’ı iter, Frollo’yu öldürür...

***

Yıllar sonra görevliler ölülerin atıldığı zindanda birbirine kenetlenmiş iki ceset bulurlar... Bunlardan Quasimodo’nun giydiği kıyafet olan çürümüş bez parçasını giymektedir;

Quasimodo’nun bedeni Esmeralda’nınkinden ayrıldığında küllerin döküldüğü görülür... O küller; Quasimodo ve Esmeralda’nın külleridir...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.