Şampiy10
Magazin
Gündem

Yaş alırken gençleşmek...

Genç bir kız o...

İyi bir üniversitede psikoloji okuyor...

-“Kaç doğumlusun?..” diyorum...

-“1993 doğumluyum...” diyor...

-“22 yaşındasın yani?..”

-“Hayır 21...” diyor;

-“Ekim ayında 22 olacağım...”

***

Yaşı ilerlemiş insanlarda görülen “yaş duyarlılığının”, böylesine genç bir kızda baş göstermesine hayret ediyorum...

-“Teorik olarak söylediğin elbette doğru...” diyorum...

-“Ekim ayındaki doğum gününde 22 yaşını doldurmuş olacaksın... O zaman gerçek anlamda 22 yaşında olacaksın... Şu anda 21.5 yaşındasın... Yine de bu kadar genç bir yaşta, böylesi bir yaş duyarlılığı hayret verici... O yıllarda bir an önce büyümek ister insanlar...”

***

-“Genç olmak ve genç olarak kalmak istiyorum...” diyor...

Ona “genç olmaktan” ne anladığını soruyorum... Hiç beklemediğim kadar zeki bir cevap veriyor:

-“Enerjinin; ilerki yaşlara oranla fazla olması... Yaşama sevincinin ve azminin rölatif olarak çokluğu ve bolluğudur ‘gençlik’...” diyor...

***

-“Çok doğru bir gençlik tanımlaması...” diyorum...

Dikkatle bakıyor... Arkasından ne gelecek diye merakla bekliyor...

-“Ancak yıllar içinde; ‘kendi içine doğru yolculuğa başlarsan...

Hayatın şifrelerini kendi içinden bulmaya yönelirsen... Yaş aldıkça enerjinin yükseldiğini ve gençlik enerjisiyle bile yapamadığın şeyleri yapmaya başladığını göreceksin...” diye ekliyorum...

*****

GENÇLİĞİMİZİ YOK EDEN KORKULAR...

Söylediklerime pek inanmış görünmüyor...

Açıkça söylemiyor ama; bu düşüncelerimi, yaşlanmakta olan insanların kendilerine şırıngaladığı “züğürt tesellisi”nin bir tezahürü olarak görüyor...

***

Ona,

-“Çocukken öğrendiğimiz şeyler, bir taraftan bizi korumayı amaçlarken, bir taraftan da bizi sınırlar ve içimize korku salarlar...” diyorum...

-“Yüzme öğrenmek isteyen bir çocuğa, ‘dikkat et boğulursun...’ denir...

Böylece bilinç altına ‘denizde boğulma korkusu’ aşılanır...

Çocuk öğrenme sürecini, bu korkularla kendi beynini ve kapasitesini sınırlayarak yaşar...

O kadar çok konuda o kadar çok korku verilir ve biz o korkuları içimizde biriktiririz ki; yapmak istediğimiz şeyleri gittikçe yapamaz hale geliriz... Kapasitemiz, gerçek sınırlarımızın çok altına iner...

Bu korkularla yüzleşmeden, bu korkuları aşmadan, sınırımız ve kapasitemiz artmaz...

Ancak içimize doğru bir yolculuk yaparsak...

Çocuklukta bize aşılanan korkularla yüzleşebilirsek...

Potansiyelimizi ve kapasitemizi sınırlayan kodlanmaları ve koşullanmaları aşabilirsek...

Davranışlarını sınırlayan önyargılardan kurtulabilirsek...

Özgürleşiriz...

Özgürleştiğimiz ölçüde, gençleşiriz...

Enerji dolarız...

Yaşama arzusuyla dolar taşarız...

Özgürleştiğimizde içimizdeki enerji mucizevi bir şekilde artar...

Potansiyelimiz patlar...

Sınırların sınırsızlığını kavrarız...”

*****

KORKULAR ÜZERİNDEN İNSANLARI YÖNETME ARZUSU...

-“Spor yaparken bir süre sonra kesiliyorum...” diyor...

Çok zeki ve iyi eğitim alan bir genç kız o...

Çok iyi derecede bir yabancı dil biliyor...

İkinci yabancı dili öğreniyor...

Fırsat buldukça yabancı ülkelere gidiyor...

Kültürünü görgüsünü geliştiriyor...

İyi bir üniversitede eğitim alıyor...

Eğitim aldığı alanda, staj yapıyor, uygulamalı eğitimden yararlanıyor...

***

Bu kadar iyi eğitim almasına, kendini geliştirmesine ve ailesinin ona bu kadar özen göstermesine karşın, yine de spor gibi bazı konularda “kodlanmış korkuların onu kısıtladığını” fark ediyorum...

Kendisine; onun spor yaptığı parkurda, yaklaşık iki buçuk saat spor yapabildiğimi anlatıyorum...

Bunun; içime yaptığım yolculukta “korkularımla yüzleşme, kendimi tanıma ve davranışlarımın kodlarını çözme” çabamla mümkün olduğunu söylüyorum...

***

-“Böyle yaparak gençliğimde bile var olmayan bir enerjiye sahip oluyorum... 18-20 yaşlarındayken içimdeki enerji daha fazla olmuş olabilir... Ancak bu enerji, genetik kodlanmalar, korkular, ön yargılar, endişeler ve koşullanmalarla bugüne oranla çok daha ‘az’ olarak ortaya çıkıyordu...

Yaş alırken içime doğru yaptığım yolculuk beni ve ruhumu özgürleştiriyor, enerjim patlıyor...

Korkularımdan kurtuluyorum, hayatımı kısıtlayan önyargılarımı aşıyorum...

Patlayan enerjim, 18-30 yaşlarında yapabildiğim şeylerin sınırlarının çok ötesine taşıyor... Daha uzun spor yapabilmenin, tek nedeni daha antrenmanlı olmam değil... Onun motivasyonunu içimde duymam...

Bu da içimdeki özgürleşme duygusunun sonucu...”

***

İyi bir psikoloji eğitimi aldığı için, durumu hemen çözüveriyor genç kız...

Ona açmaya çalıştığım yeni pencereden mutluyum...

Hayatın şifrelerinin daha çok çözülmeye başlanmasının, insanlığa önemli bir katkı olacağının bilincindeyim...

Hayatı bize yanlış öğretiyorlar...

Bazıları yanlış bildikleri için bize yanlış öğretiyorlar...

Bazıları ise bilinçli bir şekilde yanlış öğretiyorlar hayatı bize...

***

Şifreleri sadece kendileri bilsinler...

Hayatı ve insanları böylece istedikleri gibi yönetebilsinler diye...

Yazının devamı...

Anneannemin balık tuttuğu iskelede...

O gün; sabahın erken saatlerinde bir arkadaşımla Yeniköy’de buluşmaya karar veriyorum...

Bir çay içeceğiz...

Bir şeyler verecek bana...

Sonra ben taksiyle Nişantaşı’na gideceğim...

***

Yeniköy’ün girişi; esasen Yeniköy’dün değil, İstinye iskelesinin olduğu yerde başlar...

İskele sınırdır...

Yeniköy’ün girişi o iskeledir...

Önce iskelede buluşmayı teklif ediyorum...

-”Olur” diyor...

Sabah 8.15 gibi orada oluyorum...

Çocukluktan gençliğe terfi etmeye hazırlanan bir çocuk masaları siliyor usul usul...

-”Bana bir çay verir misin?..” diyorum...

-”Abi daha açılmadı buralar...” cevabını veriyor...

