Şampiy10
Magazin
Gündem

'Sevgilinle Maldivler’e gitmelisin...'

Rahmetli Yıldırım Aktuna; “İtiraf” programında bana danışmanlık yaparken; söz ediyor Maldivler’den...

-“Al sevgilini git Maldivler’e...” diyor...

-“Denizin üzerinde muhteşem bir konsept... Hayatın tadını çıkartacağın, yaşadığını duyumsayacağın birkaç gün geçir ve dön... Kendini tazelenmiş ve yaşam enerjisiyle dolmuş hissedeceksin...” diyor...

***

Oniki yıl önce; o sırada Star televizyonunda program yapıyorum...

Ayağımı sürüye sürüye, yapıyorum programları...

Yıldırım Aktuna’nın psikiyatristlikten gelme, “hayatı keyif ve mutlulukla yaşama iksirine” sempatiyle baksam da, sözleri bana “çok uzaklardan yankılanan bir hoş sada” gibi geliyor...

***

-“Nasıl gideceğim ki oralara?..” diyorum...

-“Kaç saat sürer kim bilir yolculuk?..”

Tane tane anlatıyor, ilk bineceğim uçağı, aktarma yapacağım havaalanını...

Sonunda küçük uçaklarla gideceğim adayı...

-“Ben üç saat mesafede en sevdiğim şehre Paris’e gidemiyorum üstat...” diyorum...

-“Bu hayatın ortasında ben kim Maldivler kim?..”

***

Böyle diyorum fakat, bir taraftan da içim gidiyor; onun gibi yaşama dört elle sarılan insanlara...

O günlerde; sadece televizyon stüdyosu, montaj seti ve konuk çağırma stresinin arasında;

Hafta sonu alacağım bir sabun masajının...

Yüzme havuzunda atılacak negatif enerjinin...

Ve saunada terlenerek sağlanacak bir gevşemenin vizyonundan ibaret bir hayal dünyasına sahibim...

***

Üzerinden yıllar geçiyor...

Birbuçuk yıl önce; Belek’te dinozor parkının olduğu Maxx Royal’de; uzaklardan bir yerden; “Kemer’de yapılan Maldivler konsepti Maxx Royal’in bitmekte olduğunu” duyuyorum...

***

Kulak kabartıyorum...

Türkiye’de olmasının verdiği kolaylık, iştahımı kabartıyor...

Yıldırım Aktuna’nın “Maldivler’de sevgiliyle hayatı yaşamak” üzerine yaptığı çeşitleme aklıma geliyor...

Yine de;

-”Çocuklar var... Ben kim Maldivler konsepti kim?..” diye geçiriyorum...

***

Hayatta bir şey bir kere akla girmeye görsün...

Mutlaka bir gün bir yerde bilinç üstüne çıkıp, eyleme dönüşüyor...

-“Ben kim; Maldivler kim?..” diye diye; Türkiye’deki Maldivler’e gitmeye karar veriyorum...

Geçtiğimiz Ekim ayındaki Bayram’da ilk kez Kemer’deki otele geliyorum...

Otelin sezon kapanışını beraber yapıyoruz o Bayram’da...

Çocukların okulunun “bahar tatiline girmesine yakın”, yine onlara soruyorum...

-”Nereye gitmek istersiniz?..”

Kızım cevap veriyor;

-”Antalya Kemer... Orada oynayabiliyorum... Mutluyum...”

***

Yıldırım Aktuna’nın “sevgilimle gitmemi önerdiği Maldivler’e” ikinci kez hayattaki en büyük aşklarım çocuklarım ve anne babamla gidiyorum...

TÜRKİYE’NİN LOS ANGELES’I ANTALYA...

Son yıllarda uçağımın Antalya’ya indiği her seferde; şehrin Los Angeles’a inanılmaz benzerliğinin büyüsüne kaptırıyorum kendimi... Altın Portakal film ödüllerinin, neden Antalya’da yapıldığını şimdi daha iyi anlıyorum...

Antalya; Hollywood’un dünya çapındaki “Oscar Ödül Töreni”nin yapıldığı Los Angeles’ın Türkiye’deki ikiz şehri sanki...

***

Havası aynı...

Sahil şeridi çok benziyor...

Evler, tek ve iki katlı olarak enlemesine yapılıyor... Bu yapılardaki dükkanlar, restoranlar; Los Angeles ile Antalya’yı ikiz şehir hüviyetine büründürüyor...

***

İki şehre hakim olan “huzur ve barışın egemen olduğu ılıman enerji”, beni bir başka duygu yoğunluğuna sokuyor...

Antalya’da da; Los Angeles’taki gibi huzurlu ve mutluyum...

Dün Kemer Marina’da teknelerinin yanında otururken bu gerçeği daha iyi anlıyorum...

KEMER’DEKİ MALDİVLER...

Kemer’deki Maxx Royal, Los Angeles atmosferinde; huzur dolu enerji saçan bir Maldivler konsepti sunuyor...

Havuzların üzerine inşa edilmiş, bitişik villalar;

Denizin ılıman sessizliğinde, yeşille örtülmüş doğa...

Uçsuz, bucaksız ve sonsuz Akdeniz... Beni kendimle ve dünyayla bir kez daha barıştırıyor...

***

Milletvekili listelerinin belli olduğu gün, Ankara, İstanbul, İzmir ve tüm Türkiye’de “sonuçlardan memnun olmayanların” birbirlerini gırtlakladığı; sosyal medyada küfürün, tepkinin, aşağılamanın, kusmuğun gırla gittiği saatlerde; etrafım yeşil, yanım boylu boyunca Akdeniz; uzun yürüyüşlere çıkıyorum...

Otelin lacivert havuzunda çocuklarıma yüzme öğretiyorum; onlarla birlikte yüzüyorum...

***

Antalya’nın Los Angeles’ı andıran ılıman ikliminde, Kemer’deki Maldivler konsepti denilen doğanın göbeğinde; “henüz pek kimselerin olmadığı bir cennette; annem babam, çocuklarım ve ben” ailecek küçük bir tatil daha geçirmenin huzurunu yaşıyoruz...

Oynuyor çocuklar...

Akşam o kadar yorgun oluyorlar ki, kendiliklerinden uykuya dalıyorlar...

Yürüyorum, yüzüyorum, yazıyorum, müzikler dinliyorum...

Geçmişte ıskaladığım huzurlardan, bir mütevazı demet yapıyorum benliğime...

MUTLULUK NEDİR ABİDİN?..

Yıldırım Aktuna’dan yadigar, “Maldivler seyahati” dostumun istediği gibi “sevgiliyle gidilen bir yer olamıyor yine...”

Ne ki; en büyük aşklarımdan ikisi yanıbaşımdalar...

Anneyle baba da, oturduklarkanepeden, torunlarını ve denizi seyrediyorlar...

***

Mutluluk nedir diye sorsalar; nasıl cevap veririm acaba?..

-“Milletvekili listelerini bekleyip, istediğin yerden girip girmediğimi öğrendikten sonra, ortalığa ihtiras dolu ‘okkalı küfürler’ salgılamak mı mutluluğun tarifi?..”

***

Telefonla arkadaşlarla konuşuyorum...

-“Ortalık toz duman...” diyorlar...

-“Niye ki?..” diyorum...

-“Çok tepki var...” diyorlar...

-“Neye?..” diyorum...

-“Milletvekili listelerine...” diyorlar...

-“Hep öyle olmaz mı ki?..” diyorum?..

-“Hayır bu sefer farklı...” diyorlar...

-“Hep bu sefer farklı dediğinizi hatırlamaz mısınız?..” diyorum...

-“İşimiz var...” diyorlar;

Telefonu kapatıyorlar...

***

Telefon kapanınca oluşan doğal sessizlik, dikkatimi yeniden dalgaların hışırtısına yönlendiriyor...

Bulunduğum yerlerin birkaç haftaya kadar yabancı turistlerle tıklım tıklım dolu olacağını söylüyorlar bana... “Sessizliğin içinde süzülen dalga hışırtısını” dinliyorum...

