Şampiy10
Magazin
Gündem

Ev yaptırma maceralarım no: sonsuz

Bir rekora doğru koşuyorum arkadaşlar! 6. altın ayımı doldurmak üzereyim ve 3 ayda biter dedikleri evim hala bitmiş değil!

Duyan da malikane falan yaptırıyorum sanır. Altı üstü ufacık bir evin tadilatını yaptırıyorum. Merdiven geldi gitti, mutfak dolapları geldi gitti, döşemeler geldi gitti. Nasıl bir ev ise giren anında çıkıyor ve bir daha gelmesi aylar sürüyor! Ev yaptırma aşamalarında psikoloji şöyle oluyormuş: Önce sinirleniyorsun, sonra dalga geçmeye başlıyorsun, Sonra da galiba “benim öyle bir evim yok... benim öyle bir evim yok” diye ortada dolaşıyorsun. 4. aşamaya ha geldim, ha geleceğim. Aradaki “Eksiğe gediğe hiç aldırmamak, bitsin de ne olursa olsun deme” aşamasından söz etmeye bile gerek duymadım farkındaysanız.

Bağırmak çağırmak da işe yaramıyor. En son mimarımla çığlık çığlığa bir kavga ettik. Girip çıkan döşemeler, merdiven ve mutfak dolapları gibi o da bir daha görünmedi.

Sakın “parayı vermeyecektin a canım!” da demeyin. Son taksidi vermiş değilim daha fakat görüldüğü üzre o da işe yaramıyor.

Durum o kadar absürd bir hale geldi ki evin ahşap işlerini yapan firma geçen hafta kendi kendine bir sözleşme imzaladı. Güya bu cumartesiye kadar bitmezse iş, gün başına 400 TL eksik ödeyeceğim kalan parayı.

Allah Allah değil mi? Çok modern pek medeni bir “özeleştiri”.

Normalde müşteri dayatır, marangoz itiraz eder, bu sefer tam tersi oldu.

Peki işe yaradı mı?

Elbette hayır. Gün itibarıyla 1200 TL kardayım!

Daha komiğini söyleyeyim. Parkeciler bir de evimi yakıyordu az daha. Talaş dolu çuvala yanan sigara atıp, kapıyı kapayıp gitmişler iyi mi! (bkz: oha!)

4 saat sonra komşular arıyor “eviniz yanıyor” diye. Bir gittim, müstakbel yan komşum, kapıyı camı kırıp evime girmiş, yanan talaş çuvalını sokağa atıp, evimi yanmaktan kurtarmış.

Peee...Mahalleliyle tanışmaya bak! “O kim?” “Parkecilerin evini az daha yaktığı kadın” “Hııı.. Çok aramış mı o ustaları kah kih koh..”

(bkz: Daha yerleşmeden nefret objesi olmak)



Hani hayallerim vardı ya... Geçen sefer söz etmiş miydim hatırlamıyorum. Dekorasyon dergilerinin birinde, “kuğu” gibi beyaz merdivenlerimden, uçuşan uçuk pembe bir elbiseyle “ben hep merdivenli evlerde büyüdüm canım” havasıyla “poz” vereceğim diye...

Anlaşılan o ki bu gidişle “pozlarımı” hiç uçuşmayan bir elbiseyle, hiç öyle havalar basamayan bir yüz ifadesiyle, üstelik tüm ısrarıma rağmen beyaza boyanmayan “natürel” renkte merdivenimde (ustayı ikna edemedim! Kayın ağacını beyaza boyamak hakaretmiş..) dekorasyon dergisinin fotoğrafçısı yerine bir savcıya “aha burayı şöyle yaktılar, burayı şöyle eksik bıraktılar, burayı da böyle yanlış yaptılar” diye vereceğim.

Tamam biliyorum. Dünyada tek değilim. Fakat bu kadarı da fazla değil mi?

Yazının devamı...

Papazın canlı yayında ekonomi duası

“Allahım! Halk olarak hatalar yaptık. Paraları harcadık, kolay zengin olmaya çalıştık. Ama Allahım kimse mükemmel değildir. Bu yüzden allahım senden özür diliyoruz. Bu zor halimizde bize destek ver”

Bu sözler Selanik Metropoliti’ne ait! İki akşam önce canlı yayına çıkıp ekonominin düzelmesi için dua etti.

Nedir metropolit hemen onu açıklayalım: Rum Ortodoks kilisesinde piskopoz düzeyinde din adamı. Her metropolden (ana bölgeden) sorumlu biri var, ona metropolit deniyor. Dau eden de Selanik’ten sorumlu Metropolit. Daha önce de geçen sonbahar belediye başkanı seçilen ve dinsizliğiyle meşhur Butaris’le olan atışmalarını yazmıştım hatırlarsanız.

Haberi twitterda @manoliskostidis yayınca komik bir muhabbet dönmeye başladı. “Karınca duasının yanında ekonomi duası” “Ama iyi üflesinler” “Ne var biz de yağmur duasına çıkıyoruz” “Atina borsasına acil bir papaz”

Fakat en komik ikisi:

“Bizde hocalar ekonominin düzelmesi için canlı yayında dua etseler şeriat geldi diye darbe olmuştu çoktan”.

