Şampiy10
Magazin
Gündem

Bayram’da Kos Adası’na gideceklere dikkat

-Bodrum Merkez Kos ve Turgutreis - Kos arası her sabah biri 9’da biri 9 buçukta olmak üzere toplam 4 gemi kalkıyor.

- Kişi başı tek gidiş 30 TL, süre 1 saat bile değil.

- Biletinizi önceden alın. İnternetten almak da mümkün ve çok kolay. Biletin çıkışını yazıcıdan alın.

- Diğer limanlardan farklı olarak burada çek-in ve biniş kartı uygulaması var. Biletinizi veriyor, yerine bir kart alıyorsunuz. Müthiş bir kuyruk oluyor. Güneşin altında 1 saat beklemek zorunda kaldık. Çek-in kuyruğundan sonra bir de pasaport kuyruğu var. 9 buçukta kalkması gereken gemi onda ancak kalkabildi. Erken gidin diyeceğim ama kapıları yeterice erken açmadıkları için kuyruk kaçınılmaz.

- Turgutreis’ten bindiğim Bodrum Express firmasının gemisinde klima yok. Var da çalışmıyor veya.

- Kos, şimdiye kadar gittiğim 7 Yunan adası arasında (Samos, Midilli, Sakız, Simi, Mikonos, Santorini, Korfu) en canlı çarşısı olan ada. Cıvıl cıvıl bir merkezi var. Her taraf kafe, lokanta (Yunancası “taverna” fakat çalgılı bir şey beklemeyin, efendiden restoranlar) acenta, büfe, hediyelikçi dolu.

- Bisikletliler için özel yol yapılmış. Adanın bir bölümünü bisikletle turlamak mümkün. Gemiye kendi bisikletinizi de koyup getirebiliyorsunuz.

- Disneyland tipi komik bir turistik tren var. 15-20 dakikalık bir tur yapıyormuş. Fakat izdiham yüzünden binmeyi henüz başaramadım. (Allah kimseyi ezik yaratmasın. Kurtulmak için gerekirse ameliyat olmaya razıyım, o derece)

- Pansiyoncular geminin çıkışında bekliyor. Her zamanki gibi yer ayırtmadan gittiğim ve hava çok sıcak olduğu için ilk teklif edene (güleryüzlü bir kız: Polina) “tamam” dedim. Küçük motoruna hem valizimi hem beni attı ve pırrr diye götürdü pansiyona. Limana çok yakın, çarşının göbeğinde biraz dandik (WC ortakmış meğer) ama buna karşın arkadaş canlısı bir yer çıktı. Demek istediğim, odada banyo var mı diye sormayı ihmal etmeyin, benim gibi zart diye atlamayın.

İskender: Müslümana kızmayın he mi kılavuzu

İki gün önce henüz kitabı bitirmeden bir şeyler yazmıştım, şimdi bitirmiş olarak yeniden yazıyorum. Fikrim zerre değişmedi. Hatta daha da keskinleşti. Herkes Elif Şafak’ın (veya Eyüp Can’ın) arkadaşı ya, kimse bir şey diyemiyor anladığım kadarıyla ama kitap yarattığı tantanayı hak eden bir derinliğe ve edebi değere sahip değil. Hikaye sonlara doğru bir nebze ilginçleşiyor ama bunun için bir araba dolusu bildik mi bildik Türk, Kürt kişilik analizlemeleri çekmeye değer mi derin kuşkular içindeyim. Cemile karakteri dışında bana ilginç gelen hiçbir karakter yok. Onun dışındakiler fena halde şablon, derinliksiz, renksiz, şaşırtmacasız, esprisiz karakterler. Hele Uzakdoğulu Zişan karakteri, ne yalan söyleyeyim tam sopalıktı. İçimi kıydı sıkıntıdan. Dahası hikâye de hikâye değil. Almanya’da, Belçika’da, Fransa’da Norveç’te herhalde en az on bin benzer yapıya ve geçmişe sahip göçmen aile vardır. Cinayet işlediklerinde ilginçleşmiyorlar. Zorlasam Ulubat Gölü kıyısından (Fırat Nehrine nazire) İsviçre’ye göç etmiş kendi ailemi bile kitabın bir yerine oturtabilirim. Ki kendi aileminki kadar sıkıldığım bir başka hikaye de yoktur.

Daha önce dediğim gibi fena halde oryantalist bir tavırla “Ah şu kaba ama iyi Doğuluyu nasıl etmeli de medeni ama kibirli Batılıya anlatmalı” derdiyle yazıldığını düşündüğüm ama “içeriden” de olmayı başaramayan bir kitap.

Türkleri, Kürtleri, Mısırlıları, Faslıları, Lübnanlıları, Bruneilileri, Afganları özetle Müslümanları tanıyalım, sevelim, onlara kızmayalım he mi ablası... denemeleri de diyebiliriz.