-”Ancak 9.30-10’da açılır...”

***

En uçtaki masaya oturuyorum...

Bu masa ve kafe, o sırada masaları silen o çocuğa acaba ne ifade ediyor; onu düşünüyorum...

Ben ise 48-50 yıl önce, bu oturduğum masadan, Boğaz’ın akıntılı sularına atlıyorum...

Anneannem tam bu masanın olduğu yerde, her öğleden sonra 15’ten, akşam 19’a kadar olta atıyor denize, balık tutuyor...

***

Bense; zaman zaman olta atıyor, istavrit, izmarit tutuyorum...

Çoğu zamansa yüzüyorum...

Anneannem akıntının ve vapurların olduğu Boğaz’ın bu açık noktasında yüzmemden çok korkuyor...

Etrafa el ediyor...

-”Uşaklar çıkartın çocuğu; boğulacak...”

anneannemi sakinleştiriyor...

-”Çocuk yüzüyor anne, sen onu boşver, keyfine ve balıklarına bak...” diyorlar...

Anneannem teskin edilmiyor...

Beni denizden çıkartmanın lobisini yapmaya devam ediyor...

-”Uşaklar çıkartın çocuğu...”

***

Bunun üzerine, onu ifrit etmek için, denizin dibine dalıyorum...

Boğaz’ın derinliklerindeki oltasını, denizin altından başka oltalara düğümlüyor; anneannemin balık keyfine limon sıkıyorum...

Anneannem oltasını çekemiyor...

Ben yüzmeye devam ederken, o oltasını çözmeye girişiyor...

***

Kafe’nin masalarını silen çocuğa, oturduğum masa ve kafe ne ifade ediyor bilmiyorum...

Ben anneannemi özlediğimi fark ediyorum...

Gözüm yaşlanıyor...

İçimden;

-”Seni özledim anneanne...” diyorum...

Kalkıyorum...

***

Arkadaşım geliyor...

-”Burası kapalı, Yeniköy’e gidelim...” diyorum...

*****

YENİKÖY GÖZLERDEN UZAK KAHVE...

Yeniköy’de; Yıllarımı geçirdiğim...

Şöhretten, ilgiden, tacizden saklandığım, ‘in’ niyetine sığındığım kafeye geliyoruz... Show TV’de esip gürlediğim günler o günler... Sabah kahvemi içtiğim, gazetelerimi okuduğum, Cumartesi Pazar uzun saatler geçirdiğim, gözlerden uzak kafemdeyim...

***

Kafenin büyüdüğünü; arkadaki dükkanı birleştirdiğini kocaman bir kahvaltı yeri haline geldiğini görüyorum... Dükkan adına seviniyorum... Kafenin o halinin, benim gizli “in”im olmaktan tamamen uzaklaştığını fark ediyorum...

***

İlk gelen garsonları tanımıyorum...

Yarım saat sonra, dokuz yıl bana hizmet eden garsonlar teker teker geliyorlar...

Halimi hatırımı soruyorlar... Kafenin işletmecisi geliyor... Herkes sımsıcak bir samimiyetle, eski müşterisini kucaklıyor...

***

Bu ilgi, bir megapolün televizyonda görülen şöhretlerinden birine vatandaşın gösterdiği ilgi değil, mahallelinin eski bir mahalleliye duyduğu sıcak bir özlemin tezahürü...

Çok mahalleli; Sadece mahallelilerin anlayacağı bir şey...

***

Burası Yeniköy... İstanbul’un nerede oturursam oturayım, her zaman Yeniköy’lüyüm... Bunun farkındayım...

Aidiyetim burası... Mahallem burası...

Çocukluğum burası...

Atina dönüşü hayatımın en fırtınalı yıllarının geçtiğim “in”im burası...

Burası benim sığınağım...

Burası benim limanım...

Burası Yeniköy...

*****

GALATASARAY’LI OLMAMA ÇALIŞAN BAKKAL MUSTAFA...

Sabah anneannemle başlayan, “kahvehanem”le süren küçük maceram, eski evimin önünden bindiğim takside, mucizevi bir flashback’e doğru kıvrılıyor...

***

Taksici Ömer, dört kuşaktır Yeniköy’lü... Evinin olduğu yeri gösterirken; dört yaşlarımda anneannemle oturduğumuz sokak aklıma geliyor... Yeniköy’de sahile çıkan dar sokaklardan birinde ev... Karşımızda bir küçük bakkal dükkanı var... Bakkalın sahibinin adı Mustafa Bey... Sarışın renkli gözlü büyük oğlunun adı da Mustafa...

Dört ve beş yaşlarında iki yıl, o sokakta yazlarımı geçiriyorum...

En büyük zevkim; bakkal Mustafa’nın dükkanında pirinç çuvallarındaki pirinçleri karıştırmak... Mustafa Bey’in kendi adını taşıyan oğlu Mustafa;

-”Tek bir şartla izin veririm...” diyor... -”Eğer Galatasaray’lı olduğunu söylersen, pirinçleri elleyebilirsin...”

***

-”Evet...” diyorum...

Pirinçlerle oynamaya başlıyorum...

Akşam eve çıkıyorum...

-”Ben Galatasaray’lı oluyorum...” diyorum...

-”Nasıl olursun?..” diyorlar...

-”Sen Fenerbahçe’lisin; Galatasaray’lı olamazsın...”

***

Bütün bir yaz, öğlenleri metazori Galatasaray’lı, akşamları zoraki Fenerbahçe’li addedilerek yaşıyorum...

İki yılın ardından 6 yaşında ilkokula gidiyorum,... Orada annem gibi sevdiğim öğretmenim Süheyla Ün;

-”Senin Beşiktaş’lı olmanı istiyorum yavrum...” diyor...

Ne sarışın renkli gözlü bakkal Mustafa...

Ne çuvaldaki pirinçleri...

Ne de yukarıda yoğun tazyikte bulunan evin ahalisi... Fayda vermiyor;

Ben bütün hayatımı etkileyecek iki rengin siyah beyazın peşinden o anda gitmeye karar veriyorum...

***

-”Bakkal Mustafa’ya ne oldu?..” diyorum şoför Ömer’e...

-”Bakkal kapandı abi...” diyor...

-”Mustafa Bey, aynı apartmanın en üst katında oturuyor... 60 yaşlarını geçiyor...” Elli yıl öncesinin Yeniköy’ünden bir çocuk geçiyor...

Pirinç çuvallarına uzaktan el sallıyor...

Yaşlı bir kadın balık tutuyor...

Çocuk denizden “anneanne...” diye bağırıyor... Anneanne “çocuk boğulacak...” diye çevreye el ediyor...

Uzaktan 55 yaşında bir çocuk anneannesine bakıyor... Ağlıyor sanki...

Yeniköy yeni bir sabaha uyanıyor...

Her zamanki gibi...

Yazının devamı...

Nefretle başlayan bir aşk...

Amerikan sinemasının en sevilen, en yakışıklı, bütün kadınların hayran olduğu, iç geçirdiği ve beraber olmak için can attığı adamdı Clark Gable...

Kadınlar hep onun hayalini kurar, erkekler Clark gibi olmak isterlerdi...

***

Adı’nı taşıyan “çapkın bakış”, 20. yüzyıl erkeklerinin idolü olacak; “Clark bakışı sayesinde milyonlarca erkek milyonlarca kızı etkileyecekti...” 1936 yılının 25 Ocak’ında Beverly Hills’deki baloya giderken, Clark Gable bütün hayatının değişeceğini, bilmiyordu...