Buralarda henüz ortalık toz duman değil... Buralar; henüz toz dumanın sembolize ettiği; medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın istilasının uzaklarında şimdilik...

Şükür...

Yazının devamı...

İşten ayrıldığın an, hayat altından kayar...

Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmenliğinden yeni ayrılmıştı...

Bir gazetecinin yaşayabileceği en zor günlerin içinden geçiyordu...

***

Böyle günleri bilirdim...

Kızıp istifa da etsen;

İstifa etmeden onlar seni istifaya da davet etse; Durum hiç değişmezdi...

***

İki gün önce;

Etrafında dört dönen çevre...

İşinin sağladığı sosyalite...

İşe giderken hissettiğin tatmin...

Seni alan araba...

Ofiste oturduğun oda...

Çalıştığın masa...

Sabah girdiğin toplantı...

Yaratmaya çalıştığın ürün...

***

İşinde sana soru soran onlarca insan... Kendini bulduğunu zannettiğin hayat zenaatin...

İhtiyaç duyulan insan olma hazzın...

Bir yerlerde işe yarayan bir kişi olmanın verdiği tatmin...

***

Gençlik hayallerinin bir kısmının gerçekleşmesinden duyduğun keyif...

Aldığın maaşın, hayatını, çoluğunu çocuğunu geçindirmesinden mütevellit emniyet hissi...

***

Güvenli bir işin varlığından ilham alan gelecek planları...

Aldığın evin taksidini ödeme programı...

Ailenin “eli ekmek tutan çocuk amacına” uygun pozisyonun...

Eşinin ve çocuğunun senden gurur duymasını sağlayan psikolojik misyonun...

Hepsi birden elinin altından kayar...

*****

CUMHURİYET’İN GENEL YAYIN YÖNETMENLİĞİ’NDEN AYRILMAK...

Böyle anlarda insan belli belirsiz bir de utanç duyar...! “Sanki yanlış bir iş yapmıştır” da etraftaki ahali gizli gizli onu parmakla işaret edip, küçümser...

Özgüvenin taban yaptığı günlerdir o günler ve hiçbir planın o sırada işleyeceğine inanılmaz...

***

İşin “biz olduğunu zannettiğimiz”, “işimiz olmadan bir hiç olduğumuz vehametine kapıldığımız” günlerdir o günler...

Karşımdaki genç adam; bu duyguların içinde miydi mi bilmiyordum...

Fakat ben ve çevremdeki birçok ‘ben’ hayatında “işten ayrılmanın verdiği” bu duyguları, peyder pey yaşamış, bedelini de toptan ödemişti...

***

Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapmış ve oradan ayrılmıştı Utku Çakırözer birkaç gün önce...

Çok sevdiğim bir çocuktu...

Beraber çalıştığımız yıllardan sonra uzun yıllardır onu görmemiştim...

En son bıraktığımda, “meslekte birkaç yıllık genç bir Ankara muhabiriydi...”

***

Geçen yılların onu nasıl değiştirdiğini merak ediyordum...

Gazeteden nasıl ve neden ayrıldığını merak ettiğim gibi... Ama bunlar çok önemli değildi...

Benim için gerçekten önemli olan;

“Yanımda çalıştığı ve mutlu çalıştığı için hayatım boyunca manevi sorumluğunu hissedeceğim genç bir gazetecinin, aniden işsiz kalmasının verdiği hüznü gidermekti...”

***

O gün Utku’ya; “Cumhuriyet gazetesinde genel yayın yönetmenliğinden ayrılmasının, gazetenin yazar kadrosundan ayrılması anlamına gelmeyeceğini” dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım...

Cumhuriyet gazetesine genel yayın yönetmeni olmadan önce, gazetenin Ankara Temsilcisi ve köşe yazarıydı Utku... Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrıldığında, köşe yazarı olarak görevine devam ederdi...

***

Bunun yüzlerce örneği vardı Türk basınında...

Sonuçta bir gazetenin genel yayın yönetmenliği idari bir görevdi...

Bir süre sonra biterdi...

Yazarlık ise devam ederdi...

Doğalı buydu...

*****

YARIM KALAN YEMEK...

Ancak Utku; “Boğa burcuydu...”

Kırılmıştı kendisine layık görülen muameleye... Bunu hissediyordum... İçinden gelmiyordu; apar topar genel yayın yönetmenliğinden ayrıldığı gazeteye köşe yazarı olarak devam etmeye...

***

Zorlamadım; zaten zorlayamazdım...

“Umudun Kaf Dağı’nın arkasında gözüktüğü” gündü o gün...

Ondan ayrılırken, “yarım kalmış bir yemek yediğimin” farkındaydım...

Genç genel yayın yönetmeni; “hayatta arzu ettiği bütün yolların tükenmiş göründüğü” o günü, birkaç ay içerisinde “inanılmaz bir mucizeye” çevirmeyi başardı...

***

Dün, Türkiye’yi yönetecek, yeni milletvekili adaylarının hepsinin partilerince açıkladığı saatlerde, onun ismini Cumhuriyet Halk Partisi’nin Eskişehir’de ikinci sırada gördüğümde, içimin taştığını hissettim...

Duyduğum mutluluk, çok sevdiğim Utku; “birkaç ay içinde gerçekleştirdiği mucize”den öteyeydi...

*****

TEMİZ KALP VE MUCİZESİ...

Ben onun temiz kalbinin; hayatta uzun süre kalması muhtemel bir dehlizin oksijensiz karanlığında, ‘durmasından’ endişe ediyordum...

Böylesine temiz kalpli bir adamın, bu kadar duyarlı ve işini yapmaya hevesli bir çalışanın, hayatla ilgili umutlarının kaybolması, hayatın kendisinin yok olması anlamına gelebilirdi...

Bu ise Utku Çakırözer’in hayatından da öteye, hayatın çarklarında “temiz ve dürüst kalmaya özen gösteren insanların yaşamla olan bağlarını yok ederdi...”

***

Öyle olmadı...

Utku Çakırözer; CHP listesinden, Eskişehir’de ikinci sırada aday gösterildi...

Hayat bir mucize şeklinde geri döndü...

Matruşka gibi hücresi olduğumuz “üst akıl”, yarattığı evrenin, doğru, dürüst, temiz ve insanlara katkı sağlayacak değerlerle işlemesi için, yolu mucize yolunu açtı...

***

Onbinlerce güçlü, kuvvetli, arkası kalın ve destekli insanın arasından Utku Çakırözer, milletvekili aday listelerinde ikinci sıraya yerleşti...

İşinden ayrıldığı halde; işiyle değil, insani değerlerinin kendisine kazandırdığı manevi destekle...

Hayat bir kez daha mucizesini gösterdi...

Güçlü gibi görünen değil; hayatın manevi gücünü elinde bulunduran esasen güçlüydü...

*****

UTKU VE ŞAFAK...

Sanırım Utku Çakırözer; tıpkı Şafak Pavey gibi seçim bölgesinden milletvekili seçilerek parlamentoya girecek...

Ateş Hattı’nın çocuklarından ikisi, parlamentoda yürütme gücünün içinde Türkiye’ye yön verecek...

Temiz kalpleri, kurnazlığa ermeyen akılları, üç kağıda ve bel altına işlemeyen müktesebatları ile...

Öldürülmeye çalışılanlar, yok edilmek istenenler, ismi tarihten silinmeye çalışılanlar; hayatta hiç tahmin edilemeyecek yollarla ortaya çıkarlar...

Buna hayatın mucizesi denir...

***

Hayatın mucizesini gösterdiği anlardan biriydi dün yaşadığım olaylar...

Utku (Çakırözer) ve Şafak (Pavey)...

Her canlı için hayat öncelikle çocuklarıdır...

Çocuklar eğer yıllar içinde, dürüst ve temiz kalmışsalar...

Onlardan duyulacak haz insan bir olmanın vazgeçilmez koşuludur...

