Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayatımın dört baharı... Hoş geldin bahar...

Yine bir “bahar” geliyor hayatıma; ömrümün bu dalgalı sularının rüzgarında...

Kalbime, benim hayatıma damgasını vuran “Bahar Şarkılarım” geliyor...

İlk gençlik günlerimin “ilk umutlu bahar”larını anlatan, ilk aşkları yaşamaya çalışırken ruhumu baharın dalga boyuna sokan “bahar şarkım...”

Yeliz söylüyor o günlerde...

Yeliz anlatıyor benim “gençlik Bahar’ımı o günlerde...”

***

“Hoşgeldin bahar lala...

Hoşgeldin dostum lala...

Neşe getirdin lala...

Dünyaya lalala lala...

***

Hoşgeldin bahar lala...

Hoşgeldin dostum lala...

Yeniden doğmuş gibi şimdi bütün dünya...

***

Birden zaman dursa hergün bahar olsa...

Bugün açan güller hiçbir gün solmasa...

Kırılan kalplerin yerini sevgi alsa..

***

Kimse gücenmese, kimse ağlamasa...

Ümitsiz günlerin sonu gelmiş olsa...

Yediden yetmişe herkes mutlu yaşasa...

***

Dünyada.....

***

Hoşgeldin bahar lala...

Hoşgeldin dostum lala...

Neşe getirdin lala...

Dünyaya lalala lala...

***

Hoşgeldin bahar lala...

Hoşgeldin dostum lala...

Yeniden doğmuş gibi şimdi bütün dünya...

***

Yüzyıllar boyunca hergün bahar olsa

Gecesi gündüzü hep aydınlık olsa

Yeryüzü gökyüzü neşemizi paylaşsa,

***

Dağlardaki kuşlar bize örnek olsa,

Kimse darılmasa, kimse ayrılmasa,

Yediden yetmişe herkes mutlu yaşasa;

Dünyada...”

***

Umutluyum o şarkıyla...

Neşe getirdiğini düşünüyorum hayatın bana gençliğime, tazeliğime, insanlığa ve mutluluğa...

Baharla...

*****

“İÇERDEN DIŞARIYA TAŞAN BAHAR...”

Yüreğimden fışkıran duygularla taze bahar, bir süre sonra alabora olacak...

Kesif hayal kırıklıkları, yaşamın dışardaki zındanı, ruhlarımızı ve bizleri esir edecek..

Kısa bir süre sonra Yeliz’in cıvıl cıvıl akan Hoş Geldin Bahar’ından; Ahmet Arif’in maphushane türküsü olan şiirine “Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketim”e gidecek sıkışan yüreğim...

Rahmi Saltuk’un tok sesinde kendimi ve baharı bulacağım; yaşayacağım...

***

“Haberin var mı taş duvar?..

Demir kapı, kör pencere...

Yastığım, ranzam, zincirim...

Uğruna ölümlere gidip geldiğim

Zulamdaki mahzun resim

***

Haberin var mı

Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş

Karanfil kokuyor cıgaram

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin

Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”

***

Artık zindanlardan gelen bahar türküsüyle “yüreğimizi dinlemeye çalıştığımız günler o günler...”

Türkçe Pop’tan; Ahmet Arif’e ve Rahmi Saltuk’a uzanan çizginin zıtlığı, aynı yüreğin üzerinde farklı tınılardan öteye gitmiyor...

Hepsi aynı genç yürekte buluşuyor...

*****

İKİNCİ BAHAR...

Üzerimizden geçen tanklar;

Biten siyasetle dolu günler, aylar, yıllar, saatler...

Yeni bir kurtuluş umudu gibi başlayan gazetecilik...

Kısa zamanda, yurt dışına taşan muhabirlik ve uluslararası gazetecilik...

***

Çocuk yaşta evlilik...

Boşanma...

Yalnızlığın içinde, bir meslek aidiyetiyle; gurbette tek başına...

Yine de “mutlu, mesut ve yeniden başlamaya müsait...”

***

Özdemir Erdoğan o Bahar’larda sesleniyor kalbimin sesi olarak; Ege’nin Öteki Yakası’ndan...

***

“Gamze gamze bir gülüver şimdi...

Beni göğsüne alıver şimdi...

Mevsimi geldi susadım aşka...

Benimle bir bütün oluver şimdi...

***

İkinci bahar yaşıyor ömrüm...

Gel benim yarim oluver şimdi...

Seni gül gibi öpe koklaya...

Gözümden, dilimden, sakınır saklar...

Bugünkü aklımla severim şimdi...

***

İkinci bahar yaşıyor ömrüm...

gel benim yarim oluver şimdi...

Seni gül gibi öpe koklaya...

Gözümden, dilimden, sakınır saklar...

Bugünkü aklımla severim şimdi...

***

Şiirler, şarkılar söyleyerek...

Mehtabı birlikte seyrederek...

Benimle bir rüya kuruver şimdi...

aahhh....

***

İkinci bahar yaşıyor ömrüm...

Gel benim yarim oluver şimdi...

Seni gül gibi öpe koklaya...

Gözümden, dilimden, sakınır saklar...

Bugünkü aklımla severim şimdi...”

*****

“ELBETTE BEN BÖYLE OLDUĞUM İÇİN BAHAR...”

Atina günleri; ikinci bahar özleyişleri bittiğinde; Sonsuz baharlar, sonbaharlar ve kışların arasından geçerken ben...

Arada bir yaz güneşine göz kırparak...

Sayısız hayat tecrübesi...

Bilinmedik görülmedik, nice buzul, zirve, okyanus ve fırtına görüyorum...

***

Hayat ve zaman beni sonsuz tecrübeleriyle eğitiyor...

Hayatın içimden fışkıran gücünü fark etmeye başlıyorum...

İçimin dışıma egemen olmaya karar verdiği günler o günler...

O zaman Candan Erçetin’in; Ayşe Kulin güftesiyle söylediği şarkıyı söyleme zamanıdır...

