Savaşta ne yaptın baba?
.
On beş yıl sonra 28 Şubat 1997 darbesini-müdahalesini-operasyonunu heyecanla ele almamız çok yerindedir, hatta geç kalmış bir hesaplaşmadır. Böyle bir hesaplaşmayı gereğince yapabilmek için de önce “28 Şubat süreci” de denilen olaylar zincirinde neler olduğunu bilmek gerekiyor.
1995 seçiminin ardından kamuoyunun oldukça geniş bir kesiminin beklediği ve istediği Tansu Çiller - Mesut Yılmaz koalisyonu yürümedi. Bu iki siyasinin egoları, siyasetin ve ülke koşullarının üzerine çıktı. Arkasından Necmettin Erbakan ile Tansu Çiller koalisyon hükümeti kurdular.
Refahyol adı verilen bu hükümetin kurulmasıyla birlikte, siyasi İslam’ın lideri başbakan olunca toplumdaki klasik korkular tırmandı. Asker harekete geçtiğinde zaten hazır bir kamuoyu vardı. 28 Şubat operasyonuya, ülkede “irticai” faaliyetlerin çok tehlikeli bir aşamaya geldiği, ülkenin her an irticanın eline geçeceği, Humeyni İran’ı olacağı duygu ve korkusunun yayılması için psikolojik savaş başlatıldı. Psikolojik savaşın bir unsuru da “asker her an darbe yapabilir ve bu darbe 12 Eylül’den de beter olabilir” korkusunun yayılmasıydı. Bunun yanı sıra, Susurluk olayıyla birlikte bir süre önce herkesin öğrenmiş olduğu devlet içindeki çeteler dolayısıyla özellikle “seçkinler” arasında ve medyada “can korkusu”nun da ince ince yerleştirilmesiyle “korku düzeni” tamamlanmış oldu.
Bir yanda “irticanın elindeki bir Türkiye’de başına ne gelir“ korkusu, diğer yanda “demokrasi falan diye irticacıları korumaya kalkarsan başına ne gelir” korkusu iyice yan yana yerleştirildi. Korkuları pekiştirecek alt operasyonlar da başarıyla uygulandı.
Sonuç: Siyasi iktidarın büyük ortağı Refah Partisi “pıstı”, küçük ortağı Doğruyol Partisi dağıldı. Bu ortamda demokrasiyi ve çağdaş değerleri ortaya koymak, en zayıf demokrasinin her türlü otoriter rejimden daha iyi olduğunu söylemek cesaret işi oldu.
Operasyonun ikinci boyutu da Kürt meselesi ve terör tartışmasının başlamasını, “siyasi çözüm”, “barışçı çözüm”, “diyalog” gibi kelimelerin dahi kullanılmasını önlemekti.
Bu operasyonun başarılı olabilmesi için “medya” ayağı şarttı. Bunun için de askerler bütün yöntemleri kullandı ve “tam saha pres” yaptı.
Bugün, o dönemi bilmeyen, o günün koşullarını bilmeyen kimi genç yazarlar, operasyonu yapanların, operasyona boyun eğen siyasilerin, operasyona ortak olan siyasilerin de önüne medyayı koyarak “savaşta ne yaptın baba” üslubuyla olayın kendisini sulandırıyorlar.
O günün medyası elbette tartışılmalıdır. Operasyona gönüllü destek veren, hatta operasyonun parçası gibi hareket eden gazeteciler olmuştur. Bunun için de dedikodular üzerinden hareket etmeye de gerek yoktur.
On beş yıl geriye baktığımızda, bu ağır dönemi “mümkün olan en az zayiatla atlatmak” çabasının da görülmesi, o günün koşulları içinde değerlendirilmesi gerekir. Kuşkusuz darbenin yanında olmamalarına rağmen “en az zayiat” için uğraşanların da yanlışları olmuştur.
Ancak konu medya olunca, ülkenin başbakanı “kanlı mı kansız mı” diyorsa, genelkurmay başkanı “Humeyni rejimi geliyor” diyorsa, her ikisinin de manşet olmasının doğal olduğunu, gazetecinin bu durumda başka bir şey yapamayacağını da bilmek gerekiyor.
Bütün bunları, Yeni Yüzyıl Gazetesi’nin yayın yönetmeni olarak Sabah grubu içinde yaşarken, günü gününe izledik. O dönemde Yeni Yüzyıl Gazetesi, demokrasinin her durumda savunulabileceğinin bir örneği olmuştur. O çizgiyi izlerken de Sabah grubunun yönetimiyle bir sorunu olmamıştır.
Bunları yazmamızın nedeni, o günlerin değerlendirmesini dedikodular üzerinden yapmanın, 28 Şubat sürecini farklı hesaplaşma duyguları için fırsat olarak kullanmanın asıl 28 Şubat olayının “sulandırılması”na hizmet edeceğine dikkati çekmek.
Dedikodular üzerinden cadı kazanı ortamı yaratmak yerine yapılacak çok açık bir iş var: Gazetelerin arşivleri ortadadır, kim hangi haberi yazmış, kim ne yorum yapmış, hangi gazete hangi olayı nasıl değerlendirmiş, hepsi ortadadır.
28 Şubat sürecindeki medyayı ele almak doğrudur. Ve 12 Mart medyasını, 12 Eylül medyasını da değerlendirmek gerektiği kadar doğrudur. Değerlendirme alanı da ortadaki gazetelerdir, televizyonlarda titreyen seslerdir.
Bir söz var: “Doktorlar yanlışlarını toprağın altına, avukatlar yanlışlarını demir parmaklık arkasına gizler, gazeteciler ise milyonlarca basıp herkesin gözüne sokar.”
28 Şubat’ın gazeteleri de işte orada, arşivlerde; bütün yanlışlarıyla ve doğrularıyla.