Şampiy10
Magazin
Gündem

İçki ve sigaralı sofralardan uzakta...

Diş ekimi yapılırken, Belçika’lı uluslararası implamantasyon uzmanı Eric Van Dooren soruyor;

-“Sigara kullanıyor musun?..”

-“Hayır...” anlamında başımı ve elimi yukarı kaldırıyorum...

Önce bu sorunun neden sorulduğunu anlamlandıramıyorum...

Kısa bir süre sonra bir başka soru geliyor...

-“Yüksek tansiyon problemin var mı”...

***

Doğrusu bu sorunun cevabını pek bilmiyorum...

Arada bir tansiyonumun yükseldiği oluyor...

Fakat ben pek ölçüm yaptırmıyorum...

Vücudumun işleyişinden, dinlediğim iç sesimden; kronik bir yüksek tansiyon sorunu taşıdığımı zannetmiyorum...

-“Yok...” diyorum...

***

İmplamantasyon ameliyatı başladığında bu soruların neden sorulduğunu anlamakta gecikmiyorum...

Ağzın içinde uzun bir süre çalışıyor doktorlar...

Diliniz geride tutularak yapılan bu çalışma; zaman zaman rahat nefes almanızı engelliyor, ağzınızın yorulmasına, kalbinizin hızlı çalışmasına neden oluyor...

***

Diş doktorları; ameliyat öncesi sigara içip içmediğimi ve tansiyon sorunu yaşayıp yaşamadığımı onun için merak ediyorlar...

Sigarayı hayatımdan çıkaralı 10 yıl oluyor...

Hatta biraz daha fazla...

Bütün bir yaşamımın sigarayı bıraktıktan sonra değiştiğini görüyorum...

Ağzıma, çocukluk tatlarım yeniden egemen oluyor...

Annemin yaptığı yemeklerin, tatlarını arar oluyorum...

Sigarayı bıraktıktan sonra, çocukken yediğim yemekleri iştahla yemeye başlıyorum...

***

Sigaralı ve içkili sofraların farklı bir ağız tadı var...

Mezelerle başlayan, ordan burdan atıştırılan, alkole katık lezzetleri revaçta tutan bir gastronomi anlayışı hakim oluyor içkili sofralarda...

Dün öğlen, Arnavutköy Balıkçısı isimli ünlü balık restoranına gidiyorum...

Öğle saatlerinde restoran kalabalık değil...

Birkaç masa var dolu olan...

***

Masalarda, rakı içiliyor...

Rakı içilen masalarda; rakıyla birlikte mezeler geliyor...

Gayr-ı ihtiyari o masalarla, kendi masamı karşılaştırıyorum...

Benim masamda; ege otları, deniz börülceleri, çeşit çeşit salatalar ve sadece kendi lezzetinden mütevellit deniz ürünleri var...

Deniz ürünleri ve salataları söylerken; rakının yanında ağızda nasıl bir harmoni yaratacaklarını düşünmüyorum...

Sigara içerken, rakıyla beslenirken nasıl bir muhabbet mezesi olacaklarına bakmıyorum...

Deniz ürünlerini ve salataları kendi lezzetlerine göre seçiyorum...

Yemeğin; sadece lezzet ve yemek olarak tadına varmaya çalışıyorum...

***

Sigara içenlere göre daha çok yiyorum...

Fakat daha lezzetli ve ne yediğimin farkına vararak yemek yiyorum...

*****

İÇKİDEN SONRAKİ GÜNÜN SABAHI...

Bir arkadaşım, haftada 5-6 gece içki içen kardeşinin son zamanlarda “ertesi günkü durumundan sık söz etmeye başladığını” anlatıyor...

-“Kardeşim içki içtiği gecelerin ertesi sabahı saat 10’da duşa girebildiğini ve ondan sonra çalışmaya başlayabildiğini söylüyor... Öğlene kadar gününün kaybolduğunu belirtiyor...” diyor...

***

Haftalar önce, ortak bir dostun evinde; Abdullah Gül’ün de bulunduğu bir akşam yemeğini hatırlıyorum...

Ünlü bir gazeteci arkadaşım; sabahları nasıl olup da 06-06.30 gibi güne başladığımı soruyor ve şu nirengi saptamayı soru gibi yöneltiyor;

-“Gece sohbetlerini kaçırarak, çok şey kaybetmiş olmuyor musun?..”

***

Ona şöyle cevap veriyorum:

-“Günün en verimli saatleri sabah 5.30 ila 07 arasındaki saatler...

Zihnin en dingin çalıştığı, dışardaki enerji yoğunluğunun en az olduğu, evrenle rahat iletişime en müsait anlar o anlar...

Akşam değil; sabah 06-07 arasını kaçırdığımda çok şey kaçırmış hissediyorum kendimi...

***

Akşamları alınan fazla miktarda alkol; ertesi günü bire bir etkiliyor... Baş ağrısı, ya da baştaki ağırlık insanı rahatsız ediyor...

Konsantrasyon, sağlanamıyor...

Bunlardan çok daha önemli bir gizli etkisi var gece alınan fazla miktardaki alkolün...

Bilinçaltı, çocukluk ve gençlik öğretilerinin sonucu, bir gece önce almış olduğu fazla alkolden suçluluk duyuyor...

***

Suçluluk psikolojisi, insanı geriyor ve huzursuz yapıyor...

İşin ilginç tarafı, insan bu huzursuzluğun nedeninin; bir gece önce aldığı fazla alkol ve sigaradan kaynaklandığını fark etmiyor...

Suçluluk duygusunun yarattığı huzursuzluğunu gidermek için, suni hamleler yapıyor...

Bu davranışlar, huzursuzluğu giderecek yerde daha çok suçluluk ve huzursuzluğa neden oluyorlar...”

*****

ÇOCUKLARA OKULLARDA VERİLEN ŞEKERLİ YİYECEKLER VE ŞEKER KOŞULLANMASI...

On yıldır sigara içmiyorum...

On yıldır ağır alkollü içki içmiyorum...

Beş yıldır seyrek içtiğim bir iki kadeh şarap dışında, hiçbir içkiye elimi sürmüyorum...

***

İçki ve sigarayı bırakmak istediğimde bırakmam, zor olmuyor...

Hiçbir maddenin yardımına ihtiyaç duymadan, alışkanlıklarımı bir günde kesiyor ve ikisinden de vazgeçiyorum...

***

Ancak itiraf etmem gerekiyor ki;

İçki ve sigarada kolay işleyen süreç; “şeker”i bırakmak konusunda “hiç kolay işlemiyor...”

Bir süre önce yemeklerden sonra şekerli yiyecekleri bırakıyorum...

Ancak kısa bir süre sonra, “azıcık çikolatadan bir şey çıkmaz” diyerek yavaştan yeniden başlıyorum...

Azıcık çikolata kısa bir süre sonra, bir küçük boy çikolataya, daha sonra da her öğünden sonra yenilen çikolata ritüeline dönüşüyor...