“Abi duayla oluyorsa biz de ekonominin başına bir imam getirelim diyeceğim ama zaten... Lan yoksa?”



Köşecilik skandalı

Perşembe günü köşemde yanlışlıkla cep telefonum yayınlandı. Dünyada köşesinde cep telefonu yayınlan ilk ve tek köşeci benimdir herhalde.

Bir kopi-peyst skandalı olarak da tarihe geçebiliriz. (Çok şükür kredi kartı bilgilerim değildi yayınlanan)

Dalgın editörlerim sayesinde günüm kabul günü gibi geçti. Arayan arayana. En az 30 telefon görüşmesi yapmışımdır, sonra şarjım bitti.

Eski okurlar meğer bugünü beklermiş!

“Ne iyi ettiniz de verdiniz telefonunuzu” “Hep konuşmak isterdik sizinle”, “ay n’olur yakınlardaysanız bir çayımızı içmeye gelin...”, “Allah aşkına yazlığımızda ağırlayalım sizi..” “Benim de küçük bir otelim var..” “Yazdığınız gibi misiniz gerçekten?” “Ben şaka sandım bir deneyeyim dedim.”

Canlarım benim. Ne güzel bir şey insanın kendini seven okuru olması!

En komiği şuydu: Bir teyze beni resmen oğluna istedi! Önce anlamadım. Sağdan soldan tatlı tatlı konuşuyoruz, seyahatlerden falan. Sonra medeni halimi sondajlamaya başladı. Evli olmadığımı öğrenince başladı oğlunu övmeye. Çok güzel tahsil yapmış, bankacıymış ama çalışmaktan bir türlü bir kız bulamamış.. Acaba.. Hani.. Bir mail.. Atabilir miymişim... Bir fotoğrafımla beraber???

“Aptal sarışın Tuğçe Baran” iken geliyordu böyle teklifler ama kumral halime ilk defa geldi...

Kısmetin ne zaman ve nereden geleceği hiç belli olmuyor gördüğünüz gibi. Çocuklarımız olursa birine Kopi birine Peyst ismini veririz artık.

Yazının devamı...

Damla sakızın memleketi Sakız Adası

Sakız Adası, Çeşme’den feribotla sadece 1.5 saat uzakta... Karaburun Yarımadası’yla neredeyse aynı büyüklükte ve şekilde bir ada. Nüfusu 54 bin... Ana şehri Chios, Çeşme’ye bakan sevimli bir kıyı kasabası. Turizm, öbür adalarda olduğu kadar yoğun değil. Yazları başka yerlerde yaşayan Sakız Adalılar da geliyor. Kaptanları ve armatörleriyle meşhur. Hepsinin yazlığı ve güzel karıları var.

Adanın en önemli gelir kaynağı “mastika” dedikleri sakız. Adanın güneyi sakız ağaçlarıyla kaplı. Sakızdan sadece likör ve macun değil, sabundan kreme kadar güzellik ürünlerini de yapıyorlar. Kambos, Mesta ve Pirgi yakın mesafede ilginç kasabalar. Biraz daha vakti olanlar için adanın batısındaki Volisos, kuzeyindeki Kardamila ve Marmaro da görülmesi gereken yerlerden...

Chios’ta bir Türk mahallesi var

Kordonu lokantalar, kafeler ve barlarla kaplı, yüzü Çeşme’ya bakan, fazla bozulmadan gelişmiş bir kasaba. Limanın hemen arkasında sur içinde dar sokakları ve cumbalı evleriyle bir zamanların Türk mahallesi var. Minaresi yıkılmış bir camii ve küçük bir Müslüman mezarlığını görmek mümkün. Ne var ki yeterince canlı bir yer değil.



Grecian Castle Hotel

Merkezin açık ara en şık oteli. Kordon boyuna 10 dakika yürüme mesafesinde. Bir zamanlar makarna fabrikasıymış. Çok başarılı bir restorasyondan geçmiş. Resepsiyon antikalarla dolu. Odalar son derece ferah. Deniz yolun öbür tarafı. Güzel bir havuzu da var. Fakat en önemlisi çok iyi bir mutfağı var. Deniz ürünlü balık ve mezeler yediklerimiz arasında en iyisiydi. Oda kahvaltı 2 kişi yüksek sezonda 138 Euro’dan başlıyor. Bilgi: www.greciancastle.gr

Hotel Kyma

İzmirli Güher Hanım’la Sakızlı eşi Teodoros’un aile oteli. Kordonun hemen yanında nefis bir konak. Her yere yürüme mesafesinde. 1917’den kalma olağanüstü bir kapısı ve mermer bir merdiveni var. Otel, Teodoros’a babasından kalma. Otelde 70’lerin dekorasyonu hakim. Ellerine para geçtikçe kimi odalarını yenilemişler, bazıları daha bakım istiyor, bilmekte fayda var. Fakat Teodoros’u tanıdıktan sonra bunları hiç mesele etmiyorsunuz, zira dünya şekeri bir insan ve Sakız’ı sevesiniz diye yapmadığını bırakmıyor. Türk müşterilerine karşı bilhassa hassas, otele domuz ürünü sokmuyor. Tel: 00 30 22710 44500

Güney Sakız

Mastihohoria (Mastika köyleri) denen bölge güneyde kalıyor. 1 gece kalacaklar için ideal tur.



