Şampiy10
Magazin
Gündem

Esas gidilmesi gereken iki Yunan adası: Milos ve Paros

- Ne yapın edin bir Yunan adasına gidin. Çok çok çok trendy. Herkes gidiyor. Kendinizi ezik hissetmemek için bulun bir vize gidin. Yunan Konsolosluğu eskisi kadar kıl değil. Hatta galiba ekonomiyi kurtarma adına bayağı kolay veriyor vizeyi.

- Ama ben size şimdi süper tüyolor vereceğim. Mikonos, San Torini falan tamam ama gerçekten hava atmak istiyorsanız gideceğiniz iki ada var: Paros ve Milos.

- Bu iki ada Yunan orta üst sınıfının bayıldığı iki ada. Her ikisinde de sadece Yunan turisti görürsünüz. Türk’e zor rastlarsınız, o nedenle hava satmak için idealdirler.

- Milos’un inanılmaz sahilleri var. Tüm Yunan kızları, onları oraya götürsünler diye erkek arkadaşlarının kafasını yer. 25 Euro’ya tekne gezileri yapılıyor. Tam gün sürüyor ve çok güzel deniz mağaralarına götürüyorlar. Denize atlayıp mağaraların içinde yüzüyorsun, cidden çok heyecan verici. Romantik fırsatlar da sunabiliyor. Agia Kiriaki sahili en güzel sahili. Kalınacak otel Psaravolada. Tüm Ege tabak gibi gözünün önünde.

- Paros adası ise Yunan şarkıcı Parios’un memleketi olması hasebiyle çok sempatiyle bakılan bir yer. Bu arada Parios da hakikaten esaslı bir şarkıcı ağbimiz. Tek kelimesini anlamadan adamı hüngür hüngür ağlatabiliyor.

- Paros, Yunan adası kartpostalının canlanmış hali. Mimari yapısını tamamen korumuş. Beyaz evler, mavi kapılar, kireçle boyanmış dar sokaklar ve o sokaklarda sandalyesini kapı önüne çıkarmış yaşlı teyzeler..

- Paros’un balıkçıları meşhur. Afrika ahtapotu veya okyanus karidesini yemezsin. Balıkçının o sabah getirdiğini yersiniz. Taze ve yüzde yüz Ege.

- Bu adada Nausa Köyüne mutlaka gidin. Bütün kültür orada. Şairler, ressamlar, yazarlar orada ev almışlar ve evlerini çok güzel restore etmişler.

- Ulaşmak için Atina-Pire’ye gitmeniz gerekiyor. Pire Limanı’ndan 4 saatte oradasınız. Gidiş dönüş 50 Euro. Bu arada özelikle Paros, Türkiye’nin herhangi bir sayfiye yerinden daha ucuz.

- Bu arada Mikanos değil canım kardeşlerim, Mikonos. İki o. Arada a yok.



Bu yazın en süper iki ürünü

- Kyo My Friend’den ıslanmayan mayo bikini: Görmesem ve denemesem inanmazdım ama gerçek! Bu mayo-bikiniler hakikaten ıslanmıyor. Öyle çabuk kuruyor falan değil, bayağı su tutmuyor. Kumaş bildiğimiz deniz giysisi kumaşı. Ama kumaşın üzerindeki bir apre sayesinde su kumaşa girmiyor. Dahası üzerinde yağ, klor ve metal da barındırmıyor. Hem kadın hem erkek için modelleri var. 30-40 lira arasında.

- Mono Derma Idrosi XL: Elleri ve ayakları aşırı terleyenler için özel bir jel. Bilenler bilir el ayak terleme dünya rekoru muhtemelen bana ait. Ameliyat dışında denemediğim ürün ve yöntem kalmadı. Mono Derma Idrosi XL’i Akmerkez’deki eczaneden aldım. Ellerime sürdüğüm gün yüzde 70’e yakın azalıyor terlemem. Ayaktaki etkisi daha az olmakla beraber yok değil. İçinde 15 küçük tüp var. 43 TL.

Yazının devamı...

Kadın vicdani ret

Türkiye’de vicdani retçi erkek olamazsın. Nedir vicdani ret? Bir bireyin politik görüşleri, ahlaki değerleri veya dinsel inançları doğrultusunda zorunlu askerliği reddetmesidir.

Bizde suç. TSK “yemezler!” diyor, kulağından tuttuğun gibi götürüyor. Önce biraz hapis yatıyorsun sonra da askere. Askeri hizmet yerine kamu görevi yapayım diyorsun ona da olmaz diyor. Dahası vicdani reddi savunmak da suç. Halkı askerlikten soğutma gibi çok sevdiğim bir maddeden yargılanıyorsun.

Halbuki insanın askerlik, silah, savaş, insan öldürme hadisesine karşı olmak ve bu işlere hiç ama hiç bulaşmamak gibi bir hakkı vardır. AB ülkelerinde böyle bir hak tanınıyor. Avrupa’da bu hakkın tanınmadığı tek ülkeyiz.