***

Yemeklerden sonra çikolata veya benzeri şekerli maddeyi tüketmek ihtiyacını o kadar çok duyuyorum ki; bir ara yemeklerde “bir iki kadeh şarap içerek, tatlı yeme isteğimi öldürmeyi” düşünüyorum...

Ancak bu da soruna çözüm olmuyor...

Tatlı yedikçe insanın yiyesi geliyor...

***

Anlıyorum ki, sigara ve içki belirli bir yaştan sonra içilmeye başlandığından, alışkanlık olarak daha kolay terk edilebiliyor...

Oysa şekerli yiyecekler; çocukluktan üstelik özendirilerek verildiğinden, bir türlü engellenemiyor...

***

Çocuklarıma bakıyorum;

Benim onlara hiç vermediğim şekerli yiyecekleri ezbere biliyor ve mütemadiyen istiyorlar...

Onlara şekerli yiyecekleri özenli ve sınırlı verdiğim halde; “nasıl olup da bunlara alıştıklarını merak ettiğimde”, okullarda şekerli yiyeceklere kısıtlama bir yana, özendirmenin bile devam ettiğini fark ediyorum...

***

Amerika’da, Avrupa’da okullarda başlayan “şekeri kesme” politikalarının bir süre sonra Türkiye’ye geleceğini biliyorum...

Şeker’in uzun olmayan bir gelecekte, sigara ve içki gibi risk faktörü en yüksek ürünler arasında değerlendirileceğinden adım gibi eminim...

Maalesef o gün bir türlü gelmek bilmiyor...

İçki ve sigara tüketimin kısıtlanmasıyla önlenmeye çalışılan kanser; “şeker” tüketimindeki patlamayla hortluyor...

Yazının devamı...

Aldatma...

1) Yalnızca kendine ve sana ihanet etmeyecek birine güven...

***

2) Sakın bana masum olduğunu söyleme; çünkü bu benim zekama hakarettir...

***

3) Politikacılar dünyanın her yerinde aynıdır... Nehir olmayan bir yere köprü yapacaklarına söz verirler...

***

4) Farkına varmadan başkalarını aldatmak ne kadar güçse; farkına varmadan kendini aldatmak o kadar kolaydır...

***

5) Biri sizi bir defa aldatırsa suç onundur...

İkinci defa aldanırsanız suç sizindir...

***

6) İnsanlar seni nasıl bilirlerse bilsinler...

Sen kendini aldatabilir misin?..

***

7) Kurnazlıkların en incesi; bize kurulan tuzaklara düşer gibi görünmeyi iyi bilmektir...

***

8) Benim sanatım seni öyle parçalarla besleyecek ki; onları aldığın zaman kendini akıllı, benimse aptal olduğuma inanacaksın...

***

9) Herkesi bir defa, bazılarını her zaman aldatabilirsiniz...

Ama herkesi her zaman aldatamazsınız...

***

10) Hile size oyunu kazandırsa da, kaderinizi değiştirmez...

***

11) Bilginlerin aydınlatmadığı toplumları, şarlatanlar aldatır...

***

12) En basit şey insanın kendisini aldatmasıdır... Çünkü insan istediği şeyin genellikle gerçek olduğuna inanır...

***

13) Her neydiyseniz aldatıldınız ve atıldınız öteye...

Alışkanlıklar; aşınmış heceler, göz kamaştırıcı ışıktan maskeler...

***

14) İnsanlar birbirlerini aldatmasalar; uzun zaman bir arada yaşayamazlar...

***

15) Aldatan erkek yoktur...

Göz yuman kadın vardır...

***

16) İnsan başkalarını aldatmanın antrenmanını ilk önce kendi üzerinde yapar...

***

17) İnsanları aldatmak, güldürmekten çok daha kolaydır...

***

18) Rastlantı diye bir şey yoktur... Rastlantı aldatmacası vardır...

SABAHLARI İLK AKLINA GELEN İNSAN...

Hayatınızın kalitesini, hayatınızdaki insanların kalitesi belirler...

***

Ne kadar çok şey okursan, o kadar çok şey görürsün...

***

Bilimadamları beynin öğrenme fonksiyonlarının sabah 10’dan önce tam çalışmadığını ispatladı...

Böylece okulların erken başladığı kanıtlanmış oldu!..

***

Sabahları aklınıza gelen ilk insan;

Sizi ya çok mutlu etti...

Ya da büyük acılar yaşattı...

***

Başkalarının hayatından ders alın...

İnsan bütün hataları kendi yapacak kadar uzun yaşamıyor...

***

Gece de gökkuşağı oluşabilir...

Ayışığının yardımıyla oluşan gök kuşağına Moonbow denir...

***

İster kral, ister köylü olsun...

Dünyada en mutlu insan evinde huzur olandır...

***

Bazen bazı insanları umursamamak en yerinde cevaptır... (Osho)

PLATONİK AŞK...

1) Onun bulunduğu ortamlara girmek için elinden geleni yaparsın...

***

2) Onun karşısında yemek yerken garip triplere girersin...

***

3) Bir yerde onu gördüğünde sürekli ona bakmaktan kendini alamazsın...

***

4) Küçük bir an için bile konuşsanız, bu senin için hayatın en büyük olayı haline dönüşür ve arkadaşlarına saatlerce bu olayı anlatırsın...

***

5) Onunla ilgili sürekli geleceğe dair planlar kurarsın...

***

6) Sana baktığında ne yapacağını bilmeyip garip şekilde davranırsın...

***

7) Sana mesaj attığında dünyalar senin olur ve ne cevap vereceğini saatlerce düşünürsün...

***

8) Konuştuğunuz anlarda çoğunlukla saçmalarsın...

***

9) Gözünde git gide bir ilaha dönüşür ve her hareketinde taparsın...

***

10) Onu göreceğini bildiğin günler, tarzına ekstra özen gösterirsin...

***

11) Makyajına ayrı bir önem verirsin...

***

12) Ona duygularını söylemek için, sürekli doğru anı beklersin...

***

13) O anlar geldiği zaman ise, sürekli kendine bahane yaratıp başka şeyler söylersin...

***

14) Duygularını ya garip bir şekilde ifade edersin...

***

15) Ya da onu başkası ile görürsün ve dünyan yıkılır...

***

16) Sonuç olarak sevdiğin şeyin, o değil; ona karşı hissettiklerin olduğunu anlarsın...

***

17) Bir süre sonra yeni bir platonik aşk bulup, hayatına devam edersin...

DUA ETMEDEN ÖNCE...

Maksim Gorki’ye göre; Ateş karşısında çözülmeyen altın;

Altın karşısında çözülmeyen kadın;

Kadın karşısında çözülmeyen erkek kalitelidir...

***

Bazı ikizler; sadece birbirlerinin anlayabileceği ‘cryptophasia’ ismi verilen bir dil konuşurlar...

***

İnsanların yüzde 90’dan fazlası; bir zamanlar ‘en iyi arkadaşım’ dedikleri insan ile artık arkadaş değiller...