Pirgi

Duvar süslemeleriyle ünlü bir kasaba. Evlerin hepsinin duvarları el işi siyah beyaz kazıyarak elde edilmiş süslerle kaplı...

Narenciye bahçelerindeki villalar otele dönüştürülmüş



Bu otel Türkçe’ye “Kısmet Köşkü” diye çevriliyor. Restore edilmiş güzel iki taş bina içinde çok hoş odaları var.
Bilgi: www.chios-riziko.com

KOMBOS

Kombos, Sakız merkezden 10 km sonra başlıyor. Cenevizlilerin hakim olduğu yıllardan kalma... Geniş narenciye bahçeleri içinde nefis villalar ve malikaneler var. Bazıları butik otellere dönüştürülmüş.



Mavrokordatiko: Narenciye bahçesi kenarında 1730’lardan kalma 9 odalı nefis bir taş bina. Bahçesi kocaman bir çam ağacının altında. Son derece cana yakın bir sahibi var. Bilgi: www.mavrokordatiko.com

Argentikon Luxury Suites

32 dönümlük bir portakal bahçesi içinde rüya gibi bir yer. Cenevizli Argentis ailesi tarafından yaptırılmış. Şimdiye kadar gördüğüm en muhteşem bahçe. Odalar ayaklı küvetler dahil en zarifinden mobilyalarla döşeli. Hayli lüks ve pahalı. Bilgi: www.argentikon.gr

Nasıl gidilir?

Çeşme’den haftanın her günü küçük feribotlar kalkıyor. Yeşil pasaportlulardan vize istenmiyor. Lacivert (veya bordolardan) Schengen Vizesi isteniyor. Feribot seferleri için www.egebirlik.eu ve www.erturk.com.tr’den online bilet almak mümkün.

Langada

Chios merkezden araçla yarım saat kuzeyde irili ufaklı tavernalarla dolu minik güzel bir koy. Nedendir bilinmez, Türkler arasında meşhur olmuş bir yer. (Söylemesi kolay olduğu için olabilir mi?) Açıkçası aman Allah bir özelliği yok, fakat giderken yolda Sakız’ın meşhur yel değirmenlerini görmek mümkün.

Alışveriş

Likörü, tatlıları, reçeli, sabunu, yağı, mumu, vücut kremi şeklinde giden binlerce sakız (mastika) ürünü dışında “mastelo” peyniri de meşhur Sakız Adası’nın... Tuzsuz hellim gibi. Kızartılarak yeniyor. Fakat unutmayın, çalışma saatleri “kutsal” siesta saatine göre ayarlı. Öğlen 3’ten sonra lokanta ve kafeler hariç açık dükkan kalmıyor. Çok şükür ki sakız (mastika) ürünleri satan dükkanlar tüm gün açık. Sakızdan yapılan güzellik ürünleri Mastiha Shop’da. ATM’lerin çoğundan Türk kartlarıyla Euro çekmek mümkün. ATM’ler sahil şeridinin bir arkasındaki ana meydan etrafında.


Araç kiralama

Açıkçası en pratik ulaşım. Trafikte vahşilik bakımından Yunan komşularımızın bizden bir eksiği yok, eh alışığız nasıl olsa, dert değil...
Travelshop: 0030 227 1020160 veya 00 30 227 1081500. Solunuza denizi alıp yürürseniz hemen göreceksiniz. Büyük bir dükkan.

Nefis bir Orta Çağ köyü Mesta

Cenevizliler zamanından kalma surlar içinde nefis bir Orta Çağ köyü. Mardin usulü kemerli dar sokaklarıyla mutlaka gidilmesi gereken bir yer. ‘Medieval Castle Suites’ nefis bir konakla imkanı sunuyor. Bilgi: www.medievalcastlesuites.com

Sakız Ağacı nedir?

Adaya Türkçe ismini veren bu ağaca Yunanlılar “mastika” diyor. Adanın güneyinde yetişiyor. Çeşme haricinde dünyada da başka yerde yokmuş. Osmanlı zamanında bir kilo damla sakızı bir kilo altına eşitmiş. En esaslı müşteri de Topkapı Sarayı imiş. 1822’de 20 bin kişinin öldürüldüğü Sakız isyanının bastırılmasında bir tek mastika üreten köyler (Mastikahorio) Osmanlı’nın keskin kılıcından kurtulmuş. Üretmesi kolay değil. Temmuz’la Ekim arası ağaçlara “göz yaşı” çentikleri açılıyor. Oradan süzülen reçine ağacın dibine serilmiş olan kalsiyum karbonata düşüyor. Gündüz yumuşayacağı için gece toplanıyor. Ama esas dert temizlenmesi. İnce uçlu bıçaklarla içlerindeki taş, sap, samanı tek tek temizliyorlar ki bu çok uzun sürüyor.

