Şampiy10
Magazin
Gündem

Atina’daki kadın gazetecilerle buluşmalar...

Birkaç ay önce Eleni geliyor, iki erkek arkadaşıyla birlikte...

Birkaç ay sonra bir daha geliyorlar aynı grupla...

Sonra Yunanistan’a dönüyor Eleni...

İngiliz gazeteci arkadaşım Gillian Whitaker’la konuşuyorlar...

-“Reha’yı gördüm...” diyor...

-“Arka arkaya birkaç gün beraber olduk...”

Gillian söze giriyor...

-“İstanbul’a gittiğimde görmek isterim...” diyor....

***

İkinci gelişinde Eleni’den telefonunu alıyorum Gillian’ın...

Türkiye’deki gemi sektörünü 30 yıldır takip ediyor Gillian...

Hem Yunanistan, hem Türkiye, hem Kıbrıs’ta bütün bölgenin “gemicilik sektöründeki en iyi uluslararası kalemi o...”

Mesaj atıyorum:

-“Türkiye’ye geldiğinde haberim olsun, buluşuruz...” diye...

***

-“29 Mart’ta geliyorum... Orada mısın?..” diyor...

-“Evet...” diyorum;

-“İstanbul’dayım geldiğinde ara...”

Bu konuşmadan sadece iki gün sonra çok ilginç bir olay oluyor...

İngiliz Başkonsolosluğu’nda görevli Bige Hanım telefon ediyor...

-“Reha Bey...” diyor...

-“İngiltere’ye özel bir gazeteci grubu için davetimiz var... Güneri Bey (Cıvaoğlu), Ertuğrul Bey (Özkök) ve sizi davet ediyoruz...

İngiltere’nin yaşam biçimi, hayatı, kültürel zenginlikleri üzerine keyifli üç gün geçireceğiz... 29 Mart’ta gidiyoruz... Bize katılır mısınız?..”

***

Hayatta tesadüf gibi görünen şeyler aslında tesadüf değillerdir...

Otuz yıl sonra meydana gelen “birbirinden benzersiz ve kopuk görünen iki olay; aynı güne denk düşüyor...

Beni o anda birinden birini tercih etmek zorunda bırakıyor...”

Bu bir tesadüf değil, bir “niyet tercihinin” zorunlu tecellisi...

*****

‘TEK BAŞINA BÜYÜMEYİ ÖĞRENDİĞİM ÜLKE; İNGİLTERE’

İngiltere; benim kişisel yaşamımın çok önemli bir kavşak noktası...

Tek çocuğum ben ve ailenin “ilgisi ve gözü” daima üzerimde büyüyorum...

Ergenlik çağında, çantamı sırtıma alıp, Bodrum’a, Antalya’ya, dağlara, denizlere tek başıma gitmişliğim yok...

Hayatımın ilk tek başına seyahatini;

yurt içine değil, yurt dışına yapıyorum...

Uçağa atlıyorum, İngiltere’ye; tanıdık hiç kimseyi not defterime kaydetmeden, tek başıma Londra’ya uçuyorum...

Orada mütevazi bütçemle kendime bir otel buluyorum...

Birkaç gün Londra’da geçiriyorum...

Sonra trene biniyorum Cambridge’e gidiyorum...

***

Kayıt yaptırdığım okulu buluyorum...

Kayıt yaptırdığım okuldan, yanlarında kalacağım aileyi buluyorum...

İlk aile başkası geleceği için olmuyor...

Yeni bir aile ve ev için tekrar okula gidiyorum...

Başka bir aile bulunuyor...

Oraya gidiyorum...

İki katlı tipik bir Cambridge evi orası...

Valery dul bir kadın; ergenlik çağında iki çocuğu var...

Bana üst katta bir oda veriyor...

Banyo yapıyorum ve o gece ilk kez ailemden binlerce kilometre uzakta “bir yabancının evinde, boydan boya kırmızı halı kaplı evin küçük kızının odasında uykuya dalıyorum...”

***

Cep telefonu yok o zamanlar...

İlk telefonumu ancak bir iki hafta geçtikten sonra İngilizler’in ünlü kırmızı telefonlarından İstanbul’a ettiğimi hatırlıyorum...

Ailemle, ülkemle, arkadaşlarımla herkesle bağlantımı koparıyorum...

Yalnızlığın girdabında “tek başıma büyümeye çalışıyorum...”

***

Ertesi gün okula gidiyorum;

İsviçre’li Brigitte’le karşılaşıyorum...

Okul başlıyor ve hayatım Cambridge’de; Türkiye’den çok uzak dünyalarda, bambaşka özgürlüklerde, bambaşka mecralara yelken açıyor...

*****

YÜREĞİNİZ HANGİSİNİ İSTİYOR?..

İlk kez ailemin olanaklarıyla gittiğim İngiltere’ye sonraki yıllarda da gazeteci olarak çok kez gidiyorum...

Tatiller geçirmeye, İngiliz gazeteci arkadaşlarımı ziyarete, evi olan arkadaşlarımla bir arada olmaya gidiyorum... Ancak İngiltere’den resmi olarak “bugüne kadar hiç davet almışlığım yok...”

***

Gazeteciliğin 35. yılında ilk kez İngiltere’den resmi bir davet alıyorum...

Bige Hanım’ın, konuşmasından, tarzından; davetin üst düzey bir ağırlama olduğunu fark ediyorum...

Doğal olarak böyle bir İngiltere seyahati; “hayatımda büyümeye başladığım yılların, ilk nostaljik sahnelerinden birine, üst düzey bir ağırlama için muhteşem bir fırsat” olacak...

***

Ne ki;

Birincisi; Ben bu seyahatler süresince; büyümekte olan çocuklarımdan uzakta kalmak istemiyorum...

“Bu ülke İngiltere gibi bende özel anıları olan bir ülke olsa bile”, bu aralar çocuklarımdan uzakta geçirilecek, seyahatler bana anlamlı gelmiyorlar... İkinci olarak; daha iki gün önce Gillian’a vermiş olduğum söz aklıma geliyor... İngiliz kadın gazeteci arkadaşım Gillian’la tam 28 yıl sonra yeniden karşılaşacağız...

Saatlerce konuşacağız...

28 yıllık ayrılığın üzerinden hayatlarımızın rezümesini çıkartacağız...

***

Kalbim “hayatımın son 28 yılının rezümesini çıkartmak, Atina’daki genç gazetecilik günlerimden mütevellit bir nostalji dünyasında sörf yapmayı arzuluyor...”

*****

“ATİNA’DA DÜKKANLAR KAPANIYOR, HER DÜKKANIN ÖNÜNDE KİRALIK VE SATILIK LEVHASI VAR...”

Dün öğlen Gillian’la buluşuyoruz...

28 yıl sonra ilk kez karşılaşıyoruz...

Beraberken birkaç yıl, oysa beraber değilken birbirimizi bilerek bir hayat geçirmişiz karşılıklı...

Onu; hayatın mücadelelerinden süzülmüş, yaşamın zorlu dramatik dalgalarını teker teker sörfüyle aşmış bir halde görüyorum...

***

26 yıl beraber yaşadığı erkek arkadaşıyla birbuçuk yıl önce evleniyor... İki ayrı evde, birbirlerinin “bireysel alanlarına dokunmadan” yaşıyorlar 28 yıldır...

***

Tanıdığım günlerdeki gibi, yine “uluslararası gemicilik sektörünün en yetkin kalemi...”

Atina’yı konuşuyoruz saatlerce...

“Ekonomik krizin, dükkanları, işyerlerini nasıl birer birer vurduğunu, maaşların nasıl yarı yarıya indiğini” söylüyor bana...

Bu haberler gazetelerde, televizyonlarda da çıkıyor...

Ancak ortak gazeteci tanıdıklarımızın aldıkları maaşların “nasıl yarı yarıya indiğini söylediğinde” Atina’daki hayat yıldırım gibi çarpıyor yüzüme...

***

Gazetecilerin, buralarda da işsizliğinin çarpıcı boyutlara ulaştığını anlatıyorum...

Ekonomik krizin Yunanistan’ın yaşam biçimini tamamen değiştirdiğini söylüyor bana...

-“Tavernaların yerini ‘cafe’ler aldı...” diyor...

Yolda yürürken birçok dükkanı kepenkleri kapalı halde göreceğimi anlatıyor...

***

Sonra kendinden ve hayatı nasıl karşıladığından bahsediyor bana...