***

Dua etmeden önce; İNAN...

Konuşmadan önce DİNLE...

Harcamadan önce KAZAN...

Yazmadan önce DÜŞÜN...

Terk etmeden önce DENE...

Ölmeden önce YAŞA...

***

(Bu ilginç sözleri; her gün 1 yeni bilgi’ isimli tweeter hesabından aldım)

Yazının devamı...

Ameliyathane...

Avrupa’nın en önemli uzmanlarından biri olan Belçika’lı doktor Eric Von Dooren dişlerimi teslim alıyor...

Galip Gürel’in kliniğinde diş temizliğim ve diş çekimim yapıldıktan sonra bana dönüp;

-“Sizi ameliyathaneye alacağız...” diyorlar...

***

Ameliyathane sözü, insanı ürkütüyor...

Şaka değil; belli ki ameliyat olacağım...

Fakat ben yine de, bunun gerçek bir ameliyat olacağını hiç üstüme kondurmuyorum...

Bir odadan diğerine geçiyorum...

Ameliyathane denilen oda da biraz önceki gibi bir oda....

Sadece aletler daha komplike...

Kapısı açık bir oda olduğundan; bana ameliyathane gibi gelmiyor...

Benzer işlemler orada da yapılacak sanıyorum ...

***

Oysa Dr. Eric Von Dooren ile Dr. Birgül Metin’den oluşan iki kişilik doktor ekibi, arada bir durumu gözlemlemeye gelen Dr. Galip Gürel ve yardımcı diş teknisyenlerden oluşan mini bir ordunun üzerimde çalıştığını görünce; durumun ciddiyetini fark ediyorum...

Bir buçuk saat kadar süren bir implamantasyon süreci başlıyor...

*****

AMELİYATHANEDEKİ TELEFON...

Bir buçuk saat süren ameliyathanedeki implamantasyon süresince; duvara astığım çantamdaki cep telefonumun durup durup çaldığını fark ediyorum...

Önceleri oralı olmuyorum...

Ameliyattayım ve cevap veremeyecek durumdayım...

Arayan her kimse bekleyebilir diye düşünüyorum...

***

Ancak telefonlar susmuyor ve devam ediyor...

O anda; “hayatımın kendi dışımdaki insanlarla ilgili çok önemli sorumlulukları olduğunu” ve telefonun sadece benim telefonum olmadığını fark ediyorum...

Sorumluluğunun direkt üzerimde olduğu altı yaşında iki küçük çocuğum var ve okulda, evde her an beni aramaları gereken bir durumla karşı karşıyayım...

Telefona cevap verememe diye bir lüksüm yok...

***

Diğer yandan 85 ve 90 yaşlarında iki yaşlı insanın hayatta; “gücü kuvveti yerindeki tek varlıkları”nın ben olduğum gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyorum...

Ameliyatta olmamın, bu durumlara cevap teşkil edecek bir yanı olmadığını anlıyorum...

Konuşamıyorum...

Ağzım dolu ve üç kişilik bir ekip başımda çalışıyor...

***

Ancak cep telefonunu görmeliyim ve kimin aradığına anlamalıyım...

Teknisyen hanıma el işaretiyle zor bela telefonu getirmesini istiyorum...

Telefon geliyor ve beni arayan kişilere bakıp, önemli bir durum olup olmadığını soran mesajlar atıyorum...

Telefonu kimselere vermiyorum ve gelecek cevabi mesajları bekliyorum...

Ameliyat olurken, cep telefonumu elimden düşürmüyorum...

Konuşamıyorum elbet zaten gerekli de değil...

Ama gerekli hallerde mesajlaşıyorum...

***

O an onbeşyıl önce girdiğim tek ameliyat olan bel fıtığı ameliyatımı hatırlıyorum...

O ameliyata girerken, hiçbir çocuğum olmadığı, annemle babam daha genç yaşta bulunduğundan, telefon gerekliliğiyle ilgili hiçbir sorun yaşamadığımı hatırlıyorum...

Ancak o gün, cep telefonu yerine “hayat önceliğimin kamera olduğu” gerçeğini hatırlıyorum...

O tehlikeli ameliyatımı haberleştirebilmek; Amerikan hastanesinin ameliyathanesine elimde el kamerasıyla, doktorların şaşkın bakışları altında girdiğimi anımsıyorum...

Anesteziyi yiyip, kendimden geçene kadar kameraya konuşuyorum...

İki gün sonra o ameliyathane görüntüleri ve el kamerası anonslarını Show Haber’de yayınlıyorum...

***

Haber için kendi ameliyatını çeken, anestezi yemiş bir halde anons yapan adamdan; yaşlı annesi ve babası ile küçük çocuklarının hayati sorumluluklarını yerine getirebilmek için ameliyat esnasında cep telefonunu yanından ayırmayan adama...

Uzun bir hayat yolculuğu bu...

Bu yolculuğun iki yerindeki adam da aynı adam...

İkisinde de o anda yaptığı şeye; her neyse “bütün tutkusunu” veren bir adam...

Tutku...

Fransızca, İngilizcesiyle “Passion...”

Unutulmaz hitiyle “La Passione...”

*****

“OPERASYONDAN SONRAKİ BİRKAÇ GÜN ÇALIŞMAYIN; İSTİRAHAT EDİN...”

İmplantasyon bittiğinde; ameliyat sona erdiğinde; ben de bitmiş bir haldeyim...

İlk anda, ağzımda iki dişimin çekilip, yerine yenilerinin konduğu bölgede, belirgin bir ağrı hissediyorum...

Elime doktorum Birgül Metin tarafından yazılan bir kağıt veriliyor...

“Operasyon sonrası; şişlik ve morluk olabilir... Panik yok...” deniyor notta...

“Operasyon günü ve ertesi günü çalışmayın... Birkaç günü istirahat ederek geçirin...” ifadesi yer alıyor...

***

Notu görünce gülümsüyorum...

Tehlikeli bel ameliyatını yaptırdığım on beş yıl önceki Cumartesi sabahını hatırlıyorum...

Pazar akşamını zor ediyordum...

Pazartesi sabahı erkenden, hastaneden televizyona gidiyor haber toplantısına giriyordum...

Haber müdürlerine ameliyatımın görüntülerini gösteriyor; nasıl montajlanacağını konuşuyor; akşamki yayının planlamasına girişiyordum...

***

Şimdi ise, “Ben bugün yazı yazmayayım... Çok yorgunum..” diye, kendime mütevazi bir günlük izin veriyorum...

Hayat insanı değiştiriyor...

Daha medeni ve çağdaş normlara büründürüyor...

Yine de ikinci gün dayanamıyorum ve yazı için bilgisayarın başına geçiyorum...

Bazı rötuşlar olsa da insanda “can çıkıyor; huy çıkmıyor...”

***

O ara klinikten telefon geliyor...

İmplamantasyon’dan sonra, alınması gereken ilaçlar veriliyor...