***

Smokinin altına beyaz kravat takmıştı ve çok çekici görünüyordu...

Carole Lombard’ı gördüğünde, 4 yıl önce kendisini inanılmaz şekilde aşağılayan genç kadının beyazlar içindeki güzelliği onu iyice deli edecekti...

İkisi “Man Of Her Own” filminde beraber oynamışlar, ancak film süresince birbirlerine ‘gıcık’ olmuşlardı...

***

Clark genç kadını, fazlaca şen şakrak ve saygısız, Carole ise efsane adamı, “fazla kibirli ve snob” bulmuştu...

Hatta filmin sonunda Clark Gable’a “üzerinde ünlü aktörün fotoğrafı bulunan füme edilmiş bir büyük domuz jambonu hediye etmişti...”

Clark’ı “jambonu yapılan domuz” yerine koyuyordu...

“KİM OLDUĞUNU SANIYORSUN SEN?.. CLARK GABLE MI?..”

Büyük aşklar, büyük nefretlerle başlar lafı doğrulanıyordu o gece... Clark Gable baloda, büyüleyici görünen 27 yaşındaki genç kadını hemen dansa kaldırıyordu...

***

Pistte dans ederken, genç kadına iyice sokuluyor, “Bu dansı sevdim Ma” diye fısıldıyordu...

Ma, ünlü aktörün genç kadına 4 yıl önce beraber oynadıkları filmde taktığı isimdi...

***

Genç kadın bu işarete cevap vermekte gecikmiyor:

-”Ben de Pa...” diye cevap veriyordu...

Dans ettikçe yakınlaşıyorlardı...

***

Clark Gable için bir kadınla beraber olmak zor bir şey değildi, bir bakış yeterliydi...

Spor arabasıyla Carol’a dışarıda gezmeyi teklif etti... Arkasından Beverly Hills’de kaldığı Wiltshire Oteli’ne götürdü genç kadını...

***

Bir şeyler içmek için odaya davet etti... Carole efsanevi aktörün kendisiyle ilk günden yatmak istediğini anlamıştı... Aktörün egosunu yerle bir edecek sözü orada sarfetti:

-”Kendine çok güveniyorsun değil mi?.. Kim olduğunu sanıyorsun sen, yoksa Clark Gable mı?..”

***

Efsanevi aktör bu sözlere müthiş öfkelendi... Kavga ettiler...

***

Ertesi sabah Carole barış için, Clark Gable’a iki beyaz güvercin yolladı... Aşk kaçınılmazdı, Clark evli olmasına rağmen o sırada, oracıkta başladı...

***

Bir ay içinde genç kadın efsane adama öyle bir aşkla tutuldu, 14 Şubat’ta Sevgililer Günü geldiğinde ona “beyaza boyanmış, her tarafı kırmızı kalplerle süslü eski model bir Ford’u hediye olarak gönderdi...”

Birbirlerine deli gibi âşık oldular...

“ALDATMANI BİLE AFFEDERİM... AFFEDEMEYECEĞİM TEK ŞEY BENİ SEVMEMEN...”

Clark Gable hemen karısından boşandı ve tüm gözlerden uzakta Arizona’da sadece ikisinin başbaşa olduğu bir törenle evlendiler...

***

Paramount Stüdyoları’na gönderdikleri telgrafta şöyle diyorlardı: “Öğleden sonra evlendik... Carole ve Clark...”

***

Fırtınalı bir evlilikti...

Clark etrafındaki, genç ve güzel aktristlerin ilgisine kayıtsız kalamıyordu...

Ancak Carole’a deli gibi âşıktı...

***

Her sadakatsizliğinde, periler gibi güzel olan Carole, Clark’ı affetti...

Affedemeyeceği tek şey, Clark’ın onu sevmemesiydi...

***

Clark, Carole’un karakterini kontrol altına alabilecek tek adamdı...

Bir seferinde Carole’un hırçınlığı tutuyor, evlerinin tamirinde çalışan bir işçiye sövüp saymaya başlıyordu...

***

Bunu gören Clark onu yandaki odaya çekiyor ve şöyle diyordu:

-”Birilerine kızılacaksa, bunu ben tek başıma yapabilirim... Senin yapmana gerek yok...”

***

Carole bunu duyunca, hüngür hüngür ağlamaya başlıyor ve erkeğine şöyle diyordu: -”Ne zamandır birinin bana bunu söylemesini bekliyordum... Seni çok seviyorum Pa...”

CAROLE’UN UÇAK SEYAHATİ...

16 Ocak 1942’de saat gece 04.00’te, Carole ve annesi California’daki evlerine gitmek üzere uçağa biniyorlardı... Berrak bir geceydi... Uçak havalandıktan 23 dakika sonra, Las Vegas’a 32 mil uzaklıkta bir dağa çarptı...

***

Uçaktaki 23 yolcu alevler içinde kaldı ve öldüler... Clark Gable karısını evde beklerken, sabah acı haberi yakın arkadaşının telefonundan öğrendi...

***

Kaza o kadar şiddetliydi ki, uçaktaki enkazda karısından geriye bir çift mücevher ve Gable’ın ona hediye ettiği yakut küpeler dışında hiçbir şey kalmamıştı...

***

Clark Gable kalanları küçük bir altın kutuya koydurdu ve o kutuyu o günden itibaren hep boynunda taşıdı...

Bir süre sonra sinemayı ve oyunculuğu bir kenara bırakıyor ve Carole’un ondan istediği gibi, bir aktivist olarak Amerikan Hava Kuvvetleri’ne katılıyordu...

***

Avrupa üzerindeki bombalama görevlerinde yer alıyor, orduda topçu ve kameraman olarak görev alıyordu...

Savaş kahramanı oluyordu...

***

Carole’a layık olmaya çalışıyor, onun mücevherini boynunda taşıyor, ona benzeyen sarışın, mavi gözlü kadınlarla birlikte oluyor, yine de onu unutamıyordu...

ERKEĞİN HAYATINDA KADIN...

Bir kadın bir erkeğin hayatında, onun bütün hayatını değiştirecek kadar önemlidir... Erkeğin öncelikli tribünü kadınıdır... Onun onayını, onun tasvibini almayı önemser...

***

Clark Gable olmuş, Amerikan Başkanı George W. Bush olmuş fark etmez; erkeğin yanındaki kadın; her zaman erkeğin derin onay mekanizmasıdır... İkinci Dünya Savaşı günleriydi ve Amerikan donanmasına Pearl Harbor’da baskın yapılıyordu...

***

Carole savaş yanlısıydı ve Clark Gable’ı “aktif görev alması için Amerikan ordusuna katılmaya teşvik etti...”

Ünlü aktör, mesleğini, kariyerini hiçe sayarcasına “kadınından gelen bu derin isteği kabul etti...”

***

Carole’un bu isteği kişisel olarak kendisinin isteği miydi, yoksa “kadınlar üzerinden kamuoyunda ünlü ve etkin şahsiyetleri yöneten derin servisler mi böyle istiyordu” onu kesin bilmiyoruz...

Ancak her kim istiyorsa, başarılı oluyor; Clark Gable gibi bir hareketiyle milyonlarca Amerikan erkeğini peşinden sürükleyecek bir rol model, İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan ordusunda aktif görev alıyordu...

CLARK GABLE’IN MARILYN MONROE İLE OYNADIĞI SON FİLM...