Güzel plajlarıyla ünlü Volissos

Adanın kuzey batısında, Homeros’un da doğduğu küçük bir köy. Aynı zamanda adanın azizesi olan Aya Markela’nın da kilise ve manastırının bulunduğu yer. Her yıl 22 Ağustos’da büyük bir festival yapılıyor. İnsanlar 15-20 km öteden yürüyerek geliyor. Bu bölge güzel plajlarıyla ünlü. En sakin ve en temiz plajlar burada.
Konaklama: Volissos Holiday Homes. Bütün odaları apart şeklinde. Hepsinin çılgın deniz manzaraları var. Kahvaltı çamlar altında nefis bir teras-bahçede veriliyor. Sahibesi Antigoni, dünya güzeli genç bir hanım.
Bilgi: www.volissosholidayhomes.gr



* Türkiye ile karşılaştırıp durmayın: Bizim Çeşme’miz/ mücverimiz/karidesimiz/koyumuz/denizimiz ‘daaa güzel’ demeyin, buranın tadını çıkarın.
* Gerilim: Ne isterseniz isteyin, yeter ki gerilim yaratmayın.
* Sabırsızlık: Kalabalık zamanlarda servis bazen çökebiliyor. Fakat bekleyin gelecektir.
* Açgözlülük: Porsiyonlar bizden daha büyük, çok şey isteyip ziyan etmeyin. Ayrıca aracınızı yanlış yerlere park etmeyin.

Bunları öğrenin

Sakız Adalıların çoğu çat pat da olsa İngilizce biliyor ama bir iki kelime Yunanca edince çok mutlu oluyorlar.
* Teşekkür ederim: Efharisto
* Merhaba/ hoşçakalın: Ya sas.
* Lütfen: Parakalo
* Su: Nero
* Bir kahve lütfen: Ena kafe parakalo

Emborios Mavra Volia

Burası da turun sonunda yemek yenip denize girilecek yer. Emborios köyün adı, bir koy ötedeki Mavra Volia ise volkanik siyah taşlı çok ünlü bir plaj.
Yemek: Porto Emborios- Maria’s Place.
Konaklama: Emporios Bay Hotel. Son derece temiz, gıcır gıcır bir küçük otel. Plaja yürüme mesafesinde. Atmosfer ve personel cana yakın. Servis mükemmel.
Bilgi: www.emporiosbay.com

Yazının devamı...

Mastika deyip geçme!

Sakız Adası’ndayım ve iki gündür pır pır dolanıyorum.

Sakız Adası, ismiyle müsemma sakız ağaçlarıyla doluymuş. (Twitter’da bilhassa sordukları için yazıma bu cümleyle başladım.) Bizim Antep, nasıl fıstık ağaçlarıyla kaplıdır, burası da aynen öyle. Sakız ve zeytin. Sakıza mastika diyorlar. Evet bildiğiniz “ooo mastika mastika mastika” şarkısındaki mastika.

Sakız ağacı tahmin ettiğimden daha minyon bir ağaçmış. Veya üretim kolay olsun diye buduyorlar.

Fakat çok nazlı bir ağaç sakız ağacı. O kadar ki sadece adanın güneyindeki ağaçlardan sakız çıkıyor. Kuzeydekiler, kuzey rüzgârlarını sevmediği için damla sakızı vermiyorlarmış. Bizim Alaçatı tarafındaki bir iki ağacı saymazsak dünyada sakız ağacından damla sakızı üretilebilen tek yer burası. (Falım Sakızları Türkiye’deki sakız ağaçlarını rehabilite kampanyası başlatmıştı geçen sene. Ne oldu bilmiyorum..)

Damla sakızının bu kadar zor üretildiğini bilmezdim. Mevsimi gelince ağaçların altına önce elenmiş beyaz toprak döküyorlar. Sonra ağaçta “göz yaşı” çentikleri açıyorlar. Sakız, damla damla o beyaz toprağın içine düşüyor. Sakız, o özel beyaz toprak sayesinde minik taşlar halinde katılaşıyor. İşte o taşların her gün, güneş doğmadan önce toplanması gerekiyor çünkü güneş çıktıktan sonra cıvıyor ve toplanamaz hale geliyor.