Şimdi o hazzın keyfiyle, güneyde bir sahil kıyısında sabah güneşinin doğuşunu seyrediyorum...

Yazının devamı...

‘Asırlardır yalnızım...’

“Asırlardır yalnızım...

Pişmanım alın yazım...

Bir öfkeye mahkum ettik her şeyi...

Bir yemin ettim ki dönemem...

***

Hüzün tünellerinde

Soldum kederlerinde...

Cehennemde yansın bu dilim...

Bir yemin ettim ki dönemem...

***

Seni versinler ellere

Beni vursunlar...

Sana sevdanın yolları...

Bana kurşunlar...

***

Kıyametler kopuyor zavallı yüreğimde...

Tükendim, tükendim, tükendim artık...

Hiç mi özlemedin; hiç mi hakkım yok?..

Bir ara, bir sor Allah aşkına...

***

Seni versinler ellere

Beni vursunlar...

Sana sevdanın yolları...

Bana kurşunlar...”

***

Bir sanatçının yarattıklarından, ölümüyle birlikte “akılda kalanlar”, toplumsal algının “duyarlılık ölçüsünü anlatırlar...”

Büyük Usta ; gazetelerde atılan manşetleri, hakkında çıkan yazıları, şarkılarına yapılan atıfları ince bir elekten geçiriyorum...

***

“Yemin Ettim” şarkısı, en fazla sözü edilen, en çok referans yapılan, parça oluyor...

Ne ki; Kayahan’ın ebediyete gidecek “hit” parçası, sadece “Bir Yemin Ettim” sözlerinin içine sıkıştırılıveriyor...

Anlamını yitirtilme uğruna...

İçini boşaltılma pahasına...

*****

AŞKIN VAZGEÇİLEMEYEN GURURU...

Bir yemin ettim; aşkın çaresiz kalmış gururunu anlatıyor... Oysa kimse bundan bahsetmiyor...

“Bir aşkın gururu ve çaresizliğini” anlatmak yerine “yemin ettim sözü; bir kahramanlık tavrına” büründürülüyor...

***

Kayahan “asırlardır yalnızım” diyor... Bundan kimse söz etmiyor...

“Bir öfkeye mahkum ettik her şeyi” diyor bundan da bahis yok...

“Seni versinler ellere;

Beni vursunlar” diye haykırıyor...

Aşkın bu çaresiz haykırışı da günümüzün toplumsal belleğine yazılmıyor... “Sana sevdanın yolları...

Bana kurşunlar...” diye trajedisinin ağıtını yakıyor... Bu da toplumsal kayıtlara geçmiyor...

***

Varsa yoksa, aşktan olup olmadığı bile belli olmayan bir cümleyle; Kayahan’ın aşkını anlattığı bütün satırlar biçiliyor...

-”Bir yemin ettim ki dönemem...”den ibaret bir Kayahan güzellemesi dinliyorum...

Hangi yemin bu?..

Neyin yemini bu?..

Aşkın gururunun yemini değil mi?..

Savaş yemini mi bu?..

***

Kayahan’ın anlattığı aşk, gurur, çaresiz haykırış, yüzyıllık yalnızlık anlamlı değil, “Usta”ya gösterilen vefada... Usta sadece “Bir yemin eden ve dönemeyen bir adam konumunda...”

Neyin yemini?.. Belli değil...

“Büyük kelimelerin ardına sığınarak; sanal siyasi” kahramanlıklara zemin hazırlanması amaçlanıyor...

***

Kayahan’ın “aşkının gururu”ndan, siyasi mücadelelerin, “malzemesi” çıkarılıyor; “Aşk yemini”nin trajedisinden “sanal siyasi kahramanlık öykülerinin çakma sloganları piyasaya sürülüyor...”

*****

FETRET...

“Bir Yemin Ettim ki Dönemem”

Aşkı...

Sevgiyi...

Hüznü...

Yalnızlığı...

Sevgilinin ardından yaşanan hayal kırıklığını...

Aşkının başka sevgililerde bulacağı ‘mutluluklar’ karşısındaki ‘biçare kederi...’

Sonsuz çaresizliğe karşın; gururunun yemine sadık kalan cesaretini...

Anlatıyor...

***

“Türkiye artık duygusal bir hadım sürecinin içinde...” “Bireysel duyguların gittikçe dümura uğradığı bir Fetret Devri”ni yaşıyor...

Böyle bir duygusal fetret döneminde; “aşka ve duyguya zirve yaptıran bir büyük ustanın” şarkılarındaki kıvılcımları yakalamak mümkün olamıyor...

***

Parçayı dün sabah yürüyüşünde birkaç kez dinliyorum...

Büyük Usta’nın parçasındaki bu sözlerin; hayatımın neredeyse bütün büyük aşklarına damgasını vurduğunu fark ediyorum...

***

Bütün aşklarımın;

Aşktan mütevellit bir gururun...

Kendi kendine ve kendi başına edilmiş bir yeminin;

Asırlardır yalnızlığa razı gelen bir duruşun...

Bir öfkeye mahkum edilen aşki bir kahramanlığın...

Ellere gidecek sevgililere rağmen;

Hayatın kendimi vuracak acı gerçeğini kabullenişin...

Sevgilinin sevdalı yollarındaki mutluluğuna karşın...

Kurşunları kabul edecek bir vakurluğun...

Tahteravallisinde geçtiğini anlıyorum...

***

Fark ediyorum ki;

Ben ayrılma kararlarını “Sevgililerin adına alıyorum...”

Kararı ben veriyor gibi gözüküyorum...

Onların aslında bilmeden vermiş olduğu kararı uyguluyorum...

*****

KAYAHAN’IN; KAYBOLAN KADINLARI...

“Asırlardır yalnızım...

Cehennemde yansın bu dilim...

Bir öfkeye mahkum ettim her şeyi...

Bir yemin ettim ki dönemem...”

***

Ne kadar da benzeşiyor bu satırlarla duygularım... “Denizi gören bir mezarlık” vasiyet ediyor Büyük Usta...

Asırlardır yalnız olanlar;

Yalnızlıklarına çare olarak “denizi” ararlar... Onun kenarında “şifa” bulmaya çalışırlar...

***

Bir insanın mezarını deniz kenarına vasiyet etmesi nasıl bir duygu yoğunluğu?..

Ruhunun denizi görmesini istemesi nasıl bir duygu patlaması?.. Böylesi bir vasiyetin duygu yoğunluğunu yaşayan bir Büyük Usta’nın yalnız sessizliğini; “Bir cinnet halini andıran toplumsal kaosumuzun”, duyması mümkün mü acaba?..

Hayır!..

***

Duyamayacağı için;

Cenazesine; hayatını şarkılarında adadığı kadınlardan ziyade; Siyasilerin ağırlığında bir tören damgasını vuruyor... Büyük usta öyle bir cenaze töreniyle veda ediyor insanına...

***

Elbette helal ediyor herkes hakkını Büyük Usta’ya... Ama ben merak ediyorum?..

Şarkılardaki kadınlar;

Onlar ne diyorlar içlerinden ve fazladan acaba?..

***

O kadınlar ki;

Artık eskisi gibi yoklar...

Aşklarıyla, sevgileriyle, cesaretleri ve medeniyetleriyle...

Kitlesel mağdurların arkasında; bireysel mağduriyetleriyle yavaş yavaş gündemden çekiliyorlar...

Şarkıları bile kalmıyor artık yadigar...

Yazının devamı...

Kayahan gibiler varken ölüme mahkumlar şimdi!..

Şarkılardan günün sansasyonel haberlerine atıflarda bulunduğum...

Haberlerden şarkılara referanslar yaptığım günler çoktan geçip gidiyorlar...

***

O günlerde “Odalarda Işıksızım”ı fonda söyletiyorum haberlerimin yapımında...

Kayahan’ın sesi ve müziği; haber bülteninde “olayları anlatabilmek için, bir mecra, bir güfte, bir haykırış, bir sesleniş oluyorlar...”

Şarkıları ve sözleri kullanıyorum; “hayatın ışıksızlığını anlatabilmek için o günlerde...”