Marilyn Monroe ile Misfits filminde oynadıktan sonra 1960 yılında öldü...Karısı Kay Williams kocasının vasiyetini o zaman açıkladı: “Clark Gable; unutamadığı aşkı Carole’un, Los Angeles Forest Lawn mezarlığındaki heykelinin yanına gömülmek istiyordu...”

***

Onu milyonlarca kadın hayranının gözleri önünde, kazada kaybettiği ve unutamadığı tek aşkının heykelinin yanına gömdüler... Clark Gable hâlâ o heykelin yanında yatıyor...

Yazının devamı...

Çocukları “büyük” değil!.. Sen büyükleri çocuk yapabiliyor musun Abidin?..

Her şey ters işliyor...

Hayat tersten okunuyor bu ülkede...

Hayatı çözecek şifrelerin cevapları bulunamıyor....

Kördüğüm ediyorlar hayatın anlamını içeren çözümlerini...

Yaşamın sihrini kavramak yerine, beyhude bir şatafatı medeniyetin ölçüsü sanıyorlar...

***

23 Nisan törenlerinde, çocuklar büyüklerin yerlerine geçiyorlar Türkiye’de...

Güya böylece çocuklar o görevlerde olsalar “neyi nasıl yapacaklarını” anlatacaklar;

Biz de bu abuk senaryodan ilham alarak, çocuklarımızla empati kuracağız, iletişime geçeceğiz...

Onları “bu protokoler ve şekilsel törenin sözlerinden” kavrayacağız!..

***

23 Nisan Çocuk Bayram’ını kutlayan koskoca bir millet; “çocukların gün gelip büyük adam olma seromonisiyle” hayatı, çocukları ve kendisini tanımaya çalışıyor...

Çocukların bayramını, onları çocuk olarak yaşatarak değil, “onları büyük yaparak” kutluyor...

Çocuklara önemi; onları Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan koltuğuna koyarak veriyor!..

***

Çocuklara ve çocukluğa önem vermek; çocukları büyütüp bakan başbakan yapmakla olmuyor...

Çocukluğa ve çocuklara önem vermek; “büyüklerin kendi çocukluklarına, masumiyetlerine, nahifliklerine dönmesiyle” mümkün oluyor...

***

Bir toplum “çocukları suni olarak büyütüp, sözlerinden hikmet arayarak” büyümüyor...

“Büyük”lerin çocukluklarına dönmeleriyle çağdaşlaşıyor, medenileşiyor...

Çocukları büyük yapmak değil mesele...

Büyükleri çocuk yapmak esas hadise...

*****

WALT DİSNEY’İN ‘ÇOCUK İMPARATORLUĞU...’ VE HAYATI...

Saving Mr. Banks filmini 2013 yılında Los Angeles’ta otel odamda izliyorum... Dünyanın en büyük çocuk markasının sahibinin, Walt Disney markasını “küçük çocukları büyümüş insanlar gibi konuşturarak” değil; büyümüş insanları kendi çocukluklarına götürerek sağladığını fark ediyorum...

İnsanların “içlerindeki çocuğu çıkartarak” mucizelerini gerçekleştiriyor, Walt Disney...

***

Dünyanın bütün büyük yaratıcıları, sanatçıları, çocukluklarına dönerek, kendi içlerindeki çocuğu keşfederek, onunla empati kurarak sağlıyorlar hayatlarındaki mucizevi başarıları... “İçindeki çocuğu keşfetmek” hayatın ve yaşadığımız çağın en gizemli şiarı oluyor...

***

Walt Disney, dünyanın en büyük çocuk imparatorluğunu; sadece kendi küçük kızını mutlu etme uğraşısının sonunda gerçekleştiriyor...

*****

İÇİMİZDEKİ ÇOCUK BİZE NEYİ ÖĞRETİYOR?..

Koskoca bir ülke; çocuk bayramından; küçük çocukların bakan, başbakan olduğunda ne yapacaklarını söyleyecekleri üç beş kelimeyi anlıyor...

Çocuk bayramında “çocukları keşfetmeyi” bu şekilsel seromoninin yanıtından ibaret görüyor...

***

Bizim çocukluktan öğreneceğimiz şey; içimizdeki çocuktan öğreneceklerimiz...

Baştan bir yanlış koşullanmayı düzeltelim...

Biz büyüyerek gelişmiyoruz...

Biz içimizdeki “çocuğu, sevgiyi, masumiyeti ve saf niyeti” bulduğumuz, keşfettiğimiz ölçüde kendimizi geliştiriyoruz...

***

Evrenin sırrı dışarıda değil; bizim içimizde... Dışımızdaki olaylar, içimizdeki o “natüre, doğallığa ulaşmamız için birer vesile...”

Hayatta, en doğal tepkileri verebilen, gülünecek yerde katıksız ve sınırsız gülebilen bir varlık çocuk...

Önyargıları, koşullanmaları, hesapları ve kurguları yok...

Gördüğüne gülüyor, mutlu olmadı mı ağlıyor...

Tepkisini doğal haliyle, hesapsızca veriyor...

***

Çocuk büyüdükçe, sunileşiyor...

Yargılarla, önyargılarla, kendini korumak için ördüğünü sandığı duvarlarla, natürünü kaybediyor...

İnsan olmanın, canlı olmanın, tabiatın bir parçası kalmanın özelliğini yitiriyor...

***

Anthony Hopkins’in “Instinct” (İçgüdü) filminin içeriğini bilmeyen, yaşamayan, kalbinde, ruhunda hissetmeyen bir toplumsal bilincin; bu sözlerimle neyi kastettiğimi anlaması mümkün değil...

***

Bir gorilin doğadaki yaşamının, insanla kurduğu doğal yakınlığı anlatan Instinct (İçgüdü) filmi, “medenileşmiş! görünen, gerçekte ise barbarlaşan insanoğluyla, çocuklarını korumaya çalışan bir gorilin çatışmasını” anlatır...

Gorilden mi, insandan mı yana olduğunuzu filmi izlerken anladığınızda, hayrete düşersiniz kendinizden... Gorili öldüren insanın mı medeni; yoksa yavrularını korumaya çalışan gorilin mi “insani” olduğunu anlayamadığınız gibi...

***

İnsan; “kendi doğasına bu ölçüde yabancılaşabilen, evrensel akılla ilişkisini bu kadar tahrip edebilen” bir yapıya sahip...

Çocukluk, insanoğlunun bozulmamış yapısının adı aslında...

*****

ÇOCUKLUĞUM’A ULAŞMANIN BAHTİYARLIĞI...

Çocuklarımın üzerinden dün sabah yine kendi çocukluğumla yüzleşmeye gidiyorum...

TED Kolej’indeki “23 Nisan merasiminden”, kendi bilinçaltı kodlarımı ortaya çıkartıyorum...

***

Çevreye, çocuğa, duyarlı bir gösteri yapıyorlar dün törende... Orkestra ve gitar çalan solist eşliğinde söylenen dünya hiti parçalardan; Mustafa Kemal’e uzanan bir gösteri bu...

Yaşamıma yön veren, bir okul kültürünün “implamantasyon (kültürel ekim) sürecini fark ediyorum” dün İstanbul TED Kolej’inde... Çocuklarımla okuldan ayrılırken, kendi çocukluğuma kavuşmanın bahtiyarlığı içindeyim...

Yazının devamı...

Çocukluklarını yaşayamayan; büyüklerin ülkesi Türkiye...