Antibiyotik, ağrı kesici ve dişler bir süre fırçalanmayacağı için gargara amacıyla bir ağız temizleme ilacı bulunuyor reçetede...

Eczaneden tedarik ediyorum ve antibiyotikle ağrı kesicimi düzenli almaya başlıyorum...

İlk saatlerde ağrıdan muzdaribim...

***

Ertesi sabah bomba gibi kalkıyorum yataktan...

Ağrıdan eser kalmıyor...

İkinci antibiyotiğimi alıyorum; fakat farkındayım ki; on iki saatte kendime gelmiş durumdayım...

Böylesine uzun bir sürecin ve ameliyatımı bir günde yapıp, on iki saatte beni kendime getiren ekibe; müteşekkir olduğumu hissediyorum...

Çocukluk arkadaşım Galip Gürel ve beni onunla aynı sıralarda okutan Ankara Kolej’ini sevgiyle anıyorum...

Diş doktorlarından korkmamak gerektiğini, korkanların her birinin; bir diş doktoru dostu olması gerektiğini fark ediyorum...

Hayat devam ediyor...

Zorlamadığında, değiştirmeye ve metazori yönetmeye kalkışmadığında, daha rahat ve keyifli devam ediyor...

Yazının devamı...

Yemek yerken dişimin çatırdadığı an...

Antalya’da çocuklar dinlenirken, yazılar yazdığım, uzun yürüyüşler ve yüzüşlerle dinlenmeye çalıştığım günlerde; mutlu bir akşam yemeği esnasında; nasıl olduğunu anlayamadığım bir olay başıma geliyor...

Akşam çok sevdiğim restoranda yemeğimi yerken; çataldaki eti ısıracakken, dilim o hızla çatalla temas ediveriyor...

Ani ve olağandışı bir sızı duyuyorum alt dişimde...

***

Kötü bir şeyin olduğunu anlıyorum...

Ancak böyle anlarda insan; “kötü şeyle yüzleşmek istemiyor...”

Gerçekten bir süre için gerçekten kaçabileceğini zannediyor...

Alt dişimin bir kısmının kırılarak çıktığını düşünüyorum...

Dilim yavaşça dişime dokunuyor...

Hayret diş yerinde duruyor...

“Aman canım evham yapmışımdır...” diye geçiriyorum içimden...

Kökünden ağrımaya başlayan dişimle değil, diğer dişlerimle yemeği bozuntuya vermeden tamamlamaya çalışıyorum...

***

Ertesi sabah, öğlen hasarlı dişimin etrafına lokma götürmemeye çalışıyorum;

Ancak yine de dişimde bir şeyler olduğunun farkındayım...

Sonunda aklıma, dişimin kökünden sallanıp sallanmadığına bakmak geliyor...

O an fark ediyorum ki, dişim kökünden hafif sallanıyor ve yeni ani bir darbeyle tamamen çıkması an meselesi görünüyor...

***

Böyle anlarda, insan önce sağlığını değil, zevahiri kurtarmayı düşünüyor...

“Ya dişim tamamen kopar, dişsiz halde ortalıkta dolaşırsam” düşüncesi beni sonsuz evhamlara sürüklüyor...

***

Hemen geçen yıl Newyork’ta dünyanın en iyi estetik diş hekimliği ödülünü alan, Kolej’den ilkokul arkadaşım

Galip Gürel’e mesaj atıyorum...

-“Dişim sallanıyor... Antalya’dayım... Pazartesi kliniğinden acil randevu verdirebilir misin?..”

***

Bir taraftan da düşünüyorum...

Amerika’daysa bu saatte uyuyor...

Japonya’daysa uyumak üzere...

Uluslararası bir konferansta mı, tatilde mi, okyanusta dalışta mı, araba yarışında mı, rally’de mi kim bilir nerede?..

Çünkü okul arkadaşım bunların herhangi birinde olabilir...

En büyük ihtimal bu...

En küçük ihtimal ise, kısa zamanda bana cevap verebilir bir pozisyonda olması...

***

Evrensel gücün yanımda olduğunu Galip’ten gelen telefon mesajıyla anlıyorum...

-“Reha’cığım Pazartesi 12 uygun mu sana?..” diyor...

Körün istediği bir göz...

Allah veriyor iki göz...

Pazartesi 12’de estetik diş hekimliği dalında New York üniversitesinin birincilik ödülünü alan arkadaşımın kliniğindeyim... O esnada Pazartesi günümün nasıl geçeceği hakkında en ufak bir bilgim yok...

*****

“DİŞ DOKTORUNA METAZORİ GİTMEK...”

Diş doktoruyla, hastası arasındaki ilişki, kadınların jinekologlarıyla ilişkisine benziyor...

Ailene duyabileceğin bir güven duygusunun benzerini duymalı insan diş doktoruna...

Aksi halde, toplumsal algı; insanları diş hekiminden o kadar soğutuyor, ürkütüyor ve korkutuyor ki dişe bir şey olsa bile;

Çok zaruri haller dışında;

“Boşver kalsın, diş doktoruna gideceğime, kendi kendime antibiyotik alarak hallederim...” duygusu insana hakim oluyor...

***

Şansım var ki Galip o gün klinikte...

Uzanmış yatar ve makus kaderimi beklerken, yanıma geliyor gülen gözleriyle;

-“Metazori gelirsin böyle değil mi?..” diyor...

Klinikte çalışan akıllı ve güzel diş hekimi hanımların da bu konuda eğitimli olduklarını çok geçmeden fark ediyorum...

Bir tanesi, beni suçlu hissettirecek cümleyi anında ediveriyor:

-“Kayıtlarımıza göre en son 2008 yılında diş temizliğine gelmişsiniz... Sonraki yıllarda?..” diyor ve soru işareti olarak devamını bana bırakıyor...

Cevabın vahimliğinden suçlu hissettirecek beni besbelli...

***

Oysa ben Wimbledon tenis turnuvası finallerindeki “as (eys)”leri andıran vuruşlara alışkınım...

Hemen cevap veriyorum:

-“İçiniz rahat olsun... Sizden başka bu yıllar içinde hiçbir diş hekimine ve kliniğe gitmedim... Buradan başka bir yere zorunlu olmadıkça gitme ihtimalim yok... Rahat edebilirsiniz...”

***

Salvoyu böylece savuşturduktan sonra, Galip’ten müjdeyi!! alıyorum...

-“Dişlerden biri sallanıyor... Kurtaramayız... Yandakini de almamız gerek... Sana müthiş bir teknik uygulayacağım... Şansına bak ki Eric de burada...

Belçikalı implimentasyon uzmanı uluslararası bir diş hekimi Eric... 6 ayda ya da yılda bir buraya geliyor...

Şansına Cumartesi geldi, yarın (Salı) gidiyor... Belki o yapar dişlerini...” diyor Galip...

***

Adam, Türkiye’ye birkaç ameliyatı iki üç gün içinde yapmak üzere geliyor...

Sabahtan akşama kadar ameliyatlarda...

