Şampiy10
Magazin
Gündem

Arabalı vapurdaki Pelikan Osman

Dün söz verdiğim gibi size Marmara adalı Pelikan Osman’ın hikayesini sunuyorum. Yazan: Nilgün Tecimer. Bu köşe için özel olarak yazdı sağ olsun.



2007 yılının Ağustos ayıydı... Mermercik koyundan tekneyle dönerken Bedalan kayalıklarında bir pelikan gördüğümü sandım.

Meğer bir değil iki pelikan varmış. Tahminen göç esnasında eşi yaralanınca adaya zorunlu iniş yapmışlardı. Yaralı eş dişiydi ve kısa zamanda öldü... Erkek terk etmedi eşini; dolayısıyla adayı...

Adalıların pek de değişiklik olmayan yaşamlarına mucize gibi gelmişti pelikan.. Beslediler, baktılar, sevdiler, adını da Osman koydular...

Osman önce evcilleşmeye başladı, ardından sosyalleşmeye ve giderek insanlaşmaya...

Plaja gelip havluların üzerine yatmalar, yatarken durmaksızın okşanmayı beklemeler, ilgilenmezseniz güneş gözlüğünüzü veya cüzdanınızı kapıp uçarak denizin ortasına bırakmalar... Bul bulabilirsen...

O kadar sevimliydi ki Osman kimse ona kızamıyordu.

Balıkçılar günlük tayınını eksik etmiyordu.

Bizim ise ayrı bir dostluğumuz vardı Osman’la...

Geç uyandığım günler balkona gelip çeşitli sesler çıkartarak uyandırıyordu beni. Plaja beraber gidiyorduk.

Benimle sürekli oynamaya çalışırdı. Onsuz denize girdiğimde ya da denizde onunla “yeterince” oynamadığımda gagasıyla cezalandırırdı. O yaz kol ve bacaklarım çizik içinde kalmıştı.

Kalabalıklara bayılırdı. O kadar ki artık cenazelere de katılmaya başlamıştı. Camiden mezarlığa cenaze alaylarına eşlik ediyordu. Hem de en önde Ama kalabalık sevgisinin en çarpıcı örneğini adamızın karakol açılışında yaşadık...

Balıkesir’den vali, emniyet müdürü ve kimi devlet erkânı geldi...

Tören başladı, bando takımı küçük konserini verirken uçarak geldi Osman.

Konuşmacılar kürsüdeyken pür dikkat dinledi onları. Vali konuşmasını bitirince herkesten önce 2 metrelik kocaman kanatlarıyla o başlamasın mı alkışlamaya!

Törenin resmiyeti bir anda bozuldu, herkes gülme krizine girdi...

Emniyet müdürü 20-30 saniye daha ciddiyetini korumaya çalıştı ama sonra o da kendini koyverdi...

Kim bilir belki de yaşlanıyordu Osman... Daha az uçmaya başladı...

Yeni bir ulaşım metodu icat etti ansızın... Kanoların, kayıkların, motorların, yatların pruvasına oturuyor, istediği koylara keyifle gidiyordu.

Bu gidiş gelişler ondaki seyahat tutkusunu alevlendirdi.

Vapurlara dadandı.

Gazetede fotoğrafını gördük. Görevliler indirmeye çalışırken o şiddetle itiraz ediyor.

Bir sabah uyandık... Osman yok... Herkes onu soruyordu. Koy koy arandı ama bulunamadı!

Derken bir haber... Osman arabalı vapura binip Erdek’e gitmiş!

Adalılar derhal Erdek’e almaya gittiler Osman’ı...

Erdekliler biraz itiraz ettiyse de Osman yine adadaydı.

Ancak Osman bir süre sonra arabalı vapura binip tekrar Erdek’e gitti...

Yolu öğrenmişti artık... Adalılar bu kez gitmediler peşinden... Küstüler... Ne de olsa terk edilmişlerdi... Kırgındılar.

3 ay kadar sonra yine gazetelere çıktı Osman... Erdek sahilinde bir sokak köpeğiyle kanka olmuştu... Fotoğrafta aynı kaptan su içiyorlardı... Her akşamüstü iskeleden limana yan yana yürüyüş yapıyorlarmış...

Ben hemen küsmek istemedim... Ne de olsa harika anılarımız vardı...

Erdek’e gittim, Osman’ı sordum. Gösterdiler.

Yine sahildeydi. Gerçekten de yanında bir köpek yatıyordu, onun kadar sevimli...

Bu kez üçümüz yürüyüşe çıktık.

Sonra güneş battı, gemim kalkıyordu. Dönmem gerekiyordu...

Son kez boynuna sarıldım...

Erdek’li balıkçı Halil’den zaman zaman haberlerini aldım. Bir buçuk yıl sonra Halil aradı. “Başımız sağ olsun” dedi.
Bir balıkçı teknesinin ardında giderken motora kapılmıştı.
Bilen bilir, arkadaş kaybetmek zordur. Çok özlüyorum onu.

Yazının devamı...

Ada hikayelerine devam

Marmara Adası tam bir komedi.. Geçen gün anlattım: Tekirdağ’dan kalkan Seyhan-4 Feribotu, 12 yıldır her defasında adaya Barış Manco’nun “El salla el salla” şarkısıyla yanaşıp adadan yine aynı şarkıyla ayrılıyor. Millet de deli gibi el sallıyor.

Niye yapıyorlar bunu? “Adalı oldukları” için dedi Nilgün.

Nilgün’ün “hemen anlayamazsın” dediği bu “adalılık halini” ufak ufak anlamaya başladım aslında.