Norveç’te, İsveç’te, Danimarka’da eminim büyük ilgi çekecektir. Şu kalabalık, esmer, çalışkan ama zaman zaman vahşi komşularımızı tanıyalım bakalım hele diyecek boldur... Arada coğrafi güzellemelere de yer verseydi doğu turizmine katkısı bile olurdu. Çok şükür Cemile’ye tecavüz etmediler..

Yazının devamı...

İskender hakkında samimi düşüncelerim

- Kitabın yarısına geldim hâlâ çarpıcı bir kurgu, manyak bir hikaye bekliyorum ama umudum giderek azaltmakta.

- Umudum azaldığı gibi sıkıntım da artmakta. Hadi başladım bari bitireyim diye devam ediyorum.

- Profesyonel bir yazarın 12. kitabı gibi değil de amatör bir yazarın birinci kitabı gibi. Bu kitapla Doğan Yayınlarına Elif Şafak değil de Fatma Falanca gelseydi yine basarlar mıydı acaba derin şüpheler içindeyim.

- Nagehan Alçı “Kadına bakışı ve şiddeti özellikle erkeklerin gözünden anlatıyor ‘İskender’” demiş. Hayır, bu denenmiş ama anlatılamamış. Yapay kalmış. Sadece bol bol aile içi ve dışı şiddet, ensest, töre serpiştirilmiş..

- Bir Türkiyeli için sıradan tiplemeler. Binlerce kitapta, filmde gördük, hatta o kadarına bile gitmeye gerek yok etrafımızda, ailemizde onlardan bol miktarda var.

- Tipler sıkıcı, hikaye akmıyor, dil ahım şahım değil, zaten çeviri, mizah yok.. Ee? Ne kaldı geriye?

- Sonra düşündüm galiba bu kitap biz Türkiyeliler için yazılmamış, Kapıkule’den ötesi için yazılmış. Amerikalılar, İngilizler, Norveçliler veya Yeni Zelandalılar için bir nevi “yeni başlayanlar için Türkler ve Kürtler kitabı” olmuş. Türk ve Kürt gelenekleri, töreleri, batıl inançları, aile tarzları, ev hayatları, göçleri, yabancılık halleri, nasıl evlenirler, nasıl sünnet olurlar..

- Fakat yazık ki o da fena halde oryantalist ve basmakalıp. Gazete haberlerinden yola çıkılmış, tamam bunda bir beis yok ama açıkçası bir hikaye yaratılmamış de sanki haberin uzun versiyonu yapılmış gibi.

- Türkler ve Kürtler olsa olsa böyle düşünür, böyle hisseder diyerek karakterler son derece bildik hislerle donatılmış. Bir tanesi de beni şaşırtmadı şimdiye kadar.

- O zaman ne diyeyim, dünya yolun açık olsun İskender. Ben, bana “biz buyuz şuyuz” diye anlatılmaktan çok sıkıldım.



Hep temizlenmemiş bir leke kalacaktır

Dünyanın en ürkütücü yaratığı inşaat artığı temizleyen kadın olmalı.

Ölüm dışında onu durduracak herhangi bir gücün olduğunu sanmıyorum.

Manyak bir iddia inşaat artığı temizlemek. Günlük kirleri temizlemeye benzemiyor. Güç, malzeme, kararlılık, sebat ve ruh hastası kıvamı bir kişilik istiyor ki ben de hepsi fazlasıyla mevcut çok şükür.

Tırnaklarım kırıla kırıla neredeyse yok oldu. Hiç önemli değil. Bir eroin bağımlısı gibi durmadan köşe bucağı telliyorum, kazıyorum, zımparalıyorum.

Sildikçe daha çok silesim, telledikçe daha çok telleyesim geliyor. Girişteki taşlar bugün 12 kere tellenip silindi mesela. Tamam yeter artık diyorum, teli gidip yerine bırakıyorum sonra masa başına geçerken bir tane daha boya, silikon, çimento bulaşığı görüyor, az evvel bıraktığım o yeşil teli yeniden elime alıyorum.

Bitmek bilmeyen nefis bir meşgale. Telefonlara falan bakmamaya başladım. Hiç bir şey beni leke temizlemekten alıkoyamaz! Kim arıyorsa beklesin!

Yavaş yavaş obsesif kompülsif nasıl olunuyormuş anlıyorum. Sağ olsun ustalar! O kadar güzel iş çıkartmışlar ki en büyük eğlencem girişi 12 kere, eşiği 7 kere, pencere mermerlerini 9 kere telleyip silmek oldu.

Ancak yok etmeyi beceremediklerim var.

Ey okur yardım et!