“Elbette Ben Böyle Olduğum İçin Bahar...”

***

“Sen bana müjde misin, umut musun sevgili...

Kim demiş geçti mevsim ufukta göründü kar...

Bu kaçıncı bahar sakın sorma sevgilim...

Benim yorgun gönlümde aşkının telaşı var...

***

Bu kaçıncı bahar sakın sorma sevgili

Benim olgun gönlümde aşkının telaşı var...

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum?..

Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?..

***

Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var?..

Tabiki ben böyle olduğum için bahar...

Çünkü sana değdiğinden beri ellerim

Bütün kış dallarında tomurcuklar var

***

Sen bana vaat misin lütuf musun sevgili

Kim ne derse desin al beni sinene sar...

Yaşanmış baharları unut gitsin sevgili...

Benim gönül ülkemde bir tek senin aşkın var...

***

Yaşanmış baharları unut gitsin sevgili

Benim yorgun gönlümde bir tek senin aşkın var...

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum?..

Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar?..

***

Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var...

Tabiki ben böyle olduğum için bahar...

Çünkü sana değdiğinden beri ellerim

Bütün kış dallarında tomurcuklar var...”

Yazının devamı...

Savunma ve kaleci değişmezse şampiyonluk hayal...

Haftalardır, Beşiktaş’ın büyük zaafını söylüyorum...

Beşiktaş’ın forvet hattı değil...

Beşiktaş’ın, her an gol yiyebilecek halde duran savunması büyük zaafı...

Bir de uzun zamandır kaleci Tolga’nın belirsiz performansı...

Dün Tolga sanırım trans halindeydi...

Kesinlikle Beşiktaş kalesinde değildi...

***

İlk golde topa başka türlü izah edecek bir futbol yorumcusu bulunmaz...

Savunma; her hava topunda tehlikeyle burun buruna geliyor...

Rakip forvetler karşısında ağır kalan bir Franco, son zamanlarda iyice aksayan Ersan’dan oluşan savunma hattına Necip de çare olamıyor...

***

Beşiktaş rakip sahada gol buluyor;

Maçı öyle bitirse tur atlayacak skoru elde edecek...

Hayır, savunma anında iki topu içeri alıyor...

Beşiktaş kendi sahasında 1-0 galip duruma geçiyor...

70 bin kişi arkanda...

Kendi sahanda oynuyorsun...

Maçı böyle bitirsen tur atlıyorsun...

Hayır;

Beş dakika geçmiyor kalende golü görüyorsun...

Sonra ikinci, sonra üçüncü gol...

***

Bu takımın savunmasında, Demba Ba’nın, Gökhan’ın forvette yaptığının benzerini yapacak savunma elemanları olmadıkça Beşiktaş tökezler...

Fenerbahçe maçına, savunmada radikal önlemler almadan çıkılırsa, Beşiktaş şampiyonluk şansını da büyük ölçüde tehlikeye sokar...

Bu sene Avrupa’da muhteşem başarılar elde etti Karakartal...

Türkiye’ye kazandırdığı puanlar ve Beşiktaş seyircisine yaşattığı mutluluklar için sonsuz teşekkürler...

*****

BİR TELEVİZYONCULUK HARİKASI... KURDUĞUM İÇİN ŞEREF DUYDUĞUM BEŞİKTAŞ TV...

Burdur’da beraber askerlik yapıyorum Serdar Bilgili’yle tesadüfen... Ben Atina’dan o Amerika’dan geliyor Burdur’a...

SHOW’u yönettiğim günlere kadar on yıl bir daha karşılaşmıyoruz...

Ben SHOW’u yönetirken, o Beşiktaş’a Başkan oluyor...

O günlerde “aktif gazetecilik yaparken, hiçbir yere, hiçbir kuruma, hiçbir derneğe üye olmayı doğru bulmuyorum...”

O sıralarda yapacağım bir haberin; “kulüp yönetimleriyle belli belirsiz çatışma yaratıp, çok sevdiğim kulübümle aramda sorun çıkartacağını düşündüğüm için üye olmamayı yeğliyorum...”

***

Serdar Bilgili beni sonunda ikna ediyor...

-“Beşiktaş’ın senin gibi insanlara ihtiyacı var... Üyeliğini ben imzalıyorum kartını gönderiyorum...” diyor... Can damarımdan vuruyor beni...

Böyle bir şeye itiraz etmem mümkün değil... Kaderin garip cilvesi; sanki ‘hayat’ benim Beşiktaş’a kongre üyesi olmamı bekliyormuşcasına; bir süre sonra aktif habercilikten uzaklaşıyorum...

Gazetecilikle; haberciliği, kulüpçülükle karıştırmadığım için kendimce geçmişimle mutluyum...

***

Ancak artık Beşiktaş kongre üyesi olduğuma göre;

Futbola “renklerimin bakış açısıyla hayatıma gönlümün istediği rotayla yön verebilirim...”

Gazeteciliğin meslek hayatındaki zorunlu objektivitesi bitiyor; hayatın ruhuma damgasını vuran gönüllü sübjektivitesi başlıyor...

***

Bir süre sonra Serdar Bilgili;

-“Beşiktaş televizyonunu kurar mısın Reha Muhtar?..” diye sorunca;

“Artık Beşiktaş kongre üyesi olarak, bunu zevkle yapabileceğimi” biliyorum...

Yönetimde değilim...

Herhangi bir idari görevim de yok...

Ancak konu Beşiktaş’sa; “yönetim ya da mevkii teferruat...”

Hiç duraksamadan ve düşünmeden;

-“Kurarım...” lafı çıkıyor ağzımdan...

Bir an önce harekete geçmek için, el sıkışıyoruz...

***

İkimiz de o sezon; Beşiktaş’ın 11 puan farkla gittiği şampiyonluğun, elinden alınacağını, Serdar Bilgili’nin istifa edeceğini bilmiyoruz...