***

Kavgaları, ayrılıkları, farklılıkları;

“Bir Yemin Ettim Ki Dönemem” diyen Kayahan’ın sesinden tasvir etmeye uğraşıyorum, kitlelerin bilincinde...

***

Haberi anlatabilmek; haberi ete kemiğe büründürebilmek, hayatı anlatırken insana ve kalbine dokunabilmek için; Kayahan’ı, Sezen’i, Nilüfer’i, Tatlıses’i, Mahsun’u ve daha nice “değer”i haberle miksliyorum...

***

Heyhat!..

Hayatı; sadece politikadan ibaret, “gri bir tonun, kavgalı, dövüşlü, kurgulanmış hakimiyetine büründürmek” isteyenler...

Sanatçının “yaratıcı starlığından” siyasetçinin hayatı yöneten jargonuna geçmek isteyenler;

***

Türkiye’yi, “Çağdaşlığın yaşamı her renginden yakalayan ‘taze’liği yerine, Ortadoğu’nun din, mezhep, etnisite, ideoloji ve hesaplaşma merkezli ayrımlarıyla yeniden formatlamaya” çalışanlar...

***

Yaşamı kucaklayan, ona renk veren, gök kuşağının rengarenk tonlarından eskizler yapmaya çalışan gazetecileri tukaka ediyorlar;

“Algı yöneten profesyonel siyaset manüplatörleri”ne ülkeyi teslim etmek istiyorlar...

***

Onlar Türkiye’yi “sanatçının sanatı; duygunun dili üzerinden toplumsal duyarlılığı yakalama çabasına layık görmüyorlar...”

***

Ortadoğu’da yaşanmıyor çünkü...

Türkiye’yi Ortadoğu’ya formatlayan perde gerisindeki güçler; usta sanatçıları, onların büyülü dünyalarını, muhteşem sanatlarını geniş kitlelerle mıknatıslamaktan ürküyorlar...

***

Sanatçıların geniş kitleler üzerinde “kuyruklu yıldız etkisi bırakan starlıklarının” Ortadoğu’nun toplumsal formatlamasına uygun olmadığını biliyorlar...

Onun için, Kayahan ve onun gibiler; “varken yavaş yavaş yokluğa itiliyorlar...”

Ölüm onların ani dirilişi...

Varken “ölüme mahkumlar” çünkü...

*****

SANATÇILARDA “AŞK VE DUYGU” DEĞİL; SİYASİ DURUŞ REVAÇTA ARTIK...

Kayahan, sanatın ve şarkıların diliyle “kitlelere dokunan usta sanatçıların, gittikçe azalan en son örneklerinden biri...”

Kayahan’ın şarkılarının hit olduğu günler; müzisyenler, besteciler, solistler şarkılarının vurucu gücü üzerinden “kitlelerin ilahı oluyorlar...”

***

Ortadoğu coğrafyası ise bunu istemiyor...

Sanatçıların Kayahan gibi “müziğin ve şarkının evrenselliği üzerinden kitlelerle sihirli bağ kurmalarını” arzulamıyor...

***

Kayahan’ın ve duyguların değil, hayata siyasetin egemen olmasını planlıyorlar...

Sanatçının sanatının duygusal estetiği; takdir-e şayan bulunmuyor...

***

Türkiye uzun zamandır sadece Ortadoğu’daki çatışmaların, siyasi ayrılıkların, ideolojik hesaplaşmaların, coğrafi farklılıkların konuşulduğu bir Ortadoğu ülkesi biçiminde konumlanıyor...

Böyle bir ülkede;

“Yine bana esmer günler düştü Eyvah...” demenin bireysel ve duygusal değil, sadece siyasi karşılığı var...

***

Ortadoğu ülkelerinde sanatçılar zaten; “Odalarda Işıksızım” gibi duygusal vecizelerle değil; “politik davalardaki duruş, davranış ve haykırışlarına” binaen itibarlanıyor, ya da itibarsızlanıyorlar...

*****

KAYAHAN’IN ÖLÜMÜYLE DEĞİL; ŞARKILARIYLA HABERLERDE YER ALDIĞI GÜNLER...

Sanatçının sanatını yüceltmeye çalıştığım, toplumun damarına müzisyenin yoluyla dokunmaya uğraştığım, “Yine Bana Esmer Günler Düştü” şarkısından, hayatın hüznünü anlatmaya çalıştığım günlerde;

-“Bu adam haber değil, magazin ve şov yapıyor” deniyor...

Kayahan; bestelerini ve şarkılarını yüzlerce habere referans yaptığım günlerde “benimle oturup yemek yemek istiyor...

Benim ne yapmak istediğimi anlamaya çalışıyor...”

***

Ona o akşam yemekte “parçalarının, sözleriyle melodilerinin, hayatı damardan yakaladığını, haberin dilini o şarkıların diliyle birleştirerek geniş kitlelerle duygusal iletişimde mucizeler yarattığımı” söylüyorum...

İlgiyle dinliyor sözlerimi...

***

Artık ne Kayahan ne de o günler varlar...

Biteviye ve bitmek bilmeyen gevezeliklerin adına televizyon programı deniyor bugünlerde... Bu programlarda en çok arz-ı endam edenlere de televizyon starı...

***

Zaten basın toplantılarının canlı yayını; “Sabahları 10-11 sularında kadın kuşaklarında başlıyor...”

Sabah 11’de bütün kanallarda; “Türkiye’nin sanayi yatırımlarını öğrenme dersine giriveriyoruz...”

Sabahın güneşle ışıldayan saatlerinde; sanayi toplumundaki yatırımları öğrenmeye koşullanan bir toplum, hayatın “eğlencesi” olarak da geceleri “televizyondaki manüplatörlerinin hezeyan ve kavgalarını” dinliyor...

*****

“ALLAHIM NEYDİ GÜNAHIM?.. BEN NERDE YANLIŞ YAPTIM?..”

Kayahan gibi sanatçıların “söyledikleri şarkıların karşılığı yok” Türkiye’nin yeni siyasi çehresinde... Daha çok “ölümleri” sükse yapıyor onların... Yarattıkları eserlerin “yaratılmaya çalışılan yeni hayata tekabül etmemesinden” olsa gerek!..

***

Sanatçılar; sadece politik görüşleri, duruşları ve olaylar karşısında yaptıklarıyla varlar yeni sistemde...

Şarkılarıyla, besteleriyle, güfteleriyle değil... Politika borsasına göre itibar kazanıyor ve kaybediyorlar...

Türkiye “Odalarda ve Ortadoğu’da Işıksız” bir hayatın yansımasını yaşıyor...

***

Bizlere kalan onun bir şarkısını “sessizce mırıldanmak şimdi...”

“Allahım neydi günahım...

Günahım neydi Allahım...

Can yoldaşım; arkadaşım...

Ben nerde yanlış yaptım?..”

Yazının devamı...

Kayahan’la bir Tarabya gecesi...

Haberin içinde ve zirvesinde olduğum yıllar...

Kendimi bildim bileli “haberci”yim, “habercilik yapıyorum...”

Mesleğimi, aidiyetimi, ekmeğimi “haber”den kazanarak yaşıyorum...

***

Bunca popülariteye...

Haber yapmanın verdiği bunca misyona, güce ve erke...

Hep içimin bir yerlerinde;

“Yaptığım haberin 24 saatlik bir ömrünün olduğu”nu biliyorum...

***

Bize öğretmişler...

Gazete 24 saat yaşar...

Ertesi gününün gazetesi çıkana kadar... Sonra gazeteleri, pazarda kesekağıdı yaparlar...

Yaptığınız haberler, yazdığınız yazılar, çektiğiniz fotoğraflar, sebze ve meyvelerin içine konduğu kağıtta birer poşet olurlar...

***

Televizyon haberinin ömrü gazete kadar bile olmaz...

Haber bülteni çıktığı anda haber biter... Birkaç dakika, sabahtan akşama yaratılması için uğraştığınız haberi bitirir, tüketir ve gider...