Araya dereye benimki de sıkışacak...

Eğer kabul ederse tabii...

***

“Eric...” diye sesleniyor Galip...

Kuantum’a bak;

“En iyi estetik diş hekimi ödüllü doktorun yanı sıra, benim diş bir de Belçika’lı uluslararası implimentasyon uzmanı diş hekimi ellerinin ustalığına kalacak...”

-“Kuantum bu...” diyorum...

Galip gülümsüyor...

*****

ERİC İSİMLİ BELÇİKA’LI DOKTOR...

Yavaş yavaş Eric’e bu kadar işin arasında beni ameliyat ettirmenin stratejik planlamasına girişiyor...

-“Ben dişi şöyle şöyle yapmayı düşünüyorum...” diyor Eric’e...

-“Sen ne dersin..”

Eric birkaç eklemede bulunuyor... Tam bu esnada beni tanıştırıyor Eric’le...

-“Reha benim okuldan arkadaşım... Önemli bir köşe yazarıdır... Kötü bir şey yazmaz... Hak etmediğin müddetçe tabii...” diyor kahkahayı basıyor...

***

Eric’in son anda çıkan hastayla “mukadderatına metazorikman boyun eğdiğini” o anda hissediyorum...

Eric Van Dooren, Galip Gürel ve pamuk elli hanım doktorlar benim dişlerimi bir günde yapacaklar... Mutluluk hisleri kaplayıveriyor içimi...

***

Farkında değilim daha o sırada;

Birkaç saate kadar ağzımın içini ipliklerin kaplayacağını...

Zavallı dişlerimin; bir dikiş atölyesinde takım elbise gibi dikileceğini...

Benim bu dikişi, elbise provası izler gibi izleyeceğimi...

Kader ağlarını örüyor...

Ben daha farkında değilim...

Eric’in benim ameliyatımı yapacağının mutluluğuyla başım dönmüş, kendimi ulusal ve uluslararası diş hekimlerine teslim etmenin sarhoşluğu içindeyim...

Birazdan ağız bölgem öyle bir sarhoş olacak ki, mutluluk sarhoşluğumu anımsamayacağım bile...

Yazının devamı...

Aşkın şifresi 1...

Yaşamın en sihirli, en bilinmez şeyini yazmak istemiyorum...

Aşkın ne olduğunu, niye olduğunu, yazmak ve aktarmayı arzulamıyorum...

***

Biliyorum ki, dünyanın en ‘sakız’ konusunda, söyleyeceklerim gürültünün ortasında boğulup gidecek...

***

Herkesin yaşadığı ve herkesin farklı yaşadığı, bu sihirli duyguyu anlatan kelimeler duyguların zikzakları ortasında müphem kalacak, anlaşılmayacak...

***

Aşk herkesin farklı yaşadığına inandığı bir duygu... Aşkı sihirli kılan, herkes için farklı olduğuna inanılması...

Aşkı gizemli kılan formülünün bulunamaması...

Aşkı güzel yapan, ne zaman nerede başlayacağının bilinmemesi... Aşkı müthiş kılan, çektiğin acıların sonsuzlaşması...

***

Böyle olunca aşkın gizemini ve merakını yok edecek yazılar, baştan yok edilmeye mahkumlar...

İnsanlar aşklarını formülleştirmek istemez...

Duyguyu basitleştirmezler...

Koskoca Romeo ve Juliet’i tek formüle indirgemezler...

***

Ben duyguları duygusuz formüllere sokmaktan nefret eden bir insanım...

İçimde patlayan volkanları, sıradan tanımlamalarla geçiştirenlerden haz etmeyenlerdenim...

***

Aşkı formüle ederek rezil edemem...

Ancak aşık olduğun insanın, “yaşamın o anında, imrendiğin, hayal ettiğin yaşamı onda sağlayacağına inandığın kişi” olduğunun farkındayım...

***

O kişi, imrendiğin, hayal ettiğin, düşünü kurduğun iç dünyanın, duygularının idealine ulaşacağına inandığın kişi...

***

Umutların objesi...

Olmak istenen yerin, zirvesinde bekleyeni...

Hayallerin somutlaşan hali...

Hayalleri gerçekleştirecek kişi...

***

Birçokları aşkın sosyal statü, para hırsı ya da sınıf atlama hevesiyle hiç ilgisi olmadığını söyleyecekler...

Doğru...

Onlarla hiç ilgisi yok aşkın...

***

Onlar kurnaz ya da sahtekar bir çakma aşkın sözcükleri...

Gerçek aşıklar ise; kendi idealize ettikleri zirvelerine; onları ulaştıracaklarına inandıkları insanlara aşık oluyorlar...

Aşık oldukları varlık; varmak istedikleri zirvenin insanla somutlaşmış ve bütünleşmiş hali...

***

İnsan yaşam boyu hayallerle yaşar...

Hayalleri insanın olmak istediği varmak istediği dünyaları anlatıyor...

İdealize ettiği şeyleri ete kemiğe büründürüyor...

Erkek ilk aşkını güzel ve iyi kalpli prensesi olarak görür... Kadın ise; aşık olduğu erkeği beyaz atlı prensi...

***

Prensesini düşlediğinde; erkek; kendini gizli gizli bir prens gibi hisseder...

Prensese kadına olan aşkı; onu kendi aynasında “prens” yapar...

Kendi “prens olma hayali”; prensese olan aşkını yaratır...

***

Kadın, aşık olduğu, beyaz atlı prensinin; “kendisini prenses olarak hissettirmesini” bekler....

Prensi sevgilisini korur, sever; onu; kendi hayalindeki prenses haline getirir...

Kadın “düşlerindeki prenses hayalinin” vuku bulacağı “prense” aşık olur...

Aşık olduğu prens üzerinden “kendi prensesliği”dir...

***

Ne ki, çokları ilk prens ve prensesleriyle hayallerini bir süre gerçekleştirir, sonra hayal kırıklıkları depreşir...

Bazen iki kişiden biri, bazen ikisi yavaş yavaş yeni idealler edinir...

Yeni hayaller, yeni dünyalar, yeni düşler yeşerir...

***

Bu bir aşkın bitişinin, yeni bir aşkın filizlenişinin ilk işaretleridir...

Fakat bu o kadar kolay gerçekleşmez..

Sıra büyük acılara gelecektir...

AŞKIN ŞİFRESİ 2 VE İLK AŞKIN YIKIMI...

Erkeğin prensesini bularak beyaz atlı prens olduğuna inandığı, kadının prensini bularak beyaz elbiseli prenses olduğunu sandığı ilk aşkın yıkımı korkunç olur...

***

Prens prensese istendiği gibi prenslik yapamamış... Prenses de prensine, prensesliğini sergileyememiştir...

***

Yıkım müthiş olur... Hayaller, uzun süre onarılmamacasına kırılır... Hayal edilen modeller gerçekliğe bürünmez, aşkın gerçekleşmez...