Ani yapılacak seçimde Yıldırım Demirören’in bana, “Reha Abi bize Beşiktaş televizyonunu kurmanı istiyoruz...” diyerek apar topar yönetim listesine dahil edeceğini bilmediğimiz gibi...

***

Bir ay bizim yönetim listesi bütün Beşiktaş’lılara “BJK TV kuruluyor” anonsu yapıyor...

2004 Mayıs’ının son günü seçiliyoruz...

O gün Beşiktaş televizyonunu kurmaya başlıyorum...

Önümde sadece üç ay var...

İnönü stadı tadilatta olacağından Eylül ayında Galatasaray derbisiyle açılacak...

O gün yenilenmiş stadda barkodan Beşiktaş TV’nin ilk yayınını vermeyi planlıyoruz...

***

Tarihi günde yeşil çimler üzerinde sahadayım...

Stat yeni açılmış, çimler yemyeşil...

Yayını koordine ediyorum...

Stattaki büyük barkoda Beşiktaş Televizyonu yayına giriyor...

2004 yılının Eylül ayı...

Hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşıyorum...

***

O gün “Beşiktaş için bu televizyon gerekli mi?..” diyenlere şu cevabı veriyorum:

-“Bu televizyonu sadece 470 bin dolara mal ettik...

Hiç reklam almasa bile; yıllık personel ve yayın gideri, Beşiktaş’ın o sıradaki stoperi Ronaldo’nun Beşiktaş’tan aldığı yıllık ücrete tekabül ediyor...

Bir stoperin yıllık maliyetine koskoca bir televizyon yayını; Beşiktaş’lılık kültürünü geniş kitlelere yayar, Beşiktaş’lıyı kendiyle barıştırır, hayatı paylaştırır...

Kulübe ve takıma inanılmaz moral ve psikolojik bir ivme kazandırır...

Eskilerden ve ustalardan başlayarak bütün Beşiktaş’lılar kendilerini, Beşiktaş televizyonunda görür, yaşar ve bir sinerjinin kopmaz parçası oluverirler...”

***

O günlerde bu dediklerimi ne kadar anlatabiliyorum bilmiyorum...

Ancak onbir yıl önce kurduğum BJK televizyonunu izlerken, “Olimpiyat stadını nasıl adam adım 70 bin kişiyle doldurduklarını; Avrupa seyirci rekoru kırdıklarını, Beşiktaş kültürünü nasıl geniş kitlelere yaydıklarını, Beşiktaş’lılığı nasıl bir kültür, bir aidiyet, bir renk, bir forma aşkının muhteşem bileşkesi haline” getirdiklerini görüyorum...

Fikret Orman yöneticiler, Bülent Ülgen ve arkadaşları “gururla seyrettiğim bir televizyon” yapıyorlar...

Bu sene benim Beşiktaş’lılığımın 50. yılı... Elbette 50. yılımda Beşiktaş’ımla sonsuz gururlar duyuyorum...

Ama Beşiktaş televizyonu...

Kuruluşu itibariyle mütevazı ellerimin eseri olduğundan...

Onu bir babanın yavrusunu sarmalayan elleriyle sarılıyorum...

Onlara varsa eğer mütevazı bir hakkım; hakkımı helal ediyorum...

Yazının devamı...

Tarih Beşiktaş’a yapılan haksızlık gibi bir haksızlığı yazmadı...

Kartal’ın ve Çarşı’nın tarihinin en önemli haftalarından birine giriyoruz...

Önce Brugge maçı, arkasından Fenerbahçe derbisiyle, Beşiktaş “tarihinin belki de en önemli başarılarını elde edeceği bir sezonun, en önemli haftasına giriyor...”

Tarih; olayları öyle bir çakıştırır ki; “o mucizeyi başarıp, imkansızı aşarsanız tarihe aydınlık sayfalarının en müstesna yerine” geçersiniz...

***

Beşiktaş’ın geçen senenin sonlarından beri “evi” yok...

Hiçbir maçını, “hiç olmazsa kiracı olarak adlandırabileceği bir sahada bile oynayamıyor...”

Türkiye’de şampiyonluk mücadelesi, UEFA’da ise Türkiye’ye gurur yaşatacak bir UEFA kupası ve final heyecanı yaşatmaya çalışan Beşiktaş; önceki gün öyle bir “iç saha kararı almak zorunda kalıyor ki” gerçekten içim parçalanıyor...

***

Beşiktaş, sezon içinde Başakşehir kulübünden; İstanbul’daki maçlarını oynayabilmek için, Başakşehir stadını talep ediyor... Başakşehir kulübü, ligin ilk yarısının sonunda iki üç maç stada izin verdikten sonra; “yeni maçlara bu izni vermiyeceğini...” söylüyor...

***

Bunun üzerine Beşiktaş takımı, “rakip takım hangi stadı kendisine avantajlı görürse”, kah Ankara, kah Konya, kah Olimpiyat’ta tamamen rakip takımın isteğine göre, “kendi evindeki maçı oynamak zorunda kalıyor...”

Stadının inşaat halinde olması her takımın başına gelebilecek bir olay...

Ama, kendi evindeki maçın nerede oynanacağına rakip takımın karar vermesi, futbol tarihinde görülmemiş bir mağduriyet...

***

İstanbul’da hiçbir kulüp stat vermediğinden Beşiktaş; deplasman takımı hangi stadı kendisine uygun görürse, o statta maç yapmak zorunda kalıyor...

Örneğin Bursaspor ve Galatasaray takımları; Ankara ve Konya’nın Beşiktaş açısından avantajlı olacağını düşünerek, Beşiktaş için en dezavantajlı görünen stat olan; Olimpiyat Stadı’nı tercih ediyorlar...

Galatasaray rakip sahada görünen maçı kazanıyor; Bursaspor Olimpiyat Stadı tercihi, son dakikada Olimpiyat stadı şanssızlığının kırılmasına neden oluyor...