Şimdi uzun uzun “Her Türk hesapça asker doğar ama nasıl oluyorsa her Türk de bir yerden para bulup paralı askerlik yapıp 28 günde yırtmak ister” laflarına girmeyeceğim.

Benim anlatmak istediğim şu: Mesele bir erkek meselesi değil. Ölenlerin, sakat kalanların arkalarında bıraktığı kadınlar var bu nedenle savaş bizi daha çok ilgilendiriyor. Toparlamak gerekirse: Savaşı durdurmanın yollarından biri askere adam göndermemektir.

Kadın vicdani retçilik de işte budur.

Benim ölecek ve öldürecek kocam, sevgilim, oğlum, ağbim yok demek ve savaşa adam yollamamak.

Çok naif mi geldi? Her hareket zaten naif başlar.

Ama mesele sadece savaş meselesi de değil. Toptan bir neye hizmet ediyoruz meselesidir.

Türkiye’de böyle bir platform var. Nicedir e gruplarına dahilim. Yazışmalarını okuyorum. Manifestolarını yayınlamak istiyordum, Radikal’de bazı kadın vicdani retçilerle yapılmış yapılmış röportajlarını okuyunca artık zamanı gelmiş dedim.



Vicdani retçi kadınlar neler diyor:

“Ben bir Kürt kadınıyım. Topraklarımda yaşanan savaştan, ölümden kaçmış bir ailenin ilk çocuğuyum. Buraya geldiğimden beri de devletin yine buralarda uyguladığı başka bir savaşın içine düşmüş bulunuyorum.

Askere gitme zorunluluğum olmasa bile yıllardır yaşanan asimilasyonun, yok saymanın, ötekileştirmenin, öldürmenin altına imza atan devletin ve ordusunun karşısında hep direnen hiç yılmayan barış anneleri ile aynı onurlu düşünceleri paylaşıyorum. Biz öldürmeyi reddediyoruz.

Savaşı, tek tipleşmeyi, militarizmi ve bunun yol açtığı sömürüyü, cinsiyet ayrımcılığını, ölmeyi, öldürmeyi tüm vicdanımla bir anarşist kadın olarak reddediyorum.”

“Adım K. 20 yaşında anarşist bir kadın olarak, yeryüzündeki tüm canlılar adına reddimdir. Dünyanın birçok yerinde efendilerin-liderlerin “savaş” “öldür” emri altında eline silah alan kardeşlerimin arkadaşlarımın ölmesini-öldürülmesini reddediyorum. Polis-devletinin çocukluğumuzdan itibaren beynimize yerleştirdiği-yerleştirmeye çalıştığı militarizmi ve bu militarizmin elçisi olmayı reddediyorum. Devletin kanlı elinin bana uzattığı savaşı haklı çıkaran tüm gerekçeleri, diğer insanların ölümüyle kazanılan zaferleri, kanımın diğer kanlardan olan asilliğini-üstünlüğünü, savaşmanın kutsal olduğunu...Tüm canlılar adına reddediyorum”

“Ben M. 21 yılımı içinde geçirdiğim, hayatıma saldıran bu militarist sistemi reddediyorum. Ben bir kadın olarak, varoluşumu yok sayan, hayatıma her gün tecavüz eden, beni savaşlarının bir öznesi haline getiren militarizmi; bir anarşist olarak iktidarların ezilenlere uyguladığı zulmü ve tecavüzcü devletin savaşının bir parçası olmayı reddediyorum.

Yaklaşık 30 yıldır bu topraklarda devletin uyguladığı imha ve inkar politikalarını, öldürülen çocukları, yitirilen hayatları görüyorum ve bu kirli savaşın bir parçası olmayı reddediyorum.

Savaşın devamlılığı süresinde kadını bir araç olarak kullanan bu militarist sistemi kabul etmiyor, savaşın insan kaynaklarını kurutmak için mücadele ediyorum. Anarşist bir kadın olarak vicdani reddimi açıklıyor, halkı askerlikten soğutuyorum. Hayatlarımız çalınmadan, hayallerimiz buluşmalı.”

Yazının devamı...

Kendi cerahatinde boğulan bir millet

Yok öyle haybeden gerçek üstü “teröre lanet”ler, “barış istiyoruz”lar “akan kanlar” dursunlar...

Barış hak edenindir.

Hiçbirimiz barışı hak etmiyoruz.

Kürdü de hak etmiyor, Türkü de.

Şu halimize bakın! Şu rezil halimize bakın!

Her tarafımızdan kin, nefret, öfke ve kan akıyor.

Hepimiz irin içindeyiz! Kendi cerahatinde boğulan millet olarak tarihe geçeceğiz.

Hiç öyle ak sütten çıkma ak kaşık numaraları yapma bakalım!

Masum değilsin. İyi bak! Ellerin kan içinde.