Çocukluklarını yaşayamadan büyüyenlerin...

Çocuklukları manevi açıdan sakat bırakılanların çok bol olduğu bir ülke burası...

Büyümeyi “kuru bir ciddiyet”, ve çocuksu nahiflikten kurtulmak sanan “asık suratlı insanların bol olduğu bir memleket” burası...

***

Büyükler; zamanında çocukluklarını yaşayamadıkları, çocuklara karşı empatisiz ve anlayışsız...

***

Çocuklar; büyüklerin çocukluklarını yaşamalarına izin vermeyeceklerini bildikleri için huysuz olurlar buralarda...

Bu kısır döngü bir türlü kırılmaz...

***

Çocuk olmak; nahif davranmak...

Duygularına saflığın ve masumluğun egemen olması demek...

İnsanlar çabuk büyümek isterler buralarda...

Bir an önce büyüyüp, kurnazlaşmak, kül yutmamak, karşısındakine donunu ters giydirmek isterler bu coğrafyada... Bu niteliklere sahip olmak “büyümenin işareti sayılır” bu havzada...

***

Onun için çocuklar “çok sevilir gözükseler de” “çocukluk” makbul sayılmaz bu coğrafyada...

Küçümsenir “çocukluk...”

Aşağılanır...

Çocukların bile “çocukluk yapması” reddedilir en nihayetinde...

Çocuklar bir an önce büyüsün...

Gerektiği kadar kurnazlaşsın; Bir diğerinin kuyusunu kazacak raddeye gelsin...

Saflığını yitirsin...

“Bozulsun”, yani ‘pişsin’ istenir aile efradında...

***

Çocuğun içindeki nahifliğin, masumiyetin, çocuksuluğun ve saflığın yitirilmesi anlamına gelen “pişsin” sözcüğü hangi dilde var bilmiyorum...

Ancak İngilizce “cook your child” dendiğinde size nasıl tepki vereceklerini az çok tahmin ediyorum...

*****

ÇOCUKLARI HADIM ETMEYE ÇALIŞAN CELLATLAR!..

Her gece ana haber bülteni hazırladığım yıllarda, bültenin son 5-6 dakikalık bölümüne mutlaka çocuklarla ilgili bir “haber-şov koydurtmaya uğraşırdım...”

Hayvanlarla ilgili bir bölüm olurdu bu çokça...

Rahmetli uzun adamımız Halil İbo’yla; Ömür Varol “nokta ile virgül ikilisi” tadında ve esprisinde; Ömür’ün harika prodüksiyonları üzerinden, çocuklara yönelik eğitici, eğlendirici ve keyiflendirici bölümler hazırlamaya gayret ederdik...

***

Haber bülteni 19.30’da başlardı...

Çocuklarla ilgili hayvanlar alemi, çocuklar dünyasından haberlere ve şovlara sıra geldiğinde saatler 20.15-20.30’u bulurdu...

Bu bölümü çok severdim...

Çocukların uyku öncesi; “keyifle izleyecekleri bir bölüm olması için çaba harcardım...”

Beş dakika eğlensinler de öyle uyumaya gitsinler, diye uğraşırdım...

***

Ratingleri düşük olmazdı çocuk haberlerinin...

Ancak o haberlerin hiçbiri rating patlaması yapmazdı...

Haber bülteninde çocukları eğlendiren haberler yapılması kararı, bir rating artırma kararı değil, editoryal bir tercihti...

***

Amacım, haber bülteninin son 5 dakikasında hiçbir işe yaramayacak bir rating patlaması yaratmak değil çocukları eğlendirmekten ibaretti...

Rakip televizyon gruplarının; kendilerine bağlı gazetelerde konuşlanmış çocuk celladı tetikçileri; bu durumu fırsat bildiler...

***

Haber bültenlerinin “sirk”i andırdığını söylediler...

Bültenin son bölümünde çocuklar için özellikle yapılan çocuklara yönelik yayınları; “kirli bir ticari karın kanlı elleriyle emmeye çalıştılar...”

***

RTÜK’e şikayetler ettiler...

Çakma şikayet merkezleri kurup; aynı noktadan binlerce şikayet varmış gibi gösterecek kampanyalar düzenlediler...

Haber bülteninin insani ve çocuklara hitap eden yönlerini tarumar edip; haber bültenini yok edebilmek için; bülteni devletin güvenliğini tehdit edecek boyutta ilan etmekten çekinmediler...

*****

KORKUTUCU SİYASİ MATRİX’LER...

Çocukluklarını yaşayamayan, çocukla empati kuramayan adamlar, çocukların bir an önce büyüyüp çocukluktan, nahiflikten ve masumluktan kurtulmalarını ve kendilerine benzemelerini istiyorlardı...

Böylece kendi görüntülerinin Matrix’lerinin çoğalmasını arzuluyorlardı...

***

Şimdi Türkiye; onların bir zamanlar kendi elleriyle yarattıkları Matrix’lerden oluşan bir ülke artık...

Hep kavga ediyor görüntüsü veren, hep ağırbaşlı bir ciddiyetin arkasına saklanan kurnaz bir amip gibi bölüne bölüne çoğalan, “siyasi Matrix’lerin ülkesi artık burası...”

***

Haber bültenlerinin sonunda çocuklar için “hayvanlar alemi gibi 3-5 dakikalık haberler yayınlanmıyor” artık bu ülkede...

Her kanalda artık Kurtlar Vadisi’nin sayısız benzerinin drama niyetine;

Siyasetin dipsiz derinliklerinde kayıkçı kavgası yapanların entelektüel sayıldığı bir memlekette yaşıyoruz artık...

***

Bize ve inandığımız masumiyete ihtiyaç yok bu ülkede...

İtiraf etmek gerekirse;

Onur duymak gerek; “inandığımız anlayışa onların ihtiyaç duymamalarına...”

Bugün 23 Nisan...

Çocukların masum kalplerinin bayramı vesilesine yazıyorum bu yazıyı...

Bir de rahmetli Halil İbo’nun anısına...

Rahmetlinin güzel kalbinin 23 Nisan’ını kutlamak adına...

Yazının devamı...

Sigaradan ilk nefesi çektiğim an...

15-16 yaşlarındaydım...

Futbolu iyi; basketbolu ise iyi olmaya namzet olacak şekilde oynuyordum...

Günde 3-4 saat futbol oynuyor, kendimi geliştiriyor, top tekniğimi üst seviyeye çıkartıyordum...

Önümde bir hücum oyuncusu için gerekli olan fizikman güçlenmek konusu vardı... Top oynamaktan mutluydum...

Basketbolda potayla kurduğum ilişkiden giderek keyif alıyordum...

Bahar’dı ve iki ay içinde yazlıkta, saatlerce yüzeceğim günleri iple çekiyordum...

***

1975 Nisan’ın son günleriydi...

Bu duygular içindeydim ve bir taraftan da ‘büyümek’! ve başka bir kimlikle çevrede kabul edilmek istiyordum...

Hayatıma yeni bir çehre, yeni bir aidiyet, topluma kendimi başka türlü kabul ettirecek yeni bir kimlik peşindeydim...

Yakın arkadaşım öğle vakti; iç cebindeki beyaz paketli Amerikan sigarasını; bir fırt çekip bana uzattığında; o an “hayatımı değiştiren bir şey yaptığımın farkındaydım...”

***

Ne ki; insanı idama götüren hareketler bile “an”lıktır...