BAŞAKŞEHİR KULÜBÜNÜN YAPTIĞI...

Önceki gün, nihayet içimin kıyıldığı an geliyor...

Mete Vardar kardeşim; Beşiktaş’ın bundan sonraki iki iç saha maçını “Başakşehir stadında” oynayacağını müjdeliyor!..

Başakşehir kulübü; kendi stadını “çimler bozulur” diye Beşiktaş’a vermeyen kulüp...

Aynı Başakşehir kulübü, bu kez stadını Beşiktaş’a veriyor...

Çünkü Başakşehir stadında Beşiktaş’ın oynayacağı iç saha maçı “Başakşehir” takımının bizzat kendisiyle...

Bir başka deyimle; Başakşehir takımı Beşiktaş deplasmanı için Başakşehir stadına gitmeye karar veriyor!.. Kendi stadında Beşiktaş deplasmanını oynamayı kabul ediyor!..

***

Bunun avantajını kullanan Başakşehir, ligin son iki maçı için Beşiktaş’a stadını veriyor mu?..

Hayır... Yine vermiyor...

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEKSİN BEŞİKTAŞ!..

Beşiktaş takımı;

Hiçbir İstanbul kulübünün kendisine vermediği statların dışında; her hafta bir statta, bir şehirde göçebe usulü maç yaparak Türkiye Süper Ligi Liderliği’ne ulaşıyor...

Böyle bir trafikte maç yapmak zorunda kalan aynı Beşiktaş, UEFA’da Feyenoord’u, Kızılyıldız’ı, Tottenham’ı, Liverpool’u geçerek son 8 takım arasına girmeye çalışıyor...

***

Tarihte büyük mağduriyetler;

Tarihe altın sayfalarla yazılacak “mucizeleri ve zaferleri” de beraberinde getirirler...

Belki de o kadar büyük mağduriyetler olmasa, “zaferler de bu kadar büyük olmayacak...”

Yıllar önce, SHOW TV’nin patronunun bana dediği gibi;

“İmkansız olduğunu bilmiyordunuz... Bilmediğiniz için başardınız...”

***

Futbol tarihinin en büyük haksızlığına ve mağduriyetine maruz kalıyor Beşiktaş futbol takımı... Kaderin garip cilvesine bakın ki; o mağduriteyin takımı; Türkiye için kazandığı puanlarla, bu ülkeyi futbolda Yunanistan’ın üstüne çıkartıp, Şampiyonlar Ligi’ne iki takımla katılma hakkı verdiriyor...

Bu mağduriyetlere ve bu haksızlıkları rağmen!..

Asla yalnız değilsin... Asla yürümeyeceksin Beşiktaş!..

PEKTEMEK’Lİ 4-4-2’DEN VAZGEÇME BEŞİKTAŞ... SAVUNMANIN BOYUNU UZAT SEVGİLİ BİLİÇ...

Haftalardır rakipler Beşiktaş’ın oyununu ezbere aldıklarından, Gökhan, Olcay ve Demba Ba’dan oluşan forvet hattına karşı, kalabalık defansla önlem alıyorlar... Sosa’nın da topla oynama alanını kısıtlayınca, Beşiktaş hücumda zayıf kalıyor...

***

Slaven Biliç, muhteşem bir formülle Pekdemek’in gelişiyle, Beşiktaş’ı çift forvet oynatmaya ve rakip ceza sahasında kalabalıklaştırmaya başlıyor... Savunmanın önünde iki taraflı oynayan Tolgay zaten dört kişiyle pres yapan Beşiktaş forvet hattı için yeterli oluyor...

Necip ve Veli’yle Beşiktaş tam 5 gol buluyor... Maçtan sonra, özellikle bazı Fenerbahçe’li yorumcular;

Biliç’in ısrarla; Fenerbahçe maçında böyle oynayamayacağını söylemeye çalışıyorlar...

Niye; Çünkü farkındalar ki böyle oynarsa Beşiktaş; Fenerbahçe karşısında şansı azalmayacak, tersine artacak...

***

Aynı şekilde Brugge karşısında da dörtlü forvet, işe yarayacak...

Çünkü Beşiktaş böyle daha kolay gol bulacak...

Beşiktaş’ın bu iki maçta, hala devam eden zaafı ise, savunmasına şişirilen toplarda ve yandan gelen hava toplarında belirgin bir zaafının olması...

Brugge maçında; sonradan oyuna giren Süleyman Oulare’nin oğlu; Oulare’yi Westerlo maçında seyrediyorum...

Uzun boyuyla hava toplarında çok etkili bir futbolcu... Oulare’ye karşı stoperde Atınç alternatifi düşünülmeli...

Savunmanın boyu uzamalı...

İŞTE BENİM BEŞİKTAŞ ONBİRİM...

Beşiktaş’ın Brugge ve Fenerbahçe maçlarında, ilk deneyeceği onbir bana göre şöyle: Cenk (Tolga)- Opare (Sağbek)-, Necip, Atınç (stoperler)- Atiba (Solbek)- Veli, Tolgay (ön liberolar)- Mustafa Pekdemek, Gökhan, Olcay, Demba Ba (dörtlü forvet hattı)...

Atınç Brugge maçında hava toplarını alır, ağır kalmaz, takımı rahatlatırsa Fenerbahçe maçında da forma giyer, yoksa Ersan takıma girer...

Yazının devamı...

Dört Oscar’lı Birdman’de kanserli hücre gerçeği...

Riggan Thompson; bir zamanlar Hollywood’da çok popüler olan, “Kuşadam (Birdman)” filmlerinin starı... Geçen zaman, devamını çekmeyi kabul etmediği Birdman serisinin etkisinden kurtularak, “daha kalıcı ve sanatsal bir şey yapma tutkusu” onu Broadway’de Aşk ve ilişkiler üzerine bir oyunu sahneye koymaya kadar götürüyor...