Gazeteler mesela öğlen ikide geliyor. İnternet çağında bir önemi yok denilebilir belki ama yine de bu devirde, iphonun, bilgisayarın vs yoksa tuhaf bir tecrit değil mi? Hayır daha komiği bazen gelmeyebiliyor da. Erdek’deki dağıtımcının işgüzarlığına bağlı olarak gazeteler gelebiliyor, gelmeyebiliyor, gelse bile ekleri içinden çıkmayabiliyor, çıksa bile yanlış gazetenin eki çıkabiliyor..

Hani bir film var ya “Mediterraneo” diye.. İkinci Dünya Savaşı sırasına İtalyan askerler bir Yunan adasına çıkarma yaparlar. (Meis) Askerler adalılarla önce itişip kakışırlar. Fakat sonra ada güzel, savaş çok uzakta, hava şahane... Durum yumuşar ve beraber yaşamanın yollarını bulurlar. Fakat dünyadan da kopukturlar aynı zamanda. Bu nedenle de savaşın bittiğini bir türlü öğrenemezler. İtalya da unutmuştur zaten onları, savaş var diye kalılar da kalırlar.

Marmara Adası şiddetle bana bu filmi hatırlattı. Gitmek istiyorsun veya gitmen gerekiyor ama gidemiyorsun. Her gün yola çıkayım diyorum her gün vapuru kaçırıyorum.

Kedilerin kahvaltısı

Bir sabah erkenden kaldırdı beni Nilgün.. “Gel” dedi “çok güzel bir şey göstereceğim” sana.. Bana bunu gösterebilmek için hiç uyumamış.

Daha güneş yeni doğmakta, ortada kimsecikler yok. Beşle altı arası. Limana gittik, beklemeye başladık. Önümüzde dümdüz bir deniz. Adacası: “Deniz kalık.” Aba Koyu’nun fener dönemecinden bir kaç motor teker teker çıkmaya başladı. Birbiri ardına süzülerek gelmeye başladılar. Nefis bir ışık var. Yaşar Kemal’in deyimiyle “menevişli.”

Motorlara kaptırmışken ben kendimi, “şimdi arkana dön ve bak” dedi Nilgün.

Bir döndüm ki aman Allah’ım! Sokaklardan oluk oluk kedi akmakta! Her bir sokaktan iri iri onar on beşer kedi geliyor.. Hepsi geldi kıyıya, iki gerinme, üç yalanma derken yerlerini aldılar ve motorları umutla beklemeye başladılar. Sanırsın sevgililerini bekliyorlar. Bakışlarında öyle bir melül, öyle bir hasret..

Derken motorlar yanaştı, ağları kıyıya atıldı. Kediler çılgınlar gibi atlarlar diye beklerken, hayır, bir iki yavru kedi dışında kimse heyecan yapmadı.

Ah meğer balıkçıların onların hakkını fazlasıyla vermesine o kadar alışmışlar ki öyle sakin sakin, göz yaşartan bir ağırbaşlılıkla sıralarını beklediler. Balıkçılar paylarını verdi, kediler da zevkten gözlerini kapata kapata kahvaltılarını ettiler..

Bir gün hamile bir köpek, lokantaya verilmek üzere temizlenmiş dilimlenmiş 5 kiloluk bir kılıç balığı torbasını kapmış götürmüş. Nilgün, “şimdi köpürecek, köpeğe eziyet edecek” diye endişelenirken balıkçı, “napalım, bu da onun kısmetiymiş” deyip sigarasını yakmış.

Bir de bir Pelikan Osman hikayesi var. Onu da yarın anlatayım bari, Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi” üçlemesi gibi ben de üçleyeyim. Ha bu arada Yaşar Kemal’in Ada Üçlemesinde anlattığı adanın Marmara Adası olduğu da söyleniyor.

(Bkz: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana)



Yelkovan Ada Evi

İstanbul’dan Saros’a giderken direksiyonumu ani bir kararla kırıp Marmara Adası’na giderken, “kim bilir ne feci bir yerde kalacağım” diyordum.

5 yıldır Küçük Oteller Kitabı ve sitesini (www.kucukvebutikoteller.com ) hazırlayan biri olarak beni fena halde utandıran bir yerde kaldım: “Yelkovan 4 Ada Evi”

Adalıların “Aba” dedikleri sahilin kenarında acayip sevimli bir küçük otel. Adı üstünde 4 odası var sadece.

Sahibi Ahmet Bey, adanın hastası. Kendisine bir ev yaptığı yetmemiş, eş dost çoluk çocuk da kalsın diye böyle minik bir yer yapıyor ve aynı zamanda otel olarak da işletiyor. Prima bir yer. Şiddetle tavsiye ederim.

www.yelkovanadaevi.com 0266 885 50 15

Yazının devamı...

Kurabiye adasında 33 kuruşa ekler! Peee!

Ada insanlarının kara insanları gibi olmadığını biliyorsun değil mi?” dedi bana. “Bilmiyorum” dedim. “Hiç adada yaşamadım şimdiye kadar. Sapına kadar kara insanıyım”

“Dikkatle bak o zaman bundan sonra. Adalılık insanın karakterini doğrudan etkileyen bir şey. Başka bir şey oluyor adalılar. Biraz yabanıl, fazla hayalci ve yalnız. Her bir insan bir ada oluyor adada. Denizlere kafa tuttuklarından mıdır nedir deli bir inatları var. Ben bir insanın adalı mı karalı mı olduğunu beş dakikada anlarım. Ama sen anlayamazsın iki günde. Biraz zaman lazım... ”

İki gündür Marmara Adası’ndayım. Tekirdağ dolaylarında ani bir direksiyon kırmasıyla kendimi “Seyhan 4” feribotuna attım. Daha önce hiç gelmemiştim adaya.