Kimse yaptığı hareketin sonucunun “felaketlere gideceğini” hesaplamaz...

Kendini aldatır...

“Bir şey olmaz” der...

“Herkes yapıyor” diyerek kendisini avutur... Ben de böylesi bir avuntunun peşindeydim o an...

***

-“Nefesimi keser, futbol oynarken zorlanırım...” diyordum...

Arkadaşım fazla sporla meşgul değildi...

İlgisi daha başka şeyler üzerindeydi...

-“Bir şey olmaz...” diyordu...

-“Sigara içip futbol oynayan bir sürü futbolcu var...”

***

Şimdi düşünüyorum...

O anda sigarayı elimin tersiyle itip, kendi yoluma gitme şansım var mıydı acaba diye...

O genç yaşta bir spor kulübünün takım aidiyetini taşısam ve “şampiyonluk gibi büyük hedeflerim olsa” sanıyorum o sigaradan birkaç fırt çeksem bile, bunu bir alışkanlık haline getirmezdim...

***

Oysa öyle bir şansım yoktu...

Beni spor üzerinden şekillendirmek istemiyorlardı ve genç yüreğime bu durumda yeni bir kimlik bulmak icap ediyordu...

Yeni oluşturacağım kimlikle, sigara içerek sosyal çevre üzerinde yeni avantajlar sağlayacağımı düşünüyordum...

Genç bir erkek sigara içerek çevresinde “büyümüş” görünecekti...

Karizma yapmış olacaktı...

Ana kuzusu değil, hafiften serseri, bağımsız ve tarz bir duruş sergileyecekti...

Öyle vehmediyordum... Böyle düşünerek sigaradan ilk nefesi çekecektim...

İKİ AY İÇİNDE GÜNDE BİR PAKET SİGARA...

Hayatın beni ve ailemi ağır sınavlardan geçirdiği günler o sırada geliyorlardı...

Annemin ağır bir hastalık ve ameliyat geçireceği haberi aileyi sonsuz kederlere sürükleyecekti.

Ben ise bu hüzünlü günlerin fırtınalı hüzünlerinden geçerken diğer yandan; yeni kimliğimle, fosur fosur sigara içiyor; müzik dinlenen kafelerde kız arkadaşlarla yeni bir dünyaya yelken açarak, içimdeki hüznü yok etmeye çalışıyordum...

Kendimce üyesi olduğum yeni gençlik çevresinde karizma yapıyordum...

Sigara genç yüreğimin o günlerde öylesine büyük bir ruhsal boşluğunu dolduruyordu ki; birkaç gün önce ilk nefeste öksüren genç çocuk, iki ay içinde bir pakete yakın sigara tüttürür hale geliyordu...

SİGARA VE AKTİF SPORCULUK HAYATIMIN SONU...

Daha 16 yaşımı doldurmamıştım... Sigara, tam otuz yıl boyunca beni esir alacaktı, farkında olamıyordum...

Fakat benim hayatımın esas önemli sonucu 30 yıllık sigara tiryakiliği değildi...

***

Ben; içtiğim sigaranın psikolojik etkisiyle, bir süre sonra kendimi “bir sporcu olarak” görmekten vazgeçecektim...

Adım adım geliştirdiğim futbolda, potaya sevgimle kurduğum basketbol ilişkimde, bir daha hiçbir zaman eskisi gibi heves ve enerji dolu olamayacaktım...

***

Sigara belki o yıllarda nefesimi tam kesmeyecekti...

Ama ben bir kere, günde bir paket sigara içerek; nefesimin giderek kesileceğini hissetmeye başlamış, sporla ruhsal korelasyonumu kaybetmiştim...

***

Spor yapmak antrenman ve maç yapmaktan ibaret bir uğraş adı değildi...

Spor yapmak, bir ruh hali, bir enerji birikimi, bir sporcu aidiyeti ve spor heyecanıydı...

Günde bir paket sigara içerek, sporcu aidiyeti sağlanamazdı...

***

Sonraki yıllarda, fakültenin masa tenisi takımı oyunculuğu, yüzme ve yelken gibi sporları yapmama rağmen, sigaradan dolayı kendimi bir daha hiçbir zaman “gerçek bir sporcu olarak” addetmeyecektim...

Bilinçaltım beni hiç rahat bırakmayacaktı...

Hep gizli bir suçluluk duygusu spor yaşamımın bilinçaltı engeli haline gelecek, performansımı kesecekti...

Sigara “bana aktif sporculuk hayatımı” terkettirecekti...

DÜN SABAH SPOR YAPARKEN...

On yıl önce sigarayı bırakıyorum...

O günden beri, “yıllar öncesinin acısını çıkartırcasına yeniden aktif bir sporcu olmuyorum...”

Yaşım buna müsait değil diye düşünüyorum...

Fakat 10 yıldır, hayatıma spor yeniden düzenli ve istikrarlı bir şekilde giriyor...

***

Dün sabah sporunda, 40 yıl önce ilk nefesi çektiğim sigara aklıma geliyor...

Yakın arkadaşım...

İç cebinden çıkardığı beyaz paketli Amerikan sigarası...

İçine çektiği an ve bana uzattığı beyaz filtreli sigara...

Alıp ilk içişim...

Bana;

-“Başın dönüyor mu?..” diye soruşu...

Başımın dönmesini istercesine, sigaradan arka arkaya birkaç nefes daha alışım...

30 yıllık zehirlenme sürecim...

“Aktif sporla” ilişiğimi kesişim...

Aktif sporcu aidiyetine bir daha kafamın ve ruhumun derinliklerinde kavuşmayışım...

***

Dün sabah bunun hesaplaşmasını yaşıyorum...

Hesaplaşma esnasında, hayatta hiçbir şeyin geç olmadığını bir kez daha fark ediyorum...

Yarım bıraktığım şeyleri hayatımın geri kalan kısmında tamamlama kararıma bir yenisini dün ekliyorum...

Spora yeniden olabildiğince aktif biçimde dönmeye karar veriyorum...

Adımlarım sıklaşıyor...

Güneş yüzünü gösteriyor...

Eskide kalmış genç bir sporcu, spor hayatının ikinci yarısına çıkmaya hazırlanıyor...

Elveda zehir!..

Yazının devamı...

Türkiye’de saha dışında oynanan futbol dosyası... Rakip merkezlerin psikolojik belaltı savaşlarına hedef olan futbolcular, teknik adamlar...

Futbol programları yaparken; saha içinde oynanan futbola paralel “saha dışında özellikle medya üzerinden oynanan futbolu” yakından öğrenme fırsatı buluyorum... Futbol Türkiye’de sadece sahada oynanmıyor...

Esasen sadece üçte biri sahada oynanıyor...

***

Bu sözleri duyanlar içlerinden;

-“Biliyoruz, saha dışı oynanan rezil oyunları... Maç satın almaları... Teşvikleri... Hakem ayarlamalarını...” diyebilirler...

Evet bunlar var... Futbolun bu kirli tarafı, önemli oranda futbolun içindeki varlığını sürdürüyor... Fakat benim şimdi sözünü edeceğim “saha dışı futbol”, bu kirliliğin dışında daha çok medya kullanılarak yürütülen, futbolcuyu sindirmek, çaptan düşürmek, futbol dışı yöntemlerle saha dışına itmek amaçlı kirli bir savaşın deşifresi!..