***

Ne var ki; Broadway’in “popüler figürlere doğuştan düşman,” entelijansya duvarını, etkin gazetelerin eleştirmenlerinin blokajını ve itibarsızlaştırma çabalarını aşarak; Newyork’un Broadway oyun piyasasında tutunabilmesi imkansız görünüyor... Her şey ona ve temsil ettiği şeylere karşı...

O ise, tüm bu imkansızlıklara rağmen, bir taraftan kızıyla kopmuş ilişkisini yeniden kurmaya çalışıyor...

Diğer yandan yönettiği ve başrolünü oynadığı oyunu Broadway gibi kendisi için “imkansız” olan bir mecrada “başarılı kılmaya çalışıyor...”

***

Tiyatro sahnesinin gerisinde yaşananların...

Oyuncuların inişli çıkışlı, şöhrete, markaya ve sahneye bağlı hayatlarının...

Perdenin birkaç metre gerisinde, oyun sahnelenirken, sahne arkasında meydana gelen oyunlar bütün çıplaklığıyla ortaya dökülüyor...

Aktör ve aktristlerin nörotik nöbetlerinin, tüm çıplaklığı ve şiddetiyle verildiği bir Broadway tiyatrosu sahne arkası aynı zamanda film...

***

Hayat imkansız duran her şeye karşı, kişisel gücünün sınırsızlığını bilenlerin; “mucizeleri gerçekleştirecek güce nasıl sahip olabileceklerini” bilmelerinden geçiyor... “İyi”leri ve “hayata katkı sunmaya çalışan değerleri”; yok etmeye çalışan; yaşamın nefret, kin ve intikam dolu tüm unsurları; “aslında beyhude ve zavallı bir çabanın ürünleri...”

İyiyi ve hayata katkı sağlamaya çalışan değerliyi yok etme çabası “gerçekte beyhude bir uğraş...” Çünkü “iyiyi ve hayata katkı sunmaya çalışan değeri” yok etmeye çalışmak, “evrensel akla” aykırı hareket etmek anlamına geliyor...

O çabanın engellenmesi, insanlığın toptan bağlı bulunduğu “üst aklın”, yaşamsal gerçekliğiyle çelişiyor...

Evrensel üst akıl da buna izin vermiyor...

***

“İnsanlığın evrensel Üst aklı”; kendini güçlü zanneden ve bu türden beyhude bir çaba içinde “iyilerle, değerlileri” yok etmeye çalışan, “insan biçimindeki zararlı hücreleri”, bir müddet sonra sağlığını korumak için yok ediyor...

Bu proses, insan vücudu içinde kanserli hücrelerin yok edilmesi gibi bir süreç...

***

Kanserli hücreler insan vücudunu esir alsalar da, nihai olarak insan vücudu kanserli hücreleri yeneceği belli oluyor ve insanın sağlığına kavuşacağı anlaşılıyor..., Bu sadece bir zaman meselesi...

***

Oscar Akademi’sine ve Amerikan Sinema Yapımcıları Birliğine göre; bu yılın tartışmasız “en iyi filmi olan” dört Oscar’lı Birdman, yukarıda yazdığım bu felsefeyi anlatmıyor...

Bu felsefe; benim filmi izlerken kendi hayatımdan ve filmde işlenen olaylardan çıkarttığım hayat dersinin bir rezümesi...

***

Eğer bu rezümenin gözüyle izlerseniz Birdman’i; dört Oscar’ın yanısıra “kalbinizin müstesna gönül Oscar’ını da Birdman’e verirsiniz...”

Tabii insanlık adına “kanserli bir hücre gibi hareket etmiyor; kanserli hücrelere karşı insanlık namına mücadele veriyorsanız...”

Hayata iyi ve değerli katkılar sunuyorsanız; hiç korkmayın bu bedensel hayatın nasıl gelişeceği hakkında... Bir gün gelip kanserli hücreler insan vücudundan ve insanlık tarihinden silinip gidecek...

İnsanlık sağlığına kavuşacak...

Zaman, izafi bir kavram...

Hayatın akışı ve “insanlığın evrensel üst aklının” gerçeği böyle...

Tabii; insan denilen hücrenin yarattığı “beyhude” üst akılla, “insanlığın evrensel üst aklı”nı, karıştırmamak gerekiyor...

Birdman’i mutlaka izleyin...

*****

BROADWAY’İN ARKA SOKAKLARI...

Yirmi beş yıl önce, Atina’dan yeni döndüğüm günlerde; 30’lu yaşlarımın başındayım...

Kendime yeni bir hayat kurmaya çalışıyorum... Amerika o güne kadar, hep “sırasını beklemesi için gündem arkasına attığım” bir ülke ve kültür...

***

Savaş bölgelerinde muhabirlik, krizli yerlerde uluslararası gazetecilik, Belgrad, Sofya, Atina gibi o yıllarda “ekselansvari değil, sıcak ve ateşiyle meşhur coğrafyalarda” gazetecilik yapmayı daha çok seviyorum...

***

NOKTA dergisinde; hayatımın ilk ve en keyifli yazılarını yazdığım günlerde, Robert Kolej’li kız arkadaşımın etkisiyle; “Artık Amerika ve Amerikan kültürüyle haşır neşir olma zamanımın geldiğini” fark ediyorum...

***

İyi planlanmış bir Newyork gezisiyle hayatımın Amerika macerası başlıyor...

Newyork demek, Özgürlük Anıtı’nın, Times Square’in, Central Park’ın, Newyork Borsası’nın, o günlerde varolan Dünya Ticaret Merkezi olan İkiz Kuleler’in, Union Square’in, Elsa Adası’nın ötesinde esasen Broadway demek...

Broadway Caddesi, ama en önemlisi Broadway müzikalleri ve oyunları demek...