Şehit askerlerimize bir kurşun da sen attın.

Sen de kendi gerillanı kendin öldürdün.

Sen Türk! Öğrendin mi bu ülkenin gerçek tarihini? Öğrenmedin. Zahmet bile etmedin. Facebook'lardaki zırva zırva goy goy yazılarını okudun durdun da eline bir kitap alıp okumadın. Gizli saklı falan değil. Ne olmuş 1925’te, 1934’de, 1960’ta 1980’de.. Öğrendin mi? Yazıyor kitaplarda. Al Hasan Cemal’in “Kürtler” kitabını oku mesela. İlk elli sayfayı okuman bile yeter. Neden bu insanlar kendilerini de eriten, bitiren, yok eden bir kin, nefret ve öfke içinde anlaman için evet ilk 50 sayfa bile yeter.

“Assimilasyon devlet politikasıydı, Türk halkının suçu ne?” de diyemezsin.

Hiç bir devlet politikası, çoğunluğun desteğini almadan yürümez.

Devlet suçlu kere suçludur. Evet ama sor bakalım kendine. Sen ne yaptın? Veya sen ne yapmadın?

Bırak devleti, bırak PKK’yı. Al birini vur ötekine... Sen kendinden söz et önce!

Söyle bana ne zaman kendine tanıdığın hakların hepsini başkalarına da tanıdın?

Ne zaman bu ülkenin tüm halklarını kendinle eşit gördün?

Ne zaman içi boş Türk kibrini bir kenara bırakıp “ama biz onlara her şeyi verdik, daha ne istiyorlar” demeyi kestin? Yol, su, elektrik, okul, hastane hepimizin eşit hakkıyken “biz”, “verdik” “daha ne?” demenin ayıptan öte, efendilik taslamak olduğunu, düpedüz suç olduğunu, verenin de sen değil asli görevi ZATEN bu olan devletin verdiğini ne zaman aklına getirdin?

Devlet “Kürt diye bir şey yoktur, karda yürürken çıkardıkları kart kurt seslerinden dolayı onlara öyle denir” dediği zamanlarda “hadi oradan” diyebildin mi? Yoksa sen de benim gibi derste kalmayı göze alamayıp “Atatürk İnkılâpları” adı altında okutulan Beyin Yıkama Yağlama 101 sınavında bu aşağılık cümleyi mi yazdın?

Bırak benim de Kürt komşum vardı, Kürt arkadaşım vardı, gül gibi geçiniyorduk numaralarını.

1993-1997 arasında devlet politikası olarak işlenen binlerce faili meçhul cinayetin ne zaman hesabını sordun? Toplu mezarlar, asit kuyularına atılmış cesetler ortaya çıktığında ne zaman “ne oluyor yahu? Yeter ama! Hesabı verilsin” dedin? Sokaklara döküldün?

Aynur empati kursaymış keşke.. Çoban Ceylan havan topuyla 345 parçaya bölündüğünde senin empatin neredeydi? 12 yaşında Uğur Kaymaz terörist diye 22 yerinden kurşunlanırken sen ne yaptın?

Bunları yazan gazeteleri “bölücü propaganda” demeyip ne zaman dikkatle okudun?

Köyleri boşaltılıp yakılırken kılın neden kıpırdamadı da yersiz yurtsuz kalan bu insanlar burnunun dibine gelince pek bir tuhaf oldun? İnşaattı, çöpçülüktü en pis işlerini verdin de Kürtçe şarkı söylediklerinde sinir oldun. Kıro, keko laflarını küçümsemek için kullandın. Bilmedin bile bunlar Kürtçe kardeş, oğul manasındır.

Almanya’larda, Batı Trakyalarda, İsviçrelerde Türkler ana dillerinde eğitim görebildikleri için pek memnun kaldın, İsviçre “camiye tamam ama minareye hayır” dediğinde hop oturup kalktın, Gazze Filistin Bosna maşallah her yere yetiştin de “bu çocuklar hiç bir şey öğrenemiyor, bari ilk üç sınıf Kürtçe olsun” diyecek olduklarında niye yağmur gibi yağdın, şimşek gibi çaktın?

Şimdi bakkal amcanın bile dediklerini 10 yıl önce “Kürt Raporu” diye sunanları, İnsan Hakları Derneklerini, terör bölgelerinde savaşmış askerlerle röportaj yapanları türlü türlü iftiralarla AB maşası, Soros çocuğu, vatan haini ilan edip açık açık hedef gösterirken birileri sesini çıkardın mı? Yoksa gidip gidip “en güvenilir köşeci” anketlerinde onları ismini mi zikrettin?

Bir başka kankagil, İzmir’de bir grup insan BDP konvoyunu taşladıktan sonra “Ahmet Türk’ün villası da Çeşme’de, bakkalın hemen iki yanındaki pembe panjurlu beyaz ev. Hani şu sizin paranızın yetip de oturamayacağınız o süper lüks ev...” diye ağzından provokasyon damlaya damlaya adresini verdiğinde, tepkin ne oldu?