- Pencere camı üzerindeki etiketler

- Pencere camı üzerinde asetatlı kalemle yazılmış yazılar

- Klozet içi katılaşmış çimento

- Karo çini taş üzerine dökülmüş çay. (Bu karo çinilere cila vurmak mümkün mü bu arada? Her şey leke yapıyor zira)

- Mermer üzerine dökülmüş reçine gibi bir şey

- Duvar üzerine sürülmüş silikon

Yazının devamı...

Başbakan ‘aile içi şiddetin’ sembolü ile samimi olabilir mi?

Bir başbakan...

Ülkesinde her 10 kadınların 4’ü fiziksel şiddete maruz kalırken, bu 4 kadından biri yaralanırken, boşanmış veya ayrılmış her on kadından 8’i fiziksel şiddet görürken, her 10 kadından 2’si cinsel tacize uğrarken, yılda en az 500 kadın töre, kıskançlık, şiddet gibi nedenlerle öldürülürken..

Kadın döven, kadınlara televizyon programlarında alenen hakaret eden, oğlu çarşı içinde alenen adam vurabilen, eski eşlerinin başına hep tuhaf şeyler gelen, sahnede küçücük kıza o.. diyerek “şaka” yapabilen, kadına şiddetin sembolü seçilebilecek bir şahısla samimi olması doğru mudur?

Samimiyse bu kadar gözümüze sokmak zorunda mıdır?
Gazetelere beraber çekilmiş boy boy fotoğrafları servis edilmek zorunda mıdır?

Söz konusu şahsın kim bilir hangi karanlık nedenle kafasına kurşun yemesi, ölümden dönmesi benim indimde günahlarını ve ayıplarını affettirmez.

Üstelik bu kurşunun iddia edilen karanlık nedenlerine de girmiyorum hiç ki Başbakanı bu da şiddetle ilgilendirmeli.

Benim derdim çok daha basit ve sarih: Kadına zulüm etmeyi adet haline getirmiş, bundan dolayı utandığı da görülmemiş bir adamla başbakanın aynı fotoğrafta üstelik can ciğer kuzu sarması vaziyetinde olması yakışık alan bir şey midir?



Hayrettin Karaman’ın büyük patırtı koparan yazısının son bölümünü buraya almak istiyorum:

“Bir Müslüman, farklı olanlarla arasındaki farkın “farkında olmak” mecburiyetindedir ve dindarlık bakımından en önemli tehlike bu ‘farkında oluşun’ ortadan kalkmasıdır.”



Koltuktaki sigara yanığı ve Sanver Usta

Malım kıymetlidir. Özenle kullanırım. Aracımda sigara içmem, içirtmem. Ama eşe, dosta, yardımcıya da vermezlik etmem. Sonra bir bakıyorsun sağ koltukta nefis bir sigara yanığı.

Çaresi koltuğu değiştirmek..

Hayır dedim bunun alternatif bir çözümü olmalı dedim ve internette araştırmaya başladım. Ve karşıma Sanver Usta çıktı.

Son zamanlarda sonunda “usta” olan insanlara karşı kızgınlığımı biliyorsunuz fakat Sanver Usta’ya resmen taptım.

Sempatik, genç bir adam. Oto tamircisiymiş. 2002 krizinde işsiz kalmış. Sonra böyle bir iş geliştirmiş. Servisini yerinde yapıyor. Yanı ayağınıza kadar geliyor.

Önce yanıkları makasla temizledi. Sonra beyaz bir kumaş parçasıyla deliği doldurdu. Sonra üzerine özel bir tutkal sürdü ve sonra renk paletini açıp koltuğun rengini tutturdu. Zaten asıl mesele renk tutturmakmış.

15 dakikada yanık tamir oldu. Yerini bilmiyorsanız yamayı katiyen fark etmiyorsunuz. Rengi mengi gayet başarılı.

Ücret de sadece 50 lira. Şiddetle tavsiye ederim.

sanverusta.net 0539 415 44 04

Yazının devamı...

Assos ve Cunda’dan aklımda kalanlar

15 günlük seyahatim sona erdi ve yine tımarhane şehir İstanbul’a geri geldim.

Bu 15 günlük gezimde kaldığım, yediğim, daldığım, gördüğüm yerlerden aklımda yer edenlerden bir demet sunuyorum.