***

Broadway’de arka arkaya oyunları izlemeye başladığımda, Newyork’ta Broadway’i popüler bulan ve eleştiren, daha entellektüel oyunlar oynayan alternatif off-Broadway’in var olduğunu fark ediyorum...

Bir süre sonra, off-Broadway’in de Amerikan radikal ve marjinal tiyatro izleyicisini tatmin etmediğini; off-off Broadway oyunlarının oynandığı tiyatro salonlarının olduğunu görüyorum...

***

Üşenmiyorum onlardan birine de gidiyorum...

Dün Birdman’i izlerken, Broadway tiyatrolarının çöplerle dolu, kulislerinin açıldığı arka sokaklardaki çıplak gerçekleriyle bir kez daha yüzleşiyorum...

Oraları Broadway’in popüler salonları ve oyunları kadar sevdiğimi fark ediyorum...

***

Sanatçı boleminin, tiyatro kulislerinin açıldığı arka sokaklara buram buram sindiğini, müzikalin popülerliği ve zenginliğiyle tezat arka sokak gölgelerinin, esas Broadway’i Broadway yaptığını anlıyorum...

Newyork’u çok özlediğimi hissediyorum...

Broadway’i de, off Broadway’i de off-off Broadway’i de...

Yazının devamı...

Erol Büyükburç; starlık şizofrenisi; yapayalnız bir ölümün kendisidir...

Zirveyi yaşadıktan sonra sıradan hayatı yaşamak zor oluyor sanırım...

Erol Büyükburç; hayatta çok az insanın yaşayabileceği bir zirveyi yaşıyor...

“Türkiye’nin Elvis Presley”i o...

***

Söylediği parçalar “hit” oluyor Türkiye’de...

Erol Büyükburç sahnede zirve olduğu çocukluk yıllarımda; “söylediği her parçayla” moda yaratan, Türkiye’de popu başlatan, “Türkiye’nin Elvis Presley”i bir şarkıcı...

***

Aslan Burcu...

Sevilmeye, alkışlanmaya, biraz pohpohlanmaya astrolojik olarak zaafı var...

Sahnede “sadece aslan burçlarında görülecek” türden bir kral, bir “idol”...

Başarılı, yakışıklı, karizmatik, genç kızların sevgilisi, popun kralı, hayat başarısının sembolü...

“Kral”ın çizdiği portre bu...

EROL BÜYÜKBURÇ; HEYKEL GİBİ RESİM VEREN İDOL KARİZMALARDAN BİRİ...

Bazı insanlar vardır...

Hayatları boyunca onları; yarattıkları imajın dışında; hiç pespaye bir kılıkta, pespaye bir vaziyette, istenmeyen bir şekilde, arzu edilmeyen bir şemalde göremezsiniz...

Her daim; “filinta gibi bir görüntüleri bulunur;” ve bu ne olursa olsun, başlarına ne gelirse gelsin hiç değişmez...

***

Onlar hep yakışıklı birer abide gibidirler... Saç şekilleri değişmez...

Saçları doğru düzgün beyazlamaz... Yüz hatları ve bakışları değişmez...

Duruşlarında fotoğraflara yansıyan diklik; resim verişlerindeki pozun geometrisi; aradan 50 yıl geçse de hiç değişmez...

Aynı silüet sürer gider...

Şekil, şemal, karizma, biçim, duruş, yakışıklılık, hatta resim verişteki poz 30 yaşında neyse, 70 yaşında da odur...

Star “ikon” olduğundan, bu hiç değişmez...

***

Televizyonda, diplomaside, sanat hayatında, sahnede onlardan birer ikişer mutlaka bulunur...

Hiçbir zaman “o karizmatik kişilerden olmuyorum...”

Hayatı çok fazla inişlerde ve çıkışlarda;

Çok sahici görüntülerin, duygusal tezahürlerinde...

Çok ağlayarak çok gülerek...

Çok fazla ızdıraplardan kendime elbiseler biçerek... Çok fazla mutluluk tebessümlerinin göbeğinden; imbikten süzülür gibi süzülerek geçiriyorum...

HAYATININ SON DÖNEMLERİNE DAMGASINI VURAN “ÖFKE...”

Erol Büyükburç’un hayatının “yumuşak dokusu” neredeydi; bunu hiç bir zaman anlayamıyorum... Zirvedeki günlerinin gelip geçmesinden sonra; Bir zamanlar ona teveccüh eden inanılmaz ilgiden yoksun kaldığı son yıllarında;

Kanıksadığı alkışlarla dolu hayatı yaşayamamanın verdiği bir öfkenin ruhsal girdabına sürüklendiğini fark ediyorum...

***

Davet edildiği yerlerde;

Çağrıldığı televizyon programlarında...

Resepsiyonlarda, davetlerde kendisine “Erol Büyükburç’a yakışır şekilde itinalı ve özel davranılmasını istiyor...”

Bu hakkı onun...

Bir zamanlar nasıl davranıyorlarsa öyle davransınlar istiyor...

Erol Büyükburç gibi...

Kral gibi...

Önüne kırmızı halılar serilen; bir zamanlar bütün gençliğin “idol”ü Erol Büyükburç’a, gösterilen saygı gibi...

***

Oysa hayat; sürekli yenileniyor...

Hayat yenilenirken; sahne show’unda rolü azalanlar; eski rollerinin bittiğine ikna olmasalar da, hayat deste gibi yeniden karılıyor; roller yeniden dağıtılıyor...

Eski starlar, artık “karakter oyuncusu oluyorlar...”

ALKIŞLARI ÖZLEYEREK GİDEN BİR “KRAL...”

Hayallerinde ve kalplerinde sürüp giden ve kulakları sağır eden o alkışlar, artık yoklar...

Perde kapanıyor; roller yeniden belirleniyor, onların payına artık karakter rolleri ve bazı ara roller düşüyor...

Veya tarihi araştıranların belgesellerine konu olacak bilgeliklere soyunmaya başlamak zorunda kalıyorlar...

***

Hayat acımasız...