***

Ne erkek prens olabilmiş ne kadın prenses kalabilir... Boş kalan yatak odası prensle prensesin kırıp döktüğü, dipsiz dünyalara savurduğu, keder, hayal kırıklığı ve acı dolu duvarların hatırasının sahnesi olarak buz gibi kalır...

***

Prens; prensesi kaybettiğine üzülürken; hayat karşısındaki yenilgisine kahrolur...

Prenses; prensi yitirdiğini düşünürken, prenses olma hayallerini yitirdiğini fark eder, bir kez daha söner...

***

Yenilgi gibi görünen şey; aşık olunan kişinin üzerinden gerçekleşir ve bireyseldir...

Aşk kendisi gibi kişiseldir...

***

Evliliği bittiğinde uzunca bir süre, bir başka kadınla aynı yatakta uyumaktan imtina ettim...

Hayal kırıklıklarımdaki yıkım, bana “uykuda bekaret”i yadigar bırakmıştı...

Yalnız uyumayı “bekaretin” vazgeçilmez sembolü saydığım günler, o zamanlar benliğime hakim olmuştu...

***

Yaşanmış her aşkın bitmesi zordur... Ama birlikte yaşanmış bir evde “ilk olan aşkın” yıkımı ağırdır...

Yeni hayallerin oluşması uzun zaman gerektirir...

***

İnsan kendini yeniler...

Hayat insanı yeniler...

Yeni özlemler sökün eder...

Yeni özlemler belirir ki, yeni aşklar hissedilebilsin...

Yeni “varoluşlar” çıksın ki; o varoluşların gerçekleşebileceği insanlara aşık olunabilsin...

***

İnsanın yeni özlemler yeni aşklarını belirlerler...

Özlemlerin “aşkla” belirlenmediği durumlarda; insan; gerçekleştirmediği hayale, mesleki yaratıcılıkla erişmeye çalışır... Meslek aşkı, karşı cinse yönelik aşkın azaldığı durumlarda depreşir...

***

Ancak meslek aşkı, her zaman gerçek aşkı ikame etmez...

Aşık olunan kişi, hayal ettiği dünyayı sağlayan kişiyse, ona duyulan aşk bitmez...

***

Yıllar aşkı öldürmez... O sevgili hep ruhun derinliklerinde bir yerde sızıntı olarak akmaktan vazgeçmez...

***

Yeni aşkların bulunduğu anlarda sızıntı kurumaya yüz tutar... Hayal kırıklıklarının yaşandığı anlarda ise, sızıntı dere olur akar...

***

Daha güzeli, daha akıllısı, daha güçlüsü, daha zekisi, daha mükemmeli gelmeli ki, bir zamanların aşkta yenilen prens ya da prensesi, şimdi galip gelebilmelidir...

Bu gerçekleşir mi bilinmez...

Ama hayat; hep gerçekleşecekmiş gibi, sonsuz ve sınırsız bir umudu içinde biriktirir... Bir gün umutlar birikir birikir; Muhtemel büyük bir AŞK kapıda beliriverir...

Yazının devamı...

Elvis’in ‘anne özlemli’ hayatı

Bir erkek paraya pula, şana şöhrete, itibara sahip olduğunda, “bütün kadınların ona tapacağına ve muhteşem aşklar yaşayacağına” inanır...

Kendisinin vazgeçilmez olacağını, kadınların onsuz yapamayacağını sanır...

***

Annesinin kuzusu Elvis de annesinin istediği gibi çok başarılı bir erkek olursa, hayatının aşkını bulacağını; tüm kadınların onu çok seveceğini ve hiç bir zaman terk etmeyeceğini düşünüyordu...

Annesinin sevgisine layık olmak demek, bütün kadınların sevgisine layık olmak anlamına demekti...

Bir erkek; kadınları “annesinin takdiri ve onayı üzerinden” okuyabilirdi...

*****

14 YAŞINDAKİ KIZA AŞIK OLUNCA...

Bir kadın için erkeğin ünlü, paralı, itibarlı ve güçlü olması önemli olmasına önemliydi... Ancak bunların yeterli olmadığı zamanlar ve anlar vardı...

Erkeğin aşık olduğu kadın; kendi hayatının; kendi gündeminin, kendi ihtiyaçlarının ve ihtiyaçların belirlediği mecrasının yolundan giderdi...

***

Bir kadın için erkek “kendi hayat mecrasında ona ihtiyaç duyduklarını verebildiği oranında, önemli, sevgili ve aşık olunası” bir erkekti...

***

Hayat; başarılı, şanlı şöhretli erkeklerin, çoğu zaman “sevdikleri kadınlar tarafından aldatıldıklarını” gösterirdi...

Ya da terk edildiklerini...

***

42 yıllık hayatının 25 yılında bütün kadınların taptığı, bir gece beraber olabilmek için her şeylerini verdikleri, gelmiş geçmiş en büyük rock yıldızı, pop ikonu Elvis Presley’in yaşadıkları; bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi...

***

8 Ocak 1935’te ikiz kardeşi doğumda ölen bir tek yumurta ikizi olarak doğuyordu Elvis Presley... Annesi Glady; ölen ikiz kardeşinin gücünün de Elvis’in üzerine geçtiğine inandı... Doğduğu andan itibaren Elvis ve annesi Glady arasında birçok anne ve oğlu arasında görülen türde çok yakın, çok bağımlı hafif hastalıklı bir bağ oluşuyordu...

***

Anne-çocuk ilişkisinden mütevellit; hayatı boyunca annesinin ona fazlasıyla sunduğu sınırsız ve eleştirisiz sevgiyi arzulayacaktı Elvis...

***

Dünyanın en ünlü starlarından biriydi...

Genç kızlar, mektuplarda, kendilerini ilk görüşte ona sunmaya hazır olduklarını söylüyorlardı...

Elvis onları sevmediği takdirde kendilerini öldürmekle tehdit ediyorlardı...

***

Annesiyle olan aşırı yakın ilişkisi onu duygusal olarak “zaaflarla dolu” yapıyordu... Genç ve el değmemiş kadınlara karşı bir eğilimi vardı...

***

Yine de onu tanıyanlar, Almanya’da askerlik yaparken 14 yaşında bir genç kızın büyüsüne kapıldığını duyunca hayret edeceklerdi...

Priscilla Beaulieu; Almanya’da bulunan Amerikan Hava Kuvvetleri’nde görevli bir yüzbaşısının kızıydı...

Kendine güvenen ve iyi yetişmiş genç kız, yaşından oldukça büyük gösteriyordu...

***

Elvis ondan çok etkilenecekti...

Priscilla; Amerika’nın en çekici erkeğiyle randevulaştığına inanamıyordu...

Bunun bir şaka olduğunu düşünüyordu...

Elvis’in evine gittiğinde, rock yıldızının karşısında heyecandan kalbinin duracağını hissediyordu...

***

Elvis’in dayanılmaz bir cazibesi vardı...