***

Sanatçının eserinin “kalıcı”lığıyla, gazetecinin yarattığı ürünün; “dayanıksızlığı”, beni tarifsiz kederlere sürüklüyor o günlerde...

***

Gazeteci olmak güç sahibi olmak demek... Veya güç sahibi olduğunu zannetmek...

Gazeteci olmak, hayatı yönetenlerle içli dışlı, yaşamı başka bir pencereden yaşamak demek...

Gazeteci olmak, kimsenin giremediği kapıdan girmek, kimsenin bilmediği şeyleri önceden bilmek, kimsenin arka kapısını öğrenemediği olaylara dört başı mamur vakıf olmak anlamına geliyor...

***

Haber hızlı...

Üretimi de tüketimi de...

Haber popüler... Haber, güç...

Haber sosyalleşerek geniş ve etkin çevreye hayatın kadrajını çizmek demek...

***

Ancak bunların hiçbirisi kalıcı bir özellik taşımıyorlar...

Büyük çoğunluğu kalbe değil, akla ve mantığa sesleniyorlar...

Farkındayım ki; günlük akla ve gündelik yaşama seslenen şeyler; “yoğun ilgiyi yakalasalar da kalıcılığı sürdüremezler...”

***

Habercilik 24 saat ömrü olan bir meslek... Her 24 saatin bitiminde; hayat yeniden başlıyor...

Oysa müzisyenlik ve esasen sanatçılık; “duygulara ve kalbe” hitap eden bir evrensel estetik...

“Güncel”in peşinde koşmak değil; evrenselin peşinde koşmak mesele...

***

Aşkı, duyguyu, sevgiyi, sezgiyi, kalbi, umudu, umutsuzluğu, yaşamı, sevinci, haykırışı, hüznü ve kederi; “estetik bir sanat diliyle” besteliyor, yaratıyor, yorumluyor; sanat... Güzel bir haberi, 24 saat konuşuyor insanlar...

Güzel bir besteyi, şarkıyı ise yıllarca söylüyor dilden dile milyonlar...

***

Söylerken insan; duygulanıyor, hüzünleniyor, ağlıyor, seviniyor, mutlanıyor, keyifleniyor...

Kendini buluyor, kendini yaşıyor her parçanın tınısında, nakaratında, melodisinde...

***

Kayahan’la Tarabya’da “Garaj” lokantasında bir akşam yemeği için buluşuyoruz...

Yanında menajeri var...

Benim de yanımda haber merkezinden bir iki müdür...

Onun sanatını yeterince duyuramamaktan muzdarip olduğunu anlıyorum o gece...

Ben ise “milyonlara duyurduğum sesin, sanat olmadığına hayıflanıyorum içte içe...”

Birbirimizin dünyalarına bakarak, hayatı anlamlandırmaya çalışıyoruz...

Keyifli bir gece geçiriyoruz...

***

Ben ona sanatı, o bana haberi soruyor... Sonraki yıllarda haberle ne kadar ilgileniyor bilmiyorum...

Ben ise “sanata” ilgimi gittikçe artırıyorum... “Habere olan ilgim azaldıkça, edebiyata, sinemaya, müziğe vazgeçilmez bir sevgi duyuyorum...”

Siyah Beyaz Bir Aşk Hikayesi’ne gelene kadar...

KADINA YAZILIRKEN, HAYATA DAMGASINI VURAN AŞK...

Parçayı dinlediğimde; “yaşadığım aşkları değil, yaşadığım tek bir aşkı” hatırlıyordum...

Kayahan; Siyah Beyaz Bir Aşk Hikayesi’ni “büyük aşkı olan bir kadına yazmıştı...”

***

Parçanın içindeki söylediği; aşk yaşadığı kadına okuduğu metinden; kadının sanki beraberinde çocuğu da var gibiydi...

Bir ailenin esintisini içermekteydi...

Muhtemelen Kayahan’ın karısını ve ilk çocuğunu sembolize etmekteydi...

***

Her halükarda büyük bir aşk, derin bir sevgi, dolu dolu bir yaşanmışlık vardı sözlerinde, melodisinde...

***

Ne ki ben parçayı dinlerken;

Sözlerinde hissettiğim şey;

“Kadınlarla tam yaşayamadığım aşkların; bana yadigar kalan kısmını yaşadığım “Siyah-Beyaz aşkımdı...”

***

Siyah Beyaz Bir Aşk Hikayesi parçasını o kadar sevmiş, o kadar siyah beyaz renklerle özdeşleştirmiştim ki, o kadar Beşiktaş’lı yapmıştım ki; yöneticilik yaptığım günlerde yeni açılan İnönü Stadı’nın açılış parçalarından birisi o parça oluverdi...

***

Böyle yapmamın bir nedeni vardı...

O yıl yönetim olarak İnönü stadının tribünlerini ilk kez, sahaya çok yakın yaptırmıştık...

Koltuğundan ayağa kalkan seyirci, tek hamleyle sahanın içine girebilecek durumdaydı...

İngiltere Premier Lig takımlarından esinlenmiştik bu uygulamayı...

İçimizde derin tartışmalar olmuştu;

-”Seyirci sahaya iki adım atar girer, olay çıkarsa ne yaparız?..” diye...

Sonunda herkes bir önlem almaya çalıştı...

Ben; ustanın “Bizimkisi Bir Aşk Hikayesi; Siyah Beyaz Benim Gibi Biraz” şarkısını kayda aldırmıştım...

***

Maçın başında ve devre arasında, ikişer kez bu parçayı çaldırıyor, taraftarda oluşacak agresif harareti eritmeye çalışıyordum

Kayahan’ın şarkısı “tribünleri coştururken, saldırganlığı söndürüyordu...”

Bu etkisinden yararlanarak olayları çıkmadan engellemeye uğraşıyordum...

***

Kayahan bu parçayı Beşiktaş için seslendirmemişti...

Galatasaray’lıydı o...

Yaşadığı siyah beyaz aşk hikayesi de Beşiktaş’la yaşadığı bir aşk hikayesi değil, bir kadınla yaşadığı aşk hikayesiydi...

Ama sanat eseri, çoğu zaman yaratanını aşar...

Anonimleşen kimliği geniş kitlelerin arzuladığı bir hüviyetin karakterine bürünür...

“Usta”nın şarkısı “yaşadığı

büyük aşkın ötesinde, siyah beyaz aşkların unutulmaz sembolü oluyordu...”

“Bizimkisi bir aşk hikayesi

Siyah beyaz film gibi biraz

Gözyaşı umut ve ihtiras

Bizimkisi alev gibi biraz

***

Bizimkisi bir aşk hikayesi

Siyah beyaz film gibi biraz

Ateşle su dikenle gül gibi

Bizimkisi roman gibi biraz

***

Bu güller senin için

Bu gönül ikimizin

Hiç üzülme ağlama

Sen gülümse daima

***

Bizimkisi bir aşk hikayesi

Siyah beyaz film gibi biraz

Hüzünlü sonbahar kapısından

Çıkmak gibi aydınlığa biraz...

Yazının devamı...

Çarşı’nın esbab-ı mucizesi...

Dün öğlen haberi Hürriyet’in internet sitesinden görüyorum...

Bir çırpıda okuyorum...

Yüreğim ferahlıyor...

Hayatın doğal gerçeğinin...

Eşyanın tabiatının...

Varoluşun şaşmaz natürünün...

ÇARŞI’nın esbab-ı mucizesinin...

Anlamı bir haber bu...

***

Şöyle diyor;

“Kamuoyunda ‘Çarşı davası’ olarak bilinen, Gezi olaylarında ‘hükümeti devirmeye teşebbüs’ ettikleri iddiasıyla suçlanan 35 sanığın yargılanmasına İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi...

Yaklaşık 2 saat süren davada ilginç gelişmeler yaşandı..