Hülya Avşar geçen günlerde konuk olduğu bir programda;

“Kendi yaşına uygun karakterleri oynayacağı sinema filmlerini” özlediğini söylüyor...

Meryl Streep; “aldığı üç Oscar’dan sonra, yaşlandığı yıllarda yeni duruma uyum sağlayarak, “cadı” rolüyle seyircinin karşısına çıktığını” söylüyor...

“Cadı” rolüyle, bu sefer en iyi yardımcı kadın Oscar’ına aday oluyor son Oscar ödül töreninde...

***

“Eski”ler; kendi gençliklerinde hayata nasıl asıldıklarını hatırlıyorlar ama, “yeni”lerin tıpkı kendileri gibi “acımasız, pragmatik, fırsatçı ve ben odaklı” yaşayacaklarını hesap etmiyorlar...

Yeni gelenler; “eski kahramanlara” vakit ayıramayacak kadar aceleciler... Tıpkı bir zamanlar kendi gençliklerinde onların olduğu gibi...

***

Erol Büyükburç’u “eski günlerindeki, muhteşem ilgiyi, hak ettiği sevgiyi, eksik kalmayan alkışı her daim arayan çocuksu karakteriyle hatırlıyorum...”

Evinde “yalnız” ölmek...

Sanırım “usta” bir “pop kral”ının hayatta yaşarken hiç arzu etmediği bir ölüm şekli...

***

Farkında mıydı bilmiyorum; “ölümü; hayatta hep yaşadığı şeyin bir tezahürü...”

Kalabalıkların arasında yalnız yaşarken, alkış ona hissettirmiyordu belki ama;

Zirveler “onun için de yalnız”dı...

Bu gerçeği bilmemesine imkan yok...

Zirveyken ve ilginin merkeziyken de ölüm anındaki gibi yapayalnızdı o...

***

“Star ölüm”leri, “bir zamanların yıldızlarının zirvedeki hayatlarının; yalnızlıkla harmanlanmış resimlerini gerçekçi bir fotoğrafçı kadrajıyla” gözlerimizin içine sokarlar...

Starlık şizofrenisi; gerçekte yapayalnız gelecek bir ölüme davetiyedir...

Robin Williams, Whitney Houston; Romy Schneider, Zeki Müren, Marlyn Monroe, Michael Jackson, Erol Büyükburç ve daha niceleri...

Hepsi; kendi alkışlarının kulaklarını sağır eden uğultusunda, yataklarında tek başlarına, kilitli kapılar arkasında yapayalnız öldüler...

***

Ölümlerinden; kapıyı çalıp zil sesine cevap alamayan bakkal, çakkal, kasap, manav, görevli, sekreter, asistan, menajer üzerinden haberdar olabildik...

Cenazede telafi edeceklerdir; bu acıklı durumu merak etmeyin!..

Oraya “Erol Büyükburç’un cenazesinden maada, kameralar da

geliyor çünkü...”

Yazının devamı...

Beşiktaş; bu savunma hattıyla ancak çeyrek finali...

Club Brugge gibi bir takıma, deplasmanda; Gökhan Töre gibi bir altın ayakla 1-0 öne geçiyorsun...

Rakibin; Liverpool; Tottenham, Arsenal gibi takımların yanında esamesi okunmayacak bir takım...

***

Böyle bir takıma karşı, Beşiktaş’ın maçı 2-1 kaybetmesinin tek bir nedeni var...

Beşiktaş’ın savunma hattı; bu takımı kaldıramıyor...

Beşiktaş’ın bütün rakipleri son haftalarda çok kolay gol pozisyonuna giriyorlar...

Hava toplarını Beşiktaş defansında karşılayacak futbolcu yok...

Topu havadan indiren her rakip ve futbolcu, tehlikeli oluyor Beşiktaş kalesinde...

***

Yan toptan korkuyorsunuz...

Hava topundan korkuyorsunuz...

Dün her şeye rağmen, Necip, Tolgay, Gökhan, Veli çok iyi oynadılar...

Sivas maçından sonra söylediğim gibi; Beşiktaş’ta orta saha ve ileri üçlü, yapabileceğini yapıyor...

Deplasmanda, ikinci yarının başında 1-0 öne geçmek, inanılmaz bir avantaj...

Bu avantajı koruyabilmek için Biliç gibi savunma kökenli bir teknik direktörün, mutlaka bir önlem bulması gerekiyor...

O zaman çeyrek final gelir...

Savunmaya alınacak önlemin etkinliği Beşiktaş’ın UEFA’da ve Lig’de kaderini belirleyecek...

*****

BEŞİKTAŞ VE ÇARŞI; 40 YIL SONRA; BİR AVRUPA MODASI...

Maç saat 15’de Romanya’da oynanacaktı...

Okul biter bitmez eve hızla gelebilmenin planlarını yapıyordum...

Saat 14.40’ta son ders bitiyordu...

Okul otobüsüne binip eve gelmem, üçü geçecekti... Ne kadar geçerse, o kadar kaçıracaktım maçtan...

***

Lise ikinci sınıfa yeni geçmiştim...

Beşiktaş Romen takımı Steagul Roşu’yla; birinci turun ikinci karşılaşmasını yapacaktı... İlk maçı 2-0 kazandığından; ikinci tura çıkması ihtimali fazlaydı...

İkinci tura; hatta üçüncü tura çıkmak bir hayal, bir rüyaydı bütün Türkiye için...

***

Maçın onuncu dakikasına yetişebildim...

Ağzım yüreğimde izledim bütün maçı...

Romenler sağdan soldan bindirmeler yapıyorlar; rahmetli Sabri Dino kendini bir o yana bir bu yana atıyordu...

Heyecanla bekliyordum; maçın 90 dakikasının bitmesini...

Arkadaşlarım eve uğrayacak; beni alacak biraz mahallede laflayacaktık...

Ben de kendimce ikinci tura geçişimizi kutlayacaktım...