Hiiiç... Değil mi? Hatta koştura koştura imza gününe gittin.

Her şeyi bıraktım zorunlu hizmetteki doktorlar, askerler dışında bir kere bile Van’a, Batman’a, Kızıltepe’ye, Bingöl’e, Siirt’e gittin mi?

Tek bir karışını bile vermem dediğin topraklarını tanıdın mı? Bir nasılsın demeyi öğrendin mi? Hor görmeyi, hakir görmeyi bıraktın mı?



Sen Kürt! Devletten beter PKK’ya daha ne kadar biat edeceksin? Kanını canını sömüren bu düzene daha ne kadar doğrudur diyeceksin? Daha ne kadar tek bildiğin kan revan olacak! TECE’ye vergi vermem demeye daha ne kadar devam edeceksin? Oğlunu kızını daha ne kadar feda edeceksin? Görmüyor musun Türkiye değişiyor! Görmüyor musun bu ülke artık susmuyor, görüyor, gördürmeye çalışıyor gerçekleri! Daha ne kadar kendi akil adamlarını susturacaksın, ölümle tehdit edeceksin? Daha ne kadar akan kan senin de kanındır, attığın bombalar kendi halkına attığın bombalardır, kırdığın döktüğün dükkanlar, meydanlar senin meydanlarındır bilmeyeceksin? Daha ne kadar bu ülkenin “yabancısı”, “uzağı” “düşmanı” “uyuşturucu kaçakçısı” “insan taciri” “mafya babası” “ölüm makinesi” “teröristi” olacaksın? Sen hak ediyor musun barışı? Sen kendi iç karanlık gerçeğinle yüzleşiyor musun? Sen kimliğinle barışık mısın da bizim seninle barışık olmamızı istiyorsun? Sen bu ülkeye gerçek manada sahip çıkıyor musun? Kürt’ten önce insan olabiliyor musun? Birey olabiliyor musun? Çoluğunun çocuğunun insanca geleceği ne zaman Kürtlüğünden önde gelecek? Türkün milliyetçiliği seni bu kadar tarumar etmişken “bu sefer de sıra bizde, sıra Kürt milliyetçiliğinde” demek zorunda mısın? Aynı karanlık dehlizlerden geçmek zorunda mısın? Taş atan çocuklarından, gerillandan, töre cinayetinden ve ağıtından başka bu dünyaya sunacağın bir şeyler olmayacak mı? Eşitimsen neden dengim de olmuyorsun?



Ve sen Sırrı Süreyya Önder! Sen de suçlusun! Ben sana güvendim, sana oy verdim. Partine değil, sana verdim. Bağımsız olabilme ihtimaline verdim. Öyle PKK baskısıyla, mahalle baskısıyla, falan değil. Kendi irademle. Ben ve benim gibi insanlara borcun var. Ben sana kriz yarat, işi daha da berbat et diye vermedim oyumu. Çöz diye verdim. Tanrı değilsin, peygamber değilsin, mucize beklemek olmaz ama dışarıda gezesin, mızmızlık yapasın diye vermedim. Ama parti, ama grup... İlgilendirmiyor beni. Mecliste çıngar çıkarmak yerine adam gibi laf eden biri olsun diye seçtim seni. Ve orada görmek istiyorum yüzünü, Radikal köşelerinde değil.

(Hiç arkalara kaçmayın! Görüyorum hepinizi.)

Yazının devamı...

Aynur’a şarkı okutmayanlara!

Aynur’a Kürtçe şarkı okutmayan behey sersemler! 80 yıl Aynur’lara Kürtçe şarkı okutulmadığı için bu hallerdeyiz zaten! Daha kurumadı dediğin şehitlerimizin kanı (ki içlerinde bir Kürt kardeşimiz de var) zaten BU yüzden akıyor! Sen ve senin gibilerin sersem kafası yüzünden!

Sen ve senin gibilerin ota boka İstiklal Marşı söylemesi, dağa taşa “Ne mutlu Türküm diyene” diye yazdırması, sen ve senin gibilerin 80 yıl boyunca Kürde Türküm dedirtmeye çalışması, ismini, soyunu sopunu, dilini, mezhebini değiştirmeye çalışması, demiyorsa, değiştirmiyorsa etmediği eziyeti, yedirmediği b*ku bırakmaması yüzünden.. Evet tam da yedirilen buydu..

30 bin, 40 bin, belki de 50 bin insan öldü! On binlerce insan kolunu bacağını ve ruhunu yitirdi. Yüz binlerce insan babasız, kocasız, kardeşsiz, anasız, bacısız kaldı. Koca bir kuşak savaş içinde büyüdü.

Behey sersem! Hadi on on beş yıl öncesine kadar aşağılık (bülten) basın(ı) yazmıyordu doğuda ne olup bittiğini. Kendinin de haberi yoktu zaten.