İddianamede şikayetçi olarak görülen polis memurları, Çarşı Grubu’ndan şikayetçi olmadıklarını söylerken yine iddianamede ‘bomba düzeneği’ olarak geçen ve sanıklardan birinin evinde bulunan ‘pet şişe ve içindeki madde’ tanık polisler tarafından doğrulanmadı... Dava 26 Haziran’a ertelendi...

Çarşı Davası’nda karar muhtemelen 26 Haziran’daki duruşmada açıklanacak...”

***

O an aklıma 18 Aralık’ta yazdığım “Çarşı” yazısı geliyor...

“Bomba düzeneği olduğu söylenen maddeyi” tanık polisler doğrulamıyorlar artık...

Tanık polisler Çarşı grubuna yönelik “şikayetlerini bir bir geri alıyorlar...”

Çarşı grubunun üyeleri; “bizim darbeyle işimiz olmaz...” diyorlar...

Çarşı’nın esbab-ı mucizesini anlattığım 18 Aralık 2014 tarihli yazı gözümün önüne geliyor...

***

İnsanın hayatının belli anları vardır... Zor zamanlarda, akıntının ters estiği yıllarda, aylarda, günlerde; yüreğinizin sesini dinler, akıntıyı es geçer, ‘sağır edici enformasyon bombardımanını’ aklın süzgeciyle sezer ve “inandığınız insani duruşu” sergilersiniz...

Nadir ve nadidedir o anlar...

O anlardan biriydi 18 Aralık 2014 günü kalemden çıkan ÇARŞI’nın esbab-ı mucizesi yazısı...

*****

YAŞASIN ÇARŞI...

Üç büyükler arasında;

En büyük haksızlıklara uğramış bir kulüp...

Hakemlerin gadrine en çok uğramış bir camia...

Haksızlıklara...

Göz göre göre elinden alınan şampiyonluklara...

Onursuz birinciliklere karşın...

Şerefli ikinciliklerden mütevellit teselliyle yetinen bir aidiyet...

***

Hakem kırmızılarına...

Federasyon kayırmalarına...

Futbol ilahlarına karşı...

Desibeliyle ayakta kalmaya çalışan bir isyan;

***

Yeşilin üzerinde; siyah giymiş adamların “beş kartla kırmızıya boyadığı takımın” çaresiz isyanını;

“Sendeki bu büyük taraftar...

Bir gün coşar bir ağlar...

Seni bu sesler oyalar...

Aldırma Kartal Aldırma” şeklinde teselli haline getiren bir grup...

Gücünü nasıl silahtan, tanktan, toptan, tüfekten ve namludan alan bir darbenin mimarı olabilir?..

***

Mahkeme Başkanı soruyor;

-“Darbe yapmaya çalışmakla suçlanıyorsunuz...”

Cem Yakışkan cevap veriyor;

-“Darbe yapacak gücümüz olsaydı, Beşiktaş’ı şampiyon yapardık Hakim Bey...”

***

Bir ahval bu kadar sarih izah edilebilir mi acaba?..

Bir durum böylesine veciz özetlenebilir mi?..

Ezelden beri yaşatılan bir mağduriyet; bu kadar “ibretlik vesika” niyetine tarihin kaydına geçebilir mi?

***

Beşiktaş;

Bir asrı aşan tarihinde ne zaman “darbeyle şampiyon oldu ki, cefakar taraftarı darbeyle iktidar değiştirmeye talip olsun?..”

Beşiktaş Ve Çarşı “darbeci olamaz...” Beşiktaş’ın ve Çarşı’nın kültüründe “darbecilik” olamaz...

Darbeci olsaydı, “iktidarı darbeyle değiştireceğine önce darbe yöntemleriyle şampiyon olmaya çalışırdı...” Beşiktaş ve Çarşı...

Darbeci bir kulübün metazori şiarı;

“Şerefli İkincilikler” olmaz...

O “geni” şerefli ikinciliklerde bulmazsınız...

***

Şampiyonlukları elinden alınan bir kulübün asi ruh sahibi taraftarı, güçten ve namludan ‘iktidar’ ummaz...

Mağrurun yöntemlerinden, hayatı boyunca çile çekmiş bir taraftar grubu, silahın vurucu gücünden fantezi üretmez... Şikelerden mağdur ve muzdarip olmuş bir aidiyet; “şikeye ve darbeye” tenezzül etmez..

***

Beşiktaş ve Çarşı demek protesto demek olabilir...

Asi ruh anlamına gelebilir...

Che Quevera’ya, Deniz Gezmiş’e öykünebilir...

Ne ki; zinhar Pinoche’ye, Salazar’a, Franco’ya; Hitler’e ya da türdeşlerine öykünmez... Çarşı’yı asabilirsiniz...

Ama Çarşı’yı darbeci yapamazsınız...

***

Çarşı darbeci olmaz...

Çünkü; Çarşı olmak; halk olmak, halkın içinde, halkın kendisi olmak demek...

Çarşı Ruhu darbeci olmaz...

Çünkü Çarşı olmak; haksızlığı protesto demek, mağduriyete isyan demek, vicdan demek, haksızlığa karşı hak diyerek; “mağdur bir vakur” halinde bunu savunabilmek demek...

***

Darbenin ideolojisiyle; ÇARŞI’nın ideolojisi birbirine geçmez... Birbiriyle örtüşmez...

Birbiriyle uyuşmaz...

Ten uyumu gerçekleşmez...

Vuslat hasıl olmaz!..

***

Çarşı “güç” değil; güçsüzün sesidir...

Çarşı; tanklarla, toplarla, namlularla yapılan darbe değil...

Tanklara, toplara karşı durabilen etten, kemikten, duygudan, kalpten bir insani protesto demektir...

Tanklar ve namlular ne kadar silahsalar... Çarşı o kadar insan; o kadar et, kemik, o kadar kalp, o kadar ruhtur...

Halk darbeci olmaz...

Çarşı halktır, sivildir, darbeci olmaz, olamaz...

***

Çarşı’nın ne büyük mağduriyetlerin...

Ne büyük ideallerin...

Ne kutsal direnişlerin...

Ne bitmez bir asi ruhun...

Rüyalarda bile kavuşulamayacak ne hayallerin... Eseri olduğunu Gülay Sözmen şöyle anlatıyor; Mahkeme Başkanı;

-“Telefonda ‘Çarşı yürürse ihtilal olur’ demişsin...” diyor...

Gülay Sözmen cevap veriyor;

-“Ya biz Çarşı’yız Hakim Bey... Hissederiz öye kendimizi... Ne ihtilali?..”

***

“Bu asla veda değil...

Biz yine geleceğiz...

Halayla türkülerle...

Yer gök inleteceğiz...

Taş olsun şu kalbimiz...

Unutsak bir an seni...

Seviyoruz Beşiktaş...

Evvel ezelden beri...”

Yazının devamı...

Suikastten 40 yıl önce...

Evin içinde arada bir konuşulan siyasetin dışında; ne ilgim ne alakam vardı siyasi konulara...

Basketbol maçlarına giderdim...

Futbolu takip ederdim...

Semtin en iyi futbolcularından biriydim...

Kız arkadaşlarımla “pub”lara takılmaya o yıl başlamıştım...

Pop müziği kızlarla beraber ‘pub’larda dinlemeyi, dersleri sürekli asmayı o yıl keşfetmiştim...

Briç ve okey oyunlarına bodoslama dalıyor, beş dersten Haziran’a kalarak daha lise ikinci sınıftan; “Okul’un zor öğrencileri” arasındaki yerimi alıyordum...

***

O günlerde bir mahalle arkadaşımın, yakın semtte oturan; Ankara Atatürk Lisesi’nden bir sınıf arkadaşı bize takılmaya başladı...

Değişik bir çocuktu Sedat...

Benden iki yaş büyüktü...

O güne kadar hiç duymadığım fikirler, sözler ve kavramlardan bahsediyordu...

Felsefeden, sosyalizmden, kapitalizmden, emperyalizmden, burjuvaziden, proletaryadan, hakim sınıflardan, ezilenlerden oluşan bir dizi yeni kavramla tanışıyordum...