Hadi buraya kadar tamam. Esas iş sonra başlıyor. O damla sakızların içinden taşların, sapların, kaçmışsa böceklerin temizlenmesi lazım. Kadınlar, sakızlar yumuşamasın diye yine gece serinliğinde önlerinde bizim gibi “sini” dedikleri kocaman tepsiler, o damlaların içinden o taşları sivri uçlu bıçaklarla tek tek temizliyorlar. Kolay bir iş değil. Daha sonra da damlalar soğuk sularla defalarca yıkanıyor. Bundan sonra sakızlı kahvemi içerken (ki Sakız Adasında henüz içmedim, burada böyle bir adet yok galiba) kadınların bu emeğini her daim hatırlayacağım

Mastikadan yapmadıkları şey kalmamış. Sadece işçi, reçel ve sakız değil kozmetik de yapmışlar. Kremler, sabunlar, parfümler.. Sadece bunları satan dükkanlar var ve çok enteresan bir tek bu dükkanlar bütün gün açık. Gerisi siesta zamanı kapalı.

***

Bir Türkçe Olimpiyatı da Sakız’da

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da Türkçe Olimpiyatlarınin açılışı yapıldı. Orada değildim ama twitterdan gördüğüm kadarıyla bizimkiler bir helecan olmuş bir kıpraşmış gönül yayları.. “Litvanyalı Olga az evvel kardeşim dedi, hüngür hüngür ağlayasım geldi” diye twitler geliyordu.

Canlarım, Sakız adasında da Türkçe olimpiyatları var. Pek sizin beğeneceğiniz stilde değil belki (marş, ilahi ve hamaset yok) ama inanın buradakiler de işi bayağı ilerletmiş.

Dün akşam bir Dimitri ile tanıştım mesela iki buçuk yıldır Türkçe öğreniyormuş. Şakır şakırdan bir tık öncesine kadar gelmiş. Özel ders mi alıyorsun dedim hayır kursa gidiyormuş! Sakız adasında Türkçe kursu?! Evet hem de 4-5 yıldır varmış.

Adanın bir kasabası olan Mesta’da ziyaret ettiğimiz Taksiyarhon Kilisesinde hem rehberlik hem bekçilik yapan İrini, bir Kıbrıslı Türk’ten Türkçe öğrenmeye başlamış. (Kıbrıslı arkadaşımızın öğrettiği Türkçe’yi de birinin bize öğretmesi gerekecek bu durumda. He he.. Şaka yaptım yav! Saldırmayın hemen üzerime.. Bayılıyorum ben o Türkçenize) Sakız Belediyesinden tanıştığım Evangeliki ufak ufak sökmeye başlamış dilimizi. Nereden biliyorsunuz bu kadar kelimeyi dedim, gülerek “Şaharazat ke Kismeeet” diyorlar. 1001 Gece ve Gümüş dizilerinden söz ediyorlar yani.

Ah bir de otellerin hazırladığı Türkçe broşürleri okusanız... Gerçekten gözyaşı dökersiniz. Fakat olimpiyatçı milliyetçi böbürlenmesiyle değil de edebiyat hocası sıkıntısıyla. Demek istediğim Sakız Türkçesine accık Türk desteği lazım. Bazıları bir hayli komik olmuş.

Karar verdim gazetem beni kovarsa Sakız’a gelip boğaz tokluğuna mönü, reklam ve broşür çevirmenliği yapacağım. Her gün bir lokanta ve otelde takılsam en az 100 günüm tok geçer. Eh daha ne ister insan...

www.kucukvebutikoteller.com

Yazının devamı...

Yanlış gemiyle doğru liman: Sakız

An itibarıyla Sakız Adasından bildiriyorum. Türkiye, Ancelina Jöle’nin ani Türkiye ziyaretiyle hop oturup hop kalkarken (twitterda @petite1ze’yi takip edin! 4 gündür Altınözü’nde, dam üstünden bildiriyor.. AJ’nin ziyaretiyle iyice komik oldu twitleri) ben tuttum yan tarafa kaçtım.

Yunan Konsolosluğu bana (sanırım yanlışla) bir yıllık ve de çok girişli vize verdiğinden beri zırt pırt gidiyorum adalara. Üstelik anlaşılan Sakız’a gidip gelen tekneler arasında ağır rekabet var ki tek gidiş 6 Euro’ua kadar düşmüş!! (Samos Kuşadası 35 Euro idi) Delirmiş olmalılar.

(Vize konusundaki haşin yazılarımı hatırlatan bir okurum “vize kalkana kadar vize istemeyen ülkelere gitmenizi dilerdim” diye sitem etmiş Samos yazımdan sonra. Evet ama Arjantin’e de 12 liraya ve bir buçuk saatte gidilmiyor ki kardeşim..)