Arkadaşım Nilgün yaşıyor adada. Tam 39 yıldır her yaz burada. Yıllardır ondan ada hikâyeleri duyar dururum. Böyle manyak bir ada hayali kurmuştum kafamda.. Hem vahşi çirkin hem vahşi güzel. Feribot yaklaşırken hepsini yıktım, dümdüz ettim. Hayal kırıklığına uğramayayım diye.



Hayal kırıklığına uğramak ne demek! Bayıldım ben bu adaya!

Feribot, limana Barış Manco’nun “El salla, el salla” şarkısıyla yanaşıyor. Önce ne olduğunu anlamadım. İnsanlar evlerinin balkonuna çıkıyor, şezlonglarda yatanlar, kahvelerde oturanlar ayağa kalkıyor, çocuklar iskeleye koşturuyor, herkes gemiye çılgınlar gibi iki kolunu birden havaya kaldırarak el sallıyor. Sanki Titanik gelmiş, sanki yıllardır gördükleri ilk gemi!

Meğer bu günlük bir ritüelmiş. Barış Manco öldüğü günden beri yapılıyormuş bu. Vapur adaya yanaşırken ve adadan ayrılırken bangır bangır “el salla el salla” çalıyor ve herkes el sallıyor. Daha da coşkulu görünsün diye insanlar ellerine masa örtüleri, sandalye minderleri, havlular alıp sallıyor.

Ben böyle cana yakın, sıcak, sevimli, şeker bir şey görmedim! 12 yıldır Tekirdağ’dan kalkan Seyhan 4 Feribotu adaya Barış Manço’nun “El salla el salla” şarkısıyla yanaşıp, yine aynı şarkıyla ayrılıyor ve insanlar da (hem gemidekiler hem karadakiler) deli gibi el sallıyor!

Bundan 200 yıl sonra bu adet devam ediyor olsa (ki inşallah devam eder) kim bilir nasıl efsaneler üretiliyor olacak!

“Bir gemici varmış, adadan bir kızı çok sevmiş ama kızın babası falanmış da filan yapmış da... ”



Ada, Ramazan nedeniyle normal yazlık nüfusunun yarısına sahip. Gerçi hiçbir zaman “çılgın” bir ada olmamış. Diskosu yok diye gençler gelmiyormuş.

Aman ne isabet! Memlekette diskonun, canlı müziğin olmadığı yerler de olmalı. Hatta belediye başkanı yasaklasın da misler gibi bir “citta slow” olsun burası.

Akşam yemeğinden sonra yürüyüşe çıktık. Kaldığım otel “Aba” sahilinde. Merkeze, oradan da “Kole” sahiline gideceğiz.

Şimdi bu adanın çok komik bir özelliği var: Burası mermer adası olduğu kadar aynı zamanda bir “kurabiye” adası!

Şimdi sorarım: Minnacık bir adada yan yana beş pastane olur mu yahu?!?

Oluyor ve daha da vahimi şu: hepsi ürünlerini dükkân dışında kurdukları tezgâhlarda satıyorlar. Demek istiyorlar ki “ürünlerimiz, buzdolabına sokmaya gerek kalmadan tükeniyor, yani çok leziz ve çok taze”.

Tepsi tepsi şekerpareler, milföyler, rulo pastalar veeee.... Agghhh.. EKLERLER! Sokak baştan aşağı bunlarla kaplı iyi mi!?

İyi değil tabii.. Sonuç? İradesiz tosbağa ikilisi olarak canımız fena halde ekler ve şekerpare yiyip çay içmek istedi. Ama yanımızda para yok.

Nilgün, bakkaldan 20 lira borç aldı ve benim sorum: “Yetecek mi? Olmazsa yarım yarım yeriz ”

İki ekler ve iki şekerpareye sadece iki lira ödedik iyi mi?! Plastik kap ve çatal da hesabın içinde.

Elimizde tatlılarımız çınarların altındaki çay bahçelerinden birine gittik. “Öyle bir geçer zaman ki” dizisini izledik. İzledik sadece zira sesi kapalıydı. Ama zaten ne fark eder? Dizinin üçte biri ağır çekim üstü müzik, üçte biri pis pis bakışma, üçte biri de ağlamakla geçiyor.

Sonra ben dayanamadım iki tane daha ekler alayım dedim. Zaten az evvelki hesaptan aklımın yarısı gitmişti adam bir de şunu demesin mi: “üç adet vereyim 1 lira olsun”

33 kuruşa ekler mi yedim ben? Olabilir miydi bu? Yemişim Bodrum’un, Alaçatı’nın havasını!

Yazının devamı...

Cüneyt Özdemir’in mühim soruları

1 yıldır Radikal’de yazan Cüneyt Özdemir’i her geçen gün daha çok beğeniyorum. Kalemi açıldı, “kasma” ve “rahatlık”, dengesini buldu, üstelik son haftalarda çok güzel sorular soruyor.

Dünkü yazısında, bazı gazetecilerin yeni genel kurmay başkanı oldu diye pek sevindiği Necdet Özel’e şu soruları sormuş:

- İlker Başbuğ ile ya da Yaşar Büyükanıt ile Necdet Özel’in ordumuza komuta etmesinde ne tür farklılıklar göreceğiz?

- Terörle mücadelede en önlerde savaşan (yani dağlara taşlara ateşlere, göz kırpmadan atılan) uzman çavuşların, yıllardır üvey evlat muamelesi yapan astsubayların özlük hakları, ordu içindeki eşitsizlikleri düzelecek mi?

- Osman Pamukoğlu yıllardır bu karakol sistemiyle terörle mücadelenin askeri açıdan imkansız olduğunu ve daha çok şehitler vereceğimizi söylüyor. Askeri açıdan terörle mücadelede radikal bir yenilik getirecek mi çiçeği burnunda Genelkurmay Başkanımız?