***

Şaşırmış, ilgiyle izlemeye başlamıştım...

Söylediği şeylerden çok; “hali, tavrı, vücut dili, olaylara bakışı ve serinkanlı duruşu” beni daha çok etkiliyordu...

Tavırlarında ve davranışlarında gördüğüm tutarlılık, ne yaptığını bilir bir prensip, “gençlik arayışları içerisinde olan ben”i içine çekivermişti...

***

Kızlarla ilişkilerimden...

Dinlediğim pop müzikten...

Oynadığım briç ve okeyden...

Astığım derslerden...

Rüzgar gibi estiğim solaçık mevkiinden...

İzlediğim futboldan, basketboldan...

Cumartesi filmlerimden...

Pota altında çıktığım ribauntlardan, atmaya çalıştığım ‘deliksiz’lerden...

Çok daha fazla etkili olmaya başlamıştı üzerimde;

Felsefe, sosyalizm ve dünyayı değiştirmenin “derin”likleri, beni içine alıvermişti...

***

Bu dediğim olay;

Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın çalıştığı küçük odada, rehin alınıp; saatler sonra öldürülmesinden tam 40 yıl önceydi;

1975 Bahar’ıydı;

“Dünyayı değiştireceğine inandığım hayata ilk adımımı attığım o günler...”

40 yıl beklemem mümkün değildi...

En fazla 10 hadi bilemedin 20 yıl içinde “cennet gibi bir ülkeyi kuracağımıza, özgür gibi ülkede yaşayacağıma, mutlu ve adil bir hayat süreceğime” inanıyordum...

***

40 yıl içinde bunların hiçbiri olmadı...

Aynı olaylar, bir başka minval üzerinde sanki başka bir şey tezahür ediyormuşcasına, binlerce kez tekrarlanmaya başladı...

Fasit bir daire şeklinde...

*****

SELİM KİRAZ SUİKASTİNDEN ÇIKARTTIĞIM GERÇEKLER...

Önceki gece; Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın odasında sonuç vermeyen pazarlıklarda da kurtarılamayarak öldürüldüğünü öğrendiğim an;

Kırk yıldır süren “bu korku filmi”nin hala karşılıklı cephelerde bir “siyasi kurtuluş ve rövanş mücadelesi! halinde sürdüğünü” görüyordum...

***

Yaşamı kendi dünyalarında, “kimseleri toptan kurtarmaya soyunmadan”, yaratıcı işler yaparak, çevresine, insanlara ve hayata değerli katkılar sunarak; yaşayan bir insan olarak geçirmekten ibaret bir hayatım olsaydı; o hayat nasıl bir hayat olurdu acaba?..

Kim bilir?..

40 yılın sonunda; “insanları yok etmekten başka hiçbir işe yaramayan beyhude bir intikam, hesaplaşma, rövanş ve yok etme kültürünün, rahle-i tedrisinden geçirilmiş olmam bana ne kazandırdı acaba?..”

Sanırım çocuklarıma “farklı bir hayatı” anlatma ve aktarma becerisi...

*****

HÜCRE HAFIZASI YOLUYLA ÇOCUKLARIMA AKTARACAKLARIM...

Hayatı uzunca bir zamandır kendimden ibaret görmüyorum...

Koskoca bir “evren”in, insan denilen Matruşka hücresinde yaşamaktan ibaret olduğumu, üzerimde ‘çevremdeki bütün insanları, canlıları kapsayan bir üst akıl olduğunu, o aklın bulunduğu çok daha devasa bir kozmosun varlığının’ uzun zamandır farkındayım...

***

Hücre hafızası; DNA’lar yoluyla, dedelerimden, annemden babamdan aldığım hücre hafıza kayıtlarımın; çocuklarıma da geçtiğinin farkındayım...

Annemle babamın son 40 yılın Türkiye’sini; ben doğamadan yaşamadıklarını, sonuçlarını ve anlamlarını kavrayamadıklarını; bana bir DNA hücre hafızası şeklinde aktaramamış olduklarını biliyorum...

***

Ancak ben bu hafızaya artık sahibim...

Bunun DNA’sını hücre hafızalarımda muhafaza etmekteyim... 40 yılda yaşadıklarımın anlamlarını, sonuçlarını, hayat derslerini; çocuklarıma aktaramam, “bir evlat, bir baba; ve geçmişten geleceğe uzanan köprü konumunda bir hücre olarak misyonum gereği...”

*****

ÖLÜM KUSMAYIN!..

Mahalleye gelen Sedat isimli gencin “vücut dilinden etkilenip, dünyayı ve Türkiye’yi toptan kurtarmayı düşlediğim günlerden bu yana geçen 40 yıl içinde; yaşadığım siyasi cinayetler, hesaplaşmalar, istihbarat oyunları; linçler, suikastler; artık başka hafıza kayıtlarını çocuklarıma vermemi öğütlüyor...

***

Onlara;

‘Sadece çevrenize, insanlara katkı sağlayacağınız meslekler ve yaratıcılıklar peşinde koşun...’ diyeceğim...

“Hesaplaşmayın mümkün olduğunca; hesaplaşmanın büyük kısmını “Allah’a” bırakın...

Siz, sevgi ve katkı sunmaya devam edin, hayata, insanlara, canlılara ve doğaya...” diye telkinde bulunacağım...

***

“Ölümler kusmayın;

Ölüm kusanların yanında kalmayın...

Çatışan kültürlerin içinde hayatınızı heba etmeyin...

Çatışanları çatıştırmamak için çabalarken, kendiniz de o çatışmaların içinde kalmayın...”

diye not düşeceğim...

***

Hayatın esasen;

Yaşarken çevrene ve insanlığa katkı sunmak...

Değerler yaratıp onları evrenin kullanımına sokmak...

Hayattan çok şey öğrenip, öğrendiklerinin rezümesiyle hayatı kolaylaştırmak...

Yaşamın şifrelerini çözmek sanatı olduğunu...

Gün gelip onların da mümkün olursa, edindikleri bu bilgileri, hücre hafızası yoluyla DNA’ları üzerinden kalıtımsal olarak, bir sonraki kuşağımıza aktaracaklarını söyleyeceğim...

“Benim çıkartabildiğim hayat bundan ibaret...

Gerisi size emanet...” demeye çalışacağım onlara, mutluluk ve huzurlar dileyerek...

Yazının devamı...

Amerika Ortadoğu’da neden başarısız oluyor?

İnsan hayatlarını korumak...

Suçluları bulup masum insanların huzur içinde yaşamalarını sağlamak konumunda bulunan devlet görevlilerinin; zaman zaman bizzat ‘suç’un bir parçası olabileceklerini ilk kez 8 yaşında Gecenin Sıcağında (In the Heat Of The Night) filminde izliyorum...

Hiç unutamıyorum o filmi...

Sidney Poitier’in oynadığı ve o yılın en iyi erkek oyuncu, en iyi film, en iyi müzik, en iyi senaryo ve en iyi sinematografi dallarında tam 5 Oscar’ını kazanan filmini izlediğimde 1968 yılının başları ve ben 8 yaşındayım...

***

Devlet için çalışan polis, dedektif, istihbarat elemanı gibi görevlilerin “suça iştirak edecekleri, suçun bir parçası olacakları, hatta suçun bizzat kendisi haline gelecekleri” gerçeğini; Türk filmlerinden izleyemediğim günler o günler...

Amerikan filmlerinden “bu gerçekleri” izleyebiliyorum...

Kasaba şeriflerinin, polislerin, devlet yetkililerinin; nasıl suç şebekelerinin elinde birer oyuncak haline geldiklerini izleyebildiğim o Amerikan filmlerini seviyorum...

***

Kendi düzenini eleştiren insanları ve sinemaları gözümde kutsuyorum...