Genç kız kendisine kur yapan, onu çiçeklere ve hediyelere boğan “dünyanın en dayanılmaz erkeğinin” karşısında dayanamıyordu... Amerika’ya döndüğünde kendisini yanına almak isteyen Elvis’e “evet” diyordu. Ancak mesele onun “evet” demesi değil; 14 yaşında olduğundan ailesinin “evet” demesiydi...

***

Elvis, Priscilla’nın Almanya’da bulunan ailesini arayarak genç kızın Noel tatillerini Memphis’te Elvis ve ailesiyle geçirmesi için izin alıyordu... Ailesi kısa bir ziyarete izin veriyor; ancak nasıl olduysa Elvis tatilden sonra genç kızı bir daha eve ailesinin yanına yollamıyordu...

***

Priscilla o günler için şöyle söylüyordu:

Ne yaptı etti ve kendimi onun yanında kalırken; Immaculate Conception Lisesi’ne giderken buldum... Endişelenmiyordum; Elvis bana hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği konusunda ailemi ikna etmişti...”

*****

ANNE KUZUSU ELVİS’İN ANNESİNİN ÖLÜMÜ

Rock yıldızı olduktan sonra kimsenin bilmediği bir gerçek; Elvis’in okul yıllarında arkadaşları tarafından “ana kuzusu” olarak görüldüğüydü... Bu önemli bir sorun gibi gözükmüyordu... Kimse o sıralarda Elvis’in 14 yaşındaki genç Priscilla’ya aşkının, annesini kaybettikten hemen sonra olduğunu fark etmemişti...

***

Ancak Elvis çok bağlı olduğu annesi öldükten sonra; uzun bir süre depresyona giriyor yıllar içinde gücünü koruyabilmek için amfetamin kullanmaya başlıyordu... Konserlerden sonra ise uyuyabilmek için de sürekli ilaç alıyordu...

Eroin ve esrarı kişilik zayıflığın bir simgesi olarak görüyor, ancak doktorlar tarafından ona verilen sakinleştirici ilaçların, kendisini yasal bir uyuşturucu bağımlısı haline geldiğinin farkına varmıyordu... Şöhret, kaybedilen anne, yalnızlık ve anlaşılamama hissi onu paranoyaklaştırıyor, sahnede sahne dışında silah taşıyordu...

***

Bu da yetmiyor; karate dersleri almaya başlıyordu... Sürekli partiler, anti depresyon ile sorunlu ve huzursuz hayat onu şişman, hantal ve sürekli sızlanan biri haline getiriyordu. Kader ağlarını yavaş yavaş örüyordu.

*****

KADININ GİTTİĞİ AN...

Kendisinin yanı sıra Priscilla’nın da kendini koruması gerektiğine karar verince; karısına Mike Stone adında yakışıklı, genç bir karate hocası tutacaktı...

***

Hayat, sizin ne olduğunuza değil, karşınızdakine ne verdiğinize bakar... İlişki; “tablolardaki resimlerde veya idealize edilmiş fotoğraflardaki gibi” sürmez.. Ne kadar ünlü olursa olsun, paranoyalar içinde bir adam; huzursuz yaşayan, korkan, ilaç alan, depresyondan çıkamayan bir erkek...

Sevgilisine sevgi ve aşk sunmaktan çok, annesinin ölümünün huzursuzluğunu ve kimsesizlik hissini yönetemeyen bir sevgili... Adı Elvis Presley de olsa “aldatılırdı...”

***

Karate hocasıyla genç karısının arasındaki derslerin nasıl geçeceği baştan belliydi... Çok geçmeden dersler kontroldan çıkacaktı... Priscilla hayatında ikinci kez aşık oluyordu...

Genç kadın bu konuda; Elvis’e karşı dürüst ve açık olmaya karar veriyordu...

***

Elvis’e “Bir başkası için ve daha basit bir yaşam biçimi için onu terk edeceğini” söylüyordu...

“Büyümek istiyorum... Bir şeyler yapmak istiyorum...” diyordu...

*****

ELVİS’İN EVLİLİĞİ

Elvis 14 yaşındaki sevgilisinin okula giderken kullanması için önce bir Corvair, sonra da Chevrolet marka spor araba aldı... Sinemaya gittiklerinde içeride istediği kadar gürültü yapabilsin diye Elvis sinema salonunu kapatıyordu...

***

14 yaşında tanıdığı Priscilla 21 yaşına geldiğinde “onunla evlendi” Elvis...

1 Mayıs 1967’de La Vegas’ta bir otelde ve ani bir törenle evleniyorlar ve dokuz ay sonra çiftin tek çocuğu Lisa Marie Presley doğuyordu...

*****

ANNESİNDEN SONRA KARISI...

Önce annesi... Sonra 14 yaşından beri, elleriyle büyüttüğü sevgilisi ve karısı... İkisi de Elvis’in hayatından ayrılıyorlardı... Elvis, Gracelands’teki evinde izole ve münzevi bir hayat yaşamaya başlıyor, karate hocası Mike Stone’dan ise intikam almayı düşünecek kadar geriliyordu...

***

O kadar ki San Fransisco Sokaklarında oynayan Mike Stone karakterini görünce; silahıyla televizyona ateş ediyordu... Konserin olmadığı zamanlar yatağından çok nadir çıkıyor; anne sevgisinin verdiği huzura çocukluğunun güvenli ve sıcak dünyasına dönüşler yaşıyordu...

Böyle zamanlarda gerçek dünyadan elini eteğini çekiyor, kullandığı uyuşturucularla acısını hafifletiyordu...

***

15 Ağustos 1977’de Priscilla’nın gidişinden 5 yıl sonra, içinde Quaaludes, Seconal, Demerol ve Valium’un da olduğu 14 farklı uyuşturucunun garip bir karışımını yuttu... Ertesi gün banyosunda ölü bulundu.. Kalp krizi geçirmişti...

***

Annesinin ölümüne ve arkasından onu terk eden genç karısının ardından yalnızlığa daha fazla tahammül edememişti... 42 yaşındaydı... Onu terk eden karısı şöyle söylüyordu ona anlatırken;

“Onun tek bir aşkı vardı... O da annesiydi...”

Yazının devamı...

Seçim sonrasının üç güçlü siyasi figürü...Tayyip Erdoğan; Ahmet Davutoğlu; anahtar Abdullah Gül...

Dün bir dostumla telefonda konuşuyorum...

Dostumun kulağı delik...

Siyaset kulislerinden çok iyi haber alan kaynakları var...

-“Seçimlerden sonra ilginç gelişmeler olacak...” diyor...

-“Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun dışında; Abdullah Gül de siyasi pozisyon olarak etkin konumda olacak sanıyorum...” diyor...

***

Şaşırıyorum...

-“Nereden çıkıyor şimdi bu?..” gibisinden bir soru işareti beliriyor kafamda...

Dostuma pek belli etmiyorum...

-“Nasıl?..” diye sormakla yetiniyorum... Cevap vermiyor...

-“Yüz yüze görüştüğümüzde anlatırım...” diyor...

‘Olayı’ kapatıyor...