- Türk ordusunda bir şeffaflaşma yaşanacak mı? Milyarlarca dolarlık silah alım konuları siviller tarafından denetlenecek mi? Kamuoyu bu konuda bilgilendirilecek mi?

- Askeriye ile ilgili devam eden soruşturmalar, davalar, tutuklu ve tutuklanacak askerler konusunda yeni bir bakış açısı var mı?

Sordum Cüneyt’e “bir cevap geldi mi?” diye, “Gelir mi hiç yahu! Onlar sadece Fikret Bila’ya brif veririler” dedi..

Fikriye Tönbila olarak şansımı ben de deneyeyim dedim..

Evet. “Paşa” lafının tedavülden kalkması dışında değişen bir şey olacak mı Sayın Özel?



Senin neslin üstüne düşen hiçbir şeyi yapmadı

Senin neslin var ya senin neslin..

Üstüne düşen hiçbir şeyi yapmadı.

Hiç öyle geri kalmışlığın kıskançlığıyla bu nesle laf etme bakalım.

Senin neslin susmaktan başka hiç bir şey yapmadı.. Darbeler olurken, solcular işkence görürken, hocalar üniversitelerinden atılırken, Kürtlerin köyleri yakılırken, insanlara b*k yedirilirken, memlekete “makbul” olmayan ne kadar “vatandaş” varsa hepsi hayatlarından bezdirilip kovulurken, 17 bin insan faili meçhuller tarafından sinek gibi öldürülürken, 28 Şubatlar olurken, birileri türlü iftiralarla andıçlanırken..

Sadece sustu!

Sadece susmakla kalsa gene iyi. Bütün zulümleri kabul etti. Onay verdi, baş tacı etti, koştur koştur PR’ını yaptı. Gerçek kaosları görmezden geldi, sözde kaoslara el kaldırttı.

Resmi ideoloji neyi emrettiyse onu yazdı. Yalanlarla dolanlarla koca bir halkı kandırdı, beynini yıkadı, fitne fesatla insanları birbirine düşürdü.

Başımıza ne geldiyse senin neslinin insan hakkının gaspına verdiği kanlı tasdik yüzünden oldu.

Şimdi konuşanı, hakikati arayanı, iyi niyetle geçmişin karanlık yaralarını sarmaya çalışanları utanmadan, cahilce ve büyük bir kıskançlıkla aşağılamaya kalkıyorsun!

Senin neslinin buldozer gibi geçtiği topraklarda üç beş çiçek yetiştirmeye kalkana hain demeye kalkıyorsun.

Vicdanını, başkalarının davranışlarına göre pozisyonlandırmayanlara, kötülüğe kötülükle cevap vermem diyenlere, utanmadan, arlanmadan “enayi” demeye kalkıyorsun.

Hâlâ düşmanlık, hâlâ fitne ve hâlâ faşizm pompalıyorsun!

Senin neslin var ya senin neslin..

İsim, şehir, hayvancılık dışında hiçbir şey yapmadı.

Bu nesil, senin neslinin günahlarını bir bir çıkarıyor diye tüm korkun..

Kork da zaten.. Yeridir..

Yazının devamı...

Katilden kadın kaçırmaca oyunu

Bu yazı yazılırken 4 kişi daha öldürüldü.

Üçü Van’da dağda, PKK tarafından..

Biri Bursa’da otogarda, babası tarafından..

Siz yarın bu sayfaya gelip de bu yazıyı okuyana kadar daha kaç kişi ölecek kim bilir...

İki savaş birden sürüyor ülkemizde.

Birisi Türk Silahlı Kuvvetler ile PKK arasında.

Öbürü erkek silahlı kuvvetlerle kadın silahsız kuvvetler arasında.

Son altı ayda 110 kadın öldürüldü.

Bu sayının çok çok fazlası işkence gördü, yaralandı, hastaneye kaldırıldı, belki yaşıyor ama sakat kaldı...

Sağ kalanlar tekrar vuruluyor, tekrar bıçaklanıyor üstelik.

Bir de hiç kayıtlara geçmeyenler de vardır.

Bugün Bursa otogarında olana bakın! Babası, BİNLERCE KİŞİNİN TAM ORTASINDA, GÜPEGÜNDÜZ, kendileriyle Urfa’ya gelmek istemeyen, onun yerine Antalya’daki akrabalarının yanına gitmek isteyen kızını bıçaklıyor. Bir anda cinnet geçirme değil. Kızıyla tartıştıktan sonra otogardan çıkıp bir bıçak satın alıyor, geri geliyor ve karısıyla oğlunun gözü önünde kızını bıçaklıyor.

Ya Mersin’de olan? Emekli polis sevgilisiyle tartışıyor, sokak ortasında öldürüyor, sonra başında bekliyor, “karımı getirin, teslim olurum” diyor. Ve karısını getiriyorlar gerçekten! Elinde silah olan adama, “sevgilini öldürdün yetmedi, al bir de karını öldür” dercesine..

Karısı gelince de birbirlerine sarılıp ağlıyorlar... 30-40 yılın tuhaf ve acıklı bağı... Hapishanede ona temiz çamaşır götürecek olan da yine evdeki cefakâr kadın olacak..
Ya o durakta ölüme terk edilen kız? Gözünüzün önünden gidiyor mu o fotoğraf?

Benim gitmiyor.



Almanya’da kadınları öldürenlerin üçte biri Türkiyeli imiş.
Bu topraklarda yaşamak da gerekmiyor.

Ama bize ait bir sorun olduğu ortada.

Nasıl çözeceğiz biz bu iki savaşı?

Karılarını, nişanlı ve sevgililerini öldürenlerin ezici çoğunluğu ayrılmayı hazmedememiş erkekler.