Ama şimdi yazıyor. On yıldır da mı öğrenemedin? Ne olmuş, ne bitmiş? Hiç mi kimselerden duymadın? Hep mı kulağın sağır, gözün kördü?

Aşk şarkısı söylemiş üstelik... Ama Kürde aşkı bile yakıştırmıyorduk biz değil mi? Kürtçe söylemişse marş söylemiştir.

Tam da konserlerde babalanarak pek güzel faş ettiğin üzere, senin kendini ırkından dolayı efendi, geri kalanı da senin lütfüne tabii ikinci sınıf tebaa görmenden dolayı o kanlar hiç kurumadı zaten!

Kendini beğenmişliğin yüzünden memleketin neredeyse yarısının konuştuğu o dilin tek kelimesini öğrenmedin... Aşk şarkısı mıdır bilemeyecek kadar uzak, yabancı, düşman kaldın o bir karışını bile vermek istemediğin memleketinin bir diline..

İspanyolca söyleme, İngilizce söyleme diyemezsin, kendinde o hakkı görmezsin de “Kürtçe okuma bakalım sen” deme hakkını bal gibi görürüsün.

Kürtçe değil Kürtçesizlik öldürdü senin askerini!

“Sen kimsin be?”ler öldürdü..

İki bomba ile işi hallederizciler öldürdü.

Askeri keklik gibi ovaya salanlar öldürdü.

Onlara dayılan sen, şarkı söyleyen minicik bir kadına değil...

Yazının devamı...

Her şey bitti mi?

13 erimiz şehit oldu. Artık başka ne yazarsan yaz manasız. Sabahtan beri ne oldu da böyle oldu onu bunu okumaktan gözlerim şişti.

Sonra posta kutuma bir e-mektup düştü.

Geçen günkü klozet yazımdan sonra Kuşadası’ndan Rüştü Kirman şöyle yazmış:

“Sevgili Mutlu,

Tamam senin klozet de önemli ama koskoca Bafa gölü koca bir klozet oldu hiç ilgilenen yok. Acaba arabasıyla Bodrum’a giden high İstanbul society basınımız Haliç gibi yanından geçemeyince mi farkına varacak buraların durumunun?”

Tam da öyle olur. Bodrum yolu üzerindeki Bafa gölünün yanından geçerken burunlarına gelen pis kokudan rahatsız olduktan sonra ancak ilgilenir bizim köşe takımının güçlüsü. O da Bafa için değil, kendi burunları içindir.

Neden? Çünkü çevre haberleri reyting düşürür, o riski göze alamazlar.

Düşünüyorum, ne acayip bir ülkeyiz biz.

Son 30 yılda, memleketin bir karış toprağını vermemek adına on binlerce insanımız öldü. On binlerce insan dul ve yetim kaldı. On milyarlarca para gitti. Yüzlerce ormanımız yakıldı bu uğurda, yüzlerce köy boşaltıldı ve yakıldı. On binlerce insan yerlerinden yurtlarından oldu. Türkiye’nin altı üstüne geldi.

Orada karanlık bir savaş sürerken burada ise Türkiye’nin en güzel göllerinden Bafa gölünü besleyen sulara acımasızca atık döküldü, gölü besleyen sular kesildi, göl öldürüldü. Tam 30 yıldır.

Devletimiz, bir karış toprağı vermemek için Doğu’da operasyonlarını sürdürür ve evlatlarını ateşe atmakta beis görmezken, BİR Allahın Devlet kulu da Bafa’ya döktürmeyelim şu sanayi atıklarını da gölü öldürmeyelim demedi. Bir takım ıslah çalışmaları yapılır gibi yapıldı, yine dünyanın parası harcandı ama inanç, istek ve irade yoksunluğundan mütevellit:

Göl öldü.

Bir karış toprak gitmedi ama koca bir göl gitti.

Şu an alg patlaması nedeniyle boya dökülmüş gibi yemyeşil bir su parçası güzelim Bafa Gölü. Balıklar ölüyor, her taraf sinek kaynıyor ve ortalık leş gibi kokuyor.

Neden? Çünkü gölün doğal su girişi insan tarafından bozuldu. Dahası göle kirlenmiş su giriyor.

Raporları okudum, detayına girmek mümkün ama okurlarım tembel işi severler bilirim, işin özeti bu.

Tıpkı denizlerdeki balığımızı yok ettiğimiz gibi. Yasal balık avlanma boyları yine olması gereken boya düşmedi. Greenpeace’nin kampanyasını halk destekledi devletimiz desteklemedi.

Bu hafta Time’ın kapağı da balık. Her bir haltı alıntılarız da iş çevre haberine gelince umursamayız.

Denizleri kurutmaya devam.

O zaman neden insanlarımızı bir karış toprak vermemek adına feda ediyoruz?

Bu topraklara ve denizlere sahip olmayacaksak neden sürüyor bu savaş?