Ona şöyle diyorum:

-“Atina günlerimizde, hayatı sadece yaptığım gazetecilikten ibaret görürdüm... Şimdi hayata baktığımda, yaşamda mutluluğu yakalamanın bir yaşam mühendisliği olduğunu daha iyi fark ediyorum... Hayatı karşılamak, mutlu olabilmek, hayatın keyfine varabilmek, bilgeliğe sahip olabilmek, başka bir mühendislikmiş... Onu ancak yıllar içinde anlayabiliyorum...”

Sonra ilk günün veda zamanı geliyor...

Onu taksiye bindiriyorum... Oteline uğurluyorum...

Atina’daki gazetecilik günlerim gözümün önünde uçuyor şimdi... Gecelerden sabahlara dek uzanan bohem günler ve geceler...

Bob Dylan söylüyor şimdi...

-“The answer my friend is blowin’ in the wind...”

(Cevap; havada uçuyor dostum...

Cevap havada uçuyor...)

-“The answer is blowin’ in the wind...”

Yazının devamı...

Jessica Parker’dan öğrendiğim ‘kadınlar...’

Sex And The City dizisinin efsanevi stil ikonu Sarah Jessica Parker ellinci yaşını kutluyor... Dün Habertürk’ün internet portalında; Sarah Jessica Parker’ın “tüm dünya kadınlarına” neler öğrettiği, hayatlarına neler kattığı anlatılıyor...

***

O zaman fark ediyorum; ‘çağımızın kadın ikonu Jessica Parker’ın; kentli, kültürlü, aşka, hayata ve cinselliğe açık, kadınlığının ve cinsinin farkında bir kadının tüm şifrelerini bana verdiğini... Hiç fark etmiyor... New york’ta veya İstanbul’da... Tokyo’da veya Londra’da... Paris’te veya Roma’da... Barcelona’da veya Dubai’de...

Şehirli, açık görüşlü, hayatın farkındalığını yaşayan kadınlar Sarah Jessica Parker’ın; Kültürel kodlarının nirengi noktalarını... Kadınsı karakterindeki şifrelerin kodlarını... Erkeklerle ilişkilerinde, “zeka pırıltılarını...” Kız arkadaşlarıyla samimiyetlerinde; aynı sıcaklık ve samimiyet kıstaslarını taşıyorlar...

***

Jessica Parker mı kadınların stil ikonu?..

Yoksa kadınlar mı bu “şifreleri taşıyor” da; Jessica Parker bu şifrelerin sembolü herhangi bir ikon mu?.. Galiba ikincisi... Parker değil burada belirleyici olan... Kadınlar o şifreleri taşıyorlar...

Parker; şehirli, kültürlü, kendi ayağının üzerinde duran kadın karakterinin bir rol modeli...

*****

YOĞUN İLİŞKİLER YAŞADIĞI ERKEKLER...

Buna karşın hayatında;

Evliliğin sınırından döndüğü...

Çok yoğun bir romans yaşadığı...

Çok sevdiği, kendini sıcak ve yakın hissettiği... Evlenmeyi düşündüğü... Ve fakat; kariyeri, hayatı ve birlikte olduğu erkek arasında gidip geldiği ilişkiler de yaşıyor...

***

Bu erkekler; Jessica Parker’ın hayatında unutamadığı erkekler sınıfına giriyorlar...

İlişkilerindeki erkeklerin büyükçe bir bölümü, ilişki bittikten sonra gördüğünde; onun için pek bir şey ifade etmiyor...

***

Hayatına girmiş olan küçük bir grup erkek ise, Jessica Parker’ın; “yarım kalmış ilişkilerini” sembolize ediyor...

O erkeklerle yaşanmış...

Sevmiş, sevilmiş...

Sıcak kalmış bir miktar tütmeye devam eden bir ilişki var...

Ne ki; duygu ve zamanlama olarak uyamamışlar;

Egolar çatışmış, olmayacak hatalar yapılmış, bitmiş gibi görünmüş ilişki...

***

Jessica Parker’ın hayatında bu türden “nadir erkekler” her daim, bir varlık ve risk faktörü olarak devam ediyorlar...

Karşısına çıktıklarında; hep bir şeyler “tam bitmemiş, hep bir şeyler yeniden başlayabilecekmiş ya da olabilecekmiş gibi” görünüyor...

Oluyor veya olmuyor...

Fakat “bir kadının hayatında daima dar bir erkek grubunun potansiyel varlığını” fark ediyorum Jessica Parker’dan...

***

Bir kadının “ayrılmış gibi gözükse de aslında tam olarak ayrılamadığı” ilişkilerin varlığını görüyorum New york’lu kadın stil ikonundan...

“Issız Adam filmindeki gibi” büyük aşk değiller...

Potansiyeli ve yarım kalmışlığıyla, bir varlık unsuru olarak küllenmiş bir ateş gibi, belli belirsiz kısık bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlar... Uygun zamanı bulmazlarsa hiç çıkmaya da bilirler...

Bir anda çıkıp tehlikeye ve kadın hayatını yeni bir denemeye tabi tutabilirler...Uzun vadede olabilirlikleri yok...

Ama olabilirliklerinin olamayacağı, yarım kalmış olduğu için farkındalık yaratmıyor kadın üzerinde...

*****

MR. BİG; “KRONİK TEK AŞKI...”

Kentsoylu, kültürlü, kendi ayakları üzerinde duran, hayata, aşka ve cinselliğe açık bir stil ikonu kadının;

Hayatının büyük aşkı...

Kronik takıntısı...

Evlenmeyi en çok tahayyül ettiği erkeği...

Bir türlü tam oturtamadığı beraberliği...

Jessica Parker’da;

Mr. Big’le olan “aşkı, sevgisi ve beraberliği...” olarak tezahür ediyor...

***

Genç ve güzel kadınının bir türlü tam “yakalayamadığı”;

Yakalayamadığı için de “takıntı” yaptığı bir şey var Mr. Big’de...

Ona güveniyor...

Onu seviyor...

Onu kendisine tam anlamıyla layık buluyor...

Onunla beraberliği “ideal” görüyor...

Mr. Big onun gözünde hayatın “ideal”ini, ilişkinin gelebileceği son noktayı temsil ediyor...

***

Her kadının hayatında bir “Mr. Big olduğu gerçeğini” o zaman fark ediyorum...

O bir ideal... Gerçekleşse de...

Gerçekleşmese de, o ideal olması gereken yerde; kadının beyninde aklında, kalbinde ve ruhunda öylece duruyor...

***

Mr. Big Jessica Parker için erkekler açısından bir “mihenk taşı...” İlişkiler ve erkekler, Mr. Big’e göre değerlendiriliyor Jessica Parker’in bilinçaltında...

Zaman geliyor genç kadın Mr. Big’den “daha sıcak ve sevecen” bir erkekle çıkıyor... Gün geliyor Mr. Big’in yüksek özgüveninin de üzerinde; “egosu ve karakteri tavan yapmış; gücün ve iktidarın sembolü Rus bir erkekle” oluyor...

***

Daha genci, daha çıtırı, daha güzeli, daha fıstığı, daha seveceni, daha romantiği, daha erkeği, daha sorumluluk sahibi görüneni...

O andaki halet-i ruhiyesine göre, Mr. Big’le duygusal mesafesine ve reaksiyonuna göre hepsiyle beraberliği deniyor Jessica Parker...

***

Ancak hepsinin temelinde “bir türlü vazgeçemediği, bir türlü zapt edemediği, kah ayrıldığı, kah barıştığı, kah evlilikten döndüğü” bir adamla ilişkisi var...

O ilişki ve adam; Jessica Sarah Parker’ın hayatını belirliyor...

***

Hayatımda çok aşk yaşadığımı sanıyorum...

Birçok erkek de “çok sayıda kadınla aşk yaşadığını” düşünüyor ya da zannediyor...

Oysa bir kadınla gerçekten bir aşk yaşamak; kadın için “Mr. Big” kadar olabilmek anlamına geliyor...

Bir kadının “tek bir Mr. Big’i oluyor...”

***

Bir de ona yakın “Sevilesi Birkaç İyi Adam...”

İkinciler “tam aşk olarak sayılmasa da aşka çok yakın sevecen” örnekler...

Oysa bir kadının “mihenk taşı olan, kutup yıldızı erkek ise” sadece bir tane...

Mr. Big...

Bu gerçeği görüyorum...

Kalbimin hafif kırıldığını hissediyorum...

Kaç kadınla aşk yaşadım sorusu bir anlam ifade etmiyor artık...