Türkiye boşanmayla nihayet tanıştı ama bir tarafın fena halde hazım sorunu var.

Asli işini yapmakta hep beceriksiz kalan devletimiz kadınları koruyamıyor.

Bunu başarabilen bir devlet var mıdır onu da bilmiyorum açıkçası.

İş yine bize, topluma düşüyor.

Ben kadınların silahlanması gerektiğini söylemiştim ama o daha beter eder sorunu dediler.

Alarmlı prangalardan, boyuna asılan kolyelerden söz ediliyor.

Geçen gün okudum, bir takım sivil toplum kuruluşları, aile meclisi tarafından ölüme mahkûm edilen kadınları yurtdışına göndermeye başlamış.

Tek istedikleri bu kadınların kimliklerinin devlet tarafından değiştirilmesi ki takip edilemesinler.

Şimdiye kadar aile teröründen 1 kadın kurtarılmış yurtdışına yollanarak. 8-9’unun da hazırlıkları yapılıyormuş.

Neden Türkiye’de tutulmuyorlar peki? Çünkü bu kadınlar sığınma evlerinde hapishane hayatı yaşıyor da ondan. Devlet korumasına alıyor, evlere koyuyor ama müstakbel katilleri, kadınların nerede olduklarını illaki öğreniyor ve bina dışında 24 saat nöbet tutuyor. Kızlar başlarını es kaza uzattığında vurabilsinler diye.

Yurtdışına yollanan o zavallı gariban kızcağızları düşündüm.. Dilini, adetini bilmedikleri el topraklarında kim bilir nasıl bir hayat sürecekler..

Hizmetçi, kapıcı, overlokçu ama en azından sağ ve güvenli mi diyelim?

Yazının devamı...

Egzotik meyve sonunda memleket topraklarına geldi

Perihan Mağden hep ne derdi?

“İstifa: memleketin bilinmeyen bir kurumu, uzak diyarların egzotik meyvesi...”

O egzotik meyve sonunda geldi.

Bu topraklarda da yetişebiliyormuş.

Geldi ama ne utanç verici bir şekilde geldi!

Bir kere istifa değil emekliği isteme ki onu tapu kadastrodaki eniştem de yapar.

Vazgeçseydin haklarından ne olacak ki..

Memleket kurtarıyorsun öyle değil mi?

Hadi diyelim böyle olsun. 3 liraya ızgara lüksünden mahrum etmeyelim sizi.

Fakat dün Ahmet Altan’ın da dediği gibi..

Bu ülkede 30 yılda 10 bine yakın şehit verilmiş... Karakollar keklik gibi avlanmış... Güpegündüz askerler kaçırılmış...

Her seferinde silahın tutukluluk yapmış, haberleşmen kesilmiş, helikopterin geç gelmiş.. Askerin cayır cayır yanmış..

Eğitim zayiatı diye anlaşılmaz bir açıklamayla evlerimize tabutlar gelmiş..

Baskınlar sırasında komutanlar golf oynamaya devam etmiş..

Kimsenin kılı kıpırdamamış...

Da şimdi mi personelin hakkı, hukuku?

Işık Koşaner “Personelimin hak ve hukunu koruma adına...” demiş..

Kusura bakmayın ama size asker diye emanet ettiğimiz, canlısını verip ölüsünü aldığımız eşlerimiz, kardeşlerimiz, babalarımız, oğullarımız da sizin personelinizdi.

Bir gün olsun personelimizi koruyamadık, kollayamadık, hatalıyız demediniz de, zahmet edip hakiki bir rapor sunmadınız da şimdi terfiler söz konusu olunca personelimin hakkı, hukuku...

Peki ya öbür personelinizin can hakkı?

Sizin personelinizin, bizim ise canımız ciğerimizin hukuku?

Hiç mi önemli değildi?



Bana şehitleri de an dediklerinde her seferinde içim cız eder.

Bilmezler ki en yakın arkadaşımı kaybettim ben o savaşta.

Benim için öldü demeyeceğim çünkü ben ne ona ne başkasına bu sorumluluğu vermedim.

Ama hiç yere öldüğünü çok iyi biliyorum. Diğer on bin gibi. Ateşe atıldı. Nokta.

Ve hiç yere öldüğü gibi “hiç” değeri var.

CHP’nin dediği gibi “Orduya yeni bir dizayn verilmeye çalışıldığı için oluyor bunlar.” Verilsin gerçekten. Ama hakikaten verilsin.

Yazık ki buna dair inancım hiç yok.



Manşetlerdeki büyük değişim: No Paşa!

- Türkiye tarihinde ilk defa TSK ile ilgili bir krizde “Paşa” lafı hiç bir yerde geçmedi. Bütün gazetelerin birinci sayfalarına baktım hiçbiri paşalı maşalı bir manşet atmamış. Paşa lafı üst başlık ve spotlarda bile kullanılmamış. Demek ki “Paşa devri”nin sonuna hakikaten gelmişiz.

- Bu da tek başına bir devrimdir aslında. Veya evrim demek daha mı doğru? Basındaki bu topyekun değişikliğin nedeni nedir dersiniz? AKP ayarından başka bir şey olmalı.

- Bu arada hatırlatırım Mustafa Kemal Atatürk’ün 21 Haziran 1934 yılında yürürlüğe soktuğu soyadı kanununa göre “paşa” “bey” “hazret” “ağa” “hoca” “hacı” “hafız” “hanım” hatta “hanımefendi” sıfatlarının kullanımını yasaktır. Hazret dışında hepsi de kullanılmaya devam edildi. Bunca sene sonra başı yenen tek sıfat paşa.