***

Maç 86. dakikaya kadar 0-0 devam etti...

Artık Romen taraftarlar stadı boşaltmaya başladılar...

Dört dakika içinde hakem, bitiş düdüğünü çalacaktı...

Beşiktaş bir gol yese bile, turu atlayacaktı... Ama hiç gol yemeden atlamasını istiyorduk...

Çoğu Beşiktaş maçında olduğu gibi, evdekilere rağmen, maçı yalnız seyrediyordum... Romenlerden biri ceza sahası dışından bir şut attı...

Attığı şutu Sabri Dino normal şartlarda kurtaracaktı...

Fakat top gitti; Beşiktaş’lı bir defans oyuncusuna çarptı, falso aldı...

Doksandan bizim filelerle buluştu...

***

Kalbim zaten küt küt atıyordu...

İyice vahim bir hal aldı...

Bir dakika sonra adamlar ikinci golü attılar... İki dakika sonra da üçüncü golü...

Son dört dakikada; maç 0-0’dan; 3-0 mağlubiyete gelmişti...

Dört dakika önce açık ara biz tur atlayacakken, dört dakika sonra maç uzatmalara bile gitmeden, hüsranımızla sonuçlanacaktı...

***

Evin pembe İsparta halısının üzerine boylu boyuncu yattığımı hatırlıyorum...

Beş dakika, on dakika, onbeş dakika, yirmi dakika... Annem korkmuştu...

Bir şeyler söylüyor fakat beni uzandığım halıdan kaldıramıyordu...

***

O sırada kapı çaldı...

Arkadaşım gelmişti...

Annem için gelen arkadaşım değil, “cankurtaran”dı...

-“Kağan geldi...” dedi;

-“Seni soruyor... Kalkman lazım, çok ayıp olur...”

Normal günlerde, kapıdan gelen arkadaşlarımı, bana haber bile vermeden gönderme eğiliminde olan “kadın”, cankurtaran gibi arkadaşıma sığınmıştı...

Beni yerimden kaldıracak ve hayata döndürecek tek kişi arkadaşımdı o sırada...

***

Yine kalkamıyordum...

Fakat, eve gelmiş bir arkadaşıma hiç çıkmamak çok ayıp olacaktı...

Trans halinde arkadaşımın karşısına çıktım... Kapının önünde duruyordu...

Ben de kapının ev tarafında durmaya başladım...

Yaklaşık on dakika bekledi Kağan...

Bende hiçbir hayat belirtisi olmadığını görünce;

-“Ben gideyim istersen...” dedi...

İtiraz etmedim...

-“Peki...” dedim,

-“Sen git, sonra konuşuruz...”

***

Yenilgiye mi, kaybedilen tura mı, dört dakikada yediğimiz üç gole mi; dünyaya rezil olduğumuza mı; ertesi günü Kolej’de, bütün bir sınıfın hatta okulun karşısında yaşayacağım yapayalnız mağduriyetime mi yansam bilmiyordum...

6-7 yıldır zaten şampiyon olamıyorduk o sırada...

UEFA kupasının daha birinci turunda bir Romen takımına böylesine elenmek üstüne gelmişti...

Koyu bir yalnızlık; tek başına ayakta kalmaya çalışmanın verdiği gayretkeşlik, paylaşamadığın acı; paylaşamadan büyüttüğün hüzün; ızdırap halinde vücudu sarıyordu...

Steagul Roşu maçı tam kırk yıl önce 1974’ün Ekim ayında oluyordu...

***

Yalnız kalmayı, yalnız olmayı, hayatı yalnız karşılamayı, sonsuz mağduriyetlerden yalnız güç kazanmayı ben Beşiktaş’ta öğrendim...

“Çarşı” dediğim kültürde stajını yaptım, mastırını tamamladım...

Son aylarda; Çarşı’dan mütevellit “Beşiktaş’ın kentsoylu güzel ve alımlı metropol kadınları arasında müthiş bir moda haline geldiğini görüyorum...”

Dün akşam maçtan önce bu özelliklere haiz bir hanım arkadaşım;

-“Çarşı oldukça sırtımız yere gelmez... Aldık maçı biz... Beşiktaş kazanacak... Müjdemi isterim...” dediğinde ona şöyle cevap verdim:

***

-“Beşiktaş bir tutkudur; müjdesi olmaz...

Beşiktaş ve Beşiktaş’lılık renkli takımlara, renkli hayatlara benzemez...

Moda olmak bizi etkilemez... Biz yalnız yürümesini doğuştan öğrenmişiz...

Kader öyle biçimlemiş...

Yazgı öyle hükmetmiş...

Bize düşen tek şey “Çarşı Her Şeye Karşı demek...”

Sonuna da ekledim:

***

Bir gün gelip, muhteşem megapol kadınlarının gözünde,

“Tutkulu ideolojimizin...”

İronik ve hatta fırlama tarzımızın...

“Atam izindeyiz... Hepimiz bir gün sirozdan öleceğiz...” şeklinde tezahür eden esprilerimizin...

Delice yaşadığımız; günlük modalara prim vermeyen sevgimiz;

“Güç”e değil, “sadece siyah beyaz renklere” olan “aşk”ımızın;

Duruşumuzun...

Hayatı okuyuşumuzun...

“Kelek atmayışımızın”;

Böylesine bir “moda”, böylesine bir övgü, böylesine bir sitayiş halinde eseceğini hiç tahmin etmezdim...

***

“Çarşı” olmak modaya da karşı olmak demek...

Hani Hakim sormuştu Çarşı protestolarında;

Telefonda;

-“Çarşı yürürse ihtilal olur” diyen genç kıza...

-“Ne demek istemiştin sen?” diye;

Cevap vermişti genç Çarşı’lı kadın:

-“Ya biz Çarşıyız Hakim bey... Hissederiz öyle kendimizi...”

İşte öyle bir şey...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.