Dahası yanlış gemiyle geldim üstelik. Diyeceksiniz ki her zamanki gibi geç kaldın. Hayır gayet zamanında Çeşme’ye varıp gayet zamanında limana gelip pasaport kontrolünden geçtikten sonra, bilet aldığım teknenin yanaşacağı (henüz gelmemişti) rıhtımın da tam önünde oturmuş idim. Fakat o arada gazeteden Uğur aradı, yazın uzun geldi dedi, kısaltmak için bilgisayarımı açtım, baktım olacak gibi değil, başka bir yazı yazdım, o sırada saat 18:03 olmuş, kafamı kaldırdım ve saat 18:00’de kalkması gereken gemim hale ortalarda yok! Ben o kadar dalmış olamam, gelmiş ve gitmiş olamaz dedim ve hiç istifimi bozmadan yazmaya devam ettim. (Allah’ım bu kulunu nasıl bu kadar rahat yarattın sen?) Sonra bir gemi geldi, hah budur dedim, topladım eşyalarımı bindim, elimdeki biletime affedersiniz- bir Yorgo uzun uzun baktı, anlamadı ve “eaah” deyip başıyla “gir” işareti yaptı. Ben yine kavrayamıyorum durumu. Sonra ben denizin ortasındayken beni Sakız’da karşılayacak olan Sakız Belediyesi’nden Rena telefon etti. İçinden çıkmam gereken teknede niye olmadığımı sordu.

O an dank etti. Ben yazı yazarken benimki çoktan gelmiş, yolcusunu almış ve çekmiş gitmiş. Kendi kendime de “yav şu Yunanlılar da hep gecikiyor kardeşim, boşuna batmadı bunlar” demiştim içimden iyi mi! Allaaam tam bir yaşlı adam/kadın sendromu. Dünyadan haberi yok bir de ona buna laf söylüyor. Peee...

Neyse.. Yanlış gemiyle doğru limana da ancak Türkiye ve Yunanistan’da varılır herhalde. Mazallah Almanya olsaydı yan komşumuz, (bırrrr und wieder bırrrr) gemiye binememekle kalmayacaktım üstüne de nein! nein! nein! raus! raus! raus! nakaratı eşliğinde bir ton azar, hakaret, alay yiyecektim. (bkz: Ülke alma komşu al. Çok şükür bizim komşu bizden iki kat gevşek.. )

Sakız, sevimli, tatlı, uyuşuk bir adacık. Bizim Karaburun Yarımadası kadar bir büyüklüğü var. Ana şehri Chios bizim tarafa bakıyor ve Türk GSM sinyalleri şakır şakır geliyor. İlk gece hep beraber ay tutulmasını izledik. İkinci gece kaldığım otelde manyak bir düğün vardı. Bu gece ne olacak merak ediyorum.

(Devam edeceğim elbette maceralarıma..)

Yazının devamı...

CHP’ye benzeyen Altın Kelebek

İkisi için de aynı şey geçerli: Ne yaparsan yap dirilemez.

Kendimi bildim bileli var bu Altın Kelebek ödülü ve ben kendimi bileli kimse ciddiye almaz.

Dostlar alışverişte görsün, magazin müdürleri ve muhabirleri zor durumda kalmasın, ilişkiler taze tutulsun, kimsenin hatırı kalmasın hesabı, memlekette kim var kim yoksa ödül verilen bir “şey”.

Veya şöyle diyelim: Yaşı 50’nin üzerindeki herkese mutlaka, altındakilere ise belki..

Ödül alınırken sarf edilen sözlerin hepsi palavradır. Kimse CV’sine Altın Kelebek ödülü aldım diye yazmaz. Yazanla dalga geçilir. Zaten son yıllarda ödül alanlar bile dalga geçmekten kendilerini alamadı. Hem de sahnede, hem de ödülü alırken.

Nitekim Okan Bayülgen artık 67. mi 89. mu altın kelebeğini alırken “gençler desteklensin” ayağıyla “yeter artık bana vermeyin, fenalık geldi, bir daha gelmeyeceğim buraya” restini çekti. Bundan sonra her yıl ödülü alanlar bir kez daha düşünecektir herhalde.

Halkın oylarıyla verildiği de açıkçası pek inandırıcı gelmiyor bana. En azından bir bölümünün manipülasyon olduğu aşikar.

Altın Kelebekten bir Grammy yaratamazsın. Ama kocaman ayıplar yaratabilirsin.

Bu yıl Hıncal Uluç’a kültür vs vs ödülü verildi.

Defne Joy için söyledikleriyle bir çok insanı incitmiş, davalık olmuş bir kişi, hiç olmazsa bu yıl atlanamaz mıydı?

Atlanmayacak kadar kültürel ne yaptı bu yıl Hıncal Uluç sormak isterim Altın Kelebek komitesine.

Peşinden kitleleri sürükleyen bir film? Sergi? Veya bir söylemi olan bir TV programı? Bol yankı bulan bir felsefi akım?

Hayır. Bilmem kaçıncı yılına girmekte olan Yaşamdan Dakikalar içinmiş ödül.

Ödül programa verildi, ekibin diğer fertleri için bir lafım yok ama Yaşamdan Dakikalar dışında tek bir kültür programı yok mudur? İlla verilecekse en azından bu yılcık atlanamaz mıydı?

İşte bu yüzden, istediğiniz kadar “vat a vandırfıl şov” yapın, Eurovizyon neyse, CHP neyse, Altın Kelebek de odur.

Suni teneffüslerle idare.

Yazının devamı...