“Kaç kadının gerçek aşkıydın?.. Var mıydı öyle bir kadın acaba?..” sorusu anlamlı hale geliyor...

Onun cevabı bir muamma...

Muammanın karanlığını giderebilmek için, 15 yaşındaki gençlik şarkımı koyuyorum CD’ye...

Mort Shuman söylüyor...

Brooklyn By The Sea...

Hayallerimin, muammanın karanlığını çözdüğünü hissediyorum...

Brooklyn By The Sea...

*****

JESSİCA PARKER’IN İLİŞKİYE GİRDİĞİ ERKEKLER...

Jessica Parker; tıpkı günümüzün çağdaş kadınları gibi;

Kendi ayakları üzerinde duran;

Kültürlü...

Kentli...

Erkeklerle ilişkilerde bağnaz olmak yerine açık fikirli...

Aşka ve cinselliğe açık...

Arada bir kadınsı çapkınlıklara çeşni...

Uzun süreli ilişkilere niyetli...

Bir kadın portresini temsil ediyor...

***

Hayatında farklı gördüğü;

Karizma yakaladığına inandığı...

Gizemi bulduğu...

Sıradan olmayan...

Ona farklı güzellikler yaşatacağına inandığı... Erkeklerle; ilişkilere girmekte tereddüt etmiyor...

***

İlişkileri “erkeğin özelliklerine göre” bazen çok yoğun yaşıyor...

Bazen ise iki üç aylık bir romans şeklinde oluyor...

Sonunda “kopması mukadder” ilişkilere girmekten ise kaçınmıyor...

Böyle durumlarda “kadınsı hayallerini ve fantezilerini” yaşıyor ve onunla yetiniyor...

***

Bu tür ilişkinin daha uzun sürmeyeceğini o ilişkiyi yaşarken de biliyor...

Yine de; “ilişkiyi kısıtlamıyor...”

Yazının devamı...

Kasamı ve özel evraklarımı kim çaldı?..

Hafta içinde, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ahmet Hamdi Koç’tan bir tebligat alıyorum...

Tebligatta; evimde vuku bulan 5 hırsızlık vakasından birinde, zaman aşımı nedeniyle “kimliği meçhul şüpheli hakkında kamu adına kovuşturmaya yer olmadığına” kararı verildiğini öğreniyorum...

***

Zaman aşımına uğrayan evimdeki hırsızlık vakası; 2006 yılında oluyor... O ilk olay...

Sonraki yıllarda başlayacak “korku filmini andıran” olaylarla bir ilgisi yok...

O sırada, bu hırsızlık vakalarının arka arkaya “devam edeceğini” beni bir taraftan yıldırmaya çalışırken, diğer yandan bütün özel belgelerimi ve notlarımı yok edeceğini bilmiyorum...

***

Son birkaç yılda “kendi memleketimde yaşamayı bana zindan eden olaylar zinciriyle” karşı karşıya kalıyorum...

Evim beş kez soyuluyor...

Sonuncusunda; “evimin içinde, dolaba montelenmiş kasayı bile söküp götürüyorlar...”

Kasa; zorunlu ailevi ihtiyaçlar için; tutulan beş on bin liranın dışında, bir nakdin olmadığı bir kasa.

***

Zaten boyutları küçük; büyük paralar tutmaya müsait değil...

Eve giren hırsızlar; sadece kasayı almak için giriyorlar, kasayı söküp götürüyorlar...

O kasanın içinde “önemli bir paranın olmayacağı aşikar...”

Niye sırf o kasayı almak için, camları kesip eve giriyorlar ve hiçbir şeye dokunmadan o kasayı alıp gidiyorlar?..

***

Bütün ailevi belgelerim, ruhsatlı silahım; bana yönelik “saldırı ve operasyonlara ait belgeler karşı belgeler ve alın terimle elde ettiğim birikimlerin evrakları var orada...”

İşin en enteresan boyutu da şu;

Kasayı alıp giden, ruhsatlı silahı, pasaportları, belgeleri, özel evrakları alıp götüren hırsızlar bir süre sonra bana bir mail atıyorlar:

Silahtan söz etmeden;

-”Belgelerimi almak istiyorsam, 20 bin lira daha para götürmemi” istiyorlar...

Ve ekliyorlar;

-”Eğer, yanlış bir iş yapacak olursam, hiç istemeyeceğim sonuçların oluşacağı” tehdidini yaparak...

*****

CUMHURİYET SAVCILIĞI HIRSIZLIK TEBLİGATI...

İki gün önce aldığım savcılık tebligatı; Evime yönelik hırsızlıkların başladığı ilk tarihteki olayı kapsıyor...

Ancak anlıyorum ki, teker teker “bütün evime yönelik hırsızlık davaları zaman aşımından düşecek...”

Oysa benim özel bilgisayarım iki kez, içindeki bilgilerle beraber çalınıyor...

Arkasından bütün evraklarımın bulunduğu kasam çalınıyor...

***

Gerek bilgisayar, gerekse kasa hırsızlıklarında, hırsızlar, sadece onları alıp götürüyorlar...

Kasa hırsızlığında evde başka hiçbir şeye dokunmuyorlar...

Direkt olarak camı kesip, kasayı olduğu yerden söküyor ve gidiyorlar...

*****

İÇERİ ALDIRMA OPERASYONLARI; ÖLÜM TEHDİTLERİ, BELGELERİ ÇALARAK YOK ETMELERİ...

Çocuklarımı sessiz sedasız büyütmeye çalışıyorum o sıralarda...

Gazetede yazılarıma devam ediyorum; Ünlü “Game” (Oyun) filminin benzeri bir “korku senaryosuyla” karşı karşıya kalıyorum...

***

Hiçbir ilgimin ve ilişkimin olmadığının resmi belgelerle tescillendiği bir davadan içeri aldırmaya çalışıyorlar beni...

***

Ünlü bir sanatçıya yapılan “bütün belgeleri bende mevcut” derin bir operasyon ve kamusal linci; benim üzerime ihale edip, “üzerimde yaratacakları kin ve öfkeyle bir linç kampanyası” oluşturuyorlar...

Resmen çok ağır bir suç işleniyor...

Bu işlerin içinde “parasal bağlantılı çok kirli ve derin ilişkiler” var...

***

“Bu kirli parasal ve kişisel rant hesaplarının üzerinden, benim için kin ve öfke yaratılarak, taammüden, suç işleniyor...”

***

Ünlü bir ‘baba’ adına sahte ‘ölüm mesajları’ gönderiliyor...

Birileri “binlerce lira para ödemezsem öldürüleceğim”i söylüyorlar...

O ünlü ‘kabadayı’ ismi bu işlerle hiç bir ilgisinin olmadığını kendisiyle bizzat konuşarak tespit ediyorum...

***

Evim beş kez soyuluyor...

Bilgisayarlarım çalınıyor...

Özel evraklarımın olduğu kasa götürülüyor...

***

Evraklarımın kayıtları tutulduktan, kopyeleri çıkartıldıktan sonra;

“bana 20 bin lira göndermezsem çok kötü olacağı” notu düşülüyor...

*****

ÇOCUKLARIMIN MAHKEME DOSYASI YOK EDİLİYOR...

Bununla kalmıyor...

Aile hayatımın çocuklarımla ilgili türbülanstan geçtiği günlerde;

“medyada korkunç bir koro beni çocuklarımdan ayrı bırakmak için”, inanılmaz bir kampanyayı yürürlüğe sokuyor...

Babam kampanyaya dayanamıyor; beyin kanaması geçiriyor, sol bacağı sakat kalıyor...

***

İçeri aldırmaya uğraşıyorlar...

Kendi linçlerini gizleyerek; beni linç ettirmeye çalışıyorlar...

Arka arkaya evime yapılan beş hırsızlıkla bilgisayarlarım, kasam ve tüm belgelerimi alıp götürüyorlar...

Çocuklarımdan beni koparmak için açılan davaların “bütün dosyalarını meçhul bir şekilde avukatın bürosundan yok ediyorlar...” Koskoca dosya “yok” deniyor...

kime verildiği belli değil;

kimin aldığı belli değil...

***

Bu arada bir şey daha oluyor; eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e;

benim de içinde bulunduğum 8 gazeteciyle eski Cumhurbaşkanı’nın görüşmemesi için telkinde bulunuluyor...

*****

GAME FİLMİ...