Tunç Liman Lokantası ve Konuk Evi

Assos Behramkale’yi batı yönünde terk edip Babakale tarafına gidince hem kendisi hem ismi çok güzel köyler ve koylar çıkıyor insanın karşısına. Sokakağzı, Koyunevi, Bademli, Bektaş... Burası Türkiye’nin Midilli adasına en yakın olduğu kıyı. Karşıki evlerin kapıları pencereleri seçiliyor neredeyse. Bektaş veya Balabanlı köyünden girip sahile inin. Karşınızda Sivrice koyu. Sahilden yine batı yönüne (yani sağa) devam edin. Zeytin bağları arasından devam edin, solda Tunç Liman Konuk Evi ve Restoran. Hepi topu 4 odası var. Fakat nasıl güzel bir ortam! Hemen önü minik bir plaj. Biraz ötesi balıkçı barınağı. Masalar iğde ağaçları altında. Şener ve Oğuz Beyler iyi hizmet etmek için dört dönüyor. Biz yemek (balık ve meze) yiyip kalktık ama odalar da çok güzel. www.limankonukevi.blogspot.com

Calidus

Burhaniye Körfezi’nin kuzey kıyısında Assos (Behramkale) ile Küçükkuyu arasında bir zeytinlik alanı var. Zeytin ağaçları denize kadar iniyor. Hemen yukarısı Kaz Dağları. İşte burada nefis bir yol var. Yol boyunca da irili ufaklı tesisler. Ben nedense buranın denizini çok seviyorum. Son açılan yer Calidus Otel. Şık ama bağırmayan, özenli, huzurlu (çocuk kabul etmiyor), özel bir yer. Yemekler de güzeldi. Çeşitli mezelerden sonra kiremitte buğulama somon geldi, hiç böylesini yememiştim, beğendim. www.calidushotel.com



Stalu

Kazdağları’nda yeni, pırıl pırıl, şıkır şıkır bir otel. Arkası orman, önü deniz manzarası. Sahile hepi topu 10 dakika mesafede. Yani ne yapacağız dağda diye endişelenecek bir şey yok. En güzel tarafı devasa odaları ve kocaman banyoları. “Oh be!” diyorsun. “Yayıl yayılabildiğin kadar”. Çok da şık. Sahipleri Duygu ve Sait Talu çifti. Sait beyin Mersin kökeni nedeniyle çok güzel Antakya yemekleri çıkartıyorlar. Gece yarısı karşımıza künefe çıkınca sevinçten ağlayacaktık neredeyse. www.stalu.com.tr



Zeytinbağı

Assos, Kazdağları tarafına gidip de burada yemek yememek ayıp olur. Esasen otel. Basında Tuncel Kurtiz’in yeri diye nam yaptı. Yalan değil ama mutfakta harikalar yaratan kayınbiraderi Erhan. Bakladan yapılma humus üzerinde küçük karides yemeği deli bir şeydi. Bebek enginarlı tavuk da ağırbaşlı güzel bir tattı. Sirken otundan yapılan meze ve salata da çok başarılıydı. www.zeytinbagi.com



Madya

Cunda’nın en yeni oteli. Cunda’nın girişindeki meşhur Despot’un Evi’nin biraz yanında nefis bir konumda bir yer. Odalardan Ayvalık Limanı görünüyor. Sabahları hele, nasıl güzel bir manzara! Hemen önleri lokantaları. Odalarını akşam yemeği dahil satıyorlar. Cunda’nın meyhaneleriyse gelme amacınız uymayabilir ama yemekleri de güzel. Bu arada mojito ve caiprinha cidden çok başarılı. www.madyahotel.com



Cundam Mey Lokantası

Cunda’yı çok seviyorum ama kimse kusura bakmasın sahil lokantalarını sevmiyorum. Ancak kışın giderim. Yazın asla! Yeni favorim hemen bir paralel arkadaki Belediye Meydanı’ndaki Cundam Mey Lokantası. Sahipleri iki ortak. Biri balıkçı biri etçi. Nefis mezeler yapıyorlar. Patlıcan köz diyeceksiniz nedir ama burada başka. Yoğurtlu sıcak ot, cevizli Girit ezme, karides şiş çok lezzetli.



Paterica köyünde Sobe’nin yeri

Paterica, Cunda merkezin 4-5 kilometre ötesinde sahil kenarında terk edilmiş bir Rum köyü. Yine Cunda içinde çok güzel bir otel olan Sobe Otel, buradan bir sahil evi alıp restore ediyor ve plaj tesisi olarak işletiyor. Nasıl büyülü, huzurlu bir ortam... Benim gibi bir şnorkelciyseniz hele çok mutlu olursunuz çünkü denizin altı akvaryum gibi. Pinalar hele hiç bir yerde olmadığı kadar büyük.. Yol bozuk diyorlar, nitekim de öyle ama abartılacak kadar değil.

Yazının devamı...

Mükemmel bir ruh hastası olmak için 4 pratik yöntem

- Ev yaptırın!