Mahallenizin renklerini öğrenin

Secim.chp.org.tr diye bir site var. İlini ilçeni ve sandık numaranı giriyorsunuz, sandığınızdan çıkan oyların kaçının hangi partiye gittiğini öğreniyorsunuz.

Neymiş bizim mahallenin (Beşiktaş Arnavutköy) eğilimi diye bakayım dedim...

Önce küçük bir şok yaşadım. Oy verdiğim kişiye (SSÖ) tek bir oy bile gitmemiş görünüyordu!

Lan? Lan? Yediniz mi oyumu lannn... diye hönkürüyordum ki aklıma daha fenası geldi!!!

Yoksa... yoksa... Geçersiz oy mu atmıştım?

Zira 1 milyon kişinin oyu geçersizmiş!

Ve ben iki akşam önce hiç utanmadan, hiç arlanmadan bunlarla dalga geçmiştim.

“Yahu bir damga atacaksın alt tarafı... İnsan ne kadar isabetsiz olabilir ki.. Kah kih koh..” demiştim..

Allaam.. Yemin ederim o an “oyunuz çalındı, seçime hile karıştı ama yapacsk bir şey yok” dense daha mutlu olacaktım.

Zira aksi takdirde 1 milyon gerzo ile aynı klasmana giriyor olacaktım ki bu henüz kaldırabileceğim bir şey değil (80’imde belki). 1 milyon isabetsizden biri olabilme ihtimalinin endişesi bir kaç yüz bin beyin hücreme mal olmuştur herhalde.

Sonra anlaşıldı ki site dandikmiş. CHP bir kez daha iyi niyetle giriştiği işi yüzüne gözüne bulaştırmış. (bkz: klasik boşuna klasik değildir) (bkz: bana kızmayın, onlara kızın)

Akşama doğru site düzeldi, oylar doğru görünmeye başladı.

Oooo... Bir baktım ki mahallecek bir hayli renkliymişiz! Başbakanımızın söz vermesine rağmen kucaklamakta bir hayli sıkıntı çekeceği “öz hakiki öteki mahalle” yani. (bkz: kucaklanmak istemiyoruz kardeşim, ellemeyin)

121 kişi CHP’ye 76 kişi de AKP’ye, 26 kişi de Püskevit partisine vermiş. Bitmedi! 2 kişi DP’ye, 2 kişi HAS Partiye vermiş. Dahası bir adet komünistimiz bile varmış! (Twitdaşlardan gelen yorum: “Yani bir adet hayalet dolaşıyor mahallenizde.” Halbuki ben onu pamuklara sarıp saklamak istiyordum.)

Geri kalan 8 oy SSÖ’ye, 2’si ise Ergenekon’a gitmiş.

Hale bak! Birbirimizle ortak tek tarafımız nefes almak galiba.

Atmadıysanız seçmen bilgi kağıdınızı siz de bakın, çok eğlenceli oluyor.



Helal affedersiniz- edemeyeceğim

En komik başlığı Taraf Gazetesi atmış: Keşke hep balkondan konuşsa!

Ah ne güzel laflardı onlar di mi!

Herkesin hükümeti olmalar.. Kalbini kırdıklarımızdan, incittiklerimizden helallik dilemeler.. Hesaplaşma değil helalleşme günü olmalar..

İnkar ve asimilasyon polit ikalarını bitirdik bitiriyoruzlar, yeni anayasa herkesi 1. sınıf yapacaklar, Yaradılanı Yaradan’dan ötürü sev meler...

Başbakanım, siz hakikaten hep orada kalın! 4 yıllık müstakbel iktidarınızda o balkondan hiç inmeyin! Ülkeyi o balkondan o zihniyetle yönetin, ben kendi adıma çok memnun olurum.

Velakin ben seçim konuşmaları seçim meydanlarında kalır diyemeyeceğim.

Namert Nuraylar...

Kadın mı kız mı nereden bileyimler..

Ve en fenası: “Bana affedersin Rum bile dediler!” demeler..

Kusura bakmayın ama helal olsun diyemeyeceğim. Bu son lafınızı da meydanda değil, televizyonda sakin sakin konuşurken ettiniz üstelik. Hesapça sona erdirdiğiniz devrin temel taşına sıkı sıkı sarılarak.

Meclisin yeni seçilmiş tek affedersiniz- Süryani Milletvekili Erol Dora’dan isteyin helalliğinizi. Bakalım affedersiniz- verecek mi..

Benden yok -affedersiniz.

(bkz: beni affedersiniz- köşecilikle bile itham ettiler)

(bkz: zaten mahallecek tersiz)

Yazının devamı...

Babamın çöp kokulu seçim kavgaları

Herkes gündemden söz ediyor bense eskilere gideyim dedim. (Bkz: konusu olmayan köşeci eski defterleri karıştırır)

Her seçimde bizim ailede kavga çıkardı. Yoktu yani bir rahat huzur içinde bir seçim dönemi geçsin.