Her ne kadar 5 CIA görevlisinden oluşan bir hücre timinin Mission Impossible (Görevimiz Tehlike) dizisinde; Amerikan CIA ajanlarının, hep iyiyi temsil eden operasyonlarını, büyük merak ve keyifle seyrediyor ve bu durumu hiç sorgulamıyorsam da;

Bilinçaltımda; “Amerikan ajanlarının yaptıkları kötü şeylerin de, Amerikan film endüstrisince dibine kadar eleştirilebileceğini” düşünüyorum...

***

Dün D-Smart’ın film kanalında karşıma “yaşamımın bende ilk algısını oluşturan” Gecenin Sıcağında filmi çıkıyor...

Heyecanla filmi izlemeye başlıyorum... 48 yıl öncesinin Amerika’sında; “kasabalarda işlenen cinayetleri; kasaba şeriflerinin umursamaz hallerini, kasaba zenginlerinin suça meyyal olanlarıyla işbirliği içinde oldukları gerçeğini; onların nasıl oyuncağı haline gelebildiklerini” bir kez daha görüyorum...

Kasaba şeriflerinin kompleksi ihtiraslarının; “hayatı nasıl berbat ettiğini” bir kez daha yaşıyorum...

GECENİN SICAĞINDA SİDNEY POİTİER VE GÖREVİMİZ TEHLİKE...

Filmde; Amerika’nın Missisipi eyaletinde bir kasabada gece yarısı bir cinayet işleniyor...

Polis; korkunç bir vurdumduymazlık, baştan savmacılık ve olayı birinin üzerine atıp örtme şeklinde tezahür eden tavrını görüyorum...

Kasabanın şerifi; o sırada istasyon civarında dolaşan Sidney Poitier’i “katil” diye alıp nezarete götürüyor...

***

Kasabanın şerifi; yakaladığı!!! siyahi adamın cebindeki dolarlara bakarak, siyahi olmasını ırkçılıktan güç alarak aleyhine kullanarak; onun katil olacağına hükmediyor...

“Ne zaman itiraf edeceksin de kurtulacaksın?..” diye onu sıkıştırmaya başlıyor... Sorgu esnasında; Amerikalı şerifin “katil” damgasını vurmaya çalıştığı siyahi adam, Philadelphia eyaletinde bir polis olduğu ortaya çıkıyor...

Bölgenin en profesyonel ‘cinayet uzmanı’ olarak görev yaptığı belirleniyor...

Philadelphia’daki polis şefiyle konuşuluyor;

Philadelphia’daki şef; “siyahi dedektifin kasabada kalıp, cinayeti çözmesini istiyor Kasaba Şerif’inden...

***

Kasaba şerifi, “üst”lerinin ısrarlarıyla, kendi ihtiyacı olduğundan, siyahi dedektifin, ‘otopsi yapmasını’ kabul ediyor...

Bu arada başka bir şüpheliyi yakalıyor ve katili yakaladığını zannederek, “otopsi sonuçlarını bile vermeden dedektifin kasabadan ayrılmasını istiyor...”

Dedektif; ‘katil’ diye yakalanan şüphelinin “solak olduğunu” fark ediyor...

Oysa katilin aldığı darbe izinden katilin öldürücü darbeyi sağ elle vurduğunu anlatıyor...

***

Şerif onu dinlemiyor bile...

Otopsi sonuçlarına el koyarak dedektifin bir kez daha kasabayı terk etmesi için onu sıkıştırıyor...

Terk etmeyince siyahi dedektifi bir kez daha içeri atıyor...

Olaylar müthiş bir heyecan fırtınasının içinde bu minvalde devam ediyor...

Siyahi dedektifi oynayan Sidney Poitier, pes etmiyor...

Kasabanın şerifi ise “her seferinde başına bir başka bela açıyor...”

Kasabanın güçlüleri ise siyahi dedektifi yok etmenin planını yapıyorlar...

İÇİMİZDEKİ “AMERİKAN KASABA ŞERİFLERİ...”

5 Oscar’lı Gecenin Sıcağında filmini 47 yıl sonra yeniden izlerken; Amerika’nın Türkiye’de ve genelde Ortadoğu coğrafyasında, bunca gücüne rağmen neden “başarısız operasyonlara imza attığını” daha iyi anlıyorum...

Amerika Ortadoğu’da tıpkı bir zamanlar kasabalarındaki şerifler ve sağladıkları düzen gibi bir düzene mahkum ediyor kendisini...

***

Amerika’nın Ortadoğu’da kendisine “yerel ajan ve eleman” olarak seçtiği adamların önemli bir kısmı, tıpkı “kasabanın şerifi” rolündeki polisler gibiler...

Ağır komplekslerden muzdarip, Amerikan çıkarını uyguluyorum diye kendi ihtiraslarını, gündemlerini, intikamlarını, rövanşlarını ve çıkarlarını kollamaya çalışan “kurnaz” karakterler onlar...

***

“Yerel elemanların ve ajanların”, Amerikan Oscar ödüllerini alan filmlerdeki “kahraman dedektiflerle, Tom Cruise’un oynadığı Görevimiz Tehlike’yle uzaktan yakından ilgisi yok...”

Onlar kasaba şeriflerinin oynadığı “gaddarlığı, intikamları, cellatlığı” oynuyorlar...

Tıpkı 40-50 yıl önce kasabalarda yaptıkları gibi; “Suçsuz yere insanları hapse tıkıyorlar, başlarına bela açıyorlar, onları kasaba dışına atıp, suç cennetlerini yaşatmaya uğraşıyorlar...”

Birçoğunun içi, Amerikan efsanesi Rambo filminin kasaba şerifi karakteri gibi, suçsuz insanlara yönelik hınç, intikam ve kötülüklerle dolu...

***

Amerika Ortadoğu’da ve bu arada Türkiye’de, 40-50 yıl önce kendi kasabalarında yaşanan, “gaddarlığı, suç şebekeleriyle içli dışlı grift ilişkileri” suçun bizzat unsuru haline gelen ‘yerel elemanlar gerçeğini yaşıyor ve bunun sonuçlarını; “kendisine yönelik düşmanlık olarak biçiyor...”

ÇOCUKLUĞUM MU YOKSA CELLATLAR MI KAZANACAKLAR?..

Bunların içinde ihtiraslı ve kötü Kasaba Şerifi rolünü benimseyip; Türkiye’de ortalığı birbirine kattıktan ve herkesi kendisine düşman ettikten sonra; “insanları teker teker hapse attıran operasyonların sahibi istasyon şefi Hanımefendi’si üzerinden Amerika’ya kapağı atan bir parlak eleman var...”

Hamisi Hanımefendi ile birlikte; iştirak ettikleri ve bizzat kendisi haline geldikleri “suçlar”ın Amerika’ya ve Batı dünyasına verdiği zararlar etkiler ve berbat imaj, neyle ölçülür, nasıl giderilir bilmiyorum...

***

Ben Amerika değilim...

Amerika’nın çıkarlarının nasıl ve kimler üzerinden kollanacağını da bilmem...

Ben çocukluğumu ve filmlerimi isterim... Sidney Poitier’i öldürmeye ve hapse

tıktırmaya çalışan Kasaba Şerifi’nin başına ne geleceğiyle ilgilenirim...

***

Rambo’yu, ormana gönderen ihtiraslı, kompleksli, cellat gibi davranan Kasaba Şerifi’nin layıkını bulmasıyla meşgul olurum...

***

Çünkü onlar benim filmlerim...

Onlar benim çocukluğum...

Onlar benim hayallerim...

Onlar benim mutlu sonlarım...

Onlar benim sinemalarım...

***

47 yıl sonra ağırmış saçlarıyla, Oscar sahnesine çıkan Sidney Poitier’in “ağlatan konuşmasını” dinleyeli daha bir ay oluyor... Acaba Ortadoğu’da ve Türkiye’de “Kasaba’nın Şerifi mi kazanacak?..” Sidney Poitier’in temsil ettiği karakterin gerçeği mi?.. Çocukluğum mu kazanacak cellatlar mı?.. Bu sorunun cevabının peşinde;

Terry Jaks’in söylediği; Seasons In The Sun’u (Güneşteki Mevsimleri) düşlemekteyim...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.