Prizinden musluğuna, kapısından kulpuna, ankastre ocağından çatısına, döşemesinden yer taşına kadar her şeyi yenileyin, yeniden yaptırın. Ve özenin. Siz özendikçe usta, kalfa, camcı, montajcı, parkeci denilen yaratıklar, daha berbat işler yapsınlar. Dünyanın parasını verip gelmelerini 45 gün beklediğiniz çini karolarınızın üzerinde harç karsınlar, tiner döküp ateş yaksınlar, ankastre ocağı yamuk taksınlar, klozeti duvarın altı santim önüne taksınlar, silikonlu elleriyle zor bela rengini tutturduğun duvarları ellesinler ve çıkmaz kaybolmaz sümüklü böcek izleri bıraksınlar, manzaranı kapatacak şekilde, 25 santim kalınlığında iğrenç PVC pencereler taksınlar, klimaları su akıtacak şekilde bağlasınlar ki cânım kitaplığı ve içindeki kitapları berbat etsinler... Etsinler ki böylece fakir zengin eşitlenmiş olsun. Sekizinci büyük günah olan “özenmek, ihtimam göstermek” günahının cezasını daha dünyadayken versinler. Hayır efendim! Benim gecekondum var senin de bir adet gecekondun olacak! Benim evimde hiçbir çizgi tutmuyor seninkinde de tutmasın! Benim evimde her şey hatalı, eksik, patlak, çatlak, yamuk, yumuk seninki de öyle olsun! Benim evim çirkin ve zevksiz seninki de öyle olsun.. Benim kitabım yok senin de olmasın! Ve bu işkence sekiz ay sürsün! Evinden soğuyana kadar uğraşsınlar.

- Yurtdışında bir sevgili edinin.

Bakın en garantili ruh hastası olma yöntemi. Ve bu sevgili müthiş kıskanç olsun. Görüşememekten dolayı iyice bilensin kıskançlığı. Ve bu kıskanç adama, kıskanç olduğunu bilmeden önce, eski sevgilinizin aynı mahallede oturduğunu söylemiş bulunun. Hatta geçmişe dair gereksiz gereksiz bir takım bilgiler de verin. Eski sevgili de sizi ne zaman sokakta görse, ayak üstü laflamalardan yola çıkıp dedikoducu bohçacılar gibi hakkınızda twit atsın. Uzaktaki manita da bu twitleri okuyup “ohoo bunlar gene beraber” deyip delirsin, çıldırsın, köpürsün, kafayı yiyip hayatınızı cehenneme çevirsin. Sonunda da hiç yoktan, bir salak twit yüzünden sizi terk etsin. (Bkz: Allah bu twitterin belasını versin.) Ve bu her hafta tekrar etsin..

- Tasarım yaptırın!

Mesela yeni bir kitap, dergi projeniz olsun. Afili afili ajanslarda ama beşşş kuruş maaşa harikalar yaratan arkadaşlarınızdan iş rica edin. “Aa tabii seni mi kıracağım?” desinler ve “5 bin liraya 3 kapak yaparım” desinler, çok gelsin ama tamam deyin. 2 ay sonra tek bir sayfa yapmadığı gibi bir de olmayan işe zam yapsın. “Yok birini on bine yaparım” desin. “Ne lan bu arkadaş arkadaşı mı öpecek?” deyin ondan vazgeçin başka bir tasarımcıya gidin. “Aa süper iş!” desin ama bir ay da o sizi oyalasın ve bir şey yapmasın. Sonra “Aa bak bilmem kim süperdir ve çok çalışkandır, kazıklamaz da” desinler ona git ve altı hafta sonra dünyanın ennnnn ama ennnn kötü işleri gelsin. Hani Güzel Sanatlar’da okurken birinci sınıfta zor geçeceğin, dördüncü sınıfta sopayla kovalanacağın işler. Tavsiye eden arkadaşa gösterin o da “Yuh hiç bu kadar sallamamıştı” desin iyice kudurun. Ve bu arada 6 ay geçmiş olsun. Projenin yayınlanmasına sadece 2 ay kalsın.

- Web sitesi yaptırın!

“Sadece ruh hastası olmak yetmez, aynı zamanda seri katil de olmak istiyorum” diyorsanız en mükemmeli bu! İster tek sayfalı ister 10 bin sayfalı bir site yaptırın fark etmiyor. Her halükarda sinirleriniz çok fena bozulacak. Bu sefer tanıdık değil de profesyonel bir şirkete gidin.. Ananızın nikahı bir fiyat versin. Yine arkadaşa gidin. Beşte bir fiyat versin. Altı ay sonra işin bir bölümünü teslim etsin. Her şey patlak, çatlak, işlemez olsun.. “Aaa bu ne ben böyle mi dedim” deyin düzeltmesini isteyin. Sonra web master işin ortasındayken yurtdışına kaçsın. Yazdığı dilden kimse anlamasın o nedenle kimse devam edemesin. Elinizde yarım yapılmış bir site enkazıyla ve ödeme dekontlarıyla kala kalın!

Yazının devamı...