***

Yorumcular rakip takımların paha biçilmez değerlerini, “futbol dışı haberlerin üzerinden” belden aşağı yöntemlerle; özenle seçilmiş hedefler ve psikolojik savaşlar yoluyla yapıyorlar... Başarılı teknik adamlar bu yolla lime lime ediliyor...

Çaptan düşürülüyor ve futbol dışına, itiliyorlar...

***

Futbolda; futbolla ilgisi olmayan bu kirli savaştan nefret ediyorum... Belaltı savaşlar, kirli yöntemler, rezilleşmiş itibarsızlaştırma algıları üzerinden “Türkiye’de futbolun dışına itilen veya itilmeye çalışılan futbolcu ve teknik adamlardan bazılarını isim isim vererek, bu kirli savaşı bu köşeden deşifre etmeye başlıyorum...”

*****

İFTİRAYLA HEDEF SEÇİLEREK; TÜRKİYE’DEN KAÇIRTILAN DÜNYA ÇAPINDA BİR TEKNİK DİREKTÖR... LUCESCU

Listenin teknik adam sırlamasının en üstünde; dünya çapında bir teknik adam var...

Bu adam Mircea Lucescu...

Türkiye’ye geldikten sonra önce Galatasaray’ı, sonra Beşiktaş’ı şampiyon yapıyor Mircea Lucescu...

Beşiktaş’ı şampiyon yaptıktan sonraki yıl, ikinci devrenin başına kadar hiç mağlup olmayan ve devreyi 8 puan ilerde tamamlayan bir takım yaratıyor...

***

O günlerde bir gazeteye bir demeç veriyor Lucescu...

“Türkiye’de futbolun, bir zamanlar Romanya’daki gibi, futbol dışı unsurları çok fazla barındırdığına” işaret ediyor...

“Böyle giderse Türkiye’de futbolun bir zamanlar Romanya’da olduğu gibi duvara toslayacağını” söylüyor...

***

Lucescu bu sözleri söylediğinde, kimse Türkiye’de gerçekten birkaç yıl sonra “futbolda onun söylediği gibi bir deprem yaşanacağını, cezaevlerine kadar giden bir sürecin geleceğini bilmiyor...”

Lucescu “Türkiye’ye büyük hakaret etmiş” gösterilerek bir anda hedefe konuyor;

Aleyhine korkunç bir kampanya başlatılıyor...

Federasyonun 6 ay ceza vereceği konuşuluyor...

***

Teknik adam ne olduğunu şaşırıyor...

Türkiye’de saha dışında oynanan kirli oyunun ilk kez o zaman farkına varıyor...

***

Bir Romen atasözünü o kampanyanın hedefi haline getirildiğinde; can havliyle söylüyor:

-”Köpekler istedi diye Atlar ölmez...”

Sen misin bunu söyleyen!...

Linç daha da ağırlaştırılıyor..

Lucescu Türkiye’den ayrılmasa, 6 ay futboldan men cezası kapıda bekletiliyor... Gitsin, gelmesin diye...

***

O Lucescu, gittiği Ukrayna’da Shakhtar Donetsk’i UEFA Şampiyonu yapıyor; Avrupa’nın sayılı takımlarından biri haline getiriyor... Bunun Türkiye’de futbol lincini gerçekleştiren eli kanlılar için bir anlamı yok...

Lucescu artık Türkiye’de ve Beşiktaş’ta değil... Misyon tamam...

Kir ve eller, ya da kirli eller birbirine kavuşturuluyor...

*****

SEVGİLİ HABERLERİYLE TÜRKİYE’DEN KAÇIRTILAN ARDA

Saha dışında oynanan kirli futbol kendisine bir süre sonra, Galatasaray’ın dünya çapındaki değeri Arda Turan’ı hedef olarak seçiyor...

Arda büyük bir futbolcu...

Çok yetenekli... Psikolojisi bozulmaz, havasını bulur, futbola konsantre olursa çok iyi oynar...

Bu özelliği hedefe konması için yeterli oluyor Arda’nın...

***

Saha dışında Arda için oynanan futbolun, esas arenası spor sayfaları değil, magazin ekleri...

Arda bir anda magazin sayfalarının, hedefe koyduğu isim haline getiriliyor...

***

Gerekçe masum!..

-”Ünlüler her zaman haberdirler...” Bunu söyleyen sahtekarlar; “neden aynı şeyi yapan bazı ünlülerin hedefe konduklarını, neden sadece onlarla ilgili haberler yapıldığını” özellikle gizliyorlar...

***

Amaç genel geçer bir gazeteci kuralını söyleyerek, “her gün Arda’yı hedefe koyarak, onu bu ülkeden kaçırmak...”

“Sevgilisine sinema kapattı” haberleriyle çalkalanıyor Türkiye...

Sevgilisine sinema kapatması günlerce konuşuluyor, ne kıroluğu, ne züppeliği, ne sonradan görmeliği kalıyor o sıralarda sadece 22 yaşında olan bir genç çocuğun...

***

Her gün sevgilisiyle ilişkisinin; bir başka! “züppelik” kokan! tarafı manşetlere çekiliyor... Arda bir süre sonra “Ben İspanya’da futbol hayatıma devam etmek istiyorum... Burada futbol oynamayacağım...” diyor... Fatih terim ne yaparsa yapsın Arda’yı ikna edemiyor... Misyon tamam... Kir ve eller, ya da kirli eller bir kez daha birbirine kavuşturuluyor...

*****

CANER ERKİN’E YAPILAN NAMERTLİK!..

Futbolcu insan... Futbolcunun bir hayatı var... Evliliği, karısı, çoluğu çocuğu var...

Onun hayatının da bir “özel”i, mahremi, inişleri ve çıkışları var...

***

Fenerbahçe’li Caner Erkin genç ve başarılı bir futbolcu...

Güzel bir eşi var...

Aralarındaki ilişkinin başına gelen sorunlar; “gazetelerin önce magazin sayfalarını, hemen arkasından birinci sayfalarını, günlerce değil, haftalarca değil, aylarca değil, yıllarca süslüyor...”

***

“Genç kadın futbolcu eşini aldattı mı, aldatmadı mı üzerine” yapılan haberler, fotoğraflar, yorumlar, spekülasyonlar, değil her hafta milyonların gözü önünde maça çıkacak bir futbolcu, sıradan iş yapan bir insanın bile hayatını karartacak; onu intihara sürükleyecek bir boyuta varıyor...

Fakat kan isteyenler, ya da kendilerince Arda’nın intikamını almayı düşünenler “Caner’e futbolu daha doğrusu Fenerbahçe’yi bıraktırmadan” bu işin peşini bırakmıyorlar...

***

Caner sahada, bir insanın değil, on insanın kaldıramayacağı bir yükü kaldırarak hayatına ve futboluna devam ediyor... Kirli eller kan alacağı ve birbirine kavuşacağı günü beklemeye devam ediyor...

*****

LİNÇ EDİLMEYE ÇALIŞILAN GÖKHAN TÖRE!..

Arda, Caner, Lucescu yetmiyor saha dışı kirli oyunun tezgahtarları için; Değerleri, yetenekleri, futbolcuları, teknik adamları; futbol dışı yöntemlerle saha dışına atmaya yeminli eli kanlı katiller; linçlerine durmaksızın devam ediyorlar...

Gökhan Töre onlar için son yıllarda en biçilmiş kaftan...

Çok yetenekli...

Dünya çapında futbolcu olmaya niyetli...

Beşiktaş’ın elindeki en büyük değeri...