***

Çok oralı olmuyorum...

Fakat aklıma da takılıyor...

Bir süre sonra; Konuyla ilgisi olmayan bir kız arkadaşımla konuşurken; aniden beynimde şimşekler çakmaya başlıyor...

Siyasi kulislere hakim dostumun ne demek istediğini bir başka kimseyle konuşurken aniden anlayıveriyorum...

***

“Madem o beni yüzyüze görüştüğümüzde söylerim” diye atlatıyor”; diyorum...

“Ben de şimdi onu arayıp, neyi söylemek istediğini ona anlatayım... Bakalım ne yapacak?..” diye içimden geçiriyorum...

***

Kız arkadaşıma;

-“Aklıma çok önemli bir şey geldi... Seni biraz sonra arayayım... Bir telefon edip, bana biraz önce telefonda gizlenen seçim sonrası senaryoyu; muhatabına açıklamam lazım...” diyorum...

Telefonu kapatıp; “Seçim sonrası Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun yanısıra Abdullah Gül’ün; neden etkili siyasi konumda bulunacağını anladığımı” söylüyorum...

***

Telefonda biraz da ironi yapıyorum...

-“Siyaseti pek sevmediğim için, zekamı çok hafife alıyorsun...” diyorum...

Gülüyor...

-“Ne çıkardın ki?..” diyor...

***

-“Müneccim değilim; AKP’nin ne kadar oy alacağını bilemem...” diyorum...

-“Yüzde 40’dan, yüzde 50’ye kadar her oranı söylüyor kamuoyu araştırma şirketleri... Ben tersten gideyim...”

-“HDP barajı aşar... Ortada somut ana muhalefet işlevi gören tek parti o... Yüzde 10-11 oy demek bu... CHP 26-27 aralığında görünüyor...

MHP’de yükseliş var deniyor...

15-17 aralığına koyuyorum...

Saadet-Büyük Birlik ittifakı, Vatan Partisi ve diğer partilere yüzde 4-5 civarında bir oy öngörüyorum...

Hepsinin toplamı yüzde 55 civarında en fazla 60’ı buluyor...

***

Bu durumda AKP’nin oyları; yüzde 43-45 arasında bir yerlere oturuyor...

Dört partinin seçim barajını aştığı bir meclis aritmetiğinde; iktidar partisinin 43-45 oy oranı; tek başına çoğunluğu ancak birkaç milletvekili fazlasıyla elde edebileceğini gösteriyor...

Bu hesaplarla AKP’nin 285-290 milletvekili çıkarması beklenebilir...”

*****

ABDULLAH GÜL NASIL İKTİDAR DENKLEMİNİN İÇİNDE?..

Kulağı delik dostum; konuşmamın bu noktasına kadar hiç sesini çıkarmıyor...

Ben senaryoyu anlatmaya devam ediyorum;

“Şimdi...” diyorum...

-“Neden Abdullah Gül’ün milletvekili adayı bile olmadığı seçim sonrası dönemde, iktidar denkleminde etkin rol üstleneceği senaryonun ne olduğunu anlatacağım sana... Daha doğrusu senin öğrendiğin senaryoyu, sana anlatacağım şimdi...”

***

-“Nasılmış?..” diyor...

-“AKP’nin alacağı 285-290 milletvekili içinde Abdullah Gül’e yakın, onun siyasette etkili olmasını arzu eden, en az 15-20 milletvekili çıkacağını tahmin ediyorsun...

Gül’e yakın 15-20 milletvekili, AKP grubu içinde sayısal olarak anahtar rol oynayacak diye düşünüyorsun...”

***

Dostum sözün bu yerinde kendini tutamıyor ve kahkahayı atıyor...

Fırsatı kaçırmıyorum;

-“Beni kaşıma...” diyorum;

-“Akdeniz’in kıyısında sizin siyasi bulmacalarınızla uğraşmak istemiyordum sadece...”

Telefonun öbür ucundan kahkaha sesi artarak gelmeye devam ediyor...

*****

HÜRRİYET’İN MANŞETİ...

Deniz Zeyrek Ankara kulislerini iyi koklayan bir gazeteci...

CNN Türk’te çıktığı programlarda “önemli kulis bilgilerine” sahip olduğunu fark ediyoum...

Ben ise Ankara gazeteciliğini bırakalı otuz yıl, genel yayın yönetmenliğini bırakalı on yıldan fazla oluyor...

***

Dün Deniz Zeyrek’in Hürriyet’teki haberini, otuz beş yıllık arkadaşım, Sedat Ergin manşete çekiyor...

Manşet; “Listenin 8 Şifresi” başlığını taşıyor...

Şifrelerin 5.’si şöyle:

“Ahmet Davutoğlu (bu listelerle) rakiplerinin ekipleşmesine izin vermeyerek, partinin Tayyip Erdoğan’dan sonraki tartışmasız ikinci adamı oldu...”

***

Hürriyet’in Ankara temsilcisi; “liste analizi”nde, “Başbakan Davutoğlu’nun, Tayyip Erdoğan’dan sonra ikinci adamlığının tescil edidiğini yazıyorsa,” bunu doğru kabul ederim ben...

Sadece bir eksik olduğunu düşünüyorum...

***

AKP listelerinde, partinin Erdoğan’la iki ana kurucusundan biri olan ve yedi yıldır Cumhurbaşkanlığı yapan Abdullah Gül’e yakın hiçbir ismin olmaması düşünülemez...

O isimlerin sayısı 15-20’yi bulursa; 285-290 milletvekiliyle iktidar olması muhtemel bir partide, Gül’e yakın milletvekilleri ‘anahtar’ olurlar...

*****

NECMETTİN ERBAKAN GİBİ...

Tıpkı bir zamanlar Tayyip Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ün liderleri olan “Necmettin Erbakan’ın Milliyetçi Cephe koalisyonun anahtarı olması gibi bir durum” bu...

Siyasetin rahle-i tedrisini Erbakan’ın yanında yapmış olan Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün mazideki bu çarpıcı olayı hatırlamamaları düşünülebilir mi?..

***

Siyaset; Haziran sonrası renkleniyor...

Aktörler değişmeyebilir...

Ancak farklı aktörler, siyaset sahnesinde etkinleşebilirler...

***

Yine de siz bu senaryoyu;

35 yıllık gazeteciliğini bir iki ay önce bitirmiş, ununu elemiş, eleğini asmış bir gazetecinin “dostlarından kulağına üflenen hayali bir senaryo olarak” okuyun...

Neme lazım...

Akdeniz kıyılarında, uzun yürüyüşleri bozmaya niyetim yok...

Günlerdir Kemer’in ünlü keçilerinin, dağlardan kıyıya inmelerini bekliyorum...

Havalar bir türlü ısınmıyor; onlar da henüz deniz kıyısına inmiyorlar...

Farkındasınız...

Benim gündemim sade ve denizle, doğayla iç içe...

Yazdıklarımı siz “fantezi” niyetine sayın...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.