Annem körü körüne bir partiye bağlı değildi. Parti programlarını okurdu, ona göre karar verirdi. Dolayısıyla Demirel ve Erbakan hariç hepsine sırayla oyunu vermiştir diye tahmin ediyorum. (Erbakan’a ideolojik nedenlerle, Demirel’i de (“Allah günah yazmasın ama..” diye diye) çok yakışıksız ve sevimsiz bulduğu için.. (Allah günah yazmasın ama kadıncağızın da hakkı yok değildi)

Babamın ise tek derdi iflasının nedeni olarak gördüğü ve benim bir türlü ne olduğunu anlamadığım “vurguncuların” cezalandırılmasıydı. Bu “vurguncu” denen canlı bir çeşit “üç harfli” gibi bir şeydi bizim ailede. Her şeyden onlar sorumluydu. Kanımızı da emen onlar, iliğimizi kurutan da onlar, vatanı satanlar da onlar, dünyaya rezil edenler de onlar.. Babamın bir paragrafı yoktur ki içinde “vurguncu” sözü geçmesin. Bir nevi leidmotiv bir nevi nakarat gibi bir şeydi. Bu arada her vurguncu dediğinde gözümün önüne nasıl iğrenç yaratıklar gelirdi anlatamam.

Neyse işte babam her seçimde “kurtarıcısını” arardı. Kendi için değil elbette millet için! (Ho ho ho. Yersen A.Ş.) Zira vurguncuların bir milletin kanseri olduğuna ve onlardan bir kurtulduk mu düze çıkacağımıza (bu arada herhalde onun borçlarının da silineceğine) inanırdı.

Uzun süre hiç bir adayı beğenmedikten sonra en marjinalinden bir parti başkanını gözüne kestirir “Aha işte bu!” derdi. “Kurtarsa kurtarsa bu kurtarır bizi vurgunculardan” deyip gönüllü propagandasına başlardı.

Ama öyle böyle değil. Yani adamın kendisi, kendinin o kadar iyi satamazdı. Sanırsın partinin bir irtibat bürosu da bizim evde kurulmuş.

Annem, kavga çıkmasın, gerilim olmasın da ne olursa olsun derneği has başkanı olduğu için “hı hı” derdi ama eve gelen komşular ve akrabalar harbi çileden çıkardı. Özal’ı savunur gibi yapan üst komşunun ne hırsızlığı, ne vurgunculuğu, ne ahlaksızlığı kalmıştı bir keresinde. “Ama o adam için de şöyle böyle diyorlar” diyen amcam da zavallı, evden kovulmadan beter olmuştu.

Fakat en güzel kavgalar babamla kapıcı arasında çıkardı. Tipik bir orta sınıf temsilcisi olan babam hesapta dibine kadar halkçı olup pratikte dibine kadar da halktan “nefret”çiydi. (Yoksa tanıdık mı geldi?) Halk nevinden gördüğü de önce çırağı sonra kapıcımızdı.

Çırak henüz oy verme yaşında olmadığından propaganda menziline girmiyordu fakaaat kapıcımız ve ailesinin hiç kaçarı yoktu. Önce tatlılıkla anlatırdı. Vurguncuların başta fakir halkı olmak üzere bütün milleti nasıl sömürdüğünü, onlardan kurtulmadan hiç bir şey olamayacağına, tek meselemizin bu olduğunu, hep beraber bunun üstesinden gelebileceğimizi (babam da farkında olmadan Marksistmiş ha!) anlatır da anlatırdı. Kapıcımız heyecanla “he ya!” “he valla!” dedikçe babam coşar, “vurgunculardan nasıl kurtuluruz” söylevini uzatır da uzatırdı. Bu da hep çöp toplama zamanına denk geldiği için eve fena halde çöp kokusu girerdi, annem delirirdi..

Babam, avının yeterince yumuşadığına karar verdiğinde hamlesini yapar, kapıcımızın oy vermesi gereken kişinin adını söyler ve coşkulu bir “ayıpsın ağbi” cevabını beklerken.. Olan olur kapıcımız adayı beğenmez ve “yoh yaa.. vermem ben ona” derdi.

Bir halkçının, halk düşmanına döndüğü an hakikaten izlenmeye değer bir andır sevgili okur. Bir kere çok kısa sürer. Ve çok çarpıcı bir dönüştür.

Üç beş beyhude ikna cümle daha edildikten sonra o eve leş bir çöp kokusunun girmesine neden olan propaganda çalışması “müstahaksın sen zaten.. layığını bulmuşsun sen zaten.. kapıcı kal, beter ol” cümleleri ve sert bir kapı kapanmasıyla sona ererdi. Bu arada çöp de verilemediği için o çöpü çöpe götürmek de bana kalırdı...Ah ah.. O zaman çöp torbası denen şey yoktu, söz konusu hadise hakikaten iğrenç bir şeydi.



Annem seçimlerde babama daime ihanet etti. Babamın adayları asla kazanmadı. Babam profesyonel bir müflis olarak hayatına devam etti. Kapıcımız bir araba ve daire sahibi oldu. Helali hoş olsun elbette..

İşte böyle..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.