Biri bana bu yaman çelişkiyi anlatabilir mi?

Yazının devamı...

Türk’e 345 yıl ceza

Yunanistan’a Türkiye’den kaçak göçmen taşıyan “insan tacirleri” yakalanmış ve mahkeme toplam 975 yıl hapis cezası vermiş.

Hürriyet ve Vatan’ın başlığı: “Yunanistan’dan Türklere 975 yıl hapis”

Dünyanın en aşağılık, en şerefsiz işini yapan birine verilmiş ceza haberini Hürriyet gazetesi (herhalde yılların alışkanlığıyla) bir milliyetçilik meselesiymiş gibi vermekte beis görmüyor. (bkz: Kardak Gazeteciliği)

Hayır! Başlık “İnsan tacirlerine 975 yıl ceza” olmalıydı. Çünkü işin esası budur. Ne insan tacirinin memleketi önemlidir ne de cezayı veren mahkemenin hangi ülkeye ait olduğu. İnsan tacirlerine verilen cezadır önemli olan. Zavallı insanları büyük vaatlerle soyup soğana çevirip sonra denizin ortasında kayalıklara bırakan insan müsveddelerine verilmiş cezalardır onlar. İsterseniz size o insanların korkunç öykülerini anlatabilirim bir gün. Kanınız donacaktır.

Nedir bu kendimizi durmadan müdafaa ve mağdur gösterme çabası? Beter olsun demiyoruz da “çok abartılmış, işin içinde bir hinlik var” havası veriyoruz. Avukatları hafifletici sebeplerimiz var demiş. Nedir? Türk olmak mı?

(Başlığı tek doğru veren Milliyet Gazetesi)



Hangi aileye tehdit?

İki ay önce, Türkiye’ye çizgi romanda ve mizahta yeni bir soluk getiren Harakiri isminde bir aylık mizah, çizgi roman dergisi çıkmaya başladı. Memleketin yetenekli çizerlerini topladı, çok da güzel başladı. Evlilik dışı ilişkiyi özendirdiği, aile hayatını tehdit ettiği gerekçesiyle, geçtiğimiz ay 150 bin lira cezaya çarptırıldı ve poşete konması gündeme geldi. Bunun üzerine dergi üçüncü sayısını çıkaramadan kapanma kararı aldı. Sanırsınız ki porno! Değil. Aylık çizgi roman mizah dergisi. Aileyi niçin tehdit ediyormuş? Cinsel görselliği öne çıkararak kadının cinsel meta olarak algılanmasına yol açtığı, evlilik dışı ilişkileri özendirir biçimde karikatürize çizimlere ve fotoromanlara yer verdiği içinmiş.

Hangi aile hayatını tehdit ediyor bakalım: Sadece bu yıl bu aya kadar 110 kadın EŞİ tarafından öldürüldü. Evde, sokak ortasına, arabada, çocuklarının gözü önünde hatta kendi öz çocuklarıyla beraber... Hiç fark etmez. Ayrımcılık yapmayalım kocasının babasını öldüren kadınlardan da çok var. Bu ülkede aile fertleri birbirini dövüyor, öldürüyor, hapsediyor, işkence ediyor, çalıştırıp parasına el koyuyor, başlık parasına satıyor, özetle her türlü fenalık mevcut ama günah keçisi kim? Harakiri.

Evlilik dışı ilişkinin kötü olduğuna kim, ne zaman karar verdi bu arada? Ben evlilik dışı ilişkinin şiddetli bir taraftarıyım. Ben böyle mutluyum, kimseye de bir zararım yok, yüzde yüz benim bileceğim iştir. Bizi evlilik dışı değil evlilik içi ilişkiler bitiriyor daha çok. Aile hayatına da zerre prim vermem. Yarısı iyiyse yarısı kötüdür. İyi olan da ne kadar iyidir tartışırım. Kötü bir aile hayatının korunması gerektiğini değil aksine yasa zoruyla bitirilmesini savunurum. Evlilik değil boşanma terapistleri olmalı. Zira sorunumuz boşanamamak veya boşanıp bunu hazmedememek.

Harakiri kapandı ve aile hayatımız pek güzel oldu öyle mi? Sokakta kocası tarafından üzerine benzin dökülerek yakılan Tuğba Özbek de “iyi ki Harakiri kapatıldı” mı diyordur acaba öteki dünyada, koynunda zavallı çocuğuyla?

Yazının devamı...

Kaf dağının ardındaki tüketici hakları

Herkes Türk futbolundaki şike ve Türk meclisindeki yemin skandalıyla uğraşıyor. Ben de ucundan dâhil olayım, yazayım bir şeyler diyorum ama olacak gibi değil. Türk inşaat sektörü beni deli etmek için topluca uğraşıyor. Beyin yerine orada çimento var artık.