Çocuklular için en güzel küçük otel: Kanara



Çocuk sahibi değilim. Çocukların ve ebeveynlerin ihtiyaçları nedir tam olarak bilemeyebilirim. Çocuk kabul eden otellerin hepsi bir şeyler yapmaya çalışıyor. En azından IKEA’dan bir mama sandalyesi, portatif bir bebek yatağı alıp koyuyor bir kenara. Fakat geçen hafta Assos’ta Club Kanara’da üç gece kalınca çocuk ağırlamanın bir sanat olduğunu anladım.

Samahat Hanım emekli hakim. Eşi Ayhan bey senelerin lokantacısı. 23 yıl Hannover’de yaşamış. Dokuz on yıl önce Assos sahillerinde bu araziyi alıp Kanara’yı açmışlar.

Yer çok güzel. Kazdağları’nın eteklerinde, Küçükkuyu’dan Assos’a giden yolun üzerinde. Etraf zeytinlik. Denizin hemen önünde. Karşı kıyılar Burhaniye ve Ayvalık.

Aslında bir okur şikayeti üzerine gittim. Zira Kanara 6 yıldır hazırlamakta olduğum Küçük Oteller Kitabı’nda ve sitesinde (www.kucukvebutikoteller.com) yer alıyor, her yıl uğruyoruz ama uzun uzun kalmak nasip olmamıştı. Okurum hakkaniyetten uzak (olduğunu sonradan anladığım) şikayetlerini değerlendireyim derken araya işler girdi, ben yazılarımı yazmak için bir yerde çakılı kalmak zorunda kaldım ve biz orada üç iki gün üç gece kalmış olduk. Çok da iyi oldu. Çok keyif aldık.

Çocuk meselesine gelince. Akşam üzeri içeri girerken neşeli çocuk bağırış çığırışları duyduk. Eyvaaah bütün bunlar restorana doluşursa fena halde sinir bozacaklar, yemeğin tadı kaçacak derken hayatımda gördüğüm en mükemmel çözüme rastladım. Restoranın yarısı oyun parkının tam karşısındaydı. Çocuklu aileler bu oyun parkının orada oturup yemek yiyorlar, yerinde duramayan yeni jenerasyon hiper aktif veletler de bir lokma yiyip iki kere kaydıraktan kayıp gene geri geliyordu. Çocuksuz olanlar içinse deniz kenarında masalar var ve tek bir gürültü gelmiyor o tarafa. Oh! Sen sağ ben selamet. Topluca, istedikleri kadar vız vızlansınlar, çığlık atsınlar, bir lokma yememek için kırk takla atsınlar kimsenin kimseye gık çıkarma durumu yok.. Herkesin çocuğu bağırıyor nasılsa.

Sonra gündüz deniz kenarındaki ağaçlara asılmış bebek hamaklarını gördüm. Anneler şezlongda güneşlenirken bebişler de beşik hamaklarında mışıl mışıl uyuyor.. Sonra bir başka aile gördüm. Odalarının hemen önündeki çimenlere örtü yaymışlar, anne baba, yedi sekiz aylık bebişleri, hep beraber uzanmışlar oh keka! O bebiş bir annenin üzerine bir babanın üzerine tırmanıyor, sonra devriliyor, sonra yine tırmanıyor... Nasıl mutluluk verici bir sahneydi.. Benim bile bir tane doğurasım geldi.

Denizin içinde de mini mini bir mendirek yapmışlar. Açık denizden korkan çocuklar ve bebişler orada güvenle girsin diye. Hakikaten de öyle oldu, açıktan korkan bebişler burada hiç mızırdanmadı.

Sonra akşam üzeri bir Midilli atı çıktı ortaya. Yanında da kovboy gibi giyinmiş bir seyis. Allahım o çocuklar atın üzerinden inmek bilmiyor. Nasıl gülüyorlar... Böyle minik bir çocuk evi de yapmışlar yine annelerin gözleri önünde. İsteyen boya çamur falan yapabiliyor. Dedim işte bu kadar basit! Alıyorsan çocuk eğlendirmeyi de bileceksin. Her yer bebek arabasının geçebileceği gibi olacak. Basamak, hendek, gedik, taşlık olmayacak.. Odalarda bebek yatağı olacak. Mamayı ısıtmak isteyene imkan vereceksin. Çimlere yayılmak isteyene örtüyü istemeden vereceksin. Çocukların yanlarından geçerken başlarını okşayacaksın. Çocuklarla dost cinsten kedin köpeğin olacak. O yok bu yok değil. O da var bu da var olacaksın. Ufak tefek şeyleri eleştirilebilir, evet yeni tip süper dizayn, ultra hip bir yer değil belki ama emin olun çocuk mutlu ise ana babalar da mutlu. www.kucukvebutikoteller.com/kanara

Yazının devamı...