Game (Oyun) filmi, başarılı ve zengin bir iş adamına (Michael Douglas), 50. doğum gününde erkek kardeşinin “doğum günü hediyesi olarak verdiği” korkunç bir “hediye”yi anlatır...

İşadamı “kendisine yeni bir hayat ve macera yaşatacağını söyleyen bir şirketin” elemanlarınca, “korku filmini andıran bir senaryonun içine sokulur...”

***

Evini, parasını, şirketlerini, kariyerini, ismini her şeyini ama her şeyini kaybeder filmde; Michael Douglas...

O kadar zavallı bir duruma düşer ki, film boyunca izleyiciye “ölse de bu azaptan kurtulsak” duygusu hakim olur...

***

Filmi izlediğimde; filmin gerçek hayattan esinleneceğini, benim de başıma 50 yaşıma girdiğimde böyle bir “kabus”un geleceğini söyleseler inanmazdım...

Filmden o kadar olumsuz etkilenmiştim; birçok filmi birkaç kez izlememe rağmen, Game filmini bir daha hiç izlemedim...

Filmin kendisini bizzat ve birebir yaşayacağımı bilmiyordum...

***

Fark şuydu;

Biz filmi izlerken, film olduğunu biliyorduk...

Filmdeki olayların; erkek kardeşin abisine bir hediyesinin senaryosu olduğunu da söylemişlerdi bize...

Buna rağmen, filmi izlerken korkuyorduk...

Benim yaşadıklarım bir film değildi; tamamen gerçekti...

doğum günü hediyesi veren bir kardeşim yoktu...

Karşımdakiler beni gerçekten yok etmek istiyordu...

Yazının devamı...

Gereksiz antibiyotik kullanımının yol açtığı hasarlar...

Finlandiya’da trafik cezaları gelirle doğru orantılı kesiliyor...

Fakire az, zengine çok...

***

Akıllı ve zengin olmaya çalışırken; kalpsiz ve duygusuz kalmak...

Bütün hikayemiz bu...

***

Gereksiz antibiyotik kullanımı;

Vücut direncinin azalmasına...

Böbreklerde oluşacak kalıcı hasarlara... Bakterilerin tedaviye karşı direnç gösterme alışkanlığı edinmesine... Cilt ve kan dolaşımı enfeksiyonlarına neden olabilir...

***

Renkli gözlü insanların pigment eksikliği vardır...

Sağlıklı gözün rengi kahverengidir...

***

Sadece yüksek basınç ve acıya dayanabilenler “elmas” olabilirler...

Diğerleri “kömür” kalmaya mahkumdur...

***

Hepimiz kendi algılarımızı ‘gerçek’ zannederek yaşıyoruz...

TÜRK KAHVESİNİN FAYDALARI...

Kahve özellikle de çekilmiş olan Türk kahvesi;

Kalın bağırsak göğüs ve gırtlak kanserine yakalanma riskini azaltır...

Kolesterolü düşürür...

Sindirimi kolaylaştırır...

Selülit oluşmasını engellemeye yardımcıdır...

***

Oyun kartlarındaki şekiller Fransa’da sosyal sınıfları tasvir eder...

Karo; Tüccarları...

Maça; Asilleri...

Kupa; Din adamlarını...

Sinek; Köylüleri sembolize eder...

***

Türk gibi başla;

Alman gibi sürdür;

İngiliz gibi bitir...

Türkler bir işe hızlı dalarlar...

Almanlar çok disiplinli bir şekilde işi sürdürürler...

İngilizler soğukkanlıdır; mutlaka sonuca ulaşırlar...

***

Shell firması; önceleri sadece deniz kabuğu satan bir firmayken, deniz kabuğu ararken petrol yataklarını keşfederek, bu sektöre yönelmiştir...

SAKALIN KANITLANMIŞ BEŞ FAYDASI...

Southern Queensland Üniversitesi tarafından yapılan araştırma sakalın ‘zararlı ışınları yüzde 95 oranında engellediğini’ ortaya koyuyor...

Bu sayede daha az ışına maruz kalan ‘ciltte kanser riski azalıyor...’

***

Sakal nedeniyle cilt nemli kalıyor...

Soğuk havanın cilde temas etmesi engelleniyor...

Bu da nemli cildin uzun süre genç kalmasına yol açıyor...

Sakallı cilde nemlendirici sürdüğünüzde, sakalsız cilde oranla daha fazla etkili oluyor...

***

Sakal sayesinde yüzünüze polen ve toz daha az geliyor...

Bu sayede astım ve alerji riskiniz azalıyor... Sakal bir anlamda filtre görevi görüyor...

Özellikle bıyık tam da bu görev için...

***

Çene ve boyun bölgenizde çıkan sakal sizi sıcak tutuyor...

Özellikle kışları soğuk algınlığı riskiniz azalıyor...

Doktorlar gribe karşı bağışıklık sistemi zayıf olanların sakal bırakmasının olumlu etkisini göz ardı etmiyor...

***

Deride oluşan tahriş gibi sorunlar tıraş nedeniyle artıyorlar... Sakal bu tahrişi ve sonuçlarını engelliyor...

HAYAT SATRANÇ GİBİDİR...

‘Hayat satranç gibidir David’ demişti babası...

-‘Her parçanın kendi işlevi vardır... Bazıları zayıftır... Bazıları ise güçlü...

Bazıları oyunun başında işe yarar... Bazılarıysa sonunda... Ama kazanmak için hepsini kullanmak zorundasın...’

***

-‘Aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz... On parçanı kaybedip, yine de kazanabilirsin oyunu... Satrancın güzelliği budur işte... İşler her an tersine dönebilir...

Kazanmak için yapman gereken tek şey, tahtanın üzerindeki olası hamleleri ve anlamlarını iyi bilmek ve karşındakinin ne yapacağını kestirebilmektir...’

(Adam Fawer, Olasılıksız Sayfa 108)

***

Asıl mesele bölebilecek güce sahip olmana rağmen birleşebilmektir...

BİR JAPON YILDA 7 KİTAP, 8 TÜRK YILDA 1 KİTAP OKUYOR...

Kitap diye bir şey var; tanırsanız seversiniz aslında... Bir Japon yılda yedi kitap okuyor... Sekiz Türk ise ancak bir kitap okuyor...

KADIN GÜZELLİĞİ VE ZEKA...

‘Basit kadın, güzel olmayı zeki olmaya tercih eder...’ diyor Anton Çehov;

-’Çünkü basit bir erkekte zekayı anlayacak kafa değil, güzelliği görecek göz bulunur sadece...’

***

Bu bilgilerin hepsini “Her Gün yeni 1 Yeni Bilgi” isimli portaldan derledim...

Bu portaldaki bilgiler, vizyonunuzu ve perspektifinizi açacak güzellikte...

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlardan olmayın siz...

BAŞARILI VE BAŞARISIZ İNSAN...

Apple’ın Steve Jobbs’la birlikte mucitlerinden mühendis Steve Wozniak başarılı ve başarısız insanı şöyle tarif ederken bir konferansında şöyle diyor;

***

BAŞARILI İNSANLAR;

Şükran duygusuna sahiptirler...

BAŞARISIZ İNSANLAR;

Hep eleştirirler...

***

BAŞARILI İNSANLAR;

Başkalarının başarılarını takdir eder

ve yeni fikirleri tartışırlar...

BAŞARISIZ İNSANLAR;

Her başarı kendilerine aittir...

***

BAŞARILI İNSANLAR;

Her gün okurlar...

BAŞARISIZ İNSANLAR;

Her gün televizyon seyreder ve dedikodu üretirler...

***

BAŞARILI İNSANLAR;

Yeni bilgi ve fikirleri paylaşırlar...

BAŞARISIZ İNSANLAR;

Objektif kriterlere kapalıdırlar...

***

BAŞARILI İNSANLAR;

Değişimleri kucaklarlar...

BAŞARISIZ İNSANLAR;

Değişimden korkarlar...

***

BAŞARILI İNSANLAR;

İltifat etmeyi severler...

BAŞARISIZ İNSANLAR;

Genelde sinirli olurlar...

OSMANLI ZAMANINDA KADINLARA VERİLEN HEDİYE...

Osmanlı zamanında kadınlara verilen en güzel hediye aynalardı...

Kadınlara ‘senden daha güzelini bulamadım’ mesajı verirlerdi...

Yazının devamı...

Sarışın bir kadınla yaşanan ‘derin’ aşk...