- Fakat en tuhaf olan Hürriyet Gazetesi. Nedendir bilinmez Anadolu Ajansı haberi verir gibi vermiş haberi. “Yeni Komutan Necdet Özel.” Nötr kalmış diyeceğim ama hayır, nötr bile denemez buna. Enis Berberoğlu’na bu kadar yavan, tatsız tuzsuz bir manşet attıran nedir?

- Taraf Gazetesi,Türk basın tarihinin muhtemelen en “muzır” manşetini atmış: “Daha karpuz kesecektik.” Fakat muzırlık anlaşılan gece yarısı akıllarına gelmiş, taşra baskısında “Demokrasiyi Taşıyamadılar” manşeti vardı.

Yazının devamı...

Uzo"nun memleketi zeytinin krallığı Midilli Adası

Öyle tahmin ediyorum ki Yunanistan Turizm Bakanlığı pek yakında bana fahri turizm elçisi plaketi verecek. Midilli bu yaz gittiğim ve haberini yaptığım üçüncü Yunan adası. Midilli, Ayvalık’tan sadece bir buçuk saat uzaklıkta. Başşehri Mytilini, Dikili karşısına denk geliyor. Bir hayli büyük bir ada. Tam tekmil dolaşmak için en az beş gün ister. Bu hafta sizi hiç sıkmayacağım ve Türk usulü bir rehberlik hizmeti vereceğim: Midilli alışveriş rehberi! Paraları ve torbaları hazırlayın, uçuşa geçiyoruz!

Midilli Adası, hem içki hem de yemek açısından turistlere zengin seçenekler sunuyor. Midillililer, köy meydanına oturup yöresel ev yemekleri, zeytinyağlılar, börekler ve kahvaltılarla ziyafet veriyorlar.

MİDİLLİ’DEN NE ALINIR?

Uzo: Yunanistan’ın frappeden sonraki milli içkisi uzo. (Frappe konusunda şaka yapıyor gibi görünsem de aslında gerçeği söylüyorum.) Ve uzonun en esaslı üretim yeri de Midilli adası. Midilli’deki uzo üretimi 1800’lerin başında gelişmiş. İsmi konusunda bir rivayet var: Osmanlı yönetimi sırasında içki yasağının hüküm sürdüğü zamanlarda rakının sadece ihracatına izin veriliyormuş. En büyük müşteri de Marsilya imiş. Marsilya’ya gidecek şişelerin üzerinde “Marsilya için üretilmiştir” manasına gelen “Uso Marseille” damgasının olması şartı varmış. İşte o uso, uzo’ya dönüşmüş.

İçkilerin üzerinde çıplak kız resimleri var

Uzo’nun diğer anasonlu damıtma içkilerden farkı şu, Uzo’ya koku veren anason tohumları su ve alkol çözeltisine konulup damıtma öyle yapılıyor, diğer içkilere anason aroması damıtmadan sonra katılıyor. O nedenle uzodaki anason aroması daha yumuşak oluyor imiş. Şu an “uzo” tescilli bir isim ve sadece Yunanistan’da belli şartlarda üretildiğinde bu ismi alabiliyor. Midilli uzosu 1000 litreyi geçmeyen küçük imbiklerde yapılıyor. 56 adet imbikhane (dolayısıyla marka) var ve hepsi geleneksel yöntemlerle yapılıyor. En meşhur marka, “Barbayanni.” Fakat üzerinde mini etekli bir kız resminin olduğu “Mini” ve çıplak kızların olduğu “Matis” markası tam “acayip şeyler koleksiyonerleri” için...

Sardalye: Adanın içine içine sokulmuş ve dar ağızları olan iki adet körfezi var Midilli’nin. Ve Midillililer bu körfezleri kirletmemeyi başarmış. Bol miktarda sardalye balığı çıkıyor. Bunları tuzlayıp lakerdalarını yapıyorlar. Sevimli konservede satılanlar işte bu tuzlanmış sardalyeler. Uzonun yanında iyi gidiyor.

Kefalotiri peyniri: Tam çevirisi “Kelle peyniri.” Ancak Türkiye’deki kelle (Mihaliç) peyniriyle bir ilgisi yok. Koyun veya koyun-keçi karışık sütten yapılıyor. Olduktan sonra zeytinyağında bekletiliyor. 5 yıl dayandığı söyleniyor. Zaman içinde kızarıp lezzet kazanıyor. Tazesini de eskisini de kızartıp meze olarak veriyorlar. Üstüne limon döküp yiyorlar.

Reçel: Tuhaf tuhaf şeylerin reçelini yapıyorlar. Misal, Antep fıstığı reçeli.

Zeytinyağı: Ada’da 13 milyon zeytin ağacı var! Yunanistan’ın kişi başına zeytinyağı tüketimi 26 litre iken Midilli’de 35 litre. Çıkan bir yangında ağaçların hepsi yanmış. Fideler Edremit’ten gelmiş.

KONAKLAMA

Alkaios Pansiyon: Alışveriş caddesi Ermu’ya çok yakın (Odos Ermou) kırmızı pancurlu dünya şirini bir Rum evinde temiz pak bir pansiyon. İki kişi gecesi 45 Euro, kahvaltı dahil. Tavanlar en az 4 metre. Merdivenlere sarılı yaseminden çıkan kokular baş döndürüyor. (Alkeos diye okunuyor)Tel: 0030 22510 47737

HEDİYELİK EŞYALAR

En güzel dükkânlar Ermu Caddesi’nde

Ermu Caddesi (Odos Ermou) Mitilini’nin en eski caddesi. Kordon boyunun hemen paralelindeki cadde. Yeni limandaki kubbeli devasa kilisenin oradan başlıyor, eski limandaki camiinin orada bitiyor. Camii (Yeni Camii) ve hamamın olduğu yer eski Osmanlı çarşısı. Dükkânlar hâlâ minik minik. Şimdi daha çok dekoratif sanat ürünleri satılıyor.

