Yeni adliye sarayından sevgiler!
.
Adını anmak istemediğim, hani şu kafasından vurulan, iki gün önce taburcu olup ayda 7 bin 500 lira mı euro mu ne kira ödediği Zartinyum Tivin Taaavırsa yerleşen (ve adresini tarif ederken zorluk çekip çekmeyeceği merakla beklenen... Zira Urfa’da Oxford mu vardı da okusun zavallı milyarder..) bir türkücümüz sayesinde İstanbul’un bütün mahkemelerini öğrendim. (bkz: duran bir saatin günde iki kez doğruyu göstermesi)
Kendisi beni “basın yoluyla hakaret edip küçük düşürmek suretiyle MADDİ KAYBA uğratmaktan” mahkemeye verdi biliyorsunuz. (Veya bilmiyorsunuz, kimsenin umuru değil zaten..) Hem tazminat (20 bin liracık!) hem ceza (hapis) davası açtı.
Yeni bir albüm çıkarsın diye peşin peşin 750 bin telecik alan şahsı, benim kıytırık yazılarımla “maddi kayba” uğratabilme ihtimalim savcının da komiğine gitti herhalde ki ondan yırttım. Fakat ceza davasını kaybettim. İki ay mı 20 gün mü ne (şimdi tam bilmiyorum, sayılarla aram iyi değildir) hapis cezası aldım.
Aldım valla!
Ama yazık ki hapis cezam para cezasına çevrildi. O para cezası da beş yıl boyunca uslu durmam karşılığında (ehlileştirme pazarlığı!) “hükmün açıklanmasının ertelenmesine” çevrildi.
Cümleye deva edersem Türkçeyi katletmekten ceza alabileceğim için kesiyorum.
Özetle bir şey olmayacak.
Ne kestin koç, ne yedin hiç.
Ben dört kere mi ne mahkemeye çıktım.
Ne yalan söyleyeyim ben başından beri “cezam neyse paşalar gibi çekeyim” taraftarıydım. Zira kadın döven arkadaşa tek kuruş kaptırmak niyetinde değilim.
Gerçi sonra öğrendim bu ceza davalarında, para cezasına çevrilen hapis cezalarının parası (bir Türkçe katliamı daha) zaten devlete kalıyormuş.
Ona da kalmasın! Madem bana bu cezayı reva gördün ey devlet, delikanlı gibi gireyim içeriye, bari şanım yürüsün!
Her neyse.. Olmadı. Bir başka bahara inşallah.
Son davam Çağlayan Adalet Sarayı’nda idi.
İlk defa mutlulukla gittim bir davama. Zira binayı feci surette merak ediyordum.
Yalan yok: Bina şahane olmuş!
Adliye değil AVM sanki! Değiştir beyaz flüoresanları halojenle, koy bir köşeye Mavi Jeans, bir Koton... tamamdır.
İlk defa bir devlet binasına girince hayranlıktan nefesim kesildi!
Bu yurtdışında başıma gelmişti ve ne yalan söyleyeyim bir gün memleket sınırları içinde de olacağına ihtimal vermiyordum.
Zira bizde okul binaları olsun, adliye binaları olsun, hükümet konakları olsun daha açıldığı gün (Sovyetler Birliği stil) eskidir. Daha ilk gün kırıktır döküktür, gridir, karanlıktır, tozdur, iç sıkıntısıdır.
Burası öyle değil! Güvenlikten geçince müthiş bir açıklık, yükseklik, ferahlık ve aydınlık karşılıyor insanı. Vay be dedim. Vay be...
Elinde adalet terazisi, gözleri kapalı adalet tanrıçası “Temida”nın ikişer ikişer heykelini mi istersiniz, yürüyen simsiyah merdivenler mi istersiniz, Trump Taavırs manzaralı, internetli, dönerli, pizzalı kafeteryalar mı istersiniz, geniş geniş koridorlar mı istersiniz, 8 katı sekiz saniyede çıkan hızlı asansörler mi isterseniz, bol keseden her tarafı granitle sıvamalar mı dersiniz..
Ortadoğu ve Balkanların en afili mahkemesine sahibiz arkadaşlar, değerini bilin!
Hani “yüzün mahkeme duvarı gibi” deriz ya, veya derdik ya, burayı gören bir daha bunu diyemez.
Benim davaya bakan hâkim bey bile nasıl güler yüzlü, nasıl sempatik...
Allahım dedim, binalar insanları nasıl değiştiriyor!
Herkes bana birden sevimli, cana yakın ve düpedüz iyi göründü iyi mi!
Ha aynı zamanda Ortadoğu ve Balkanlar’ın “en yol bulunmaz” adliyesi o da ayrı bir mesele. Kendi başına imkânı yok mahkeme salonunu bulamaz insan.
Ama en hoşuma giden, fotoğrafta da gördüğünüz gibi bazı geleneklerin değişmemesi. Adliyen en ultra modern binan olmuş, şıklıktan geberiliyormuş, ne önemi var! Dilekçeci emektar daktilosuyla yine binanın önünde..
Az ötede simitçi de duruyordu. “Adres sormak bir simit” diye bir not da iliştirmiş önüne.
İkisine de gülümsedim..
Bazı şeyler değişmesin Türkiye’de. Böyle kalsın.