Hayatımda; hangi taraftan ve niye geldiğini bilmediğim silleleri arka arkaya yediğim yıllardan ve günlerden yeni çıkıyordum... Bir akşam üstü, hiç hesapta yokken, tesadüf gibi girdi hayatıma “güzel sarışın kadın...”

***

Onun “hayatıma ne katacağını, bana neleri öğreteceğini, hayatın hangi bilinmezlerini gözümün önüne ardına kadar açacağını” bilmeme imkan yoktu...

Bana katacağı şeylerin varlığından bile haberdar değildim... Hayatın hiç bilinmedik, bir yüzü vardı...

Çevrede olan olaylar, oluyormuş gibi gösterilen vakalar, gerçekte tamamen başka türlü gelişiyor; yapılanlarca gizleniyor, üstü örtülüyor ve insanların algısına “sahte bir jelatinle paketlenerek” sunuluyordu...

***

Bunları bilebilmek için “istihbaratçı bakış açısı” dedikleri bir bakış açısı olması gerekiyordu... Oysa benim “istihbarat” dendiğinde aklıma gelen tek şey “haber merkezimdeki istihbarat servisiydi...”

O servisi de “çarpıcı ve sansasyonel manşet haberler çıkarmak için eğitmiş ve yetiştirmiştim...”

***

Bu “istihbarat anlayışı” benim yaşadığım ve yürütmeye çalıştığım hayatı anlatıyordu anlatmasına;

Ama bana yapılan hiçbir şeyi anlamama yetmiyordu... Etrafımda hep görünmeyen bir duvar vardı... Başkalarının etrafında görmediğim bir duvar... Çevremde bana karşı hep bir mesafe vardı... Başkalarının etrafında görmediğim bir mesafeydi o...

***

Bende başkalarına oranla “daha mesafeli durulmasına neden olan bir gizli durum vardı...” Özellikle gazetecilik mevz-u bahis olduğunda bu durum iyice ayyuka çıkıyordu... Herkesten fazla bir “yalnızlığım” herkesten fazla “dışarıda bırakılma ve izole edilme halim” mevcuttu...

***

Bende bir şeyin farklı olduğunu anlıyordum... Ama bu farkın ne olduğunu anlayamıyordum... Aynı işi yaptığım kişilerle aramdaki mesafe bir türlü, onların kendi aralarındaki mesafenin yakınlığına gelmiyordu... Hepsinde olup bende olmayan neydi acaba?..

*****

KADIN TANIMAK...

Kadın hayatı; erkeğin hayatını besler... Onu geliştirir, serpiştirir, yetiştirir, zenginleştirir, mükemmelleştirir...

Ve bir kadını tanımak; sadece bir kadınla sevişmek anlamına gelmez...

***

Kadın tanımak, kadınının hayatının içine girmek, kadının hayatını içmek anlamındadır...

Sarışın güzel kadınla ilişki; bir kadınla beraber bilinmedik koskoca bir “kıtanın” keşfi, bir gökkuşağının renkleri gibi zengin ve öğreticiydi...

Sanırım bunun bir miktarını, bilinçli aktarmıştı bana...

Diğer miktarı ise, kendiliğinden doğaçlama ve ilişkinin natüründen mütevellit oluverdi...

***

İki buçuk yıl gibi bir süre, hayatımda yaşadığım belki de en ilginç ve derin “kadın-erkek ilişkisini” yaşadım...

Büyük aşklar yaşamış bir adamdım o ana değin... Büyük aşkların mebzul bir miktarını büyük isimlerle yaşamış mütevazi bir ademdim...

***

Ne ki; “hayatta aşkların büyüklüğü isimlerin büyüklüğüyle vaki olmaz...” Çoğu zaman isimsiz gibi görünen aşklar, ünlü aşklardan çok daha derin, anlamlar içerebilir...

***

Yaşadığım aşk; bana çevrede nelerin olduğunu, nelerin yapıldığını, nelerin değiştirilerek algı yönetimine sokulduğu, çarpıtıldığı, kimyasının değiştirildiğini gösteriyordu... Bugüne kadar kendi yaptıklarımı niye yaptığımı;

Nasıl yaşamaya çalıştığımı;

Ne yapmak istediğimi biliyordum...

Safça bir illüzyonla “çevremdeki olayları da kendi yaşam biçimim üzerinden okumaya yelteniyordum...”

***

O zaman da “bana yapılan hiçbir şeyin anlamı yerli yerine oturmuyordu...”

“Mesleki yalnızlığım” ve çember altına alınan mesafeli varlığımın, hikmetini bir türlü çözemiyordum...

Bu hazineyi ancak bir “kadın” bana verebilirdi... Bir erkeğin hiçbir zaman sunamayacağı bir, hazineydi o...

Sarışın güzel kadın; bana hayatın göremediğim bütün derin yüzünü göstererek bir kılavuz oldu...

Hayatın; bugüne kadar hiç bilmediğim yüzünü fark ettiğimde, “çevremdeki inanılmaz operasyonel güç karşısında” afallıyordum...

***

Bu derece muhteşem bir pragmatizm, bu ölçüde operasyonel gücü yüksek bir pratisizm, benim aynı zamanda “derin aşk ilişkimin” sonunu getirecekti... Söyledikleri ve yaptıklarından, “neleri idare edebilecek güce sahip olduğunu” anlamıştım...

Edindiğim yeni vizyon, öğrendiğim yeni perspektif, ilişkiler ve algılar hayatımı bambaşka bir çehreye büründürmüştü... Karşımdaki kadının potansiyelinin çeşitliliğini ve yüksekliğinin biliyordum artık... Bu potansiyelin, operasyon gücünün yüksekliği ve nasıl bir ilişki düzeni getireceği aşikardı...

***

Hayatı bana yeniden anlamlandıran, resmeden ve fotoğraflayan “kadın”ı, “ruhumun derinliklerinde saklayacaktım...”

Hiçbir zaman çıkmayacak bir yere özenle yerleştirecektim...

Sonra yine bir Orhan Veli alacak “hiçbir şeye tabi olmayacağım bir yaşam biçiminin romantik şiirini” okuyacaktım kendi kendime...

“Eskiler alıyorum...

Alıp yıldız yapıyorum...

Musiki ruhun gıdasıdır...

Musikiye bayılıyorum...

***

Şiir yazıyorum

Şiir yazıp eskiler alıyorum

Eskiler verip musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam...”

*****

ERKEĞİN HAYAT KARŞISINDAKİ USTALIĞI HAYATINA GİREN KADINLARLA...

Birkaç yıl önce, bir yazımda şöyle yazdığımı hatırlıyordum: “Erkeğin hayat karşısındaki ustalığı, hayatına giren kadınlarla doğru orantılıdır...

Erkek ne kadar farklı kadın tanırsa, hayatın farklılıklarını o kadar tanır...

Her kadın bir hayattır çünkü...”

***

Sarışın güzel kadınla yavaş yavaş gelişen, birbirini sıkmadan derinleşen “ilginç bir ilişkimiz vardı...” Çok zeki, pratik ve pragmatik bir kadındı... Günlük hayatın içinde “operasyon gücü inanılmaz yüksekti...” Her şeyi çok hızlı ve gayet kolay bir yoldan halledebiliyordu...

***

Bunlar önemli şeylerdi... Fakat esas önemli olan şeylerin o sırada farkında değildim... Hayatın benim hiç bilmediğim, tecrübe etmediğim, “derin bir ilişkiler ağı” vardı...

Dışarıda “bambaşka bir dünya vardı, bambaşka bir ilişkiler ağı ve o derin ilişkilerin yarattığı başka bir gerçeklik...”

*****

ORHAN VELİ’DEN YALNIZLIK...

Orhan Veli şöyle der;

“Bilmezler yalnız yaşamayanlar,

Nasıl korku verir sessizlik insana;

İnsan nasıl konuşur kendisiyle

Nasıl koşar aynalara,

Bir cana hasret,

Bilmezler...”

***

Hayatımda “aşk”lar oluyordu...

Hayatımda insanlar oluyordu...

İlişkiler, arkadaşlar, dostlar, sevgililer, yeni insanlar...

Fakat bir türlü Orhan Veli’nin o söylediği “görünmeyen yalnızlık duvarı” yok olmuyordu hayatımda...

***

“bilmezler yalnız yamayanlar,

Nasıl korku verir sessizlik insana

İnsan nasıl konuşur kendisiyle

nasıl koşar aynalara,

Bir cana hasret

Bilmezler...”

Yazının devamı...

Beşiktaş şimdi şampiyonluğa hazır...