“Ne oldu taharet borusuz tasarım klozetin?” diye sormuş okurlar. “K”asarım klozetimi 45 telefon görüşmesi yaptıktan, 23 kişiyle telefonda veya yüz yüze kavga ettikten sonra akşam üstü para iadeli geri vermeyi başardım. Yapamasaydım, yeminle atacaktım klozetimi Caddy’mim terkisine, Zonguldak’a fabrikaya gidecektim.

Klozet eksçeynç oprasyonu bir tam günümü aldı! Bu nasıl bir verimlilik kaybıdır hey güzel Allahım! Halbuki benim niyetim yemin krizi konusunda bir “uzman yazarınız her bi haltı bilir yazısı” yazısı yazmaktı.. Oldu mu olamadı? Yani olan size oluyor bir yerde. (bkz: tabi tabi..) (İkinci bkz: Bu büyük köşeci ağbi ve ablaların hiç klozet derdi olmaz mı?)

Kimsenin tüketici haklarından, tüketiciyi koruma kanunundan haberi yok. Başka ülkelerin, bilmediğimiz memleketlerin, kaf dağının arkasındaki o sisli diyarların yasası o..

Gel de “ne derdin varsa var! 30 günde koşulsuz iade!” diyen büyük zincir mağazalara gitme şimdi... Sormuyor bile! Ver faturayı, al parayı. Nokta.

Bu arada evimde yangın çıktıktan sonra yeni taktırdığım pencerelerim de tangur tungur sokağa düştü iyi mi! Az daha birinin katili oluyordum.

Bitti mi?

Bitmedi.

Bu sabah da evimi su bastı!

“Bu ne İbrahim Usta?” diyorum, “Ben ana vanayı kapatmıştım” diyor. Ana vana bozukmuş! O nereden bilsinmiş?

Pencere niye düştü diyorum camcıya, dış cephe mantolamacısı yüzünden diyor.

Mutfak niye yamuk diyorum marangoza, sıvacı yüzünden diyor.

Kapı niye takılmadı diyorum kapıcıya, boya bitmediği için diyor.

Sıva niye yamuk diyorum sıvacıya, alçıpancı kötü takmış diyor.

Daha biri de “ben yanlış yapmışım kusura bakma” demedi.. Nefis bir paslaşma söz konusu. Türk inşaatçılığı: Suçu ona buna paslama futbolu.

En olumlu laf: “Sıkıntı yok hallederiz.”

Bu lafı duyunca beynim karıncalanıyor. Sana sıkıntı yok, bana var zaten!



Renk isimlerini kim koyar?

Evin duvar renklerini seçmem lazım ya.. Tutuşturdular elime bir boya kartelası.

Hadi şu isimler normal olsun: “Badem Ezmesi”, “Ayçekirdeği”, “Deniz Kabuğu”, “Damla Sakızı”, Kum Beji” “Sümbül Demeti”, “Lavanta Esintisi”, “Yağmur Ormanı”

Fakat şunlara ne dersiniz?:

“Dingin Mavi”, “Geceyarısı” “Nil Kıyısı”, “Çam Kokusu”, “Turkuvaz Coşkusu” “Mum Işığı” “Kaymaklı Lokum”..

Ben uydurmadım bunları yemin ederim. “Turkuvaz Coşkusu” diye bir boya ismi hakikaten var! Ve evet pek coşkuşlu!

Kimdir bu şair ruhlu insanlar? Kimdir bu gezgin ruhlu gençler? Harcanıyorlar mı ne boya sektöründe?

Benim başka tekliflerim var:

“Ürkmüş Sincap Kızılı”, “Gugurdayan kumru grisi” “Fırtına öncesi sessizlik beyazı”, “Sevişme sonrası rahatlık pembesi”, “kuru fasulye gazı eflatunu”, “298 kere ip atlamış çocuk suratı moru”..

Böyle renk isimleri de olsun ki ustalara renk söylerken biraz eğlenelim!

Misal:

- İbrahim Usta!

- Efendim?

- Sağ taraf “orgazm lilası”, sol taraf “akşamdan kalma kireç beyazı”, koridor da “yumruğu yemiş göz moru” olsun. Okey?

- Merdivenleri de “inşaatı bitmediği için sinir küpüne dönen mal sahibi turanjı yapalım. Ne dersiniz?

- Öehhh.. Mersi canım...

- Klozetiniz de çok çirkin biliyorsunuz di mi?

- Hmm hmm..

Yazının devamı...

Sen bir garip Çingenesin neyine senin tasarım klozet

Bu yazı olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar, şiddet ve korku içerir. 18 yaş altı ve 55 yaş üzeri okumasın. Hassas ruhlar, kırılgan tavşanlar da okumasın. Uyarmadı demeyin, sonra huysuz tosbağalık etmeyin. .



Çok mutluyum!

Dünyanın parasını verdiğim tasarım klozetim hem yerine uymuyor hem de taharet musluksuz çıktı!

Ne güzel değil mi?