***

Yıllar önce, kampta yaşanmış bir olay temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp, manşetlere ve televizyon programlarına sürülüyor...

Gökhan Töre iyi oynadıkça, futboluna futbol kattıkça, ismi dünya devlerinin listesine girdikçe, Beşiktaş’ı kurtardıkça kampanya artıyor...

***

Her milli maçtan önce, her milli maçtan sonra yeniden ısıtılıyor...

Servis ediliyor...

Özür diledi...

Özür dilemedi...

Tabanca dayadı...

Teknik direktör niye affetti?.

Affetmemesi gerekirdi...

Kampanya bitmek bilmiyor...

***

Kendi hayatlarında skandalların bini bir para olan linççiler, rakip takımlarda olduğu için futbolun değerlerini, teknik adamlarını katletmek, yok etmek, rakip takımın yararlanmasından muaf tutmak için “saha dışı her oyunu” kirli bir tezgahın parçası olarak yürütüyorlar...

***

İşin içinde rakip gibi görünen aslında hayata, değerlere, futbola ve güzelliklere karşı olan eller var...

O eller ki; kirli eller...

Kirden ve ellerden oluşuyor...

Kirli kirli birbiriyle kavuşuyor...

Etrafa kan kokusu yayıyor...

Yazının devamı...

Galatasaray’lı kadınlar sosyetik... Beşiktaş’lı kadınlar protest... Fenerbahçe’li kadınlar maço...

Ligin finaline geliyoruz... Fenerbahçe ve Galatasaray’dan birisi dördüncü yıldızı mı takacak?..

Beşiktaş 14. şampiyonluğunu alıp, üçüncü yıldızın son virajına mı girecek?..

Böyle haftalarda detaylı puan hesapları yapılır...

Oysa ben; puan hesapları yerine VATAN gazetesinin ekinde benimle yapılan röportajda; Beşiktaş; Fenerbahçe; Galatasaray’ın kadın taraftarlarının profilini veren analizi okuyorum dün...

Analizin bugüne ışık tutan “üç büyükler ve kadın taraftarları” profilini aktarmayı daha ilginç buluyorum bugün...

SARIŞIN NİŞANTAŞI KADINLARI VE GALATASARAY...

En sosyetik, fazlaca sarışın, estetikli, bakımlı Nişantaşı, Ulus, Etiler kadınları esas olarak Galatasaraylı...

Galatasaraylı olmak kadınlar arasında geçtiğimiz 10 yılın trendiydi...

Bu trendi yaratan ilk kişi, aslında Beşiktaş’lı olan teknik direktör Mustafa Denizli..

***

Mustafa Denizli Altay’da oynarken; bir Altay-Beşiktaş maçında Beşiktaş gol atınca, Altay yedek kulübesinden “Goool” diye kalkıp sevindiği için, antrenörü tarafından kadro dışı bırakılır...

Hayatın garip cilvesi futbolculuğunu Galatasaray’da tamamlar...

Galatasaray’a antrenör olur...

O zamanlar Denizli’nin en karizmatik ve yakışıklı olduğu günler... Derwall’le ikili fotoğrafının ardından Galatasaray’daki tek patronluğu, Şampiyonlar Ligi’ndeki yarı finali, Mustafa Denizli’ye hayran bütün Etiler, Ulus, Nişantaşı kadınlarını G.Saraylı yaptı...

***

Galatasaraylı kadınlar Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı hemcinslerinin aksine futbolla yatıp futbolla kalkmazlar... Fanatikleri elbette var ama Beşiktaş ve Fenerbahçeli kadın taraftarlara göre çok daha light taraftardırlar...

BEŞİKTAŞ ISSIZ ADAM; GALATASARAY ISSIZ KADIN...

Issız Adam filminden sonra, “Issız olmak” toplumsal bir fenomen olarak konuşuluyor...

Bu anlamda;

Issız Kadın Tünel’de butiği olan, sahaflarda dolaşan, bohem çevrelerde nefes alıp veren, futbolla çok ilgili gözükmeyen hatta ilgisiz denebilecek bir yaşam tarzına sahip olan, hafif entel bir kişilik...

İşyeri evi hep İstanbul’un Tünel bölgesi ve çevresi...

Bu kadınların ezici bir çoğunlukla taraftarı olduğu kulüp Galatasaray... Issız Kadın esas olarak Galatasaraylı bir kadın portresi...

Elbette light bir Galatasaraylı...

***

Issız Adam yaptığı beklenmedik hareketler çizdiği hafif sıyrık karizma karakterle Beşiktaşlı aidiyetine yakın gözüküyor...

Fenerbahçeli kadın ve erkek taraftar, Issız Adam’a da, Issız Kadın’a da uzak görünüyor...

Gücü ve çoğunluğu önemseyen bir kulüp Fenerbahçe...

Kadın taraftarı da erkek taraftarı da, bu kültürü benimsiyor...

BEŞİKTAŞ’TA LİGHT KADIN BULUNMUYOR...

Sarışın kadın taraftara Beşiktaş’ta pek rastlanmaz...

Light Beşiktaşlı kadın taraftar da pek bulunmaz...

Beşiktaşlı kadın taraftarın erkeğinden hemen hiç farkı yok...

Kendilerine “Dişi Kartal” derler... Arızada, sıyrıklıkta, fanatiklikte, ölümüne Beşiktaşlılıkta, erkek taraftarlardan hiç eksik kalmaz...

FENERBAHÇE’NİN ESKİ LİGHT KADIN TARAFTARI ARTIK MAÇO...

Fenerbahçe’nin kadın taraftarı esasen bölgesel olarak “Cadde” merkezli... Geçmişte daha bir light olan Fenerbahçeli kadınlar son yıllarda Cadde’nin Fenerbahçe kültürü yaratmaktaki muhteşem etkisi ile...

50 bin kapasiteli Saracoğlu’nun erkekleriyle beraber maça gelen kadın taraftara sonsuz desteğinden mütevellit...

“Maço” bir Fenerbahçeli kadın taraftar imajı yaratıyor...

Fenerbahçe’nin kadın taraftarı, Fenerbahçe konusunda maço...

Galatasaray’ın kadın taraftarı sosyetik...

Beşiktaş’ın kadın taraftarı protest...

BEŞİKTAŞ’IN YENİ BEYAZ TÜRK KADIN TARAFTARI...

Son iki yılda, futbol dışı bir sosyal olgu, takım taraftarlarında büyük bir değişim yaratmaya başlıyor...

Gezi Parkı eylemlerinde Beşiktaş taraftarının ve Çarşı grubunun oynadığı “protest rol” Gezi olaylarına sempati duyan Beyaz Türk kadınlarda büyük bir ilgi uyandırıyor...

***

Gezi olaylarından sonra, Beyaz Türk ve laik tandansı belirgin kadınlarda; “Beşiktaş ve Çarşı” havası esiyor...

Fenerbahçeli, Galatasaraylı kadınlardan transfer bu hareket; esasen futbol merkezli değil...

Fakat takım taraftarlığının kadınlar için “sadece futbol merkezli olacağını” düşünmek abes...

***

Yakışıklı bir futbolcu, karizmatik bir Hoca; ya da bir sivil protesto “kadınların kulüp tercihlerinde belirleyici rol oynuyor...”

Futbol sadece futbol değil...

Bu bilinen bir gerçek...

Ne ki futbol kadınlar için esasen futbolun dışındaki hemen her şey...

Bu daha önemli bir gerçek...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.