Beşiktaş’ın; Süper Lig’in zirvesinde şampiyonluk saydığı; Brugge maçını “Kesin geçeriz” nidalarıyla karşıladığı günlerde;

-“Beşiktaş bu savunmayla, çeyrek finali zor geçer... Bu savunmaya önlem alamazsa şampiyonluk hayal...” diyorum...

***

Ben elli yıldır Beşiktaş takımının onbirinin içindeyim...

Bir anne-baba, elli yaşına getirdikleri çocuğunu; koskoca bir adam olsa da “nerede nasıl davranacağını, neye nasıl reaksiyon göstereceğini, neyi sevip neyi sevmeyeceğini bilir... Nerede rahat edip nerede etmeyeceği” anne babanın ezberidir...

***

Benim için Beşiktaş da böyle bir şey...

“Salt sevgiyle çocuğuma yaklaştığım gibi yaklaştığım ve hiçbir ego gütmediğim için”; genelde Beşiktaş’ın ne zaman, nerede ne yapacağını biliyorum...

Bir dostuma söylediğim gibi;

-“Ben futbolu severim... Bilirim de iyi bir miktar... Ama futbolu benim kadar, benden daha çok bilen çoktur... Fakat mevzuu Beşiktaş’sa...

Konu futbol gibi değil, ‘baba ve yavrusu’dur... Hiç kimse yavruyu babası kadar bilip tahmin edemez...

Oradaki bir bilgi değil, bir ezberdir...”

***

Böyle olduğu için; “kendileri bile dörtnala şampiyonluğa gittiklerini, UEFA finali oynamaya yaklaştıklarını düşündüklerinde...”;

-“Bu savunma ve kaleciyle olmaz” diyorum...

*****

ERSAN, NECİP, OPARE, ATINÇ, MOTTA İSTESİN BEŞİKTAŞ ŞAMPİYON...

Beşiktaş savunmasının stoperlerinden biri Ersan Gülüm... Ersan’ın; Adanaspor’dan Beşiktaş’a kazandırılması için, “O zaman Beşiktaş Başkanı olan Yıldırım Demirören nezdinde devreye giriyorum...”

Beşiktaş’ta kiralık olarak oynadığı zamanki performansını biliyorum...

“Yırtıcı, hırçın, çevik, fiziği iyi, boyu uzun iyi bir stoper Ersan...”

***

Uzun uğraşlardan sonra alınıyor Beşiktaş’a...

Arada uzun sakatlıklar geçiriyor, iki sözleşme yapıyor Beşiktaş’ta...

Son zamanlarda, Ersan’da eski “yırtıcılığın”ın, eski “hırsın”ın, eski “topu kazanma savunmada açık vermeme azmi”nin ve en önemlisi “hava topu hakimiyetinin” yok olmaya başladığını görüyorum...

Nedenini bilmiyorum ama eskisi kadar çalışmıyor Ersan...

***

Beşiktaş savunması “takımın en zayıf yeri”...

Orada ilginç şeyler oluyor...

Sivok sakatlanıyor, ameliyat oluyor ve ortadan kayboluyor...

Atınç geliyor ve Atınç bir türlü takıma giremiyor ve takımdan kopuyor...

22 yaşında genç 1.92’lik Miloseviç geliyor ilk maçta sakatlanıyor sezonu kapatıyor...

Son zamanlarda iyi çalışmadığı görünen Ersan’la, birebirde her rakip futbolcunun geçebileceği, ağır ve kısa Pedro’dan ibaret bir savunmaya dönmek zorunda kalıyor Beşiktaş...

***

Sergen gibi bir zeka; Beşiktaş’ın, vasat iki bekiyle bu savunma zaafını görüyor ve Sivas maçında Beşiktaş kalesini yol geçen hanına çeviriyor...

Ne Serdar, ne Motta; Beşiktaş’ın iki beki olabilecek kıvamda değiller...

Savunmada vasatlar...

Diğer şampiyonluk adayı Fenerbahçe’nin Gökhan Gönül-Caner ikilisiyle kıyaslanamıyorlar...

***

Ancak Fenerbahçe maçında Beşiktaş’ta önemli bir özellik uzun zamandan sonra yeniden göze çarpıyor...

Ersan’ın son olaylardan sonra “işi sıkı tutmaya başladığını” görüyorum...

Savunmanın karşılamak durumunda olduğu hava toplarında yeniden mücadeleci, ısırgan bir stoper olarak ortaya çıkıyor Ersan...

Bu oyun anlayışını sezon sonuna kadar devam ettirirse, Beşiktaş’ın savunma zaafiyeti bir ölçüde giderilir...

***

İkinci nokta Necip’in durumu...

Necip canla başla çalışıyor...

Ancak esas yeri stoper mevkii değil...

Fenerbahçe maçında iki hata yapıyor...

Birinde Emenike kaleciyle karşı karşıya kalıyor...

İkincide ise, hiç görevi olmadığı halde 90 artı 1’de savunma güvenliğini bırakıp, Fenerbahçe kalesinde gol aramaya gidiyor...

Gittiği anda; içimden “gitme” diyorum...

Ama o gidiyor...

Dönmesine fırsat kalmadan Beşiktaş kalesinde golü görüyor...

Necip; savunma güvenliğini hiç bırakmaz ve bitmek bilmeyen iyi niyetiyle mücadeleye devam ederse Beşiktaş rahatlar ve şampiyonluk potasında çok iddialı hale gelir...

*****

CENK VE GÜNAY; BEŞİKTAŞ’IN DEZAVANTAJI DEĞİL, AVANTAJI

Fenerbahçe 90 artı 1’de gol atıyor...

Genç kaleci Günay Güvenç yüzünü çimlere gömüp ağlıyor...

Genç bir kalecinin yıkıldığı an gibi görünüyor ilk bakışta...

Oysa öyle değil...

Genç kalecinin, ağlatan hırsı gelecek mutlu günlerinin habercisi Beşiktaş’ta...

İki kaleci Cenk’le, Günay’ın “Beşiktaş’ı bu yıl hırs, istek ve azimleriyle şampiyonluğa taşıyabileceğini” biliyorum...

BABA VE YAVRUSU...

Şampiyonluklar, inanç, hırs, istek ve azimle geliyorlar...

Beşiktaş savunması, lige ara verilen bu hazırlık dönemini “hava topları zaafiyetini giderici” biçimde olumlu geçirirse, orta sahasının, forvetinin tartışılmaz gücünün yanında, terini son damlasına kadar dökerek Beşiktaş’ı şampiyonluğa taşır...

İki genç kaleciye dikkat...

Onlar Beşiktaş’ın dezavantajı değil; avantajı...

Beşiktaş; lig başladığından beri ilk kez şampiyonluğa bu kadar yakın...

Puan olarak değil...

Kadro olarak...

Kadronun şu andaki seviyesi, fizik gücü, kapasitesi ve eksikliklerini giderebileceğine olan ihtimali olarak söylüyorum bunu...

Fenerbahçe mağlubiyeti haftasında; böyle bir çıkış yaparak herkesin söylediğinin tersini söyleme gibi “ucuz bir kahramanlık peşinde koşmam...”

***

Fakat bir dostuma dediğim gibi;

-“Futbolu bilirim... Ama benim kadar bilen, benden daha çok bilen çoktur...”

Fakat mevzu Beşiktaş’sa; o zaman konu bir babanın “yavrusu” konusudur...

Hiç kimse “bir babanın yavrusuna yakın olduğu kadar yakın olamaz...

Oradaki bir bilgi değil, bir ezberdir...”

Yazının devamı...

Pelikan dosyası ve Emin Çölaşan’ı Ergenekon’dan içeri aldırmak isteyenler!..

Amerika’da iki yüksek mahkeme hakimi arka arkaya suikaste kurban giderler...

Suikastler toplumu derin bir şekilde etkisi altına alır...

Tüm televizyonlar, gazeteler kendilerine göre, iki yüksek hakimin suikastinde olası nedenleri haberleştirmeye çalışırlar...

Suikastlerinin nedeni yaklaşan seçimler midir?..

Amerikan yüksek politikasının derin bağlantıları mıdır?..

Bilinmedik bir suç mudur?..

Yoksa geçmiş bir davadan mütevellit kişisel hınç alma girişimleri midir?..

***

Julia Roberts bir hukuk öğrencisidir...

Sevgilisi üniversitede profesördür... FBI’da tanıdıkları vardır...

Sevgilisine, “suikastlerin gerçek nedenlerini araştırdığı ve inanılmaz bağlantılar bulduğu Dosya’yı” teslim eder Julia Roberts...