Hadise şu: Bir delilik edip evime aldığım tek tasarım eşyası klozet olsun dedim. Hani bir nevi tasarıma –affedersiniz- mıçmak istedim. (Gerisi tamamen ondan bundan apartıp marangoza çakmasını yaptırma... bkz: Türk sözde uyanıklığı. O da ayrı bir skandal tabii de hadi ona girmeyelim.)

Neden böyle bir hıyarlık yaptığımı şu an bilmiyorum. Yanlış hatırlamıyorsam iki buçuk ay önce mimar hanım gece yarısı bana telefon edip her zamanki hafif azarlar ses tonuyla “çok acil klozet seçmen lazım” deyip bir takım internet adresleri ve ürün kodları vermişti. Ben de uykulu uykulu böyle bir saçmalık yapmıştım. (Hayatımda hiç yemediğim azarları da mimar hanımdan yedim bu altı ayda. Bkz: paranla maymun olmak)

Zonguldak dolaylarında Türklere yönelik üretim yapan bir Türk firmasının klozetinden söz ediyorum. Fransalardan ithal edilmiş bir şey almadım yani. Ama tasarım! Ne b*ka yarayacaksa..

Aradan iki buçuk ay geçti benim sanki yarın takacakmışız gibi çokaceleçokacele gece yarısı internetten bakarak karar verdiğim ve ama bugüne kadar canlısını görme imkânım olmayan tasarım klozetimin nihayet takılma sırası geldi.

Saat akşam sekiz İbrahim Usta beni arıyor. “Ben bundan hiçbir şey anlamadım gelip bir bakar mısınız?”

Tasarım ya, ah ah diyorum, kim bilir nasıl şahane bir şey, nasıl muhteşem bir sistem zortlatması, dizayn hoplatması falan ki zavallı İbrahim Usta bir halt anlamadı.

Tasarım klozet sahibi bir şahsiyet olarak kasıla kasıla gittim yeni evime.

Gördüğüm manzara şu: İbrahim Usta elinde plastik bir rezervuarı evirip çeviriyor, Adem Usta dizleri üstünde musluk boru girişlerini arıyor, kuzeydoğu yönünde yerde mezar taşı gibi bir şey yatıyor, güney batı yönünde de benim tasarım klozetim yan yatmış adeta can çekişiyor.

Düzeltin bakiim şunu dedim, düzelttiler.

Aha! Ulan bildiğin taş! 84 lira 90 kuruşluk Praktiker klozetlerinden mühim bir farkı olmayan bildiğin üstelik de çirkince bir klozet.

Buna mı verdim lan ben dünyanın parasını? Bu mu lan tasarım?

Ah alaaam delirecem delirecem... Fotoğraflarda pek afili duruyordu ama benim mercimek gibi banyomda olmuş bir kelebek! Tasarım değil kasarım!

Dahası benim evin tesisatına da uygun değilmiş.

Daha da dahası... Taharet boru sistemi yokmuş!

Sen bir garip Çingene’sin, neyine senin gümüş zurna be kadın neyine? Bu ne yahu, bu ne yahu?

İki ayrı şeyi bir seferde öğrenmiş oldum. Bir: klozetlerin alttan ve arkadan çıkışlıları olmak üzere iki tipi varmış. İki: Türkiye’de bir takım fabrikalar taharet musluksuz klozetler de üretebiliyormuş.

Tasarım klozetim var ama totomu yıkayamıyorum!

Mimarım var ama yaptığı evin alttan mı arkadan mı çıkışlı klozet istediğin bilmiyor.

Satıcım var ama bunlardan külliyen habersiz. Telefon edip söyleyince sessize bağlandı.. Karşılıklı sessizleştik durduk.

İnşaat yaptıranlar için özer tasarlanmış anti depresanı var mı? Yoksa ciddi söylüyorum hapiste bir gazeteci daha olacak. Klozet cinayetleri – 1. Kendi haberimi kendim yaparım artık.



Arkadaşım Nurgül nefis bir teklifte bulundu: “İbrik sistemine geri dön” dedi. “Koy şöyle cart renkli plastik bir ibrik, üzerine de tasarımcının ve firmanın adını yazarsın. Dizayınd baay C. at Zonguldak”

Çok merak ediyorum acaba elin tasarımcı gavuruna gittiklerinde, biz Türklerin böyle bir alışanlığından söz etmeye mi utandılar da taharet borusuz (ama tasarım!) bir klozetimiz üretiliverdi Zonguldak dolaylarında?

Şöyle bir diyalog geçmiş olabilir mi aralarında?

“Veri gud veri gud bat veee Törks... eee... duu samting moor in dı toilet ... ehe.. Eee.. Tey... eee... Nasıl diyecem ben bunu arkadaş ya.. Neyse boş verelim... Çok isteyen bakır bir boru uzatıverir eski usul.. Tank yuuu.. Lets go... Hadi baaay”

Ay lav yu Türkiye, ay lav yuu!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.