Saha düşmanı yer köpeeee

Adım “tembel yazar”a çıktı ama valla billa benim suçum yok! Millet gözümün önünde denize girerken ben bir çardak altı bulup oturuyorum, güzel güzel yazımı yazıp yolluyorum, sonra ertesi gün bir bakıyorum benim sayfamda tam sayfa bir ilan! Benim yazı yerimi silip süpürmüş..

Bütün bunları şunun için yazdım: Bundan dört gün önce teslim ettiğim yazıda “yarın da Melen Bağlarındaki nefis günümüzü yazarım” demiştim. O yarın bir türlü gelmek bilmedi, titiz okur (hani şu yazlık evini kışlık eve dönüştürüp benim hayallerimi gerçekleştirmiş şahane emekli) sinirlendi, ona bir açıklama yapayım dedim.



Kumbağ çıkışında “horror film biletçili” milli parktan girip bir gece orman içinde bir pansiyonda kaldıktan sonra (telefonlar çekmiyor, elektrikler kesik, tam bir Robinson durumu) Hoşköy’e vardık.

Bir zamanlar buranın adı “milyon çiçek” manasındaymış. Rumlar zamanında şarapçılık merkezi imiş. Yer gök üzüm bağı imiş.

Bağcılık halen devam ediyor. Doluca’nın da Kayra’nın yanı sıra daha küçük çaplı ama butik tarzda devam ettirenlerden biri de Cem Çetintaş, Melen Şarapları’nın sahibi. Cem ve eşi Funda dedelerinden kalan bağlara kelimenin tam manasıyla gözleri gibi bakıyorlar. Ben işini bu kadar sevgiyle yapan birilerini daha tanımadım. (Kızlarını ismi bir üzüm adı olan Şiraz!) Sonuçlarını da alıyorlar. Misket üzümünden yaptıkları “MLN Muscat” içtiğim en güzel beyaz şaraplardan biri. Cem ve Funda bizi bağlarında ağırladılar. Bağ değil de çiçek tarhı sanki. Nasıl düzenli, nasıl özenli.. Bağın bir ucunda 1928’e kadar yaşayan bir manastırın kalıntıları da mevcut. Mübadeleden biraz sonra kaderine terk edilmiş. Cem, restore edip güzel bir butik otele dönüştürmek istiyor. Projeleri geçmiş anıtlar kurulundan.

Bu arada Melen Bağlarında özel şarap tadım günleri yapılıyor. Meraklı iseniz bağbozumunda (eylül ayında) önceden haber vermek şartıyla beş on arkadaşınızla bir grup yapıp gidin derim. Üzüm toplamak ve sonra onun şaraba dönüşümünü izlemek cidden şahane bir şey. (Funda Çetintaş: 0282 538 60 05)

Cem ve Funda’ya hoşçakal deyip Saros Körfezine devam ettik. Şarköy’den sonra yol nasıl güzel anlatamam. Keşan üzerinden Mecidiye’ye gittik. Kimseciklerin bilmediği çok hoş bir köy Mecidiye. İki kilometre sonrası: Ege’nin en güzel başlangıcı!

Üstelik kalacak yer de var. Mecidiye köyünün biraz dışında “Sığınak” isminde kocaman bir çayırın içinde çok sempatik bir kır evi. Bülent’le Yeşim’in yeri. Çok ama çok güzel yemekler çıkarıyorlar. Nefis sohbetleri var. Bir kaç gün kafa dinlemek için ideal. (www.siginak.com)

Orada çok komik bir canlıyla tanıştık. Deniz kenarında koşuşturup duran bir kemirgen. Nilgün “sincap” dedi ben “dağ faresi” dedim. Zira kafa aynı sincap ama kuyruk da aynı fare. Her ihtilafta olduğu gibi 20 lirasına iddiaya girdik. (bkz: yolculuk iddiaları) Kim bilir, kim bilir derken kendini “Küçük Bülent” şeklinde tanıtan bekçiye soralım dedik.

Bekliyoruz ki ya sincap desin ya dağ faresi. Cevap: Yer köpeee.

Haydaaa.. O ne len?

Buralarda o hayvanın adı öyle imiş. Eee ne yer ne içermiş? Ne bulursa. Nerede yaşarlarmış? Toprakta açtıkları deliklerde. Normalde bir zararları yokmuş ama arasına bunların maç sahalarına da dadanıyor, delik deşik ediyorlarmış. E o zaman ne yapıyorsunuz dedik, hınzır bir sırıtmayla “deliğin birinden tazyikli su veriyoz öbür deliklerden havaya fışkırıyorlar hıh hıh hııı” demesin mi!..

Gülmekle kızmak arasında “ölmüyorlar mı?” dedik “yooo” dedi. “Biraz serinliyorlar o kadar..”