Dosya FBI’a verilecek ve belki cinayetlerin aydınlanmasında önemli somut sonuçlar sağlanacaktır...

***

Ancak Pelikan Dosyası (Pelican Brief), canlı bir bombadır...

Eline alan öldürülmekte, yok edilmek istenmektedir...

Julia Roberts’ın profesör sevgilisi, onun yerine arabaya bindiği için öldürülür...

Hayat inanılmaz bir gerilim ve azabın içerisine girer genç hukuk fakültesi öğrencisi Julia Roberts için...

***

Bu olayı araştıran doğru, tarafsız ve düzgün bir gazeteci olan Denzel Washington’a ulaşır sonunda Julia Roberts...

Pelikan Dosyası’nın gazeteciye ulaştığını anlayan “suç merkezi”, çemberi hukuk fakültesi öğrencisi genç kadının yanısıra gazetecinin üzerine doğru daraltır...

1993 yılında vizyona giren Amerikan sinema tarihinin en önemli filmlerinden biridir Pelikan Dosyası...

“Nefeslerin tutulacağı olaylarla devam eder...”

*****

SUÇUN ARKASINDAKİ “GÖRÜNMEYEN NEDEN?..”

Pelikan Dosyası’nın ana teması; “yargıç suikastlerinde görünen nedenlerin geçerli olmadığı, esas olayın arkasındaki görünmeyen ve ustaca saklanmış nedenlerin rol oynadığı gerçeğidir...”

Suikastleri düzenleyen katiller; “kendilerini ustaca gizlerler... Cinayetleri bambaşka nedenlere, bambaşka olaylara, bambaşka bağlantılara sokar ve kamuoyunu aldatırlar...”

Kamuoyu algısını o kadar ustaca manipüle ederler ki, hiç kimse “olayın gerçek yönünü” araştıramaz, algısını doğru yöne kanalize edemez...

Kitlelerin beyni kilitlenir, algıları dondurulur...

***

Olaylar, hiçbir zaman amatör kişiler tarafından değil, tamamen profesyonel kişilerce planlanır ve uygulanır... Pelikan Dosyası defalarca izlediğim Amerikan sinemasının en değerli başyapıtlarından biri...

Geçtiğimiz günlerde Nazlı Ilıcak’ın Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’le yaptığı bir mülakatı okurken aklım Pelikan Dosyası filmine gidiyor...

*****

PELİKAN DOSYASI VE ZEKERİYA ÖZ’ÜN AÇIKLAMALARI

Zekeriya Öz; “Ergenekon soruşturması sırasında” çok ünlü bir gazetecinin hapse atılması için, kendisine baskı uygulandığını söylüyor...

-“Gazeteciyi araştırıyorum... Örgütsel bir bağlantısına rastlamıyorum...” diyor...

Nazlı Ilıcak soruyor:

-“O gazeteci Emin Çölaşan mıydı?..”

Zekeriya Öz reddetmiyor bu kişinin Emin Çölaşan olduğunu...

Şöyle cevap veriyor:

-“Şüphe üzerine dinlemeye alınmış, örgütsel bir bağı görülmediği için soruşturmaya dahil edilmemiştir...”

***

Geçtiğimiz beş yıl içinde, bir sürü gazeteci içeri alındı...

Birçok gazeteci ise, “içeri alınmak için manevi işkence ve linç tezgahlarından geçirildi...”

O gazetecilerden biri de bendim...

Bir dönemin “mağdurluğundan kendime paye yaratacak kadar zavallı değilim”, bu işleri çoktan bıraktım...

Ama görüyorum ki, “hayatın en zalim günahlarını işleyenler, günahsız çocukları babasız öksüz bırakmaya gadredenler” hala hiçbir şey olmamışcasına hayatı manipüle etmeye, insanları itibarsızlaştırmaya, yalanları gerçekmiş gibi göstermeye çalışmaya devam ediyorlar...

Bu insanlar, kendilerinin “neler yapmış olduklarının bilinmediğini zannediyorlar...”

Onlara; hayatın Pelikan Dosyası’ndaki gibi; hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağını hatırlatmak gerekiyor...

***

Günahsız çocukların ahları, suçsuz babalarına yapılan kirli kampanyanın müsebbiplerini, “evrenin en derin kayıtlarına” gönderdiler...

Ben onların yerinde olsam; artık bu işlere girmem, “o ahların karmik sonuçlarını mümkün olduğunca az yaşayacak iyilikler yaparak çevreme katkı sağlarım...”

*****

ERDOĞAN’IN “ALDATILDIM” AÇIKLAMASI

Geçenlerde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan;

-“Ergenekon ve Balyoz davalarında aldatıldık...” diyor...

Erdoğan; 28 Şubat davasında hangi güvendiği merkezlerin, onu nasıl aldattığını, yanlış yönlendirdiğini, suçsuz insanların üzerinde günahsız tezgahlar kurdurmaya çalıştığını biliyor mu acaba?..

Emin Çölaşan’ı Ergenekon’dan içeri aldırmak isteyen “Pelikan Dosyası!..”, 28 Şubat davasında manipülasyon yapıp hiçbir ilgileri alakaları olmayan insanları içeri aldırmak için “dört kollu kampanya yürüten” Pelikan dosyası merkeziyle aynı olmasın sakın?..

Emin Çölaşan’a Pelikan Dosyası’nı çok iyi izlemiş bir kardeşinden tavsiye...

-“Olayların nedenini bulmaya çalışırken; görünen ve aşikar olan kişiye değil, hiç görünmeyen ve gizlenmeye çalışan insanlara dikkat et... Geçmiş ilişkilerini hatırla... Belki oradan bir ipucu çıkartabilirsin...”

***

Kim istemiş olabilir acaba; öncelikle Emin Çölaşan’ın “Ergenekon’dan içeri girmesini?..”

Hanımefendi bu konuda ne der acaba?..

Hanımefendi kim mi?..

Onu izin verirseniz söylemeyeyim...

Bütün bağlantılarını deşifre ediyorlar galiba...

***

Pelikan Dosyası filminin özelliği şu;

“Suç işleyen güçler, suikast yapanlar her ne kadar o sırada FBI’da kilit noktaları ele geçirmiş gözükseler de, ne kadar ellerinde çok önemli bağlantılar var gözükse de, Amerika’da, ya da hayatın hiçbir yerinde, yaşamın dinamiği öyle işlemiyor...”

Evrensel aklı yöneten güç; hayatın uzun vadede adaletsiz işlemesine olanak vermiyor...

***

Pelikan Dosyası gibi, Birkaç İyi Adam filmi de öyle bir film mesela...

O filmde de Jack Nicholson’un karşısında; Amerikalı genç bir avukat subayın Tom Cruise’un, hukuk fakültelerinde ders olarak okutulacak bir tiradı bulunur... Bunları bir daha seyretmesi ve iyice özümsemesi lazım Hanımefendi ve onun gibilerin...

Evrenin kozmik gerçeğini araştıranlar; karmik bedellerin, kuşaktan kuşağa geçtiğini söylüyorlar çünkü...

Yazının devamı...

“Asfalt gibi düz bir adamdı kocam...”

Piyano çalmayı, resim yapmayı, şarkı söylemeyi çok iyi bilen ve seven bir kızdı Emma...

Doktor Charles Bovary’yi gördüğünde heyecanlanmış, adam babasına kızıyla evlenmek istediğini söyleyince yüzü kızarmış, gülümsemişti...

***

Bir kasaba doktoru olan Charles’la Emma evlendiler bir süre sonra...

Genç kızken, manastırda “aşkları, sevgilileri, karanlık ormanları, coşkun yürekleri, yeminleri, hıçkırıkları, gözyaşlarını, öpüşmeleri, ay ışığında yüzen sandalları, bülbülleri ve cesur erkekleri, kısaca romantizmi anlatan romanlar” okumuştu...

***

Doğal olarak kendi yaşamında da idealize ettiği romanlardaki, tutkuyu, zenginliği, şatafatı, ünü ve aşklardaki heyecanı arıyordu...

Evlendikten kısa bir süre sonra, kasaba doktoru olan kocası Charles’ın, ona bu hayatı sağlamaktan çok uzak olduğunu anladı...

***

“Charles’ın konuşması bir asfalt gibi düzdü...

Sıradan kıyafetler içinde, ne bir heyecan; ne bir düş uyandırmadan geçip giden orta malı, vasat düşüncelerle doluydu...” böyle düşünüyordu kocası için Emma...