Gaia Hediyelik:

Ahşaptan yapılma nefis ürünler satılıyor. Kesinlikle Endonezya işi değil. Her biri tek.

Adayı Midillili Aris ve Türkiyeli Fatoş Lazaris’in acentesiyle gezin

Mitilene Tours, Midillili Aris ve Türkiyeli Fatoş Lazaris çiftinin geçen yaz kurdukları turizm acentesi. Hem feribot bileti satıyorlar, hem otel ayarlıyorlar hem de otobüslerle ada turu yaptırıyorlar. Ben adanın Kuzey Doğusu’nu kapsayan günlük bir tura katıldım. (35 Euro) Aris Lazaris, şahane Türkçe konuşan dünya tatlısı bir Midillili. Türkleri ve Türkiye’yi çok iyi tanıyor. Hiç sıkmadan, aksine bol bol güldürerek ve de bilgilendirerek harikulade bir rehberlik hizmeti veriyor. Adaya gidip bu fırsattan yararlanmamak hata olur. (Fakat dikkat! Aris’in otobüsüne binmeye çalışın.) Acente, gümrükten çıkıp sola döndükten sonra Blue Sea Otel’in hemen yanında, Art Coffe’nin arkasında. Tel: (0030) 2251045464. Fatoş Hanım’ın cebi: (0030) 697 911 76 58. Web adresi: www.mitilenetours.gr

YEME-İÇME MEKÂNLARI

Kafenio Mezedopolio: Adından da anlaşılacağı gibi meze dükkânı. Midilli’nin en sevimli meyhanesi. Çardak altında oturup saatlerce geleni geçeni izledim. Tipik bir öğle yemeği olan ot tabağı (horta), Yunan salatası (horiatiki), cacık (caciki) ve fasulye pilaki (fasulaki plaki) yedim. Nefisti.

Rembetis: Ermu caddesi bitip de eski limana varınca deniz kenarında bir lokanta. Tam Yunan işi. İsli uskumru çirozu
olağanüstü! Fakat papalinayı, Cunda usul içini temizlenmeden pişiriyorlar. Buna karşın kalamar bütün bütün geliyor, manyakis bir şey!

Kaliterimi Restoran: Yani Kaldırım! Lokantanın ismi kaldırım üzerinde olmasından geliyor. Güzel zeytinyağlıları var. Mutlaka ot tabağı ısmarlayın. Şnitzeli güzel değil.

Ermis: Eski Liman’a doğru giden Ermu caddesinin sonunda Osmanlı zamanından kalma bir kahve. Şimdi restoran. Aliağa’dan göçen bir Rum aileye verilmiş zira onların da Aliağa’da bir kahveleri varmış. Şimdiki sahibesi Kiveli Hanım. Buraya özgü yemekler yapıyor.

Kambetsos: Kordon boyunda lokmacı ve börekçi. Sabaha kadar açık. Lukumas (tarçınlı Karşıyaka lokması) bugaça (içi muhallebili börek) ve tiropita (peynirli su böreği) yiyebilirsiniz. Hiç fena değil. Ama çay yok tabii. Frappe içeceksiniz.

Panellinion: Çok eski bir pastane ve kahvehane. Kubbeli devasa kilisenin tam karşısında. Bir kapısı Ermu caddesinde bir kapısı kordon boyunda. Klasik ve şık. Duvarlarda Midilli’nin büyütülmüş eski fotoğrafları var. Kahvesi çok güzel.

Hondos Centre: Kozmetikle ilgili bir
ihtiyacınız varsa bu dükkâna mutlaka uğrayın.
Bir kapısı Ermu caddesinde bir kapısı kordon boyunda. Bir şey alıyorsunuz on tane eşantiyon veriyorlar. Mutlaka her üründe bir indirim oluyor.



Ayvalık’tan Cunda Lines ve Jale Tur feribotları kalkmakta. Her gün seferleri mevcut. Gidiş dönüş Cunda Lines 25 Euro, Jale Tur 30 Euro. Yeşil pasaportlulardan vize istenmiyor, normal pasaporttan isteniyor. 15 TL de yurtdışı çıkış pulu için alınıyor.
Her ikisi de Ayvalık gümrük limanının karşısında...

YAKIN GİDİLECEK YER

Molivos

Merkez Mytilini’den 1 saat uzakta son derece sevimli bir kasaba. Koruma kuralları nedeniyle olduğu gibi kalmış. Cenevizlilerden kalma bir kale karşılıyor sizi. Asma çardakları altında çok hoş bir çarşısı var. Evleri çok başarılı bir şekilde restore edilmiş. Minaresi yıkık da olsa camisi ayakta. Çarşı etrafındaki lokantaların muhteşem manzaraları var. Aşağıdaki lokantaların önünde denize de girilebiliyor.

Yazının devamı...

Midilli’den iki aşk hikâyesi

İki gündür Midilli’deyim. Olmamışın 1 yıllık çok girişli Yunan vizesi olmuş, bir vize ancak bu kadar sömürülürdü.. Nerede bir vapur bulsam atlıyorum. Yılların karşıya geçemem acısı fena halde çıkıyor. Ayvalık’a gelince yine dayanamadım ve atladım bir vapura. (Cunda Lines ile gidiş geliş 25 euro. Kaldığım otel Alkeos da gecesi 45 euro. Baştan yaptığım masrafı söylüyorum ki kaynana okurlar “hayat sana güzel” zır zırını etmesinler.. Nedir kardeşim bu köşecinin de okurdan çektiği? Bıktım durmadan hesap vermekten.. Sanki kendileri gezmiyormuş gibi ne zaman seyahate çıksam biri illa çıkıp “oh oh oh... halk çile çeksin sen gez” diyor..)