Hay Allah cezanızı vermesin deyip yolumuza devam ettik ama çizgi film karakterleri gibi havaya zıplayan yer köpeee’lerini gözümüzün önüne getirdikçe gülmekten geberdik.

Yazının devamı...

Gündem: Uzak bir ülke ismi

Bütün çabalarıma rağmen gündem denilen şeye gelemiyorum sevgili tostlar. Gündem, uzak bir ülke ismi gibi.

Gazeteleri okudum, internete dadandım fekat oxi.. Beynim bir adet teflon tava. Hiçbir şey yapışamaz durumda.
(bkz: teflon tava kişilikler vardır bir de. Hiçbir şey yapışmaz onlara. Ne dersen de alınmaz, bozulmaz, akmaz, kokmaz... Adamı deli ederler. Tersi: Alüminyum tava kişilik. Bunlara da her şey yapışır. Hayatın tava pardon ruh tellemekle geçer.)

Marmara Adası’ndan sonunda- kendimi araklamayı başardım. Yanıma adalı arkadaşım Nilgün’ü de alıp karaya ayak bastık. (bkz: Adayı kara görmemek) Tekirdağ Barbaros Limanı’na iner inmez de batıya yönelip nefis bir Kuzey Marmara turu yaptık.

“Aaa ne var orda?” demeyin. Zaten bizim Türkiye insanının en sinir olduğum huyu budur. Bir yerin adı çıkmamışsa “aa ne var orda?” Bir zamanlar İzmir ahalisi Alaçatı için de aynı şeyi diyordu. “Aaa ne var orda? Sarımsak almaaa mı gidiyon?”, “Hayır evlere bakmaya gidiyorum. Çok güzel evler var..” “Amaaan çok antikasın yani Mutlu” Ah keşke anam babam da antika olsaydı da neredeyse bedava verdikleri zamanlarda bir evcik kapsaydılar Alaçatı’dan! (bkz: eski evlerden “tiskinen” anne modeli. Cunda’dan da aldırmamıştı. Ah anne ahhh..)

Evet ne diyordum. Tekirdağ Barbaros’tan sonra batıya gidince Kumbağ geliyor ilkin. Deniz kenarından devam ederek Kumbağ’ı terkederseniz karşınıza bir milli park kapısı çıkacak. Orada cins bir biletçi var. Sorduğun soruya başka bir sorunun cevabını vererek hafif tertip bir Amerikan B klas korku filmi efekti yaratıyor.

“Bu yol nereye çıkıyor?”

“Yedi buçuk lira”

“Tamam da nereye çıkıyor?”

“Yol kötü. Asfalt istiyorsan dön geri..”

“Uçmakdere’ye gider mi?”

“Bir şey yok. İşte ağaç mağaç”

“Güzel mi?”

“Yedibuçuk lira”

Biletçinin cevaplarını birleştirip bir cümle kurduk ve o cümleden yola çıkarak yedi buçuk lirayı bastırıp milli park yolundan devam etmeye karar verdik.

Aaaa... Nefis bir yol çıkmasın mı! Orman bitiyor, ekili arazi çıkıyor, tarlalar bitiyor, yumuşak yeşil tepeler başlıyor... Kimsecikler yok.. Araba bozulsa kurda kuşa (ve serserilere) yem durumu.

Kıvrım büküm bir yolun bir virajında çok sevimli bir köy çıktı karşımıza: Yeniköy. Nasıl bir manzarası var anlatılır gibi değil. Yarı terk durumunda. Biraz gezinirken karşımıza Tekirdağ Yamaç Paraşütü Kulübü çıktı.

“Ne var orada?” diyenler, orada mısınız? Meğer Tekirdağ taraflarından da yamaç paraşütü yapılabiliyormuş. Gittik yanlarına, kulüp kurucusu ve başkanı Sadri Özel ile tanıştık. Çok sempatik bir insan. Bize çay ısmarladı, sohbet ettik. Başka bir zaman uçmak üzere yeniden gelmeye söz verip devam ettik..

Sonra Uçmakdere’ye geliniyor. Radikal’de yazan yazar romancı Gündüz Vassaf’ın köşesinin ismi. Yıllar önce aynı yoldan geçtiğimde köyün tabelasını görüp çok şaşırmıştım. O Vassaf beyin tahayyülü sanıyordum. Meğer köyünün ismiymiş.

Eski evleri olan sevimli ve bol suyu olan bir köy.

Köylülerle çok komik bir sohbet yaptık.

Ah işte devam edince Hoşköy’e geliniyor ki Melen bağlarındaki keyfimizi de yarın anlatırım..

Benim gündemim de deli dolu yollar işte... (bkz: beğenmeyen okumasın orkestrası)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.