***

“Oysa bir erkeğin her şeyi bilmesi, üstün derecelere yükselmesi, insanı tutkunun zirvelerine, yaşamın inceliklerine alıştırması gerekmez miydi?.. Nerede?.. Hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey öğretmiyor, hiçbir şey arzulamıyordu bu adam...” dese de;

Birkaç kez bahçede ay ışığında ona şiir okumayı denedi Emma, ilişkilerine heyecan katmak için...

Ancak başarılı olamadı, kocasında en ufak bir coşku yoktu...

MADAME BOVARY’NİN KARŞILAŞTIĞI ADAM...

Bir gün kocasının iyileştirdiği bir marki, şatosunda vereceği baloya Madame Bovary ve kocasını davet etti...

Bovary, bu baloda gördüğü “zenginlik, lüks ve kibarlık karşısında” başı dönmüştü... Romanlarda okuduğu hayat işte burada, tam karşısındaydı... İlk kırılma noktasını orada yaşadı...

***

Kocasını içten içe kendisine yakıştıramadı ve başka erkeklerle dans etti arka arkaya bütün bir balo boyunca...

O gece gittikleri balodan sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı Madame Bovary için...

***

Çiftlikteki hayattan sıkılmış, doktorla evlendiğine pişman olmuştu... Hiçbir şeyi beğenmiyor, tam bir depresyon içinde bir gün sadece süt içiyor, ertesi gün düzine düzine çay istiyordu...

***

Kocası, eski hocasına danışarak onu başka bir kente, Yonville’e götürmeye karar verdi... Hamileydi o sırada... Yonville’e gittikleri gece, oradaki tanıdıklarıyla ilk yedikleri akşam yemeğinde, noterde yazmanlık yapan, 20 yaşlarında müzikten, edebiyattan anlayan, ince ve kibar bir genç olan Leon’la tanıştı Madame Bovary...

***

Kocası öteki dostuyla sohbet ediyordu o sırada... Heyecansız hayatı, bir anda şiirden, edebiyattan anlayan, ince ve kibar bir gençle hareketlenmişti Emma Bovary’nin...

Bu geceyi izleyen aylarda akşam yemeklerinin ertesinde kocası iskambil oynarken, o, Leon’un alçak sesle okuduğu şiirleri dinliyor, okuduğu kitapları paylaşıyordu...

***

Leon genç kadına âşık olmuştu... Bovary’nin ise kocası ve kızıyla yakından ilgilenir ve sadık bir eş rolü oynarken, içinde fırtınalar kopuyordu... Ancak genç bir noter katibi olan Leon belki de özgüvensizliğinden Madame Bovary’ye hiç açılamadı...

Ona aşkını anlatamadı...

***

Hayatını değiştirmek için Paris’e gitmeye karar verdi ve ona vedaya geldiğinde bile duygularını söylemeye cesaret edemedi...

***

Genç Leon kendisine güvenip cesaret edemedi, ama bir süre sonra kocasının muayenehanesine gelen şato sahibi, zengin, yakışıklı ve çapkın Rodolphe, bu kadar pısırık davranmayacaktı...

***

Emma’yı can sıkıntısından kurtarmak için at binmeye ikna etti, kocasına da Emma için bunun iyi olacağını söyleyerek beraber at binmeye başladı...

***

Kadife ceketi, ak süvari pantolonu ve yumuşak çizmeleriyle almaya geldiğinde Rodolphe genç kadını çoktan etkilemişti...

***

İlk gezintilerinde ona âşık olduğunu söyledi Rodolphe... Emma’nın kalbi heyecan içinde çarpmaya başlamıştı:

-”Bir sevgilim var... Bir sevgilim var...” diye haykırıyordu... Yeni ergen olmuş bir genç kızın zevk aldığı gibi zevk alıyordu durumdan... Aşkın sevinçlerine, çoktan umudunu kestiği mutluluk ateşine en sonunda kavuşacaktı demek...

AŞKIN KADINI KASIP KAVURDUĞU OLAĞANÜSTÜ GÜNLER...

Her şeyin tutku, coşkunluk, sayıklama halini alacağı, olağanüstü bir döneme giriyor, sonsuz bir mavilik çevreliyordu her yanını... Öte yandan bir intikam sevinci duyuyordu...

Çektikleri yetmemiş miydi?...

Şimdi kazanan kendisiydi, “ne zamandır içine gömülmüş aşk, sevinçli kaynayışlarla içinden fışkırıveriyordu...”

***

Zengin, yakışıklı ve çapkın Rodolphe’le aşkları böyle başladı Madame Bovary’nin...

Kendi ayağıyla onun şatosuna gidip sevişti onunla... Ertesinde 6 ay boyunca, her yarattıkları fırsatta seviştiler sevgililer... Ancak kadın duyguları iniş ve çıkışlıdır... Bir ara suçluluk duydu Madame Bovary bu ilişkiden...

***

Kocasına ve kızına daha bir düşkün oldu... İhtiras, sınıf atlama, zengin olma, güçlü olma isteği hiçbir zaman bırakmıyordu Bovary’yi...

Kocasını ameliyat olması mümkün olmayan bir uşağın, düztaban olan ayağını ameliyat etmesi için ikna edecekti Bovary...

Amaç, kocasının bu ameliyatı yaparak ülke çapında üne ve paraya kavuşması ve böylece Emma’nın ihtiraslarını karşılamasıydı...

***

Ameliyata girerken karı koca arasındaki buzlar erimişti...

Ne ki ameliyat başarısız geçti, çocuk ölmek üzereydi ayak kangren olmuştu ve kesilmek zorundaydı...

Kocası utancından evden çıkamıyordu... İhtiraslarla dolu, sınıf atlama, güç ve şöhret sahibi olma hevesindeki Emma için ise, kocası yine “başarısız, sıradan, değersiz ve zavallı bir adam” haline bürünüştü...

***

Yüzü, giysisi, söylemediği sözler, bütün kişiliği, kısacası varlığı, her şeyi, her şeyi kızdırıyordu şimdi onu...

Sevgilisinin anısı baş döndürücü bir çekicilikle geri dönüyordu; ruhu bu anılara doğru gidiyordu; “Kocası hiç gelmemek üzere gitmiş gibi geliyordu ona...” Artık tek bir yol kalmıştı Madam Bovary için...

***

Sevgilisiyle kaçmak...

Oysa sevgilisi Rodolphe, onunla kaçmayı ve bir hayat kurmayı düşünmeyecekti... İlişkinin kimyası öyle başlamamıştı... Muhtemelen Emma’nın hayatındaki zikzakların ve iniş çıkışların, farkındaydı...

İlişkinin o boyutunda bir sorun yaratmıyordu bu durum... Ancak durum şimdi farklıydı... Öyle başlamayan bir kimyayı, kadının ve erkeğin bunca yaşadıklarından sonra yeni bir kimya olarak inşa etmek mümkün değildi... Kaçacakları gün, Emma’ya bir mektup yazdı... “Mümkün değil sevgilim...” diyordu mektubunda: “Çok düşündüm mümkün değil...”

ROMANTİK AŞKA DÖNÜŞ...

O günlerde genç Leon, Paris’ten geldi yeniden hayatına Bovary’nin... Şimdi platonik olan aşkın yeniden yaşanması dönemiydi... Bu kez de Leon’la yarım kalan aşkı yaşamaya başladı Bovary...

***

“Müzik dersi alıyorum” diyerek evden çıkıyor sevgilisiyle uzun saatler beraber oluyordu... Bir gün sevgilisiyle buluştukları yerden çıkarken, kendisine elbise satan uyanık bir tüccar olan Lhereux’a rastladı Bovary...

Adam kadını yakalamıştı...

***

Zaten bir sürü kıyafet sattığından Bovary’nin ona borcu vardı...

Bu yakalanışı şantaj aracı olarak kullanacağını gösterdi ve yeni borç senetlerini imzalattı kadına...

Aşkları tarafından yıkıma uğrayan kadın, bu kez de borçları içinde ne yapacağını bilmiyordu...

Kocasının bütün parasını bitirmişti... Kocasına babasından kalan malları da tüketmişti...Sevgilisi Leon’dan borç istedi...

Vermedi sevgilisi ona borç...

***

Eski sevgilisi Rodolphe’den istedi...

O da vermedi... Bir eczaneden arsenik aldı içti ve acılar içinde kıvranarak kocasının önünde intihar etti Madame Bovary...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.