Midilli hakkında detaylı bilgiyi Vatan Pazar’da okuyacaksınız. Bugün size hoş bir Midilli hikayesi anlatayım...

Yıl 1923. Lozan Anlaşması yapılmış, Anadolu’daki Hıristiyanlarla Yunanistan’daki Müslümanlar yer değiştirecek. Midilli’de de az buz bir Müslüman nüfus yok: 25 bin! 25 bin Müslüman, doğup büyüdükleri toprakları bırakıp Anadolu’ya gidecek. İstersen adanın yarısına sahip ol, gittiğinde sadece bir ev ve 90 zeytin ağacı alacaksın.

İzzet Kabakçı adıyla maruf Midillili bir Müslüman delikanlısı bu arada bir Eleni’ye aşık. Ama ne aşk! Ne doğduğu toprakları bırakabiliyor ne de Elenisini. Yapma etme diyorlar, dinlemiyor. Gün geldiğinde ailesini bindiriyor tekneye, yolluyor onları Ayvalık’a, kendi gidiyor kiliseye, vaftiz oluyor, Lefteris ismiyle Elenisiyle evleniyor. (Hatırlatırım mübadele Türk Rum değil, Hıristiyan Müslüman değişimidir. Rumlukla hiç alakası olmayan, tek kelime Rumca bilmeyen Hıristiyanlarla tek kelime Türkçe bilmeyen Müslümanlar da yer değiştirdi o zamanlar.)

Eski İzzet, yeni Lefteris Kabakçı, doğruya doğru Eleniyle çok mutlu bir hayat yaşıyor. Bir sürü çocukları oluyor. Elenisinden ve çocuklarından başka kimsesi kalmayan İzzet Lefteris de çalışıyor çabalıyor, durumunu iyice düzeltiyor.

Derken 2. Dünya Savaşı başlıyor. İtalyanlar, Yunanistan üzerinden geçip Kuzey Afrika’ya inmek istiyor. Mussolini ültimatom çekiyor: Açın yolu!

Yunanistan, etine buduna aldırmadan 28 Ekim 1940 günü İtalyanlara “ohi!” (hayır!) diyor. O günün adı “ohi günü” olarak kalıyor ve Yunan komşularımız bu günü halen coşkuyla kutlar.

Bu ne demek? Ülkeyi ezip geçecekler.

İzzet Lefteris istese ailesini alıp Türkiye’ye akrabalarının yanına kaçabilir ama kaçmıyor. Aksine gidip Yunan ordusuna yazılıyor. Yüzbaşı rütbesiyle savaşa katılıyor. Arnavutluk sınırındaki Pindos dağlarında çarpışıyor. Kahraman oluyor. İtalyanlar dağları aşamıyor.

İtalyanlar başaramayınca, Nisan 1941’de Almanlar giriyor Yunanistan’a. Diğer adalara ayak basmayan Almanlar Midilliye geliyor. Yüzbaşı Kabakçı bu sefer de kaçmıyor.

Bu arada mühim bilgi: Midilli fena halde komünist bir ada. Bir diğer adı “Kızıl Ada”. (Halen de öyle iyi mi? Midilli’nin Mandamados beldesinde oyların % 99’u komünist partisine gidiyor!) Almanlar partizanları yakalayıp yakalayıp kurşuna diziyor. Tek çare savaşa uzak duran Türkiye’ye kaçmak. Peki kim yardım ediyor partizanların kaçmasına?

Tabii ki bizim İzzet Lefteris. Teknesiyle binlerce insanı Türk kıyılarına atıp hayatlarını kurtarıyor.

Fakat kendini kurtaramıyor. Almanlar bir efsaneye dönüşen Lefteris Kabakçı’nın peşine düşüyor. 15 Mayıs 1943’te Dikili açıklarında, yine partizan taşırken yakalanıyor. 23 Mayıs’ta kurşuna diziliyor.

Yıllar sonra 2000 yılında Midilli’nin girişinde 2. Dünya Savaşı kahramanları için bir anıt heykel dikiliyor. Üzerinde Lefteris Kabakçı’nın da adı yazılıyor.

2006 yılında, Lefteris’in “İzzet” iken Türkiye’ye yolladığı ailesinin torunları Ayvalık’tan kalkıp Midilli’ye geliyor. İzzet’in yeğenlerinin çocukları, torunları, İzzet amcalarının izlerini arıyorlar. Evini barkını buluyorlar.

Ve ne oluyor dersiniz? İzzet’in yeğeninin torunu Ozan, Midilli’de bir Despina’ya aşık oluyor! Aşkla da kalmıyor, 2007 yılında da bir güzel evleniyorlar ve bir oğulları oluyor. Yazları Ayvalık’ta, kışları Midilli’de yaşıyorlar.

Ne denilebilir ki buna? Kader ağlarını çok ama çok acayip örmemiş mi?

Bana bunları anlatan ise İzzet Lefteris’in akrabalarını Midilli’de gezdiren rehber Aris Lazaris. (Soyada dikkat! Laz-aris. O da Trabzonlu! Ve bir Türk kızıyla evli!)

Aris, hikayenin bütününü öğrendikten sonra 2010 yılında Midilli belediyesine gidiyor. Diyor ki başkana: “Başkan, sen anıta Lefteris Kabakçı yazdın ama o adamın tam ismi İzzet Lefteris Kabakçı. Neden inkar edelim ki?”

“Haklısın” diyor başkan ve anıttaki ismi “İzzet Lefteris Kabakçı” diye yeniden yazdırıyor.

Ya işte böyle... Daha neler var...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.